"Şu kaplumbağa padişah gördü.Cumhuriyet gördü, tek parti, çok parti,
üç ihtilal, televizyon, örüvizyon ve daha neler görecek."
Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni (1990)
...
Türkiye'de Doktor Jivago'larının yazıldığını söylemek zordur.Osmanlı aristokrasinin ve evreninin cumhuriyetle beraber kültürel sınıf olarak ortadan çekilişi birinci elden ve derinlikli pek fazla dökümante edilmemiştir.Gönüllü olarak unutmayı, sessizliğe gömülmeyi tercih etmiştir.Bürokrat ve iş dünyası duayeni Nezih H. Neyzi (d.1923) Kızıltoprak'ta doğuşuna ve yetişmesine atfen Kızıltoprak Anıları ismini verdiği hatıratına (ilk basımı 1985) bir misyon yüklemektedir:
"Geçen yıllarda Atatürk'ün 100. doğum yılı diye pek çok sözler söylendi, yazılar yazıldı, abideler açıldı ve...yeni nesillere anlatmak için çaba sarfedildi.Bizim nesil, bu devrimleri gören ve yaşayan son nesil.Aynı zamanda Osmanlı devrinin son kuşağıyla iç içe büyüyen ve görüşme olanağı olan insanlarız."
...
"Biz bugünkü gibi meyus, bedbin insanlar değildik.Hayatın lezzet ve kıymetini bilirdik.Kendimize has şevk ve şetaretimiz vardı...Heyhat! Bu seferki (1920) Ramazan'ı dudaklarımızın tebessüm itiyadı bozulmuş, ruhumuzun neşesi sönmüş olduğu halde karşılıyoruz...Gönüllerimiz kederle, matemle, ızdırap ile dolu.Hiç birimiz şen değiliz." François Georgeon
...
Ahmed Rasim kendi gençliğindeki "hovarda" dünyaya dair fuhş-i atiğin dahi nostaljisini yaptı.Refii Cevad Ulunay da 1945 yılından geriye bakarak gençliğindeki en unutamadığı horoz dövüşlerini ibiği yırtılan, gözünden kan çıkan horozlara kadar tasvir ederek yadetti.Ulunay'a göre bu dövüşler dünyada bu "eğlence"nin en tekamül ettiği örnekleridir.
...
Tanpınar, postkolonyal ve maduniyet teorilerini alt üst eder şekilde eski İstanbul mahallelerinden kaybolan çok daha ilginç bir "rengi" daha zikreder: "Zenciler"i:
"Eskiden İstanbul'da orta sınıf evlere varıncaya kadar hemen her yerde tesadüf edilen zenciyi şimdi garp hayatının bir icabı gibi büyük otel kapılarında, cazlarda görüyoruz; hayatımıza yabancı modalarla beraber ve yeni baştan girdiği için üzerimizde çok lüks bir ithalat malı tesiri yapıyor...Hayır! Eski hayatımıza Afrika bugünden çok başka şekilde ekliydi."
...
"Yitik mazi" her zaman göz ucunda gözlemlenmiştir.Birileri onu son görenlerdir ve ancak "yittiğinde" tanımlanabilir hale gelir.Mazi her türlü bugünden yakalanabilir değildir ve zaten "kayıp" hissini en çok bu durum besler.Murathan Mungan radyonun belleklere hükmettiği bir zamandan bugün unutulmuş, hayal dahi edilemez bir olguyu hatırlatır:
"Radyolu yıllara özgü, bir 'ses şöhreti' olma hali vardı.Tiyatroya gitme alışkanlığı pek olmayan ama radyo dinleyen insanlar pek çok oyuncunun yüzünü biilmez ama seslerini tanırdı.Dönemin bu 'ses şöhretlerinden' biri dolmuşta şoföre, 'şoför bey buradan alır mısınız?' dediğinde, diğer yolcuların nasıl hayretle dönüp baktıklarının, bir mağazada alışveriş ederken seslerini duyan tezgahtarların birdenbire nasıl heyecana kapıldıklarının hikayelerini duyar, siyahbeyaz televizyon yıllarının Uzay Yolu'nda Mr. Spock'u seslendiren aile dostumuz Erol Amaç'ın bu konuda birbirinden eğlenceli anılarını kendinden dinlerdik."
...
Beşiktaş, hele eski endüstriyel futbol ama zaten öncesinde de profesyonel ligin başlamasıyla beraber siyasi ve ekonomik güç mücadelelerinin bilek güreşi önceki Beşiktaş bambaşkadır:
"Rakipleri kahramanlarına 'ordinaryüs' ya da 'taçsız kral' adını yakıştırırken, Beşiktaş'ın kahramanları hep "baba"ları oldu...Kaptanlık o zamanlar, pazubandını koluna geçirmekle kazanılan bir unvan değildi.Alınteriydi, emekti; sorumluluk, otorite, liderlik ve fedakarlık demekti." Rıdvan Akar
...
Tesadüf değil ki Türkiye'nin en popüler takımı Moda'daki bir okuldan çıkmıştır.Moda, o dönem bir İngiliz yerleşimidir ve futbol İstanbul'a en canlı şekilde bu sosyal kültürünün izinden İngilizlere karşı kendi takımlarını kuran Rum ve Türk gençlerce Kadıköy'den girmiştir.Kısa zamanda Kadıköy'de Türk-Rum rekabeti de oluşuverdi.Paşaların II. Abdülhamid devrinden itibaren yerleştikleri Kadıköy'de paşazadelerin ağırlıkta olduğu Saint-Joseph bağı 1930'larla zayıflasa da, muhitin en cazip devlet okulu Haydarpaşa Lisesi Fenerbahçe'ye kulübün 1940'larına damga vuracak Müjdat Yetkiner, Halit Deringör, Sabri Kiraz, İbrahim İskeçe gibi yıldız oyuncuları ama hepsinden önce Fenerbahçe marşının "Fikretler"inin Küçük Fikret'i Fikret Kırcan'ı (1919-2014) yolladı.Yine de Ruşen Eşref Günaydın siyasetle ilişkilerine dair iki büyük arasındaki belirleyici unsur olarak ocak-semt ayrımının altını çizer:
"Fenerbahçe doğmuş olsa da Galatasaray gene ilk göz ağrısı idi; fakat diyebiliriz ki o doğuştan sonra pek en gözde olmadı.Çünkü Galatasaray bir mektepti...kendine göre bir geleneği, daha yekpare tutumlu bir seviyesi, bir çerçevesi vardı.O şehire kolay katılamazdı; şehir ona kolay sokulamazdı...Yeni doğan kardeş ise bir semtti; doğrudan doğruya şehirden bir parça.O, şehirden her çevre ile daha kolay ve girgin temas edebilirdi...Meşrutiyette iktidara gelen hükümet, diyelim İttihat ve Terakki, mektepten, ocaktan çok semt tuttu." Mehmet Şenol
Tıpkı semte ve renklerine bağlılığından Galatasaray'da okumayı istememiş Süleyman Seba gibi birçok semt çocuğunun okuduğu çevrenin prestijli okulu Kabataş Lisesi'yle Beşiktaş kulübü arasında da güçlü bir illiyet süregitti.
...
Çupi, gerçekten öyle eski zamanlarda yaşıyor gözükmektedir ki Milliyet'te 1992 tarihli bir yazısına ironisiz; "kalecinin seyircisi vardır veya yoktur tartışması, Türkiye'de fikir kapısı manasız açılmış yüzlerce konudan biridir sadece.Kalecinin seyircisi olmadığını, olamayacağını öne sürenler, İstanbul'un 1940'lı dönemlerini bilmezler." diye başladıktan sonra her mahalle arasında kurtarış yapan her çocuğun Zamora ya da Planiçka oluverdiğini hatırlatarak devam eder ki görkemli kaleciliğiyle edindiği kanarya lakabı kulübün simgesine dönüşecek Cihat Arman bu on yılda her çocuğun hayal dünyasına fırtına gibi girmiştir.Türkiye'de futbolun ulusallaşması oldukça yeni olduğu gibi mahalli izleri futbol kültüründe 1980'lerde dahi izlenebilmiştir.Futboldaki ulusallaşma ve ticarileşme , ki bu ikisi beraber gider, zaman almış ve kalıntıları süregitmiştir.Bugünse hemen hemen hiç kalmamıştır.(İzmirli) Metin Oktay'ın erken ve trajik ölümünün (1991) ardından Lefter Küçükandonyadis 2012'de, Can Bartu 2019'da ölmüşler ve bu devre dair hiçbir iz kalmamıştır.
...
Türkiye'de fubolun bir zamana kadar tamamen dış faktörlerden, ekonomik ve siyasi ilişkilerden yalıtık, onların gündemiyle temas etmeden kendi amatör yağında kavrulduğu izlenimini verir.Oysaki hiç öyle değildir.Daha İttihat ve Terakki Fenerbahçe'yi kontrolü altına almış ve kulüp başkanı İttihatçı komitacı Doktor Nazım olmuştur.Zaten İttihat Terakki Ziya Gökalp'in isim babalığında kendi kulübü Altınordu İdman Yurdu'nu (önce Progres, fr. Terakki) kurmuş ve Talat Paşa'nın kulüp başkanlığında takım iki İstanbul şampiyonluğunu kazanmıştır.Kemalist dönemde de rejim özellikle Fenerbahçe'yi kontrolü altına aldı.Kulübün başkanlığını 1934'ten 1950'ye on altı yıl başbakan olduğu 1942-1946 dahil Şükrü Saraçoğlu yürüttü.Futbol gibi ilgi gören bir sahanın siyasetin nüfuzundan kaçması hele otoriter bir ortamda zaten mümkün değildir.İktidarın Demokrat Parti'ye geçmesiyle ise bu sefer Demokrat Partili milletvekilleri sırasıyla Fenerbahçe başkanlığını yürüttüler.
...
Sovyetler Birliği'nin en popüler futbol kulübü "Halkın Takımı" Spartak Moskova'ya dair kitabında Robert Edelman tıklım tıklım stadyumların Soğuk Savaş imgelememizdeki soğuk ve donuk Sovyetler Birliği ile uyuşmadığını hatırlatır.Oysaki Sovyet futbolunun altın çağında Spartak Moskova 1956'da açılan Lenin/Lujniki Stadyumu'nu doksan bin küfürlü tezahüratlar yağdıran tutkulu taraftarıyla doldurabilmektedir.Sovyetler Birliği'nde devlet toplumsal alanı yukarıdan aşağı inşa etmeyi birçok alanda başarmıştır ama Spartak Moskova dayanağını aşağıdan yukarıya almış ve rejimin gücünün yetmediği bir kulüptür.Bundan dolayı da devletin kurumlarının takımları Dinamo, Lokomotiv, CSKA Moskova'lara karşı tribünler ondan yanadır.Futbol tribünlerinin altın çağına denk gelen 1950-1970 aralığında, daha sonraki onyılların göremeyeceği hınca hınç kalabalıkları sadece Sovyetler Birliği'nde değil tüm Avrupa'da tribünlere doldurabilmektedir.
...
Cenap Şahabeddin daha 1920 yılında "eski İstanbul'u" özlerken; "Her baca üstünde gözleriniz dumandan ziyade leylek arardı" diyerek hayvanlar ve kuşlarla iç içeliği anar: "Mahallemize leylekler gelince farkına varırdık ki leylaklar açtı ve bahar geldi, leylekler hiçbir şey söylemeksizin bize mevsimi haber verirlerdi." Refik Halit Karay; soğuk bir kış gecesi ayaklarının önüne kapanmış miskin ve çelimsiz bir sokak köpeğini görünce içi cız ederek eski İstanbul'un gürbüz köpeklerini aklından geçirir: "A zavallı köpek, sen bilmezsin, bir zamanlar ne idiniz?" İstanbul'un sokak köpeklerinin mesut, gamsızca ortalarda salındıkları günleri hatırlayan Karay köpeklerin insanlara karşı ürkek değil ama dost oldukları zamanlarda bu iki canlı cinsi arasındaki , bazen korksalar dahi, güven ilişkisine dayalı uyumu yadeder.O zamanlar insanlar köpeklere eziyet etmez, köpekler de onlara her vesile sevgilerini gösterirdi.Sadece Karay değil Ahmed Rasim, Ercüment Ekrem Talu, Hüseyin Rahmi Gürpınar ve diğerleri de köpekleri de, kedileri de eski zamanların mahalle dokusunun baş köşesine koymayı ihmal etmezler.Sokak köpekleriyle insanlar arasındaki organik ilişkinin kaybolmuşluğundan dem vururlar.
...
Aksel, bu nazik dilin bozulma miladını Balkan Savaşı bozgunu sonrası tıpkı on iki yaşındayken ailesiyle Serez'den kaçmış kendisi gibi İstanbul'a yığılan göçmen kafileleriyle başlatır.İstanbul'a sığınmış Rumeliler incelmiş, billurlaşmış Türkçeyi umursamadan karşı taraf anlayamasa da kendi "mahacırca"larını konuşmaktadırlar.Kaba saba lisanlarıyla İstanbul'a ilk kitlesel taşralı saldırısının aktörüdürler.Bu muhacirlerin azımsanmayacak bir kısmı İstanbul civarındaki köylere yerleştirilmiş; bu köyler İstanbul'un içinde kaldıkça şehrin kayda değer bir nüfusu Rumeli göçmeni oluvermiştir.Ancak Aksel'e göre klasik nezaket devrinden gerilemenin daha yapısal sebebi Meşrutiyet'in ilanıyla yenilik adı altında geleneksel nezaket kurallarının modası gelmiş görülmesidir.Artık insanlar eski İstanbulluların asla ağızlarına yakıştıramadıkları eşeği bile ulu orta söyleyebilmektedirler.Nazik ve görgülü İstanbul'un ne zaman bittiği her zaman anlatıcının çocukluk yaşlarına göre belli olur.
...
"Laz müteahhitleri...önce ahşap evleri, daha sonra da iki üç katlı betonarme eski evleri daire karşılığı yıkıp yenisini yapmaya başladılarçPederşahi/ataerkil aileler bu küçük mekanlara sığmayınca evde kalabalık yapan eşyaları da elden çıkarmaya başladılar.Tavan aralarını, bodrumları temizlerken ortaya çıkan babadan dededen kalan kitaplar, dergiler, gazete koleksiyonları, çocukluk yıllarının ders kitapları yeni mekanlar için fazlalık sayılmıştı.Kendince önemli olan kitapları ayırıp gerisini sokak aralarında dolaşan torbacılara satarlar hatta: -Burayı boşalt, ne varsa al götür diyerek kitapları bila -ücret verdikleri de olurdu."Torbacı" diye tanımlanan bu seyyar esnaf, İstanbul'a mevsimlik olarak gelirdi.Patates ya da soğanı ektikten sonra ta hasat vaktine kadar Küçükpazar'da, Süleymaniye'de buldukları metruk konaklardaki bekar odalarında üç beş hemşehri bir arada kalırlardı." Turan. M. Türkmenoğlu
...
Hem gençliğinin Beyoğlu'sunun mekanlarını hem de kendini hayallere sürükleyen yürüyüş rotalarını bir bir sayan Özlü'nün otobiyografik anlatısına göre:
"Şimdi o mahalledeki yapıların çoğu bomboş.Adeta çürümeye, yıkılmaya bırakılmışlar, içlerinde yaşanmış bütün günahlarıyla.Akan irinlerle, bin türlü insan salgısıyla, menilerle, gözyaşlarıyla olduğu gibi."
...
Ertem Eğilmez'in Arzu Film'i 1970'ler Yeşilçam'ına hükmeden Adile Naşit'in anne, Münir Özkul'un baba olduğu aile filmleri de 1970'lerin ikinci yarısı itibarıyla artık varolmayan bir İstanbul'u ve mahalle hayatına öykünmeydi.Şehrin apartmanlaşmaya teslim olduğu bir on yılda pek de fakir olmayan orta hallilerin yaşadığı apartman öncesi mahalle hayatının ve birincil ilişkilerin hakim olduğu, geniş aile yaşantısının sürdüğü bu kurgularda kasvet uyandıran apartmanlar gözükmez.Kendi döneminde yüzü geçmişe dönük bu filmler 1990'larda Show Tv'de üst üste gösterilmeleriyle yeniden popülerlik kazanırken aynı zamanda 1970'lere yönelik de nostaljik bakışlar üretti.
...
Mediha Şen Sancakoğlu 28 Şubat ortamında "aydın Türk kadını" marşını yazmış ve elbette Müslümanlığından da vazgeçmemiştir: "Şükür ben de Müslümanım/Tanrı'ya tamdır imanım/.../Aydın bir Türk kadınıyım."
...
"Kavanozda yetiştirilen çocuklar kendi dar çevrelerinin dışında bir şey görmedikleri veya başka insanların yaşam deneyimlerine aşina olmadıkları için onların doğal tepkileri kaçınılmaz olarak otoriterlikten yana olacaktır.Bunların anadili "zart ve de zurt" olacaktır.Aynen köyünün hiç dışına çıkmamış köylüler gibi, bunların hayal dünyaları da kendi küçük çevreleri ile sınırlı kalacaktır." Ayhan Aktar, Kavanozda Yetiştirilen Çocuklar
...
Safa'ya kıyasla akan gündelik hayatın Paris'ine tutulan Tanpınar 1950'lerin Paris'inde sokaklarda okuduklarından bildiği ve bilindik Paris'e ait olmayan siyahlara ırkçı tepkiler vermeden duramaz; "Quarter Latin'den bir şey anlamadım...Müthiş zenci modası var.Bu pezevenkleri biz harem ağası ederdik.Avrupa fahri damat yapmış."
...
Sinefillik edebiyat eleştirmenliğine kıyasla kaçınılmaz olarak daha seçkinciydi.Çünkü istenildiği zaman klasik ya da modern romanlara Türkçe, eğer çevirisi yoksa da Fransızca ya da İngilizce olarak ulaşılması mümkündü.Dil bilme ve maddi imkan gibi kısıtlar görece hafifti ve aşılabilirdi.Oysa dünya sinemasına ulaşım imkanları çok daha dardı.Ortada teknik bir engel vardı.Ülkü Tamer'in yurtdışında seyrederek hayran olması ve ülkede gösterilmemiş olmasına isyan etmesiyle nihayet bir film ithalatçısı firmanın inisiyatifiyle Fellini'nin sıradışı filmi Amarcord 1981'de, çekiminden 8 yıl sonra Emek Sineması'ndaki galasıyla Türkiye'de gösterime girer.
...
Yeni açılan vakıf üniversitelerinin iletişim fakültelerinde sinemaya dair yüksek lisans yapmak özellikle de üst orta sınıf çocukları için bir entelektüel tatmin ve gösteriş/show off imkanı oldu.Filmlere ulaşım daha kolaydı ve artık Bergman'ın, Antonioni'nin, Goddard'ın filmleri daha kolayca bellek repertuarlarına ekleniyordu.Bu ise sinefilliğin elitizmini sona erdirdi.Sinemadaki Batı-bilgisi hiyerarşisi ve sınırları kırıldı.Artık herkes üstattı.
...
Koryürek'in salt bilgiye ulaşabilme ve onu kaydetme imtiyazı vardır.1960 Roma Olimpiyatları'ndan itibaren hemen hemen tüm olimpiyatları eksiksiz izlemişliği onu Türkiye'de emsalsiz bir olimpiyat otoritesi kılar.Türkiye'nin olimpiyatlarla temasında eşsiz bir bağlantıdır.Zaten Koryürek'in ömrünün vefa etmediği en büyük emeli bir gün Türkiye'de olimpiyatların düzenlendiğini görmek, birbirinden kopuk iki dünyayı birleştirmekti.
...
Günümüzde "kanaat önderliği" bir yüzyıl önce "aydın" kelimesine evrilmiş biçimi olarak işlevsellik kazandı.Kanaat önderinin aydından temel farkı temel nüfuz meşruiyetini "aydın" gibi bilgi üstünlüğüne dayandırmamasıdır.Elbette bu niteliğe haiz olması için bir takım entelektüel meziyetler taşıdığı iddiasına sahip olmakla beraber ana fark yaratan üstünlüğü artık bu entelektüellik iddiası değildir.İnsanların siyasal, aynı zamanda güncel ve pratik zekalı, derin gönüllü, zekice ve sağduyulu bir geri dönüşüm sağlayan kişidir.Okuma kültürünün sönmesi ve okumayla ilişkinin dönüşmesinin bilgi otoriterliğine bakışları değiştirmesi bu süreci getirmiştir.Bu zamane devirde bir nostaljik olgu olarak "aydın da ölmüştür, yitmiştir." Tüm bu dönüşüm haliyle "bilgi"ye, "bilmek"e dair de bir nostaljiyi tetikledi.Bugünün bilgileri daha pratik, daha az kitabı ve daha az ortaktır.Bir sonraki bölüm "bilgi nostaljisine" dairdir.
...
Her kuşağın bilgi edinimi hem içerik hem biçim olarak farklılaşır.İnsanların kendi çocukluklarında edindikleri bilgi onları yaşam boyu takip eder.Yetişkinlikte edinilen bilgiler daha uçucu, anlık, teferruat algılanırken çocuklukta bellenenler sadece akıldan çıkmamakla kalmaz, aynı zamanda en temel, saf, anlamlı hatta hakiki bilgiler olarak hafızaya kazınır.Çocuklukta edinilen bilgiler aynı zamanda kolektiftir.İnsanların yetişkinliklerinde ve kendi bilinçli iradeleriyle edindikleri bilgiler onları parçaları oldukları ve olmaktan memnun oldukları cemaatten ve anaakımdan kopartırken çocuklukta (okulda,ailede ya da yakın çevrede) edinilen bilgiler onları o cemaate (en azından duygusal anlamda) daha bağlar.Birçok bilgi bu on yıla aittir.O on yılda büyümüşler için yaygın ve temel bilgiyken bir önceki ya da sonraki on yılda büyümüşler için alakasız bir bilgidir; herhangi bir şey ifade etmez.Bir nevi sosyalizasyonu aynı anda hem kuşağa hem aileye hem de ulusa dahil olmanın mekanizmasıdır.
...
Uğur Tanyeli 1970'lerin başlarında Güzel Sanatlar Akademisi'nde mimarlık okumaktayken proje belirleme zamanı Türkiye mimarlığının duayeni hocaları Sedad Hakkı Eldem'in odasında öğrenciler önerilerini sunmaktadır.Bir öğrenci proje olarak; "dağda kayak merkezi" yapmak istediğini söyleyince Eldem cevaben; "öyle mi efendim, peki Mont Blanc'ın yüksekliği kaç metre?" diye sorar.Öğrenci bir cevap veremeyince alaycı şekilde; "Mont Blanc'n yüksekliğini bilmiyorsunuz ve dağda merkez yapmak istiyorsunuz, siz gidin başka bir şey yapın" diye devam eder.İtaatkar öğrenci pısırık şekilde; "peki" der ve gider.
...
Gencay Gürsoy bir öğretmen çocuğu olarak 1950'ler Kars'ındaki çocukluğunu; "Şafak Kitabevi'nden edindiğimiz Rus klasiklerini, Varlık Yayınları'ndan çıkan Hemingway, Jack London, Panait Istrati'nin romanlarını, sağdan soldan elimize geçen dergileri deli gibi okuyorduk şeklinde hatırlamaktadır.Gerçekten Yaşar Nabi Nayır'ın kurduğu Varlık Yayınları 1940'lardan 1960'lara kadar Türkiye'de çevirdiği romanlarla Türkiye okurunun edebi estetik beğenisinin standardını belirlemiştir.Nayır'ın kendisi de en çok Istrati çevirileriyle Romen yazarın Türkiye'de bir kuşakta ekstra bilinmesine ve sevilmesine vesile olmuştur.
"Aşağı yukarı Panait Istrati'nin bütün yapıtlarırnı çevirdim.Romenler de şaşar...Çok yakın buldu kendime Panait Istrati'yi.Çok candan, çok içten.Sanat kaygısı olmadan, doğrudan doğruya yazmış ve kendiliğinden san'at değeri kazanmış bir yazardı."
...
"Ülkemizde birkaç kuşak, benim kuşağım ve sonrakiler Heidi, Pollyanna, Robinson Crusoe, Alice Harikalar Diyarında gibi kitaplarla büyüdü.Bizim kuşakla bizden epey öncekilerin seçebileceği telif çocuk kitabı azdı.Ömer Seyfettin'le başlamış, yüzlerce kitabı olan Kemalettin Tuğcu ile gözyaşı dökmüştük." Sevgi Özel
...
"Biz 'Pardayanlar'la büyümüştük.Sanırım bizim kuşağın 'Pardayanlar' okuyan kısmı, çocuklukların hayran oldukları bu 'kahramanın' değer yargılarını öğrenmişler, çoğunlukla da o değerlere uymaya çalışmışlardı." Ahmet Altan
...
Denildiği gibi ABD'deki kuşak ayrımlarından Türkiye'de kolayca söz edemeyiz.Öncelikle Türkiye'de kuşaklara atfedilen çoğu şey aslında dar kültürel-toplumsal havzalara dairdir.Ne 1970'lerde Türkiye gençliğinin çoğu sosyalistti; ne de 1980 sonrası gençliğin çoğunluğu apolitik kültürün ürünüydü.Tüm bu genelgeçer yargılar aslında Türkiye'de kültürel-entelektüel iktidara hakim gözün odağından bakışlardan ibarettir.Türkiye'de görülmek istenmeyen ve 1993'te devletin tedhişle bastırdığı 1989-93 kampüslerdeki sol öğrenci hareketlenmesi bir yana; 1980'ler Türkiye'de yuppie'likten ve kolej hevesleri peşinde gidenlerden çok taşrada güçlü bir İslami radikalizmin ve İslamizasyonun yükselişinin on yılıdır.Ancak bu yönelim herhangi bir tarihsel akışa uymaz.Ne 80'lerin MTV kuşağı anlatısına, ne de 90'ların Fukuyamacı tarihin sonu anlatısına.Aksine onları yanlışlar.Zira (tıpkı kırılan sol canlanma gibi) ciddi bir ideolojik dönüşüm ve inancı imler.Bu bakımdan kuşak yaklaşımlarını ABD klişelerini kopyalayarak almak ülkenin özgünlüğünü yok saydığı gibi anlamsızdır da.En basitinden siyasal ve toplumsal çoğullukları yadsımaktan öte görünmez kılmaya yarar.Bu sebeple zaten akademik/entelektüel değil ticari kaygılarla tanımlanmış, 60'larda, tıpkı 1963'teki "Pepsi Generation" reklamı gibi, gençliğe ürünleri satmak için onların zayıf noktalarını saptamak için reklamcılıktan türemiş kuşak yaklaşımları açık ettiğinden fazlasını saklamakta, görünmez kılmaktadır.
...
Meritokrasi bir taraftan da gerçekten II. Dünya Savaşı sonrası üniversitelerin yaygınlaşmasıyla geniş bir kitle olarak ortaya çıkan yeni beyaz yakalı profesyonellerin birikim yapmalarını, ev sahibi olmalarını mümkün kılan refah artışıyla özdeşleşti.Artık sınıfsal bariyerler katı değildi.Eğitim/üniversiteler büyük eşitleyici işlevi görüyor; genişleyen bir orta sınıf tasarrufları , evleri ve görece müreffeh ve güvenceli hayatlarıyla kendi anne babalarından çok daha iyimser hayat sürebiliyordu.Toplumsal katmanlaşma çok daha geçişken ve esnekti.Ancak Young'un karamsar kehaneti bu yeni toplumsal katmanlaşmanın da adil olmayan ekonomik, siyasal ve toplumsal katmanlaşmanın da adil olmayan ekonomik, siyasal ve toplumsal düzen üreteceğiydi.Bu meritokrasi üniversite mezunu olanlarla olmayanlar arasındaki sosyal uçurumu çok derinleştirmiş ve birbirlerine temas edemez iki ayrı dünya olarak ayrıştırmıştı.Nitekim 2000'lerde yükselen sağ popülizm bu meritokratik düzene öfkeydi.Zira ana sermayesi eğitimi olan kesime karşı el emeğinin otomasyon çağında giderek değersizleşmesiyle işçi sınıfını oluşturmuş kitleler artık çok daha güvencesiz şekilde gerilere düşmüştü.Toplumsal eşitsizlik ve adaletsizlikler bu sefer kalıtsal olmasa da liyakata dayalı olarak üretilir oldu.Liyakata sahip olanlar, olmayanların emekleri üzerinde yaşayan yeni seçkinlerdi.Hatta aşılamaz hale gelmiş yeni bariyerler meritokratik sınıfı ayrıcalıklarıyla her kuşak yeniden inşa etmektedir.Üstelik, 1970'lerle başlayarak küreselleşme ve ülke içi mobilite imkanları meritokratik sınıfın zihinsel emeğinin rekabet gücünü artırırken el emeklerii satanlar aynı mobilite imkanlarından yoksun kaldıklarından (en geniş böyle havza ABD'deki Rust Belt olmak üzere) endüstriyel çöküntü alanlarında işsizlik ve fakirliğe mahkum düştüler.Bu sınıfsal öfke ve ayrışma kendini kültürel kodlar üzerinden ortaya koydu.Zihinsel emeğe dayanan beyaz yakalıların harcama alışkanlıkları, esnek kültürel tercihler işçi sınıfı erkekliğine, sertliğine ve geleneksel değerlerine aykırıydı.Bu öfke böylece kendini sağ popülizmle ifade etti.Yoksa kimsenin latteyle sorunu yoktur.Üstelik artık sınıfsal mobilite kanalları daralmış; meritokratik düzene dahil olmuş ebeveynler çocuklarına sağladıkları (özel) eğitim, kültürel sermaye ve ilişki ağlarıyla tıpkı eski aristokratik düzen gibi kendi seçkinliklerini fiilen soydan alır hale geldiler.
...
Türkiye'de Anadolu liseleri Türkiye'nin II. Dünya Savaşı sonrası liberal kalkınmacılığının kapitalizmle sosyal devleti harmanlayan meritokratik düzeninin en önemli kurumlarından olarak kuruldu.
...
Üniversite sayısının bir avuç olduğu ortamda entelektüellerin doğal adresleri lise öğretmen odalarıdır.Lise öğretmenliği statü ve mevki olarak bir nevi daha sonraki dönemlerin profesörlüğüne denktir.Bu liselerin öğretmenleri devlet açısından da daha çok ihtimam gösterilen, yurtdışına gönderilmek dahil entelektüel sermayelerine yatırım yapılmış kişilerdir.
...
Churchill'in güncel bir biyografisini kaleme alan Andrew Roberts, Napoleon'un; "bir adamı anlamak için dünyanın o yirmi yaşındaykenki haline bakın" sözünü hatırlatır: "Churchill yirmisindeyken Britanya imparatorluğu dünya karalarının beşte birinden fazlasına hükmediyor; donanması okyanusları kontrol ediyordu.Londra büyük bir liman ve finans merkeziydi." Dolayısıyla Roberts için II. Dünya Savaşı'nda Roosevelt ve Stalin'le Nazilere karşı savaşırken de, 1950'lerde ikinci başbakanlığında yeni bir olgu olarak sosyal devlet ve refaha hükmederken de 1894'teki Wilson'dur.1894 ancak Wilson öldüğünde tamamen kaybolacak, maziye dönüşecektir.
...
Falih Rıfkı Atay'ın öğrenciliğini hatırlarken kaydettiği üzere;
"Biz İstanbul gençliği harb isteriz.Önümüzde İttihadcı kulüplerin günde bir iki düzine nutuk çekmekten sesleri kısılan sözcüleri ile, ellerimizde bayraklar, hep bir ağızdan: "Girid bizim canımız" marşını çağırarak sokaklara dökülmüşüz.Tertipçiler İttihat ve Terakki Merkez-i umumiyesinden geldikleri için arkamızı 1908 ihtilalcilerine dayamışız.Ne hükümet bildirilerine, ne de polise aldırış ederiz."
...
"Biz şimdi kırkına yaklaşanlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun son gençleriyiz.1914'te üç, beş, yedi yaşında bulunan çocuklar, bugün, yeni Türkiye'nin gençleri olmuşlardır ve hatıralarında imparatorluktan hiçbir iz kalmamıştı.İşte onlara, saltanatın , Suriye'de, Filistin ve Hicaz'daki son yıllarını anlatmak istiyorum.Bizden Belgrad'ı aldıkları zaman, düşman delegeleri Niş kasabasını da istemişlerdi.Osmanlı delegesi ayağa kalkarak:
- Ne hacet, dedi, İstanbul'u da size verelim.Babalarımız için Niş, İstanbul'a o kadar yakındı.Biz eğer Vardar'ı, Trablus'u, Girit'i, Medine'yi bırakırsak, Türk milleti yaşayamaz sanıyorduk.Çocuklarımızın Avrupası Marmara ve Meriç'te bitiyor."
...
MHP'nin programı olarak Dokuz Işık doktrininin metnini Alparslan Türkeş'e yakın subaylardan Fuat Uluç hızlı yazabilmek için alıştığı üzere eski Türkçe kaleme aldığı metni oğluna okumuş, Hıncal Uluç da metni daktiloya çekmiştir.Hukuk alanında doçentlik için uzun süre Arap alfabesi metinleri okuyabilmek bir zorunlu şarttı.Daha da dikkate değer olan ise cumhuriyetin dört beş on yılı boyunca kesintiye uğramadan sürdürülen eski yazının bir avuç eski ve İslami metinlere dayalı tedrisat silsilesini devam ettiren İslami mecranın dışında yazıyla çok işi olmayan taşraya değil okuma yazma kültürüne sahip ve eski kültürel birikimini intikal ettiren şehirlilere ve üst sınıflara ait olmasıdır.Arap alfabesi 1928'de bir kullanımla kullanımdan kaldırılmış, Türkçenin artık Latin alfabesi ile yazılacağı hükme bağlanmıştı.Ancak elbette okuma yazmayı bu alfabeyle öğrenmiş olanlar gündelik hayatlarına en hızlı ve kolay yazabildikleri şekilde devam ettiler.Sabahattin Ali, Yakup Kadri Karaosmanoğl ve tüm bu kuşak roman müsveddelerini Arap alfabesi yazdılar; bu metinler ancak matbaaya giderken Latin alfabesine dönüştüler.Cezaevindeki Nazım Hikmet'le Kemal Tahir Arap alfabesiyle yazışarak mektuplaştılar.Aziz Nesin 1993 yılında Madımak Oteli'nde umutsuzca ölümü beklerken yaşananları bu alfabeyle kağıda döktü.Alparslan Türkeş, Pertev Naili Boratav ölümlerinden hemen önce dahi son mektuplarını ve notlarını hala Arap alfabesiyle kaleme almaya devam ediyorlardı.
...
Bazı durumlarda geçmiş birikimin ne zaman nereden çıkacağı belli olmaz.Ordu Süleyman Demirel'den 12 Eylül arifesinde sıkıyönetim talep ettiğinde 12 Mart tecrübesi de olan Demirel bu talebin sınırlarını modern Türkiye tarihinin dört kurucu şiddet pratiğini anarak çizme ihtiyacını duymuştur:
"Benden bir Takrir-i Sükun, iki İstiklal Mahkemeleri, üç sürgün (1915 tehciri), dört Tunceli Kanunu istemeyin.Ben hem bunları meclisten geçiremem hem de bu tür kanunların demokrasi içinde yeri olduğuna inanmam."
...
Demirel Nurcu Yeni Asya gazetesiyle mülakatında Risale-i Nur'u çocukluğunda İslamköy'de birçok evde gördüğünü; hatta köyde onbeş-yirmi evde Risale-i Nur'un elle çoğaltıldığını anlatır: Muhtarlık da yapmış köyün kalburüstü adamlarından olan babası ve yakınlarının Said Nursi'yi Barla'daki ikameti sırasında düzenli ziyaret ettiklerini de hatırlatır.Çocukken Kur'an derslerini ise Nursi'nin bir müridi Hafız Ali Ergün'den almıştır ki 1943 yılında tutuklanan Ergün Denizli'de bir hapishanede vefat etmiştir.
...
Bugün neoliberal tarihin sonu çağında Kadıköy pubları, instagram filtreleri ve İKEA mobilyalarının hayatımızın dekorunu oluşturduğu bir zamanda hala İstanbul'un yıkıntılarından mana arayanların, Bergson'un büyülediği ve bir milli tahayyül ve diriliş hayal eden entlektüellerin sorunlarından, sızılarından, kıvranmalarından ama aynı zamanda da umutlarından, inançlarından, yani bütün olarak anlam dünyalarından uzak değiliz.Artık Yahya Kemal'in Malazgirt'i ya da Süleymaniye'de Bayram Sabahı şiirinde caminin uhrevi havasında "donanmasıyla seferden gelen Barbaros"lar duyumsanmaz.Umurumuzda da olmaz.Ancak her kuşak için farklılaşmak üzere Nevizade sofralarında, çocuklukta yenen Çokonat gofretlede, Kemalettin Tuğcu romanlarında, 1970'lerde/80'lerde/90'larda çocuk olmakta bu tür bir zamansal kesintisizlik hissi tamamlanmaya çalışılır.Süleymaniye'de ya da Topkapı Sarayı'nda değil ama bu nostaljik unsurlarla iç içe geçmiş dostluklar, kaygısız sohbetler, yorgunluklar, telaşlar ve kıkırdamalar içinde şehirli yaşamın alabildiğine spontan akışında bir "Türk estetiği" duyumsanır.Zaman bu imgelerin melankolik hatırasında çöker ve geniş zamanlarda bir millet değil ama bir cemaate bağlayan en derin ferdiyetçilikle en komünal ruhlar bütünleşir.Bu kolektif hissiyata insanlar yaşamadıklarına zamanlara ve deneyimlere dair nostalji duyarlar.Dekor değişse de ihtiyacımız olan devamlılık, kesintisizlik serabı hepimizi var eden ve birbirlerimize bağlayandır.Ulusal bir buhrandır.Türkiye'de hepimiz Bergsoncuyuz.İşgal İstanbul'undaki Dergah dergisinden İnstagram ve Twitter sibersahasına, Proust'un anlatıcısının madlen kurabiyesinin kokusunu duyarız ve bu bütünsellik ve zamansal teklik hissini ve gündelik hayatımıza, pratiklerimize ve alışkanlıklarımıza sinmiş bir özgülüğü tanımlayan Türklüğü soluruz.
...
Doğan Gürpınar
Nostalji Cumhuriyeti
Mazi Peşinde Silinen 'Türk'ün Melankolisi
Telemak Kitap
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder