can yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
can yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Temmuz 2024 Pazartesi

Murat Yalçın - Kanunun Solist Olduğu Gece / Karga Zarif


KANUNUN SOLİST OLDUĞU GECE


Kör talih, bir kazayla itildim bu köşeye. Beş yıldır çınar yapraklı perdenin arasından, şu boyası dökük pencerenin çatlak camından bakıyorum alaca dünyaya. “Dünya” dediğim, artık dönmesi durmuş bir oyuncak. Geçmişin hatrına duruyor, dönmese de. Her şeyin birdenbire olup bitmesine, her işin şıpınişi yapılmasına bozulan eski zaman adamlarına döndüm. Müşkülpesentliğim yüzünden düştüğüm kepazelikler saymakla bitmez ya, neyse...Günün her saati ayrı tiryakiliklerle geçer oldu, bu kuytu pencere dibinde.

N’oldu o günler? Geçti... Tavşan yamaca kaçtı...Şarkıların dedikleri şarkılarda kaldı.

İstanbul’un sanlı dolmuşçularındandım. Eyüp’teydi durağım: “Harputlu” ya da “Rampacı” dendi mi beni gösterirdi bütün parmaklar, gözler bana dönerdi. Pençe atarak çıkardım yola, çift patinajla. Asfalt bitleri kaçışırdı çevremden. Hektor, çamurlukların yanı sıra koşarak uğurlardı sokağın ucuna dek; dili dışarıda kös kös geri dönerdi sonra.

Ama geçti... Dedim ya, tavşan yamaca kaçtı. Geçilmez denizlerin ortasında kalmış korsan adasıyım artık, garnizon hayatı yaşayan memleketin bu güdük mahallesinde.

“Sinemde bir tutuşmuş, yanmış ocak olaydı...”

Kazadan sonra, hurdaya çıkmış makam arabası kılıklı DeSoto büyüdükçe büyümüştür kapının önünde. Bagaj kapağının köşesinde belli belirsiz “Ağır ol” yazısı göze çarpar, her tür aydınlıkta.

Perdenin aralığından cama dayalı alnı buz kesmiştir.Avcunu alnına dayar. Isıtır başını. Dışarıdan bakıldıkta pencere, yıkım görmüş bir adam resmini çerçevelemektedir.

Yaban seslere binmiş yaban sözler kulağı da yabancılaştırır.Yadırgı renkleri vardır kimi şeylerin. Kapıyı açtığınızda sizi bekleyen beyaz halı, kaşla göz arasında masanın altından geçen beyaz kedi, akşamüstü dere geçen beyaz atlı yabancı, ölüler ülkesinin beyaz itleri... Ama işte kimi zaman bu yabanlıklar yakın düşer, ürkütücü yakınlıklar kurulur; elleriyle, omuzlarıyla, kollarıyla, bütün o yaban sözleri handiyse desteklemeye başlarlar.

Karlı gecelerin sabahlarında yüzü belirir, çınar yapraklı, kalın, sütlükahve perdenin arasından. Fersiz gözleri ışığa alışmadan Şadiye’nin sinirli dirseği çeker perdeyi.


Şadiye: Ömrümün yarısı!

Sokağı tutan azarlamaları çocukları ancak bir yıl uzak tutmaya yetti laternadan. Sonra sonra, bana bakmaktan sinirleri gevşeyince, içine doluşan çocukları perde ardından bencileyin izlemekle yetindi. Geçen yıl paslı tekerlek kasnakları üstündeydi: Tekerlekli sandalyeye düşmüş eski bir olimpiyat şampiyonu o şimdi...

Biz istediğimiz kadar tedbirlerle dolduralım kâğıdımızı, arka yüzü takdirlerle dolar: Hayat arkalı önlü okuyor her birimizin kâğıdını. Bu böyle, kim ne derse desin!

Yarım ekmek arası beyazpeynirli, domatesli, yeşil soğanlı sandviçlerine yumulan veletler soluğu benimkinde alırlar, bağrışa çağrışa. Orada ne yapar, ne iş görürler; bilmez değilim. Tek seyyar tekkeye döndürmesinler de ötesi umrumda değil. Bakmayın, bir yandan, içten içe eğlenmez miyim sanki! Şadiye’ye söyleyemem ama... Anlamaz böyle şeyleri! Kafası kalınlaşır çocuktan laf açılınca.

Pasaklı parmaklarının arasındaki ekmeklerine yumulur, kasık kıllarını sayar, tek kürek Yalova yapar, belden aşağı fıkralar anlatır, “Ankara-İzmir kavşağı / Amına koyduğumun ibne yavşağı” gibi, bildikleri bütün küfürlü tekerlemelerle halk ozanı taklidi yaparak karşılıklı atışır, Playboy tavşanından, Hippi Kralı Pippi’den, önlerinde hızla evrim geçiren saplarının isimlerinden, katırın doğurmamasından, diş bileyip domaltmayı düşündükleri öte mahalle çocuklarından, kadınların balkonlarıyla ampullerinden, pumba yastıklara baş koymuş orospuların popolarından, Eskimolar’ın kardan evlerinden, komandoların kurbağa yemelerinden, akşam seyrettikleri filmlerden, futboldan... Konuşup çekişir, boy satar, boy ölçüşür, arada bally çeker, durup durup Ferdi Tayfur’un “Şiki Şiki Baba” şarkısını söylerler.

Kulağına çalınır sesleri ara ara, sessiz gün sıcaklarında.

Latarnadan inip koşarak izleri üstü uzaklaştıkları yaz akşamları gölgeleri uzadıkça uzar, çubukların ucunda oynayan kuklaya döner her biri, perdenin aralığında dünyayı enikonu belleyen gözünde.

Tavandan sarkan kafese çevirir başını. Kuş dertop durmaktadır. Ağının ortasında iri bir örümceğe dönüşecektir; karanlık, odaya yerleştikçe.


Onlardan biri geçen sabah kahvaltımı yaparken şu masanın yanındaydı. Nah şurada! Benim evrakları SSK’da çalışan babasına götürsün diye çağırmıştı Şadiye. Herif, “Verin, ben hallederim!” demişmiş, bakkalda karşılaştıklarında.Sokağın ucunda otururlarmış, anacığı kız kardeşini de alıp Yavruvatan’a kaçmışmış... Olup bitenleri uzun uzadıya anlattıydı bana Şadiye. İlk kez duyup yadırgadığım, böğrüme ağulu kuşku tohumları saçan, nasıl diyeyim, o sonradan takınılmış “anaç” sesiyle.

Çiçekli kenarsuyuyla çerçevelenen kare masa adeta şarküteri vitriniydi, ama veledin gözünde masadan başka bir de Şadiye vardı. Sürekli dikizliyordu kerata! Hiç çekinmeden, boyunu aşan bir ataklık, hatta ürkütücü bir şımarıklıkla! Oh olsun bana, n’apalım, demek o denli düşkündüm gözünde...

“Velet” dememe aldanmayın, gözleri kadınlara kızlara düşmüş bir kere hepsinin. Hele bu SSK’lınınki! Perçeminin altında fıldır fıldır gözler! Şadiye’den alamıyor kendini. Uyanık da! Bir kıpı, gözümün üstünde olup olmadığına dikkat edip antika halının Oğuz boyu desenlerine kaydırdığı bakışlarını, sonra yine hatunun papağanlı sabahlığının içinde dönenen bedenine çakı çakıveriyor.Dedim ya, düpedüz arsız, kıvılcımlı... Yetişkin bakışları edinmiş basbayağı!

Şadiye, bizim oraların deyişiyle bir “ahçik”, bir piliç değil belki ama Allahı var şimdi, niye saklayayım; mora çalan dudaklarının kenarındaki ince sigarasıyla, burnunun ucuna inmiş şişe dibi gözlüğü, koltuğunun altında dürülü gazetesiyle (altını çizerek söyleyeyim, Çetin Altan tiryakisidir!), pelüş terlikleriyle, evinin içinde fır dönen olgun bir sülündür.

O sabah, yemeğimi bitirince Şadiye’nin, gümüş dişli, salyalı ağzımı kıç temizlercesine silip baştan savma bir biçimde çekiştirerek beni arkama yaslamasını, üstünde koskoca bir kaplan deseni olan ince battaniyeyi boş bir sandalyenin üstüne bırakırcasına –ne bırakması, beni kaplanına yem edercesine– üstüme atmasını yadırgadım doğrusu. Hayır, o askıntı oğlanın gözünde hakarete uğramışa dönebileceğimi umursamadı bile. Asıl zoruma giden, bozuma uğratan buydu.

Oysa nasıl unuturum, bir gün babam kendini alamayıp sudan bir sebeple elindeki meşin sinekliği sırtıma indirdiğinde, “Bari şu kızarmış nar çubuğuyla vursaydın, bu kanıma dokunuyor...” diye inlediydim. Harputluyuz ne de olsa, gurur incinmesidir sonumuz... Adap dairesinde yaşayan, şimdiki çarpuk çurpukluklara asla müsaade etmeyen bir ahalinin ahfadıyız, söylemesi ayıp!

Düşününce ağlamam geliyor. İçimdeki güller üşüyor...Gözpınarlarımda tomurcuklanan yaşlarda, geçen zamanın, yaşanmışlıkların, yani canım hayattan yediğim şamarların acısı menevişlendi. Babamın Suriye işi siyah ceketinin yaka cebindeki mavi çizgili mendilin yaşlara tok kıvrımı gitmiyor gözümden. Yok artık, yok, bir zamanlar gurur duyulan şeyler alay konusu oldu memlekette.Şirazesinden çıkmış bir hayata çattık.

Geçmiş günler... Tavşan yamaca kaçalı çok oldu. Yatalak, yarını olmayan bir herif... Anımsamaktan, dünün abislerinde yuvarlanmaktan başka ne işe yarar?

Şadiye: Ömrümün şarkısı!

Yollarımız Şişhane’de kesişmişti Şadiyecikle. “Şadiyecik”ti o... Benim “ahçiğim”! Havanın ıslak havlu ağırlığıyla yüze kapanıp boğmaya yeltendiği bir yaz öğlesinde, Tünel’deki meşhur Muhallebici Arif’in dükkânında oturmaya razı edişimi, dün gibi... Loş bir köşeye karşılıklı oturduğumuzda afi kesmeyi bırakıp torlaklaşmış, süklüm püklüm bir mahcup delikanlı olmuştum. Çıplak dirseklerimi mermer masaya dayayıp yanaklarımı avuçlamış, melankolik gözlerimi Şadiye’nin muhallebi çanağı yüzünden alamamıştım. Göz çukurlarındaki buğuyu silmek için gözlüğünü çıkarınca bozum havası çalmış, gözlerimi kaçıracak yer aramıştım düpedüz. Çırılçıplak soyunmuş da çakır bakışları, dehlizlerden geçmişin, uykudan uyanmışın gözleri olmuştu. Gözlerimiz konuşmasın diye gevezeliğe vurmuştuk. Göz konuşması ne mene şeydir, işleri nasıl, hangi sarpa sardırır ikimiz de az biraz bilirdik daha o zamanlar.

Bilirdik, bilecektik tabii... Muhallebicide buluştuk diye muhallebi çocuğu değildik ya! Az zamanda çok şey görüp yaşamış, erken olgunlaşmış insan yavrularıydık diyelim.Bizi bir araya getiren de benzer geçmişlerimizdi bence, şimdi düşünüyorum da... Damarları gözümden gitmeyen o mermer masada karşılıklı bakışırken sadece birbirimizin, gülüşmelerimizin acemisiydik yani, hayatın asla değil.

Diyeceğim, ökseye gelmiş kuştum, kaçırmadı; kadınca çekip çevirdi oracıkta.

Dar bir pantolon vardı bacağında... Bak, iyice gözümün önüne geldi: Seyrana çıktığımız Meşrutiyet kaldırımında, tam Pera Palas’ın gölgesini adımlarken çaktırmadan iki adım geri kalıp kıçına göz atmıştım. Bu bakış da yetmişti doğrusu, ne yalan söyleyeyim. Ha, bu arada, bir kadının hem başına hem kıçına vurulduysan, geçmiş olsun, der, başka da bir şey demem! Hal böyle olunca, balığın çırpınması güç durumlara soktuydu beni; bir elimi cebime sokup kırdıydım boynunu babatoriğin.

Bazen düşünürüm de, günah değil ya, kadınlar örtülerin, kat kat eteklerin içlerindeyken ne fenaymış! Yani siz belki yıllarca elma popo düşlerken gerdek gecesi bir bakıyorsunuz, armut! Elma seven adama bir ömür armut yediren zihniyetle nereye varılır? Onu demek istiyorum, yoksa bana ne, kim ne bok yerse yesin! “Elma dersem soyun, armut dersem soyunma” mı diyeceğiz? Hah hah ha... Hı? Ama çok önemserim böyle şeyleri hayatta. Hani ne demişler, pantolonu gösteren ütü, kadını gösteren götü... Tövbe Yarabbi, neyse, uzun mevzu, demem o ki, dileyen dilediğini yesin, ancak ben ne yiyeceğimi önceden görmek, bilmek isterim. Bu da benim tarzım.

Çocuğumuz olmadı. Eh, bir ukdedir elbet... Bu sebeple, böyle elden ayaktan düşerek değil ama yaş haddinden direksiyonu bırakacağım bir oğlan isterdim ben de. Benimkine doluşan veletlerden biri mesela, pekâlâ bizim olabilirdi. Kısmet! Alıştık bu çift başlı yalnızlığa...

Telefona uzanır. Sokak lambasıyla aydınlanan pencerenin önünde, burnu büyümektedir.

Bu saatte yollara düşemezmiş, kış kıyamet... Yatsın uyusunmuş... Sabah erken dönermiş... Merak etmesinmiş...İyi miymiş... Emeklilik işleri bu hafta bitermiş... Eve kâğıt gelecekmiş...

Telefonu kapatırken söylenir: “Uzattın be Şadiye!” 

“Durmaksızın konuşan, birdenbire dillenen bir kadın oluverdi, şu emeklilik işlemleriyle uğraşmaya başlayalı.Kafası karışığın sözleri, kaçamaklı yanıtları belirdi dilinde.Bir haller oldu ya, yaşayıp göreceğiz” diye düşünür.

Kuşkuları, kafesteki şu kuş denli gerçektir. Oradadır, ötmektedir boyuna. Kafayı yemenin vaktidir.

Bardağı diker kafasına. Elinin tersiyle kurular dudaklarını.Televizyonun düğmesine basar. Tekerlekli sandalyeden kanepeye ellerinin üstünde geçer, hantallaşmış gövdesini bırakır, beklenmedik bir çeviklikle.

Hafta sonlarını sıraya koyan misafirler de olmasa televizyon sineği olacağım büsbütün. Biraz olsun havalanıyor içim, eşin dostun yanında. Uzak semtlerden gelen, mahallenin “pazar öğleüstü sessizliği”ni bozmadan yürüyen, temiz giyimli, buz kokulu, soğuk uslu misafirlerdir bizimkiler. Gururlu, onurlu “iyi aile fertleri”dir her biri.Şadiye’nin “gerdanları altın zulası, gözleri erik karası” dediği çocukluk arkadaşları ya da anne tarafından akrabaları, ara sıra da benim kara kuru, kaba saba, ağzı bozuk dolmuşçu ahbaplar... Esintiye kapılmış güz yaprağı savruluşuyla duvar diplerinden giden, köşelerde yiten, Sümerbank reklamlarından çıkma koyu giysiler içinde sade, kuru bir sertliğe bürünmüş, yaşlı oldukları ilk bakışta anlaşılmayan, kadınlı erkekli, emekli memur görünümlü, baylan çocuklarını evde bırakmış, elleri fileli misafirler.Japon’dan bozmadır her biri; sessiz, çıdamlı, anlayışlı, gülümseme taslaklı... Ellerine vur, lokmalarını al, gıkları çıkmaz. Geceden soğanlı suyla terbiye edilmiş sinirsiz, yağsız lokumsu etlere benzerler. Yağmurlu havalarda delik deşik, bulanık göletli, çamurlu yolda üstlerini başlarını pisletmeden nasıl yürüdükleri, bitkinliklerini dinginliklere sarıp sarmalamayı öğrenmiş ılık halleri hele, adeta bir uzay bilmecesi, bir UFO tartışmasıdır benim için. Her birinin evinde birtakım kurslardan aldıkları “tavrühareket numerosu” yüksek “tasdikname”lerin, soy fotoğraflarının asıldığı duvarlar vardır.

Eh, ne yaparsınız, yaşımız ilerledikçe, erkekler kırantalaşıp kadınlar hanımefendileştikçe, sade siyaset konuşur olduk. Kendi geleceğimizi, memleketin geleceğine ilişkin endişelerimizi paylaşıyoruz boyuna; gençliğimizdeki çoluk çocuk, iş güç, şarkıcı-artist konularından çoktan uzaklaştık. Dünya ölçeğinde memleket sorunlarını kavrayıp bu sorunlarla kaynaşmış bilirkişiler, handiyse birer Çetin Altan hüviyetine büründük. Gün görmüş kişileriz ya artık, değerli görüşlerimizi öyle olur olmaz insanla uluorta tartışacak değiliz. Sigaralarımızı dudaklarımızla kül tablaları arasında diplomat edasıyla götürüp getirir, parmaklarımızı giysilerimizin düğmeleriyle ütü yerlerinden ayırmadan, şahdamarlarımızı sigara kalınlığında şişirerek konuşuruz.

Bizim oralarda “kürsübaşı sohbetleri” olurdu; türkülerle, ağıtlarla sonlanan ev meclisleri... “Uyan Mamoş,Mamoş uyan...” diye başlandı mı bambaşka bir dünya kurulurdu önümüze. Sesimizi kesti bu şehir. Ciddiyetten, kurum akıntılı duvarlara döndük. Düğünden düğüne “çayda çıra”lar da olmasa hepten tutulacak nutkumuz.

Akıllı olmaktan yıldım, delirmek üzereyim artık!

Direksiyon sallamaktan şişmiş, çengel biçimini almış parmaklarını muz salkımına benzettiğim eski dostlarla 66 çevirdiğimiz olur, kırk yılda bir. Onlarla birlik olup neşelensem de bu yalnızlık beni başka biri yaptı.Böyle akıllar yürütmeyi sonradan öğrendim. Giysilerine dokunmak, sessizliklerini bozmak isterim bazen. Gerçek mi hepsi? Bu insanlar, bu yaşananlar neyin nesi? Kafayı yiyecek oluyorum, Allah muhafaza! Kim bilir, belki de aklımı yitirdim bile... Gittiklerinde, Şadiye’nin evi eski, ağlak durumuna getirişini bir düşten uyanmışın gözleriyle izler, yutkunurum. İnanmak, güvenmek aptallık, denyoluk düpedüz. Mutluluk, erinç de aynı şey! Sonsuzluğa direnen bu İsviçre saatleri beni tanrısal bir sade gülüşle baş başa bırakır hep. Çocukların bize gelmesi yasak sayılır neredeyse... Bilmeden çocuklarıyla gelenler de erkenden kalkarlar. Onların saatleri bambaşkadır çünkü.

Bizim ev handiyse devlet dairesi ciddiyeti yayıyor mahalleye. “Süt kalesi” sanki; sessiz, kimsesiz bir ev. Görüyorum.Dedim ya, hatırlı, namlı bir dolmuşçuydum.Çekinilir, bir adım geri basılırdı karşımda. Karlı gecelerin gümüş mehtabında gölgesiyle dertleşerek ağır aksak yürüyen bir “iyi aile” delikanlısıydım Harput’ta. Ne de olsa Çubuk Bey’lerin, Balak Gazi’lerin torunuyuz. Horasan erenlerinden gelme soyumuz sopumuz. Buralarda ağzı bozuk, sağa sola çatan, yağmur çamur demeden it gibi çalışan başıbozuk bir şehirli olup çıktım. Kolay mı İstanbul insanıyla dalaşmak, günün her saati? İpsizi var, sapsızı var, iti kopuğu var.

Benimkinin torpido gözleri, vitesin yanındaki kutu, türkü, şarkı kırk beşlikleriyle doluydu. Sabahları motoru çalıştırdım mı bizim köyün ağıdı, Telgrafçı Arif’in “Hüseynik’ten çıktım şeher yoluna” türküsü dilime dolanır, gönlüm kabarırdı. Tatyos Efendi’nin “Gamzedeyim Deva Bulmam” şarkısını mırıldanırdım pazar sabahları da, kaportaya köpüklü fırça sallarken.

Dudak üstü ince bıyığımın kenarına yapışmış böğürtlene benzeyen etbeni bıçkınlık nişanımdı; gençken, Ermeni kilisesi mumuyken... Göz dişlerim o zaman da altın kaplamaydı. Geceleri sırtımda siyah rugan parıltısı saçan montumla, minare kırması boyumla arabadan indim mi sokak benim olurdu, tırsardı millet. Hektor soluğu yanımda alırdı; o devasa Alman kurdu, sırnaşık kediye dönerdi bacaklarımın arasında. Kazadan önce gitti, sizlere ömür. Kapının önünde yaşlandıydı mübarek! Körleşmişti, kurtuldu; başını oraya buraya çarpması kanıma dokunurdu zaten...

Çekmeceye uzanır. Tabancayı kavrar. Televizyon ışığında silueti belirip yiter, belirip yiter. Canlı, devingen bir gölgedir. Namluyu ağzına sokup çıkarır. Genzine ölüm kokusu yerleşir. Biberon memesi emen bebek dinginliğindedir.

Kendimi çatılarda kedi kovalayan kara kargalara benzetiyorum...Nereden nereye... Ortaokulda öğretmenler bize tanrılar katında yerler beğenir ama biz oralara yerleşmek istemezdik. “Yüksek idealler” iri lakırdılardır, fabrikadan yeni çıkmış parlak silahların sessiz, sıradan görünmelerine benzerler. Orta birdeki Adalet Öğretmen’in varisli bacakları vardı, okulun arka bahçesinde dışarı uğramış çınar kökleriyle anımsarım o bacakları... Şimdilerde, haki üniformalı, ak tolgalı beylere, yani şu miğferli toplum polislerine, “yoğurtlu bakla” diyorlar. Kim uydurmuşsa güzel uydurmuş.

Kimsenin suç işlediği yok! Kanun adamları öyle diyor.“Suç bu!” diyorlar. Namlu bana dönükse suç suçluyu ortadan kaldırdığından suçlu da suç da olmayacak. Tabanca bile bir bebek kadar masum olacak! Üstelik bir de kılıf bulunacak: Kaza! Kader... Tedbirsizlik... Takdir! “Talihsiz bir kaza” denecektir. Evet, tabii, “talihli”si sağ çıkmam olurdu, “başarısız intihar girişimi”... Dedim ya, hayatın, kâğıdın hangi yüzünü okuduğuna bakar hepsi.

Of, içim sıkıldı. Menzil beygiri koşturmalarından usandım. Bu dünyanın işlerini çabucak bitirip kendi dünyasına çekilmek isteyen densiz biri var içimde. Kavgalıyız...E tabii, can pazarlığı yapıyoruz, boru değil! O, işi bitirip gitmek istiyor. Ben, “Dur hele,” diyorum, yarım ağız; henüz bahtıma küsmemişçesine... Neyi bekliyorsam? Dinlemiyor. Tetiği çekeceğim ana kilitleniyorum her gün. Yüzlerce ölüm yaşattım kendime, böyle böyle. Can mı dayanır? Ölüm korkusuyla ödümün bokuma karışmasından yıldım artık.

Şadiye: Ömür törpüsü!

Benimkinin kapının önünden çekileceği günü bekliyorum.Hurdacıyla anlaşmış Şadiye, SSK’ya gidip gelirken bulduğu hurdacıyla.

Kanunun solist olduğu şarkılar dinleyeceğim, Şadiye’nin “kız arkadaş”ında kaldığı yine böyle karlı bir gece.Evde ne varsa içip “Ada Sahilleri”yle kafayı bulacağım.Salvolara başlayacağım elbet bir süre. “Beni şad et Şadiyem, başın için” diyeceğim; belki ağlayarak, belki gülerek.Gıyaben vedalaşıp çekeceğim tetiği. Bu alaturka orospusu dünya geride kalacak. Yırtacak sessizliği, şakağımda patlayan ses.

Duman olacağım büsbütün... 1937’de, Büyük Ata’nın memleketimizi ziyaret ettiği sene okullu olan ben, altmışıma varmadan göçeceğim darıbekaya.

Biliyorum, sokağın öbür ucunda, SSK’lının döşeğinde şallak mallak uzanıp enjeksiyon natürel yemiş Şadiyemin belki bir an horlaması kesilecek, ak göğsündeki bir çift Gürcistan narı şöyle bir titreşecek, o kadar. İşler boka sarmadan sen sağ, ben selamet! Bitecek bu ruh gürültüsü...

Televizyonda haber bülteni başlar. Spikerin perçemine takılır gözü.

Bu gece, oğlanın, anahtar deliğinden babasının döşeğindeki çıplak Şadiyesi’ni eli çükünde dikizleyeceğini düşünür.Beynine kan sıçrar.

Perdeyi aralar: Kar tipiye çevirmiştir, arabası bembeyaz bir uykuyla örtülüdür.

Birden, kapıda dönen anahtar sesiyle irkilir. Şadiye olamaz diye düşünür. Ya oysa? Torlaklaşmanın, burnu sürtülmüş mahcup filinta olmanın vaktidir.

O mu?

Antredeki soluğu dinlemeye, tanımaya koyulur; namlu damağında, başı omuzları arasında yiter karanlıkta.Odanın eşiğindeki karaltı elektrik düğmesine uzandığı an, gözleri spikerin perçemindeyken tetiği çeker.

Çınar yapraklı perdeye sıçrar kan: Oracıkta titreşip kalır.

Murat Yalçın - Kanunun Solist Olduğu Gece
Karga Zarif
Can Yayınları

21 Mart 2022 Pazartesi

Çocuklarla Beraber - Bir "Karamazov Kardeşler" Kesiti / Dostoyevski


Çocuklarla Beraber
Dostoyevski
Çeviren ve Yalınlaştıran: Murat Argon
Resimleyen: Ferit Öngören
Can Yayınları

Can Yayınları, "Karamazov Kardeşler"den İlyuşa ve babasının yaşadıkları üzerinden diğer çocuklarla arasında gelişen trajik kısmı, yalınlaştırılmış haliyle "Çocuklarla Beraber" ismiyle yayımlamakta.Yıllar önce Engin Yayıncılık'tan "İlyuşa" ismiyle benzer bir çalışma yapıldığınıysa yeni gördüm.Güzel kapak tasarımıyla onu da aşağıya ekliyorum."Çocuklarla Beraber"in, çocuk kitapları kategorisinde değerlendirilmemesi gerektiğini öncelikle söylemek lazım.İlk gençlik yahut gençlik dönemi daha elverişli duruyor.İlyuşa'nın yaşadığı duyguların yoğunluğunu anlayabilmek, bu duygulara verdiği tepkilerin sertliğini, yer yer yıkıcılığını anlamlandırabilmek açısından oldukça önemli.Bu anlamlandırmanın bir yaş ve düşünsel gelişim düzeyiyle beraber olabileceğini ifade etmek gerek.Aksi takdirde kitabın çocukta bıraktığı karşılığın "çivili ekmek" gibi sert hadiselerden ibaret olacağı rahatlıkla görülebilir.Çocukların zihninde somutlaşan bir tepkisellik, keskin ve aşırılığının da ölçüsüyle duygulara yer bırakmayacak kadar geniş bir alan işgal edebilmektedir.Bu yüzden İlyuşa'yı merkeze koyarken hareket noktasının duygular olması, bu duygulara eğilebilmek içinse okuyucunun yaş ve düşünsel gelişim düzeyi açısından titiz olunması gereklidir.Böyle hacimli romanlardan, bir bölümü mercek altına alarak kitaplaştırmak yer yer başarılı olsa da, birçok örnekteyse okuyucu kitap boyunca asıl romandaki bütünlüğe dair kırıntılar toplamakla meşgul olabiliyor."Çocuklarla Beraber" kitabı da bu kategoride değerlendirilebilir; Karamazov tanesi toplamak gibi.


***





***

19 Mart 2022 Cumartesi

Lord Jim - Joseph Conrad


...

İşverenlerine göre Jim'in ortaya koyduğu bahaneler kesinlikle yetersizdi.Jim'in arkasından, "Lanet olası budala!" dediler.Jim'in aşırı duyarlılığına getirdikleri eleştiri buydu.

...

İşlerini yeterince kolaylaştıracağını bilseler bizzat şeytana bile hizmet ederdi bu adamlar.

...

Jim bir yandan hayretle, bir yandan da denizin v gökyüzünün bu muaazzam dinginliğine minnet duyarcasına, "Gemi ne kadar da istikrarlı gidiyor," diye geçirdi aklından.Böyle zamanlarda Jim'in zihninde cesaret gerektiren işler canlanıyordu: Bu hayallerden ve hayallerinde kotardığı işlerin getirdiği düşsel başarılardan haz alıyordu..Bunlar yaşamın en güzel yanları, gizli gerçeği, saklı kalmış gerçekliğiydi.Bunların görkemli bir gücü, belirsizlikten gelen bir cazibesi vardı ve kahramanca bir yürüyüşlei resmigeçit yaparcasına gözünün önünden geçiyorlardı; beraberlerinde ruhunu da alıp götürüyorlar ve başlı başına sınırsız bir özgüvenin aşk iksiriyle onu sarhoş ediyorlardı.

...

Her birimizin koruyucu bir meleği olduğuna inanmak gelir içimden; tabii eğer sizler de her birimizin yakından tanıdığı bir şeytanı olduğunu kabullenirseniz.

...

Cesaretten kastım askeri, sivil ya da özel herhangi bir cesaret değil.Doğuştan gelen ve günahın cazibesine karşı durma cesaretinden söz ediyorum.Zekâ ve bilgiye dayanmayan ama, Tanrı biliyor ya, yapmacık bir tavır takınmadan hazırlıklı ve gönüllü olmaktan, inceliksiz ve kaba olduğunu düşünseniz de paha biçilmez bir dayanabilme cesaretinden, dahili ve harici tehditler karşısında, insan doğasının gücü ve baştan çıkarıcı yozlaşması karşısında düşünmeden, eğilip bükülmeden, gerçeklerin ezici gücüne, ibret verici olayların kötü etkilerine, suç işlemeye teşvik edici fikirlere karşı dayanıklı bir inancın desteğiyle direnen o cesaret ve metanetten bahsediyorum.Fikirlerin canı cehenneme!Fikirler zihninizin bir köşesine yerleşip sizi sürekli dürtükleyen, her biri içinizdeki cevherden bir parça koparıp alan, adam gibi bir hayat sürmek ve acı çekmeden ölmek istiyorsanız birkaç basit düşünceye sıkıca tutunmanız gerektiği inancını ufak ufak zihninize zerk eden sokak serserileri, derbeder hovardalardır!

...

Jim sağda solda bazı yolcuların üzerinde yattıkları hasır minderlerden başlarını kaldırdığını, belli belirsiz insan silüetinin yerinde doğrulup oturmuş, uykulu uykulu gelen seslere bir anlığına kulak kabarttığını, ardından da birbirine geçmiş gibi karmakarışık bir görüntü çizen sandıklar, buharlı vinçler ve havalandırma fanlarının arasında kaybolduğunu görüyormuş.Bu insanların hiçbirinin o tuhaf sesi dikkate alacak kadar olayların bilincinde olmadıklarının farkındaymış.Dediğine göre, demir gövdeli dev gemi, beyaz yüzlü adamlar, tüm görüntüler, tüm sesler, gemide olan biten her şey o bilgisiz ve dindar kalabalık için aynı ölçüde tuhaf ve olayları asla anlayamayacakları için aynı ölçüde güvenilirdi.Ona öyle geliyordu ki, bu yaşananlar bir şanstı ama bunu düşünmek tek kelimeyle dehşet vericiydi.

...

"Daha suda boğulmadan nefesimin kesileceğini sandım," dedi.Kendi canının derdine düşmediğini iddia etti.Zihninde bir canlanıp bir kaybolan tek bir düşünce vardı: sekiz yüz insan, yedi sandal; sekiz yüz insan, yedi sandal."Biri kafamın içinde yüksek sesle konuşuyordu!" dedi.

...

Gözünü kırpmadan ölüme gitmeye hazırlıklı olmak ender rastlanan bir durum değil ama yenilginin kaçınılmaz olduğu bir mücadeleyi sonuna kadar sürdürecek, yürekleri delinmez bir zırhın çeliğiyle kaplı adamlar da nadiren rastlanır.Umut azaldıkça huzura erme arzusu güçlenir ve en sonunda hayatın ışığını zaptedip söndürür.Hangimiz bunu gözlemlemedik ya da duyguların had safhada yıpranmasını, çabanın beyhude olduğu hissini, huzura ermenin dayanılmaz arzusunu bizzat yaşamadık ki?Akıl almaz, üstesinden gelinmez güçlere karşı mücadele verenler -batan gemilerin sandallarındaki kazazedeler, çölde kaybolmuş gezginler, doğanın acımasız gücüne ya da cahil ve barbar kalabalıklara karşı savaşan adamlar- bunu iiyi bilirler.

...

Deniz 'yirmi bin çaydanlıktan çıkan sesler gibi' tıslayıp köpürüyormuş.Bu benim değil onun benzetmesi.

...

Ölümün gölgesinden kurtulmuş hayatların üzerine sanki çılgınlığın gölgesi düşüyordu.Geminiz sizi hayal kırıklığına uğratıp batarsa, bütün dünyanız, sizi siz yapan, zapteden, muhafaza edip koruyan dünyanız da batar.Sanki bir cehennem çukuru gibi derin okyanusun üzerinde o engin sularla temas ederek yüzen adamların ruhları aşırı kahramanlıklar sergilemek, saçmalayıp her türlü iğrençliğe bulaşmak üzere serbest bırakılmıştı.Elbette inanç, düşünce, aşk, nefret, fikir ve hatta madde ve cisimlerin dış görünüşü gibi kavramların algısı kadar, gemi kazalarının algısı da insandan insana değişir.Bu kazanın o soyutlanmışlığı, dünyadan o kopukluğu daha da pekiştirip tamamlayan rezil bir yanı vardı.Ahlakları ve idealleri daha önce böylesine zalim ve dehşete düşüren bir şakaya maruz kalmamış bu adamları insanlığın geri kalanından tamamen koparan berbat koşullar vardı.

...

Neden olmasın?Sandala atlamamış mıydım?Tek kelime etmedim.Söylemek istediğim şeyleri ifade edecek kelime yok.Eğer o anda ağzımı açsaydım ancak bir hayvan gibi uluyup böğürebilirdim.

...

Denizcinin yaşamı dışında başka hiçbir yaşamda kurulan hayaller gerçeklerden bu kadar uzak değildir; daha başlangıcından itibaren tamamen hayaller üzerine kurulan ve bu hayallerin yıkılıp bu kadar çabuk düş kırıklığına dönüştüğü, boyun eğip kabullenmenin bu kadar güçlü olduğu başka hiçbir meslek yoktur.

...

...Fakat onur -onur monsieur! Gerçek olan bir şey varsa o da onurdur.Ve insan onurunu yitirdiğinde'-yayıldığı çayırda birdenbire ayağa dikilen ürkmüş bir öküz gibi hantal bir acelecilikle ayağa fırladı- 'onur elden gittiğinde yaşamanın ne kıymeti kalır?Mesela ben bu konuda hiçbir fikir belirtemem çünkü monsieur bu konuda hiçbir bilgim yok.!

...

Geçmişe dönüp Jim'in başarısına baktığımda -gözlerimin tanıklığına ve onun samimiyetle güvencelere rağmen- bulamadığım şey buydu.Yaşam sürdükçe umut da vardır, doğru; ama korku da vardır.

...

Şahsen ben onun bir meyve bahçesinden bir şeyler aşırmaktan daha kötü bir suç işlemiş olabileceğini düşünemiyorum.Daha büyük bir kabahati var mı acaba?Belki de bana bundan söz etmeliydiniz; fakat ikimiz de birer azize dönüşeli o kadar uzun bir zaman oldu ki bizim de vaktiyle günah işlediğimizi unutmuş olabilirsiniz.

...

Sadece diyeceklerimi iyi belle; eğer bu oyuna devam edersen çok yakında dünyanın seni barındıracak kadar büyük olmadığını anlayacaksın.

... 

Ben de ona dünyanın, kabahatini saklamak için yeterince büyük olmadığını söylemiştim.

...

Stein'in ilginç bir geçmişi vardı.Bavyera'da doğmuştu ve yirmi iki yaşında gençken 1848 yılındaki devrim hareketinde faal bir rol almıştı.Durumu tehlikeye girince kaçmayı başarmış ve ilk başta Trieste'de saatçilik yaparak geçimini sağlayan yoksul bir cumhuriyetçinin yanına sığınmıştı.Oradan da işporta usulü satmak üzere bir miktar ucuz saatle yola çıkıp Tripoli'ye gitmişti.İş hayatına çok önemli bir adım atarak başlamasa da şansı yaver gitmiş...

...

"Bir böcek bilimcinin böyle konuştuğunu işitmemiştim daha önce" dedim neşeyle."Şaheser!Peki ya insan hakkında ne düşünüyorsunuz?"

Gözlerini cam kutudan ayırmadan, "İnsan hayranlık uyandırıcı ama bir şaheser değil" dedi."Belki de sanatçı biraz çılgındır, ha!Ne dersiniz?Bazen insanın istenmediği, kendisine ihtiyaç duyulmayan bir yere sahip çıkmak istesin?Neden bir oraya bir buraya koşuşturup kendisiyle ilgili bu kadar yaygara yaparken, bu kadar böbürlenip, yıldızlardan bahsederken otları ayaklarının altında ezsin?"

"Kelebekleri avlarken" diye araya girdim.

...

Açıkçası, kelimelerime değil sizin hafızanıza güvenemiyorum.Sizlerin bedenlerinizi beslemek için hayal gücünüzü aç bırakacağınızdan korkmasaydım daha dokunaklı ve etkili anlatırdım.Kırıcı olmak değil amacım; hayal kurmamak hürmete değer, güven verici, kazançlı ve sıkıcıdır.Buna karşın sizlerin de hayatınızı, soğuk bir taştan çıkan alevli kıvılcımlar kadar şaşırtıcı ve ne yazık ki bir o kadar kısa ömürlü ihtişam ışıklarını doya doya yoğun yaşadığınız bir döneminiz olmuştur.

...

Sırf açgözlülüğün insanı bu kadar sabırlı, kararlı ve gayret sarf edip fedakarlık yapmaya bu denli kör bir inatla bağlı kılacağına inanmak zor geliyor.Gerçekten de böyle bir maceraya girişenler varını yoğunu, hayatlarını tatmin edicilikten uzak bir ödül uğruna tehlikeye atıyorlardı.Zenginlik geride kalanlara, memlekette yaşayanlara akabilsin diye kemiklerini uzak sahillerde ağarmaya bırakyorlardı.Onlardan daha azına katlanmış ardılları olarak bizlerin gözünde bu insanlar birer ticari temsilci olarak değil, içlerinden gelen bir sese, kanlarını kaynatan bir dürtüye, gelecek üzerine kurulan bir hayale itaat ederek bilinmezin sınırlarını zorlayan, alınlarına yazılmış bir kaderin araçları, temsilcileri olarak yüceliyordu.Hepsi de olağanüstüydü ve kabul etmek gerekir ki olağanüstü koşullara da hazırlıklıydılar.Çektikleri çileleri, gördükleri denizleri, yabancı ülkelerin geleneklerini, şaşaalı hükümdarın ihtişamını kanaatkarca hafızalarına kazıdılar ve kaderlerini kendi alınlarına yazdılar.

...

Cornelius bir yolunu bulup tüm ölümcül badirelerden sıyrılmayı başarmıştı ve hangi tarafı tutmaya mecbur kalmışsa kalsın, davranışlarının, ruhuna damgasını vuran alçaklığın izlerini taşıdığından hiç kuşkum yok.Bu onun karakteriydi; nasıl ki başkaları herkesin gözünde cömert, seçkin ya da saygın bir insansa, Cornelius da özünde ve birçoğunun gözünde tam bir alçaktı.Tabiatının bir unsuruydu bu ve tüm davranışlarına, arzularına ve duygularına nüfuz etmişti; alçakça öfkeleniyor, alçakça tebessüm ediyor ve alçakça üzülüyordu; gösterdiği nezaket ve kızgınlık da aynı biçimde alçakçaydı.Eminim aşkı da görülmemiş rezillikte bir duygudan ibaret olurdu.İğrenç bir böceğin yaşadığı aşkı düşünebiliyor musunuz?Tiksindiriciliğinde bile bir rezillik vardı ve düpedüz iğrenç bir insan bile onun yanında asilzade gibi dururdu.Cornelius bu hikayede ne ön ne de geri planda yer alır; sadece hikayedeki gençliği ve onun saflığını lekeleyen, güzel kokusunu bozan gizemli ve cenabet bir gölge gibi sinsi sinsi civarında dolaştığı görülür.

...

Hepimiz gibi o da bilinmeyenden korkuyordu ve cehaleti, bilinmeyeni sonsuz bir büyüklüğe eriştiriyordu.

...

Kuşkusuz yasalar var ve zarı attığınızda da şansınızı ayarlayan bir yasa vardır.Teraziyi dengeli ve adil tutan insanın hizmetkârı Adalet değil, tesadüf, risk ve sabırlı Zaman'ın müttefiki Talih'tir.İkimiz de aynı şeyi söylemiştik.Her ikimiz de gerçeği söylemiş miydik?Yoksa birimizden biri ya da belki de ikimiz birden gerçeği söylememiş olabilir miydik?"

...

Bütün yeryüzü uçsu bucaksız bir mezarlıkmış gibi büyük bir dinginlik ve huzur hakimdi her yana; bir süre orada öylece dikilip insanlığın bilgi ve kültür birikiminden bihaber ama yine de yazgıları gereği insanoğlunun trajik ve tuhaf acılarını paylaşmaktan ve kim bilir belki de soylu mücadelelerine katılmaktan kaçınamayan, dünyanın ücra köşelerinde gömülü yaşayan zavallıları geçirdim aklımdan.İnsan yüreği tüm dünyayı içine alacak kadar geniştir.Acıya ve yüke katlanacak kadar güçlüdür fakat o acıdan ve korkulardan kurtulacak cesaret nerededir?

...

Kılıçla oynayan kılıçla ölür.

En hayret verici yanı gerçekten yaşanmışlığı olan bu serüven böyle bir yazgının kaçınılmaz sonucu olarak çıkıyor karşımıza.Böyle bir şey olması gereliyordu.Bir yandan bunu kendi kendinize tekrarlarken bir yandan da böyle bir şeyin sondan bir önceki lütuf yılında olmasına şaşarsınız.Fakat olan olmuştur ve bunun mantığını tartışmak yersizdir.

Bu olayları sanki bizzat tanık olmuş gibi yazıyorum size.Edindiğim bilgiler bölük pörçüktü fakat parçaları birleştirdim ve ortaya anlaşılır bir tablo koymak için yeterince bilgi var.Merak ediyorum acaba bizzat Jim o yaşadıklarını nasıl anlatırdı.Bana o kadar çok içini dökmüştü ki zaman zaman şimdi çıkıp gelecek ve hikayeyi kendi kelimeleriyle, kayıtsız ama hisli sesiyle, laubali tavırlarıyla, biraz kafası karışmış, biraz incinmiş ama ara sıra da uyum sağlamasına asla faydası dokunmayan gerçek kişiliğini bir an için gözler önüne sererek anlatacak gibi geliyor bana.Bir daha asla ne sesini duyabileceğim, ne de alnındaki beyaz çizgisiyle; heyecanla koyulaşan, ölçülemez derinlikteki mavi gözleriyle gençlik ışıltısı saçan güneş yanığı pürüzsüz pembe yüzünü görebileceğim.

...

"Birbirimize hayat hikâyemizi anlatmak için mi buluştuk burada?" diye sordum ona."Sanırım ilk önce sen anlatabilirsin.Hayır mı?Peki, zaten ben de dinlemek istemediğime eminim.Kendine saklayabilirsin hikâyeni.Benimkinden daha iyi olmadığını biliyorum en azından.Ben de yaşadım sen de yaşadın ama sen pis, çamurlu toprağa temas etmeden dolaşıp gezecek kanatlara sahip olması gereken o insanlardan biriymiş gibi konuşuyorsun.Ama ne yaparsın ki o insanlardan biriymiş gibi konuşuyorsun.Ama ne yaparsın ki o toprak pis ve benim kanatlarım yok.Ben buradayım çünkü hayatımda bir kez korktum.Nerden korktuğumu bilmek ister misin?Hapishaneden.Hapse tıkılmaktan korkuyorum ve eğer bu bilgi işine yarayacaksa işte sana bunu söylemiş oldum.Anlaşıldığı kadarıyla bir hayli çıkar sağladığın bu kahrolası deliğe seni neyin soktuğunu soracak değilim.O senin şansın; benim şansıma da bir an önce kurşunu yeme ayrıcalığına sahip olmak ya da başımı alıp kendi yoluma gitmek ve açlıktan ölmek üzere buralardan kovulmak için yalvarmak düşüyor."

...

Joseph Conrad
Lord Jim
Can Yayınları
Çeviren: Erhun Yücesoy

17 Mart 2020 Salı

aşk konuştuğumuzda ne konuşuruz, raymond carver öykülerinden


Babamın işini bitiren şeyleri anlatacağım size.Üçüncü şey Kukla'ydı, Kukla'nın ölmesi.İlk şey Pearl Harbor'dı.

İkinci şey ise büyükbabamın Wenatchee yakınlarındaki çiftliğine taşınmaktı.Babam günlerini orada tüketti, ancak muhtemelen ondan önce tükenmişlerdi.

Babam Kukla'nın ölümünün suçunu Kukla'nın karısına yükledi.Sonra balıklara yükledi.Sonunda  da kendini suçladı; çünkü Field & Stream'in arka kapağındaki ABD'nin her yerine yollanan canlı siyah levreğin ilanını Kukla'ya gösteren kendisiydi.

Kukla'nın tuhaf davranması balıkları almasından sonra oldu.Balıklar, Kukla'nın bütün kişiliğini değiştirdi.Babamın söylediği buydu.

...

Kukla gölcüğün uzak ucunda, suyun hızla dışarı aktığı yerin yakınında duruyordu.Öylece duruyordu, o güne dek gördüğüm en üzgün adamdı.

...

Bir dost ölünce böyle mi olur? Geride bıraktığı arkadaşlarının talihi yaver gitmez mi?

(Babamın Canını Alan Üçüncü Şey)

---

"Alçakgönüllülük sana yakışmıyor," dedi Terri.

"O sadece mütevazı bir operatör," dedim."Ama bazen o zırhın içinde havasızlıktan boğulurlarmış, Mel.Hava çok sıcak olursa, onlar da çok yorgun ve bitkinlerse, kalp krizi bile geçirirlermiş.Bir yerde okumuştum, üzerlerindeki o zırhla ayakta duramayacak kadar yorgun oldukları için atlarından düşerler ve ayağa kalkamazlarmış.Bazen kendi atlarının ayakları altında kalırlarmış."

(Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz)

---

Dışarıda başka bir hayat var.İnanın bana, piknik değil bu, burası tımarhane.

...

"Bir şey daha söylemek istiyorum," dedi.
Ama bunun ne olabileceği aklına gelmedi.

(Bir Şey Daha)

Raymond Carver
Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz
Can Yayınları
Çeviri: Ayça Sabuncuoğlu

en küçük şeyleri bile görebiliyordum, raymond carver, aşk konuştuğumuzda ne konuşuruz






En Küçük Şeyleri Bile Görebiliyordum
Raymond Carver 

Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz
Can Yayınları
Çeviri: Ayça Sabuncuoğlu

29 Mart 2019 Cuma

yardımcı, robert walser


...Kadın eskiden bir süre garson olarak çalışmıştı ama birkaç haftanın ardından, o geçici eklenti sökülüp atıldığına göre, tüm bunların ne anlamı vardı ki?Patronu, İngiliz parasıyla ilgili o hadiseye rağmen, Joseph'e fazladan bir veda primi ödemiş ve kışlada şans dilemişti.Şimdi ilkbaharın tılsımıyla büyülenmiş kırlardan geçen bir tren yolculuğu var sırada ve ardından bilmeye değer hiçbir şey kalmaz, çünkü o andan itibaren sadece bir rakama dönüşür insan; bir üniforma, bir fişeklik, bir kasatura, düzgün bir tüfek, bir kasket ve ağır yürüyüş postalları tutuştururlar eline.Kendine ait değilsindir artık; bir parça itaat ve bir parça talim olursun.Uyur, yemek yer, talim yapar, ateş eder, yürüyüş yapar ve dinlenme molaları verirsin; ama kurallarda yazıldığı biçimde.Duygularını bile büyük bir dikkatle gözetim altında tutarsın.Kemiklerin kırılacak gibi olur başlarda; ama beden gitgide çelik gibi sertleşir, esnek dizkapakları demirden birer menteşeye dönüşür, kafan düşüncelerden arınır, ellerin ve kolların, askerlere ve acemi erlere her yerde eşlik eden tüfeğe alışır.Joseph rüyasında komutlar ve patlayan silahların takırtısını işitir.Sekiz hafta boyunca sürer bu, bir sonsuzluk değildir, ama Joseph'e zaman zaman öyle görünür.
---
...Joseph bir parça kenarda duruyor ve düşünüyordu: "İşte orada yürüyorlar, adam ve yaşlı kadın.Bu tepeden görünmüyorlar artık ve şimdiden yarı yarıya unutuldular.İnsanların davranışları, tavırları ve eylemleri ne kadar çabuk unutuluyor.Şimdi tren istasyonuna ya da vapur iskelesine vaktinde yetişebilmek için ellerinden geldiğince hızlı yürüyorlar.Bu uzun yolda -ki on dakikalık yürüyüş, bozguna uğramış ve kaygılarla dolu iki insan için uzun bir yoldur- ikisi de tek kelime etmeyecek, ancak buna rağmen konuşacaklar, çok anlaşılır bir dil, sessiz ama fazlasıyla anlaşılır bir dil konuşacaklar.Acının çok kendine has bir konuşma tarzı vardır.Ve şimdi biletlerini alıyorlar, veya biletleri vardı belki de, çift yönlü biletlerin olduğu malum ve tren gürleyerek geliyor ve Yoksulluk ile Belirsizlik birlikte biniyor vagona.Yoksulluk kemikli, tamahkar elleriyle yaşlı bir kadın.
---
Bu sabah Joseph'in saçları taranmaya ve fırçalanmaya karşı olağanüstü bir direnç geliştirmiş gibi görünüyordu.Diş fırçası geçmiş zamanları hatırlatıyordu.Elini yıkamak için aldığı sabun kaydı ve yatağın altına uçtu ve en uzak köşeden çekilip çıkarılması gerekti.Gömleğinin üzerine mükemmelen oturmuştu.Ne hayret verici şeyler.Ve tüm bunlar ne kadar usandırıcıydı.
---
...Kaygılar ve hayal kırıklıkları, tıpkı yorgun düşmüş ama disipline alışkın askerler gibi uygun adım ilerliyor, yoldan ayrılmaya yeltenmiyordu.Başarısızlıkları ve umutsuzlukları da aralarına katarak, yaklaşan noktaya dikilmiş gözlerle, ağır ama düzenli bir biçimde ilerleyen çok düzenli bir yürüyüş alayı oluşturmuşlardı.
---
...Bulanık bir rüyada yürür gibi geçiliyordu her şeyin içinden.Ve bu hava ve böyle bir dünya bile, her şeye rağmen gizli bir neşeyi dile getirir gibiydi.Gürültüler uyuyordu sanki ya da ses çıkarmaya ürküyordu.Sabahın erken saatlerinde ve akşamın ilerleyen vakitlerinde, gölün üzerinden uzun bir soluk gibi gelen sis düdüklerinin, açıktan geçen gemileri haber vererek birbirlerini uyardıkları duyuluyordu.Bu sesler, çaresiz hayvanların acılı feryatlarını hatırlatıyordu.Evet, yeterince sis vardı.Arada sırada yine güzel bir gün yaşandığı da oluyordu.Ve birde gerçekten sonbahara özgü günler vardı, ne güzel, ne de viran, ne özellikle latif ne de özellikle kasvetli, ne güneşli ne de kapalı olan, tersine sabahtan akşama kadar hiç değişmeden aynı ölçüde aydınlık ve karanlık günler; öyle günlerde dünya akşam üzeri dörtte nasıl görünüyorsa öğleyin on birde de aynı manzarayı sergiliyor, her şey dingin , donuk sarı ve biraz kederli bir ışık içinde dinleniyor, renkler adeta sıkıntılı bir rüya görür gibi kendi içine çekiliyordu.Joseph öyle günlere meftundu.
---
Siz korkaklıkla cüretkârlığın acayip bir karışımısınız, Joseph.
---
Sevgili Baba,

Sana küçük bir yeni yıl hediyesi gönderiyorum.Bu purolar bana şimdiki işverenim tarafından Noel hediyesi olarak verildi.Bunları zevkle içeceğinden eminim, kaliteli purolar, içlerinden iki tanesini ben denedim; gördüğün gibi, kutuda iki puro eksik.Bugün daldan dala atlayan düşüncelerimle, bu iki eksik puroyu karakterime yapışıp kalan iki kusurla karşılaştırınca birincisi sana hiç mektup yazmadığımı, ikincisi de çok yoksul olduğumu hemen fark ediyorum; o kadar yoksulum ki, sana hiç para gönderemiyorum; eğer kendimi bıraksam, bu iki eksiklik beni hüngür hüngür ağlatabilir.Sen nasılsın?Kötü bir oğul olduğumdan eminim; ama sana sevindirici bir içeriği olmayan mektuplar yazıp durmamın bir faydası olsaydı, oğulların en iyilerinden biri sayılabileceğimi de aynı kesinlikle biliyorum.Dürüstçe mücadele verdiğime inandığım bu hayat, bugüne dek seni sevindirme fırsatı tanımadı bana.Hoşça kal, sevgili baba.Sağlığına dikkat et ve daima yemeklerin tadını çıkar ve yeni yıla iyi başla.Ben de aynısını yapmaya çalışacağım.

Oğlun Joseph
---
Felaketin bilinci, aradığı kelimeleri bulamaz genellikle.
---
Aşağıdaki ana caddeye vardıklarında, Joseph durdu, Tobler'in purolarından birini çıkardı cebinden, yaktı ve son bir kez eve bakmak için döndü.Orada tepede duruyordu işte, sanki bir parça üşüyormuş gibi sessiz ve kışa has bir yalnızlık içinde.Komşu evleri bacalarından gri havaya dağılan narin, mav,mtrak duman sütunları yükseliyordu.Sanki manzaranın düşüncelere dalmak üzere usulca kapadığı gözleri vardı.Evet, her şey bir parça düşünceli görünüyordu.Çevreyi sarmış renkler rüya görür gibi yumuşak ve uysaldı.Uyuyan çocuklara benziyordu evler, ve gökyüzü her şeyin üzerine dostça ve yorgun uzanmıştı.Joseph yolun kenarındaki bir taşın üzerine oturdu ve geride bıraktıklarına uzun uzun baktı.Bir kez daha o kadını, çocukları, bahçeyi ve tüm o sabahları, öğlenleri, akşamları ve geceleri; kulağına onca zaman tanıdık gelmiş tüm o sesleri, Tobler'in sesini; büyük bir tat aldığı şu tepedeki mutfağın kokularını hızla geçirdi aklından.İçinden bir selam gönderdi oraya, sonra birlikte yürüyerek uzaklaştılar. (İtalik kısımlar, 1909 baskısında yer almayan satırlardır.)

Robert Walser
Yardımcı
Can Yayınları
Çeviri: Cemal Ener

20 Mart 2019 Çarşamba

ayak işi, raymond carver


...Bir başka ziyaretçi de Leo Tolstoy'du.Ülkenin en büyük yazarını karşılarında görmek hastane personelinde huşu uyandırdı.Rusya'nın en ünlü adamı mı?"Zorunlu olmayan" ziyaretçiler yasak olsa da, Çehov'u görmesi için onu içeri almadan edemediler tabii.Sakallı, sert bakışlı yaşlı adam, hemşireler ve nöbetçi doktorların türlü yaltaklanmalarıyla Çehov'un odasına buyur edildi.Bir oyun yazarı olarak Çehov'un yeteneği hakkında pek de iyi şeyler düşünmemesine rağmen (Tolstoy oyunların durağan ve her türlü ahlaki görüşten yoksun olduğunu düşünüyodu."Karakterlerin seni nereye götürüyor?" diye ısrarla sormuştu bir keresinde Çehov'a."Kanepeden sandık odasına ve tekrar kanepeye")Tolstoy, Çehov'un öykülerini beğenirdi.Üstelik adamı düpedüz severdi.Gorki'ye şöyle demişti: "Ne kadar güzel, muhteşem bir adam: alçakgönüllü ve sessiz, tıpkı bir kız gibi.Hatta yürüyüşü bile kız gibi.Gerçekten harika."Tolstoy hatıra defterine de şöyle yazmıştı (o günlerde herkes hatıra defteri ya da günlük tutuyordu): "Sevdiğime memnunum...Çehov'u."

...

Çehov, Berlin'de, akciğer hastalıkları alanında isim yapmış bir uzman olan Dr. Karl Ewald'a danıştı.Ama bir görgü tanığına göre doktor, Çehov'u muayene ettikten sonra ellerini başının üzerinde birleştirdi ve tek kelime etmeden odadan çıktı.Çehov'a yardım etmek için artık çok geçti: Bu, Dr. Ewald, mucize yaratamadığı için kendine, bu kadar hasta olduğu için Çehov'a öfkelendi.

...

Raymond Carver
Ayak İşi
Fil, Can Yayınları

13 Mart 2019 Çarşamba

fil, raymond carver

...
Arada sırada canıma tak eder ve hepsine mektuplar yazar, adımı değiştirmekle tehdit edip işimden ayrılacağımı söylerdim.Avustralya'ya taşınmayı planladığımı söylerdim.Sorun şu ki, Avustralya'dan söz ederken ciddiydim, oysa Avustralya hakkında en ufak bir şey bilmiyordum.Sadece dünyanın öbür tarafında olduğunu biliyordum, benim olmak istediğim yer de orasıydı.

Ama iş o raddeye gelince hiçbiri Avustralya'ya gideceğime gerçek anlamda inanmadı.Avuçlarının içindeydim ve bunu biliyorlardı.Çaresiz olduğumu biliyorlardı, üzgündüler ve bunu söylüyorlardı da.Ama ayın birinden önce, oturup çekleri yazmak zorunda kaldığımda bu halimin geçeceğine güveniyorlardı.

Raymond Carver
Fil
Can Yayınları
Çeviri: Ayça Sabuncuoğlu

çocuk oyuncağı, raymond carver

Çizim: Josh Robbins
...
Elyazısı hala bir soru işareti.Bu çok şaşırtıcı.Ama elyazısı meselesi önemli değil tabii.Mektubun kendisinin değil, mektubun içinde olduğunu unutamadığım şeylerin.Hayır, mektup hiç de en önemlisi değil -birinin elyazısından çok daha fazlası var bunda."Çok daha fazlası" incelikli şeylerle ilgili.Örneğin, bir kadını eş olarak almak bir tarihi almaktır, denebilir.Eğer böyleyse, o zaman artık tarihin dışında olduğumu anlıyorum- atlar ve sis gibi.Ya da tarihimin beni terk ettiğini söyleyebilirsiniz.Ya da tarih olmadan devam etmem gerektiğini.Ya da tarihin artık bensiz olması gerekeceğini -sözgelimi karım başka mektuplar yazmadıkça ya da günlük tutan bir arkadaşına anlatmadıkça.Derken, yıllar sonra, birisi geri dönüp bu zamana bakabilir, onu kayıtlara göre yorumlayabilir, dalaşlarına ve tiratlarına, suskunluklarına ve imalarına göre.İşte o anda, otobiyografinin yoksul insanın tarihi olduğu kafama dank ediyor.Ve tarihe güle güle dediğim.Güle güle, sevgilim.

Raymond Carver
Çocuk Oyuncağı
Fil, Can Yayınları

12 Mart 2019 Salı

kutular, raymond carver






...Hatırlıyorum da -nasıl unutabilirim?- biz evlenmeden önce karıma orospu derdi; on beş yıl sonra karım başka biri için beni terk ettiğinde, yine orospu dedi.
---
...
Başka insanlar yazın tatile çıkarlar, benim annemse taşınır.Yıllar önce taşınmaya başladı, babam işini kaybettikten sonra.Bu olduğunda, babam işten çıkarıldığında, sanki yapmaları gereken buymuş gibi evlerini sattılar ve işlerin düzeleceğini sandıkları yere gittiler.Ama işler orada da düzelmedi.Yeniden taşındılar.Taşınmaya devam ettiler.Kiralık evlerde, dairelerde, karavanlarda, hatta motel odalarında yaşadılar.Taşınıp durdular, her taşınmayla yüklerini hafiflettiler.Birkaç kez benim yaşadığım kasabaya geldiler.Bir süre karım ile benim yanımıza yerleşiyor, sonra da yeniden taşınıyorlardı.Bu bakımdan göçmen hayvanlar gibiydiler, sadece hareketleri belli bir düzeni izlemiyordu.Yıllarca sağa sola taşındılar, hatta bazen daha yeşil olduğunu düşündükleri bir yer için eyaleti terk ettiler.Ama çoğunlukla California'nın kuzeyinde kaldılar ve orada taşındılar.Derken babam öldü, ben de annemin taşınmayı bırakacağını ve bir süreliğine bir yere yerleşeceğini sandım.Ama yerleşmedi.Taşınıp durdu.Bir keresinde psikiyatriste gitmesini önerdim.Parasını ödeyeceğimi bile söyledim.Ama kulak asmadı.Onun yerine eşyalarını toplayıp kasabadan taşındı.Çaresiz kalmıştım, yoksa psikiyatristin lafını etmezdim.

Her zaman eşyalarını toplama ya da boşaltma sürecindeydi.Bazen aynı yıl içinde iki-üç kez taşınırdı.Ayrıldığı yer hakkında ağır laflar eder, gideceği yer hakkında iyimser konuşurdu.Postası karışır, yardım çekleri başka yerlere giderdi; mektuplar yazıp her şeyi yoluna koymaya çalışarak saatler harcardı.Bazen bir apartmandan taşınır, birkaç sokak ötedeki başka birine geçer, sonra da, bir ayın ardından, ayrıldığı yere tekrar taşınırdı; ancak binanın farklı bir katına ya da tarafına.İşte bu yüzden, buraya taşındığında ona bir ev kiraladım ve zevkine göre döşenmiş olmasına dikkat ettim."Sağa sola taşınmak onu diri tutuyor" dedi Jill."Yapacak bir işi oluyor.Bundan tuhaf bir keyif alıyor sanırım.."Keyif olsun ya da olmasın, Jill annemin aklını kaçırmakta olduğunu düşünüyor.Bence de öyle.Ama annene bunu nasıl söylersin?Eğer durum buysa ona nasıl davranırsın?Deli demek, bir sonraki taşınmasını planlayıp uygulamaktan alıkoymuyor onu."
...

Raymond Carver
Kutular
Fil, Can Yayınları