murat yalçın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
murat yalçın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ekim 2024 Çarşamba

Oralı Olmamak - Murat Yalçın

...

Bitirme ödevi için Spielberg'ün Hook filmini izliyordu, şu ünlü Kaptan Hook yani.Peter Pan diyordu ki, "İlk bebek ilk defa güldüğü zaman bu gülüşü kırılıp bin parça olmuş, her bir parçası bir yana saçılıp gitmiş, işte, perilerin doğuşu böyle olmuş...Ne zaman bir çocuk 'perilere inanmıyorum' derse, bir yerlerde bir peri düşer, ölür kalır."

...

Kalaylı bir tas gibi parlaktı hava...Tarihsel yapı kalıntılarının, harabelerin arasında tahta, teneke, paçavrayla derme çatma sıralanmış barakaların önünde yağmur göletleri.Çocuklar çamurlu alanın ortasında, dünyada olup bitenlere arkasını dönmüş, kağıt gemilerini yarıştırıyor mutlulukla.Öbürlerinden irice yapılılar, kendi aralarında belli ki ergen dedikodularına dalmışlar.

Gümüş rengi gömleğinin düğmelerini iliklerken, annesinin akşam söylediklerinin acısı çöktü.Ona veremediği karşılıklar sabaha dek artmıştı.Yüreğinin bir köşesine, söylenmemiş sözler birikmişti.

Anne bak, bizim ağacın kuşları dökülüyor.
Gazel onlar, sonbahar yaprakları, hiç sevmem.
Neden sevmezsin?
Kardeşimi öldürdü o yapraklar.Yaşasaydı, bir teyzen daha olacaktı.
Ne oldu teyzeme?
Sonbaharda boğuldu.
Nasıl sonbaharda anne, su mu sonbahar?
Dalga geçme.Sudan beter.Bahçede gezerken göle düştü.Dutlukta bahçe suladığımız bir gölet vardı.Yemyeşildi.Yosun kaplı, derin bir göldü.Üstü güz yapraklarıyla kaplanınca anlayamamış zavallı.Ne bilsin! Yaprakların arasında kaybolmuş...
Saklambaç oynarken, gölün kenarındaki kalın ağacın arkasına geçmek istemiş.Ortaya çıkmayınca çocuklar oyunu kesmiş.Eve haber vermişler.Cesedini sırıkla çekmişler.Dut mevsiminde dalları eğmeye yarayan ucu kancalı sırıkla...
İşte o gün bu gündür, Azrail'i tırpanıyla gösteren resimler bana hep o sırığı anımsatır.
Azrail'in tırpanı mı var anne, çiftçi miymiş?
Öyle resmedilir kızım, efsaneler öyle anlatır.İnsanları ot gibi biçer.
İyi ki bizim ağacın dibinde göl yok.Olsaydı ben de düşerdim herhalde.
Niye düşesin?Kabahat büyüklerde.Göletin çevresi çitle çevrilir.
Çit ne?
Vapurların küpeştesi gibi düşün.Bir engel, çepeçevre bir korkuluk konur.Çalıyla çevirmişler sonra.İş işten geçtikten sonra...
Çalı da batar ama?
İyi ya! Çocukları, hayvanları, dalgınları korur çalı.Akıllı insan çalıya, ateşe, suya uzak durur.

...

"Biz babanla zıt karakterlerdik, bunu avantaja çevirdik..." Sarp'ın anlamakta zorlanacağını düşünerek, "Bak sana şöyle anlatayım," dedi."Mesela, benim kahramanlarım Teksas, Tommiks, Zagor, Tom Braks, Zembla'ydı.Ağabeyim gibi içli, ağlak romanlarla içimi ezmedim.Ona, 'Oğlum, senin en büyük olayın, çocuklukta Kemalettin Tuğcu'ya tutulman olmuştur' dedim.Şimdi ne diyorsunuz, loser mi, öyle bir şey...'Çocuk Esirgeme Kurumu, Darülaceze gibi adamsın, iş dünyasında hiç tutmaz bu karakter,' dedim ona bir defa.Hiç itiraz etmezdi ama güzel şakaya vururdu.'Tamam işte' dedi, 'seni niye ortak ettik işe?Bunun için.Benim yetmediğim, ezildiğim yerde Süpermen ol diye...' Anlayacağın Sarp'çım, aile içinde o Yufka Yürek, ben Cesur Yürek'tim..."

...

Pelin'in sevgisine acıma duygusu karışıyordu.Buğra, "ikinci sınıf aşk" diyordu buna.Yerli yersiz bozuşmalarının nedeni Buğra'nın isyanlarıydı.

Son ayrılıklarına, Beşiktaş'taki Kadıköy İskelesi'nin önünde uyuklayan yaşlı bir sokak köpeği gözucuyla tanık olmuştu.Buğra, "Aşkına sınıf atlatırsan belki tekrar görüşürüz," diyerek, Pelin'in omuzuna bir yabancı gibi dokunmuştu.Kederli adımlarla turnikeden geçip iskelenin kalabalığına karışmıştı.Köpek başını kaldırıp Pelin'le göz göze gelmiş ve Pelin'e sanki açıkça, "Şimdi ne yapacaksın?" sorusunu sormuştu.Üstelik, kuyruğunu kıvırıp sanki koca bir soru işareti de iliştirmişti cümlesinin sonuna.

...

Ablasının önerisiyle birkaç ay önce izleyip etkisinden çıkamadığı Pal Sokağı Çocukları filmini düşündü.Yaşadıklarını bu filmdeki olaylarla karşılaştırıyordu.Okuldan ayrılırken de, töhmet altında bırakıldığı için, Macun Toplayanlar Derneği'nin karar defterine adı küçük harflerle yazılan Nemecsek'e benzetmişti kendini.

...

"Disiplin cezasıyla okuldan uzaklaştırılınca sınıfta kalmış, o zamanlar beklemeye ayrılmak vardı.Dedesinin yanına gitmiş.Bütün bir yazı Aksöğüt'te geçirmiş." Saçlarını iki eliyle arkaya doğru sıvazlayıp kauçuğun tepe yapraklarına baktı."İlk zamanlarımızda kaç defa anlatmıştı başından geçenleri...Anneannesinin köyünde bunalıma girdiğini..."

"Nasıl? Babam psikoloğa mı gitmiş?

"Yok oğlum, ne psikoloğu...Ergen çocuk, yalnızlıktan krize girmiş! Sen, her bunalıma giren psikoloğa mı gidiyor sanıyorsun?"

"Ne bileyim, Gülin gidiyormuş işte..."

"O başka, onunki ancak terapiyle düzelecek bir davranış bozukluğu."

"Diş teli takmak gibi mi?"

"Sen de her şeyi Gülin'in üstünden açıklamaya kalkıyorsun oğlum.Kızın dişleri doğuştan çarpıkmış, ortodonti tedavisi görmüş, uzun süre tel takmıştı.Bununla ne alakası var..."

"Bence var, ikisinde de bir yamukluğu düzeltiyorlar işte..."

...

"Pal Sokağı filmini şimdi bir daha izlerim mesela..."

"İyi ki ablanın zoruyla izledin.Kitabını da okusan keşke.Bizim kahramanlarımız Oliver Twist, Tom Sawyer, Nemecsek ve Kodin'di..."

"Bir tek Kodin'i hiç duymadım."

"O da iyidir.Bulup okursun, merak ediyorsan.Bunlar hâlâ okunuyor mu? Keşke okunsa.Toplumsal gerçekleri anlatan romanlar demode sayılıyor artık, varsa yoksa başka dünyalar, fantastik serüvenler."

...

"İşin aslı neyse, ortaya çıkana kadar mücadele ederdim.Ama işte amcan öyle bir adam değil, baban da onun gibiydi.Kimseyle karşı karşıya gelmek istemezdi.Mücadeleden kaçınırdı.Bunu da gurur, onur meselesi yaparak açıklardı.'Kimsenin fikrini değiştiremem' der, arkasını dönerek sorunları halletmiş olurdu.Ne pahasına! Hiç yere bedel ödeyerek...Haksızlığa uğramayı nasıl gururuna yediriyorsun peki? Hıh..."

...

Bazen dedemlerle aramızda garip bir sessizlik başlar, uzadıkça uzardı.Birlikte bir yağmurun, ıslak bahçedeki bir kuşun ağaçtaki sesine kulak vermişiz de, susmuş onu dinliyoruz sanılırdı.Sessizliğin yağmur olduğuna inanırım o gün bugündür.

...

Babasının bir öğretmen edasıyla konuşması çok hoşuna gitmişti Sarp'ın.Annesine bir kez, "Bu kitabı anlayamadım, zor şeyler var, okumayacağım," demişti.Annesi de, "Bir kitapta her şeyi anlaman, bilmen gerekmiyor.Okumuş olmak için okursun bazı yerlerini de.Sen hayatta her şeyi biliyor musun, bilmiyorsun ama yaşamaya devam ediyorsun.Hepimiz öyle yapıyoruz.Bazı şeyleri bilmeden biliriz.Aradan yıllar geçince anlıyoruz yaşananları.Okumak da öyle bir şey işte," demişti.

...

Murat Yalçın
Oralı Olmamak

22 Temmuz 2024 Pazartesi

Murat Yalçın - Kanunun Solist Olduğu Gece / Karga Zarif


KANUNUN SOLİST OLDUĞU GECE


Kör talih, bir kazayla itildim bu köşeye. Beş yıldır çınar yapraklı perdenin arasından, şu boyası dökük pencerenin çatlak camından bakıyorum alaca dünyaya. “Dünya” dediğim, artık dönmesi durmuş bir oyuncak. Geçmişin hatrına duruyor, dönmese de. Her şeyin birdenbire olup bitmesine, her işin şıpınişi yapılmasına bozulan eski zaman adamlarına döndüm. Müşkülpesentliğim yüzünden düştüğüm kepazelikler saymakla bitmez ya, neyse...Günün her saati ayrı tiryakiliklerle geçer oldu, bu kuytu pencere dibinde.

N’oldu o günler? Geçti... Tavşan yamaca kaçtı...Şarkıların dedikleri şarkılarda kaldı.

İstanbul’un sanlı dolmuşçularındandım. Eyüp’teydi durağım: “Harputlu” ya da “Rampacı” dendi mi beni gösterirdi bütün parmaklar, gözler bana dönerdi. Pençe atarak çıkardım yola, çift patinajla. Asfalt bitleri kaçışırdı çevremden. Hektor, çamurlukların yanı sıra koşarak uğurlardı sokağın ucuna dek; dili dışarıda kös kös geri dönerdi sonra.

Ama geçti... Dedim ya, tavşan yamaca kaçtı. Geçilmez denizlerin ortasında kalmış korsan adasıyım artık, garnizon hayatı yaşayan memleketin bu güdük mahallesinde.

“Sinemde bir tutuşmuş, yanmış ocak olaydı...”

Kazadan sonra, hurdaya çıkmış makam arabası kılıklı DeSoto büyüdükçe büyümüştür kapının önünde. Bagaj kapağının köşesinde belli belirsiz “Ağır ol” yazısı göze çarpar, her tür aydınlıkta.

Perdenin aralığından cama dayalı alnı buz kesmiştir.Avcunu alnına dayar. Isıtır başını. Dışarıdan bakıldıkta pencere, yıkım görmüş bir adam resmini çerçevelemektedir.

Yaban seslere binmiş yaban sözler kulağı da yabancılaştırır.Yadırgı renkleri vardır kimi şeylerin. Kapıyı açtığınızda sizi bekleyen beyaz halı, kaşla göz arasında masanın altından geçen beyaz kedi, akşamüstü dere geçen beyaz atlı yabancı, ölüler ülkesinin beyaz itleri... Ama işte kimi zaman bu yabanlıklar yakın düşer, ürkütücü yakınlıklar kurulur; elleriyle, omuzlarıyla, kollarıyla, bütün o yaban sözleri handiyse desteklemeye başlarlar.

Karlı gecelerin sabahlarında yüzü belirir, çınar yapraklı, kalın, sütlükahve perdenin arasından. Fersiz gözleri ışığa alışmadan Şadiye’nin sinirli dirseği çeker perdeyi.


Şadiye: Ömrümün yarısı!

Sokağı tutan azarlamaları çocukları ancak bir yıl uzak tutmaya yetti laternadan. Sonra sonra, bana bakmaktan sinirleri gevşeyince, içine doluşan çocukları perde ardından bencileyin izlemekle yetindi. Geçen yıl paslı tekerlek kasnakları üstündeydi: Tekerlekli sandalyeye düşmüş eski bir olimpiyat şampiyonu o şimdi...

Biz istediğimiz kadar tedbirlerle dolduralım kâğıdımızı, arka yüzü takdirlerle dolar: Hayat arkalı önlü okuyor her birimizin kâğıdını. Bu böyle, kim ne derse desin!

Yarım ekmek arası beyazpeynirli, domatesli, yeşil soğanlı sandviçlerine yumulan veletler soluğu benimkinde alırlar, bağrışa çağrışa. Orada ne yapar, ne iş görürler; bilmez değilim. Tek seyyar tekkeye döndürmesinler de ötesi umrumda değil. Bakmayın, bir yandan, içten içe eğlenmez miyim sanki! Şadiye’ye söyleyemem ama... Anlamaz böyle şeyleri! Kafası kalınlaşır çocuktan laf açılınca.

Pasaklı parmaklarının arasındaki ekmeklerine yumulur, kasık kıllarını sayar, tek kürek Yalova yapar, belden aşağı fıkralar anlatır, “Ankara-İzmir kavşağı / Amına koyduğumun ibne yavşağı” gibi, bildikleri bütün küfürlü tekerlemelerle halk ozanı taklidi yaparak karşılıklı atışır, Playboy tavşanından, Hippi Kralı Pippi’den, önlerinde hızla evrim geçiren saplarının isimlerinden, katırın doğurmamasından, diş bileyip domaltmayı düşündükleri öte mahalle çocuklarından, kadınların balkonlarıyla ampullerinden, pumba yastıklara baş koymuş orospuların popolarından, Eskimolar’ın kardan evlerinden, komandoların kurbağa yemelerinden, akşam seyrettikleri filmlerden, futboldan... Konuşup çekişir, boy satar, boy ölçüşür, arada bally çeker, durup durup Ferdi Tayfur’un “Şiki Şiki Baba” şarkısını söylerler.

Kulağına çalınır sesleri ara ara, sessiz gün sıcaklarında.

Latarnadan inip koşarak izleri üstü uzaklaştıkları yaz akşamları gölgeleri uzadıkça uzar, çubukların ucunda oynayan kuklaya döner her biri, perdenin aralığında dünyayı enikonu belleyen gözünde.

Tavandan sarkan kafese çevirir başını. Kuş dertop durmaktadır. Ağının ortasında iri bir örümceğe dönüşecektir; karanlık, odaya yerleştikçe.


Onlardan biri geçen sabah kahvaltımı yaparken şu masanın yanındaydı. Nah şurada! Benim evrakları SSK’da çalışan babasına götürsün diye çağırmıştı Şadiye. Herif, “Verin, ben hallederim!” demişmiş, bakkalda karşılaştıklarında.Sokağın ucunda otururlarmış, anacığı kız kardeşini de alıp Yavruvatan’a kaçmışmış... Olup bitenleri uzun uzadıya anlattıydı bana Şadiye. İlk kez duyup yadırgadığım, böğrüme ağulu kuşku tohumları saçan, nasıl diyeyim, o sonradan takınılmış “anaç” sesiyle.

Çiçekli kenarsuyuyla çerçevelenen kare masa adeta şarküteri vitriniydi, ama veledin gözünde masadan başka bir de Şadiye vardı. Sürekli dikizliyordu kerata! Hiç çekinmeden, boyunu aşan bir ataklık, hatta ürkütücü bir şımarıklıkla! Oh olsun bana, n’apalım, demek o denli düşkündüm gözünde...

“Velet” dememe aldanmayın, gözleri kadınlara kızlara düşmüş bir kere hepsinin. Hele bu SSK’lınınki! Perçeminin altında fıldır fıldır gözler! Şadiye’den alamıyor kendini. Uyanık da! Bir kıpı, gözümün üstünde olup olmadığına dikkat edip antika halının Oğuz boyu desenlerine kaydırdığı bakışlarını, sonra yine hatunun papağanlı sabahlığının içinde dönenen bedenine çakı çakıveriyor.Dedim ya, düpedüz arsız, kıvılcımlı... Yetişkin bakışları edinmiş basbayağı!

Şadiye, bizim oraların deyişiyle bir “ahçik”, bir piliç değil belki ama Allahı var şimdi, niye saklayayım; mora çalan dudaklarının kenarındaki ince sigarasıyla, burnunun ucuna inmiş şişe dibi gözlüğü, koltuğunun altında dürülü gazetesiyle (altını çizerek söyleyeyim, Çetin Altan tiryakisidir!), pelüş terlikleriyle, evinin içinde fır dönen olgun bir sülündür.

O sabah, yemeğimi bitirince Şadiye’nin, gümüş dişli, salyalı ağzımı kıç temizlercesine silip baştan savma bir biçimde çekiştirerek beni arkama yaslamasını, üstünde koskoca bir kaplan deseni olan ince battaniyeyi boş bir sandalyenin üstüne bırakırcasına –ne bırakması, beni kaplanına yem edercesine– üstüme atmasını yadırgadım doğrusu. Hayır, o askıntı oğlanın gözünde hakarete uğramışa dönebileceğimi umursamadı bile. Asıl zoruma giden, bozuma uğratan buydu.

Oysa nasıl unuturum, bir gün babam kendini alamayıp sudan bir sebeple elindeki meşin sinekliği sırtıma indirdiğinde, “Bari şu kızarmış nar çubuğuyla vursaydın, bu kanıma dokunuyor...” diye inlediydim. Harputluyuz ne de olsa, gurur incinmesidir sonumuz... Adap dairesinde yaşayan, şimdiki çarpuk çurpukluklara asla müsaade etmeyen bir ahalinin ahfadıyız, söylemesi ayıp!

Düşününce ağlamam geliyor. İçimdeki güller üşüyor...Gözpınarlarımda tomurcuklanan yaşlarda, geçen zamanın, yaşanmışlıkların, yani canım hayattan yediğim şamarların acısı menevişlendi. Babamın Suriye işi siyah ceketinin yaka cebindeki mavi çizgili mendilin yaşlara tok kıvrımı gitmiyor gözümden. Yok artık, yok, bir zamanlar gurur duyulan şeyler alay konusu oldu memlekette.Şirazesinden çıkmış bir hayata çattık.

Geçmiş günler... Tavşan yamaca kaçalı çok oldu. Yatalak, yarını olmayan bir herif... Anımsamaktan, dünün abislerinde yuvarlanmaktan başka ne işe yarar?

Şadiye: Ömrümün şarkısı!

Yollarımız Şişhane’de kesişmişti Şadiyecikle. “Şadiyecik”ti o... Benim “ahçiğim”! Havanın ıslak havlu ağırlığıyla yüze kapanıp boğmaya yeltendiği bir yaz öğlesinde, Tünel’deki meşhur Muhallebici Arif’in dükkânında oturmaya razı edişimi, dün gibi... Loş bir köşeye karşılıklı oturduğumuzda afi kesmeyi bırakıp torlaklaşmış, süklüm püklüm bir mahcup delikanlı olmuştum. Çıplak dirseklerimi mermer masaya dayayıp yanaklarımı avuçlamış, melankolik gözlerimi Şadiye’nin muhallebi çanağı yüzünden alamamıştım. Göz çukurlarındaki buğuyu silmek için gözlüğünü çıkarınca bozum havası çalmış, gözlerimi kaçıracak yer aramıştım düpedüz. Çırılçıplak soyunmuş da çakır bakışları, dehlizlerden geçmişin, uykudan uyanmışın gözleri olmuştu. Gözlerimiz konuşmasın diye gevezeliğe vurmuştuk. Göz konuşması ne mene şeydir, işleri nasıl, hangi sarpa sardırır ikimiz de az biraz bilirdik daha o zamanlar.

Bilirdik, bilecektik tabii... Muhallebicide buluştuk diye muhallebi çocuğu değildik ya! Az zamanda çok şey görüp yaşamış, erken olgunlaşmış insan yavrularıydık diyelim.Bizi bir araya getiren de benzer geçmişlerimizdi bence, şimdi düşünüyorum da... Damarları gözümden gitmeyen o mermer masada karşılıklı bakışırken sadece birbirimizin, gülüşmelerimizin acemisiydik yani, hayatın asla değil.

Diyeceğim, ökseye gelmiş kuştum, kaçırmadı; kadınca çekip çevirdi oracıkta.

Dar bir pantolon vardı bacağında... Bak, iyice gözümün önüne geldi: Seyrana çıktığımız Meşrutiyet kaldırımında, tam Pera Palas’ın gölgesini adımlarken çaktırmadan iki adım geri kalıp kıçına göz atmıştım. Bu bakış da yetmişti doğrusu, ne yalan söyleyeyim. Ha, bu arada, bir kadının hem başına hem kıçına vurulduysan, geçmiş olsun, der, başka da bir şey demem! Hal böyle olunca, balığın çırpınması güç durumlara soktuydu beni; bir elimi cebime sokup kırdıydım boynunu babatoriğin.

Bazen düşünürüm de, günah değil ya, kadınlar örtülerin, kat kat eteklerin içlerindeyken ne fenaymış! Yani siz belki yıllarca elma popo düşlerken gerdek gecesi bir bakıyorsunuz, armut! Elma seven adama bir ömür armut yediren zihniyetle nereye varılır? Onu demek istiyorum, yoksa bana ne, kim ne bok yerse yesin! “Elma dersem soyun, armut dersem soyunma” mı diyeceğiz? Hah hah ha... Hı? Ama çok önemserim böyle şeyleri hayatta. Hani ne demişler, pantolonu gösteren ütü, kadını gösteren götü... Tövbe Yarabbi, neyse, uzun mevzu, demem o ki, dileyen dilediğini yesin, ancak ben ne yiyeceğimi önceden görmek, bilmek isterim. Bu da benim tarzım.

Çocuğumuz olmadı. Eh, bir ukdedir elbet... Bu sebeple, böyle elden ayaktan düşerek değil ama yaş haddinden direksiyonu bırakacağım bir oğlan isterdim ben de. Benimkine doluşan veletlerden biri mesela, pekâlâ bizim olabilirdi. Kısmet! Alıştık bu çift başlı yalnızlığa...

Telefona uzanır. Sokak lambasıyla aydınlanan pencerenin önünde, burnu büyümektedir.

Bu saatte yollara düşemezmiş, kış kıyamet... Yatsın uyusunmuş... Sabah erken dönermiş... Merak etmesinmiş...İyi miymiş... Emeklilik işleri bu hafta bitermiş... Eve kâğıt gelecekmiş...

Telefonu kapatırken söylenir: “Uzattın be Şadiye!” 

“Durmaksızın konuşan, birdenbire dillenen bir kadın oluverdi, şu emeklilik işlemleriyle uğraşmaya başlayalı.Kafası karışığın sözleri, kaçamaklı yanıtları belirdi dilinde.Bir haller oldu ya, yaşayıp göreceğiz” diye düşünür.

Kuşkuları, kafesteki şu kuş denli gerçektir. Oradadır, ötmektedir boyuna. Kafayı yemenin vaktidir.

Bardağı diker kafasına. Elinin tersiyle kurular dudaklarını.Televizyonun düğmesine basar. Tekerlekli sandalyeden kanepeye ellerinin üstünde geçer, hantallaşmış gövdesini bırakır, beklenmedik bir çeviklikle.

Hafta sonlarını sıraya koyan misafirler de olmasa televizyon sineği olacağım büsbütün. Biraz olsun havalanıyor içim, eşin dostun yanında. Uzak semtlerden gelen, mahallenin “pazar öğleüstü sessizliği”ni bozmadan yürüyen, temiz giyimli, buz kokulu, soğuk uslu misafirlerdir bizimkiler. Gururlu, onurlu “iyi aile fertleri”dir her biri.Şadiye’nin “gerdanları altın zulası, gözleri erik karası” dediği çocukluk arkadaşları ya da anne tarafından akrabaları, ara sıra da benim kara kuru, kaba saba, ağzı bozuk dolmuşçu ahbaplar... Esintiye kapılmış güz yaprağı savruluşuyla duvar diplerinden giden, köşelerde yiten, Sümerbank reklamlarından çıkma koyu giysiler içinde sade, kuru bir sertliğe bürünmüş, yaşlı oldukları ilk bakışta anlaşılmayan, kadınlı erkekli, emekli memur görünümlü, baylan çocuklarını evde bırakmış, elleri fileli misafirler.Japon’dan bozmadır her biri; sessiz, çıdamlı, anlayışlı, gülümseme taslaklı... Ellerine vur, lokmalarını al, gıkları çıkmaz. Geceden soğanlı suyla terbiye edilmiş sinirsiz, yağsız lokumsu etlere benzerler. Yağmurlu havalarda delik deşik, bulanık göletli, çamurlu yolda üstlerini başlarını pisletmeden nasıl yürüdükleri, bitkinliklerini dinginliklere sarıp sarmalamayı öğrenmiş ılık halleri hele, adeta bir uzay bilmecesi, bir UFO tartışmasıdır benim için. Her birinin evinde birtakım kurslardan aldıkları “tavrühareket numerosu” yüksek “tasdikname”lerin, soy fotoğraflarının asıldığı duvarlar vardır.

Eh, ne yaparsınız, yaşımız ilerledikçe, erkekler kırantalaşıp kadınlar hanımefendileştikçe, sade siyaset konuşur olduk. Kendi geleceğimizi, memleketin geleceğine ilişkin endişelerimizi paylaşıyoruz boyuna; gençliğimizdeki çoluk çocuk, iş güç, şarkıcı-artist konularından çoktan uzaklaştık. Dünya ölçeğinde memleket sorunlarını kavrayıp bu sorunlarla kaynaşmış bilirkişiler, handiyse birer Çetin Altan hüviyetine büründük. Gün görmüş kişileriz ya artık, değerli görüşlerimizi öyle olur olmaz insanla uluorta tartışacak değiliz. Sigaralarımızı dudaklarımızla kül tablaları arasında diplomat edasıyla götürüp getirir, parmaklarımızı giysilerimizin düğmeleriyle ütü yerlerinden ayırmadan, şahdamarlarımızı sigara kalınlığında şişirerek konuşuruz.

Bizim oralarda “kürsübaşı sohbetleri” olurdu; türkülerle, ağıtlarla sonlanan ev meclisleri... “Uyan Mamoş,Mamoş uyan...” diye başlandı mı bambaşka bir dünya kurulurdu önümüze. Sesimizi kesti bu şehir. Ciddiyetten, kurum akıntılı duvarlara döndük. Düğünden düğüne “çayda çıra”lar da olmasa hepten tutulacak nutkumuz.

Akıllı olmaktan yıldım, delirmek üzereyim artık!

Direksiyon sallamaktan şişmiş, çengel biçimini almış parmaklarını muz salkımına benzettiğim eski dostlarla 66 çevirdiğimiz olur, kırk yılda bir. Onlarla birlik olup neşelensem de bu yalnızlık beni başka biri yaptı.Böyle akıllar yürütmeyi sonradan öğrendim. Giysilerine dokunmak, sessizliklerini bozmak isterim bazen. Gerçek mi hepsi? Bu insanlar, bu yaşananlar neyin nesi? Kafayı yiyecek oluyorum, Allah muhafaza! Kim bilir, belki de aklımı yitirdim bile... Gittiklerinde, Şadiye’nin evi eski, ağlak durumuna getirişini bir düşten uyanmışın gözleriyle izler, yutkunurum. İnanmak, güvenmek aptallık, denyoluk düpedüz. Mutluluk, erinç de aynı şey! Sonsuzluğa direnen bu İsviçre saatleri beni tanrısal bir sade gülüşle baş başa bırakır hep. Çocukların bize gelmesi yasak sayılır neredeyse... Bilmeden çocuklarıyla gelenler de erkenden kalkarlar. Onların saatleri bambaşkadır çünkü.

Bizim ev handiyse devlet dairesi ciddiyeti yayıyor mahalleye. “Süt kalesi” sanki; sessiz, kimsesiz bir ev. Görüyorum.Dedim ya, hatırlı, namlı bir dolmuşçuydum.Çekinilir, bir adım geri basılırdı karşımda. Karlı gecelerin gümüş mehtabında gölgesiyle dertleşerek ağır aksak yürüyen bir “iyi aile” delikanlısıydım Harput’ta. Ne de olsa Çubuk Bey’lerin, Balak Gazi’lerin torunuyuz. Horasan erenlerinden gelme soyumuz sopumuz. Buralarda ağzı bozuk, sağa sola çatan, yağmur çamur demeden it gibi çalışan başıbozuk bir şehirli olup çıktım. Kolay mı İstanbul insanıyla dalaşmak, günün her saati? İpsizi var, sapsızı var, iti kopuğu var.

Benimkinin torpido gözleri, vitesin yanındaki kutu, türkü, şarkı kırk beşlikleriyle doluydu. Sabahları motoru çalıştırdım mı bizim köyün ağıdı, Telgrafçı Arif’in “Hüseynik’ten çıktım şeher yoluna” türküsü dilime dolanır, gönlüm kabarırdı. Tatyos Efendi’nin “Gamzedeyim Deva Bulmam” şarkısını mırıldanırdım pazar sabahları da, kaportaya köpüklü fırça sallarken.

Dudak üstü ince bıyığımın kenarına yapışmış böğürtlene benzeyen etbeni bıçkınlık nişanımdı; gençken, Ermeni kilisesi mumuyken... Göz dişlerim o zaman da altın kaplamaydı. Geceleri sırtımda siyah rugan parıltısı saçan montumla, minare kırması boyumla arabadan indim mi sokak benim olurdu, tırsardı millet. Hektor soluğu yanımda alırdı; o devasa Alman kurdu, sırnaşık kediye dönerdi bacaklarımın arasında. Kazadan önce gitti, sizlere ömür. Kapının önünde yaşlandıydı mübarek! Körleşmişti, kurtuldu; başını oraya buraya çarpması kanıma dokunurdu zaten...

Çekmeceye uzanır. Tabancayı kavrar. Televizyon ışığında silueti belirip yiter, belirip yiter. Canlı, devingen bir gölgedir. Namluyu ağzına sokup çıkarır. Genzine ölüm kokusu yerleşir. Biberon memesi emen bebek dinginliğindedir.

Kendimi çatılarda kedi kovalayan kara kargalara benzetiyorum...Nereden nereye... Ortaokulda öğretmenler bize tanrılar katında yerler beğenir ama biz oralara yerleşmek istemezdik. “Yüksek idealler” iri lakırdılardır, fabrikadan yeni çıkmış parlak silahların sessiz, sıradan görünmelerine benzerler. Orta birdeki Adalet Öğretmen’in varisli bacakları vardı, okulun arka bahçesinde dışarı uğramış çınar kökleriyle anımsarım o bacakları... Şimdilerde, haki üniformalı, ak tolgalı beylere, yani şu miğferli toplum polislerine, “yoğurtlu bakla” diyorlar. Kim uydurmuşsa güzel uydurmuş.

Kimsenin suç işlediği yok! Kanun adamları öyle diyor.“Suç bu!” diyorlar. Namlu bana dönükse suç suçluyu ortadan kaldırdığından suçlu da suç da olmayacak. Tabanca bile bir bebek kadar masum olacak! Üstelik bir de kılıf bulunacak: Kaza! Kader... Tedbirsizlik... Takdir! “Talihsiz bir kaza” denecektir. Evet, tabii, “talihli”si sağ çıkmam olurdu, “başarısız intihar girişimi”... Dedim ya, hayatın, kâğıdın hangi yüzünü okuduğuna bakar hepsi.

Of, içim sıkıldı. Menzil beygiri koşturmalarından usandım. Bu dünyanın işlerini çabucak bitirip kendi dünyasına çekilmek isteyen densiz biri var içimde. Kavgalıyız...E tabii, can pazarlığı yapıyoruz, boru değil! O, işi bitirip gitmek istiyor. Ben, “Dur hele,” diyorum, yarım ağız; henüz bahtıma küsmemişçesine... Neyi bekliyorsam? Dinlemiyor. Tetiği çekeceğim ana kilitleniyorum her gün. Yüzlerce ölüm yaşattım kendime, böyle böyle. Can mı dayanır? Ölüm korkusuyla ödümün bokuma karışmasından yıldım artık.

Şadiye: Ömür törpüsü!

Benimkinin kapının önünden çekileceği günü bekliyorum.Hurdacıyla anlaşmış Şadiye, SSK’ya gidip gelirken bulduğu hurdacıyla.

Kanunun solist olduğu şarkılar dinleyeceğim, Şadiye’nin “kız arkadaş”ında kaldığı yine böyle karlı bir gece.Evde ne varsa içip “Ada Sahilleri”yle kafayı bulacağım.Salvolara başlayacağım elbet bir süre. “Beni şad et Şadiyem, başın için” diyeceğim; belki ağlayarak, belki gülerek.Gıyaben vedalaşıp çekeceğim tetiği. Bu alaturka orospusu dünya geride kalacak. Yırtacak sessizliği, şakağımda patlayan ses.

Duman olacağım büsbütün... 1937’de, Büyük Ata’nın memleketimizi ziyaret ettiği sene okullu olan ben, altmışıma varmadan göçeceğim darıbekaya.

Biliyorum, sokağın öbür ucunda, SSK’lının döşeğinde şallak mallak uzanıp enjeksiyon natürel yemiş Şadiyemin belki bir an horlaması kesilecek, ak göğsündeki bir çift Gürcistan narı şöyle bir titreşecek, o kadar. İşler boka sarmadan sen sağ, ben selamet! Bitecek bu ruh gürültüsü...

Televizyonda haber bülteni başlar. Spikerin perçemine takılır gözü.

Bu gece, oğlanın, anahtar deliğinden babasının döşeğindeki çıplak Şadiyesi’ni eli çükünde dikizleyeceğini düşünür.Beynine kan sıçrar.

Perdeyi aralar: Kar tipiye çevirmiştir, arabası bembeyaz bir uykuyla örtülüdür.

Birden, kapıda dönen anahtar sesiyle irkilir. Şadiye olamaz diye düşünür. Ya oysa? Torlaklaşmanın, burnu sürtülmüş mahcup filinta olmanın vaktidir.

O mu?

Antredeki soluğu dinlemeye, tanımaya koyulur; namlu damağında, başı omuzları arasında yiter karanlıkta.Odanın eşiğindeki karaltı elektrik düğmesine uzandığı an, gözleri spikerin perçemindeyken tetiği çeker.

Çınar yapraklı perdeye sıçrar kan: Oracıkta titreşip kalır.

Murat Yalçın - Kanunun Solist Olduğu Gece
Karga Zarif
Can Yayınları

17 Mart 2022 Perşembe

Dayı Parçası - Murat Yalçın



...

Gerçekle yalan, yaşamla düş yer değiştirir biteviye, adına dayanma gücü deriz.

...

Gençliğinde memleket meseleleriyle yıpranmış, yorulmuş zihni avarelikten kurtulup da hayatına çekidüzen vermeyi mahallesinde kök salan cemaatlerin etkisiyle hidayete erme yoluyla gerçekleştirince, bir yaştan sonra dünyasını öbür dünyayla üleştirme tasasına düştü.Hep bir ölçüyü, bir sakıncayı gözetme eğilimi baş gösterdi.Yıldan yıla, ihtiyatı elden bırakmama adına ihtiyar bir çerçevenin resmine döndü.Yasaklara, buyruklara uya uya huzur denen gönül rahatlığına sığındı.

...

Hayat adi bir blöf!

...

Kimsenin anlamadığı bir nükte oldum.Oracıkta.Anlam yitimine uğradım.Hayat nasıl durur, öğrendim.

...

Dumura uğramış bir zihinle saçmalamak zahmetine girmekten çekiniyorum.Bu süreçte emir kipi bana iyi geliyor.Ne yapacağımı düşünmekten usandım, sadece emirlere uymaya gücüm var.

...

"Armut dalda, dal yerde
Bülbül öter her yerde
Felek çarkın çevirmiş
Her birimiz bir yerde."

...

Hastane bahçesini süpüren kadınlardan gencine kulak kabartmışken kolları, boynu dövmeli bir genç morg kapısını sordu.Ne bileyim, diyecektim, "artık yeşerecek bi dalım yok" şarkısını söyleyecektim, "yağmurlar yağsa da hoş yağmasa da" diyecektim, klima-havalandırma sistemlerinin tel örgülü yerleşkesinden gelen motor gürültüsünden sesimi duyuramam diye sustum.Omuzlarımı kaldırıp üstüne ağzımın kenarlarını sarkıtıp geçtim.Anladı ne bileyim ben kardeşim demek istediğimi.Gitti.

...

Hastane günlerinin yaşattığı bu tür sevinçlerin sayısı beni şaşırtıyor.Acıyla donanınca yaşama ilişkin her kırıntı bir umut, bir sevinç yaratıyor.Eskilerin metanet, salabet dedikleri dayanma gücüyle, yaşama dönük dirençle besleniyor.

...

Karşıdan, dayımdan daha yaşlı bir hasta, tek başına, bize doğru, soylu adımlarla, koridora bir resmiyet katarak, yaklaşıyordu.Saçları yeni taranmış, pijamasının üstüne ropdöşambrını geçirmiş.Bir elinde salınan doksan dokuzluk tespih olmasa malikanesinin salonunda bir karar arefesinde gezinen bir kont diyeceğim.Biz perperişan, cephede ağır yaralanmış arkadaşımızı sürükleyerek sahra hastanesine taşıyan asker, o bir komutan.Tepeden tırnağa süzdü, geçmiş olsun, diyerek vakarla yürüdü geçti yanımızdan.

Bir süre konuşmadık, dalgın, düşünceli, hemşire odasının önüne dek.

Âdem be, dedi dayım dönüşte, ben içimden eyvah yine kirazlara geldik derken dayım, benim kılık kıyafetin hiç hoşuma gitmiyor, dedi.Bir dahaki gelişinde Kürkçü Hanı'nın alt katındaki o büyük mağazaya uğra da bana uygun bir ropdeşembır al, parası neyse veririm.

...

"Kara bahtım kem talihim, ağustosta suya girsem balta kesmez buz olur."

...

Gücenmek, darılmak, alınmak, küsmek, kızmak, üzülmek kıyılarında çalkandığımız yeter.Günlerin bizi bir yalosa döndürüp getirdiği bu kıyılardan çıkıp uzaklara, dingin tepelere, esenlikli doruklara varacağımız gün Kafdağı'nın neresinde kim bilir.

...

Ben kendi duygularıma ortak edemediğim herkesi düşman belliyorum.

...


...

Terbiyesiz şey ne olacak.Rahmetli anam derdi ki, deli balkabağından olmaz ya, o da sen ben gibi, insan!

...

Hangi umudu kovaladığımızı düşündüm.Bir yanıt bulamadım.Görünmez bir güç bizi ele geçirmiş, caddelerden sokaklara, kapıdan kapıya savuruyordu.Durup düşündüğümüzde telaşlarımızın anlamsızlığının ayrımına varsak da gün gün olası bir umudu kovalıyorduk.Yarış çoktan bitmiş olsa da biz bir yükümlülük duygusuyla, görev ahlakıyla son çizgiye adım atmaya kararlıydık.

...

Neredeyse otuz yıl önce okuduğum romanın, "Anam ölmüş bugün.Belki de dün, bilmiyorum," girişini bu merdivenlerden inip çıkarken yineleyip eğlendiğim gözü kara zamanları özledim.

Dayım öldü bugün.Belki de hiç, bilmiyorum.

...

Gassal pehlivan kabinden çıktı, gül gibi oldu dayımız, dedi.Dışarı yumak yumak yayılan gül kokulu buğunun boynu bükük kuğusu oldum, kanatlarım uzadı, nemli fayanslı duvara omzumu verdim.Şimdi ben gülsulu muhallebileri, güllacı, gül lokumunu, gül reçelini nasıl yiyeceğim.Dayım gül gibi oldu, beni gülden soğuttu.

...

Ulan, ağa dediniz maldan ettiniz, yiğit dediniz candan ettiniz.

...

Büfenin önüne birikmiş hacılar hocalar tostlarını, bisküvilerini iştahla dişliyor, çaylarını keyifle yudumluyor.Aralarına karışıp onların diliyle konuşarak biraz açılmak, onlardan biri olmak istiyorum.Ben ben kalırsam zaman geçmeyecek, içime kat kat ağırlık çökecek.Onun için gidip bir futbol muhabbetine, bir uluslararası ilişkiler uzmanlığı seminerine, bir vaazlı sohbete katılayım diyorum.

...

"Yedi hafta geçti o günden bu yana," diyordu, "bense, cenazede şiddetle duyduğum yazma isteği, intihar haberini aldığım anda olduğu gibi boğucu bir dilsizliğe dönüşmeden işe koyulmak, annem üzerine yazmak istiyorum."

Elli bir yaşında canına kıyan annesini anlattığı kitabının bu tümcelerinde Handke'nin gövdesine sürtünen dilkenli çalıya değdi benim de parmağım.Yazar ya yatağına gömülüğp pinekleyecek ya valizini alıp uzak yerlerin yolcusu olacak ya da daktilosunun başına kurulup yazmaya çalışacaktı, yani büyük can sıkıntısıyla derin dehşetin dilini yaratıp o kozada kımıldayıp duracaktı.Yazının satırlarında dinamit lokumunun fitili ateşlenecek un ufak olacaktı belleğin yalçın kayalıkları.

...

Çocuklarının burun delikleriyle kulaklarını tükürüğüyle temizleyen annesinden kaçışı, tükürük kokusundan rahatsız oluşu bana dayımın tuhaflıklarını anımsatmıştı.Hisar'ın Çamlıca'daki eniştesine yakın bir dayı gittikçe tuhaflıklarıyla, ideolojik zikzaklarıyla beni içine alıyordu.Sözgelimi Maoculuktan çıkıp vardığı hidayet noktasını, bir softalıktan bir softalığa savrulmak diye açıklayabiliyordum ancak.

...

"Hikâyeler deniyorum elbise dener gibi" Max Fricsh

...

Ben kendimi hiç anlatmadım.Ben kendimi yalnızca ele verdim.

...

Annem, çok okuma zihnin bulanır, derdi daha Kemalettin Tuğcu'ya takılı kaldığım ortaokul yıllarımda.Ben de böyle kitaplarla hayatı, düşlerle tez konularını, derslerimde anlattıklarımla kahvehanede anlattıklarımı, yazdığım şiirlerle okuduklarımı, dahası dinlediklerimle yazdıklarımı birbirine karıştırıyor, işin içinden çıkmak için bin dereden su getiriyordum.

...

Toprağa sırlanmış bir dayının ardından kâğıda sırlanan bir yeğenim.

...

Gönüllendiğim ne varsa içine edildi arkadaş, Leyla ile Mecnun dahil...

"Kâfir ağlar bizim ahvali perişanımıza!"

...

1970 model dual pikapta Ahmet Sezgin "Deryada bir salım yok" derken annem -önce televizyondaki devlet bakanlarından birinin sesini kısar sonra- bu ağlak sesle gırgır geçer,mavra yapar, gürül gürül yanan sobanın çevresinde al yanaklarımızı şişire şişire eğlenirdik.

...

Dahası, bir tiyatro afişi önünde annemle çekilmiş siyah beyaz fotoğraflarına baktıkça yaşamın saçmalığını iyice görüyor, haksızlıklarla dolu boş dünyada insanın yüreğinin parçalanmasına, gözlerinin dolmasına, sesinin titremesine anlam veremiyorum..Ben zaten uçuk kaçık bir çocuktum, ağlamayı sızlamayı bilmez bir duygusuzdum.Acı da keder de dudağımda bir uçuktu.

Gün günü kovalar geçerdi o da.

...

Murat Yalçın
Dayı Parçası

18 Mart 2017 Cumartesi

ot oğlanı, pera mera, murat yalçın


...Ahıra inen merdivenle büyük ahır kapısının ortasında, sağ ötede tavanın ana kirişlerini destekleyen bir direk vardı.Bu direk senin gözünde evin görmüş geçirmiş bir büyüğüydü.Babaannen babanı, amcalarını bu direğe bağlayarak cezalandırırmış.Ahmet Rasim'in Falaka hikayesi ile birleştirirdin bu geçmiş zaman işkencelerini.Yıllar sonra okuduğun çizgi romanlarda (Zagor, Kaptan Swing, Texas) ne zaman kahramanın yakalanıp direğe bağlansa gözünün önüne gelen bir direkti bu.Şimdilerde, "En akıllımız direğe bağlı" lafının ağzından düşmemesi de bu direkle ilgili, bu direğe bağlı olmasın.

Dümdüz, kapkara, çatlaklarla dolu direk evin iki cansız sakininden biriydi.Öbürü üst katta, daha kısa, daha ince, daha sıradan bir direkti.Adak ağacı kılığındaydı; derde devadan gayrı her şey vardı üstündeki iri başlı çivilerde, ucu kancalı mıhlarda...
...

Bir şey aranıp soruldu, "Direğe baktın mı?", "Direkte asılıydı geçenlerde", "Gelinin oraya astığını gördüm", "Orada yoksa hiç bana sorma", Eve gelir gelmez direğe assanız ya kızım", "Vaktiyle direğe assaydın şimdi aramazdın", "Orada koca direk dururken başka yere koymak acaba bilmem ki hangi akla hizmet", Yahu bir torba mıh asılı direkte, yer yoktu da laf mı.Çak mıhı as torbayı, Allah Allah", "Koca direk yetmedi de bahçede mi bıraktın makası.Bağa gideceğimi söylemiştim ya.Yarın sabah ben evden çıkmadan vakitlice gider getirirsin.Onu bunu bilmem", "Bana sorma direğe bak.Ordaysa ordadır", "Direğin dibine koy bakraçları.Ayakaltına bırakma.Geçen kavalkemiğimi çarptım kenarına, hala mosmor", Boyun yetmediyse dibine bıraksaydın yahu.Akşam gelince söylersin yerine asarız", "Direğe baktım bulamadım", "Direğe iyice bak, orada yoksa anana sor.Kaybettiyseniz bilmem, ne haliniz varsa görün", "Muammer'in evi de direkte", "Galiyar'ın anahtarını başka yere koyduğumu hiç gördün mü?Direktedir.Başka nerde olacak."

Bütün bir hayat, bütün bir dünya bu sıradan, biri ahırda biri üst katın avlusundaki kara kuru iki kereste parçasının çevresinde dönmekteydi.Senin tiyatron, senin eğlencen de işte bu "direkler arası"ndaydı.Hayat oyununu erken görmüş bir çocuktun.
...
"Yağır" sözcüğü çocuk dünyanda "yük ağır" sözünün kısaltılmışıydı.Ne de olsa ağır yüklerdi yağırı yapan.Yıllar sonra çekilecek tırnaklarının açtığı yara seni aylarca beyaz eşeğinizin acılarına ortak etmişti.Acıdan ilk kez aklın çıkmış, bayılıp yere yığılmıştın.Yarayı öğrenmiş bir çocuktun artık.

...

Murat Yalçın
Ot Oğlanı
Pera Mera