24 Ekim 2015 Cumartesi

cibutili çocuklar, ayna, saim orhan


Ayna-Cibuti
Saim Orhan


En iyi Ahmet Uluçay anlardı belki; 
bidonları kesip kesip kamyon yapan o Cibutili çocukları.











tanpınar'da görünmeyen, nurdan gürbilek, yer değiştiren gölge

...
Şu soruyu sormuştu Tanpınar: "Neden geçmiş bizi bir kuyu gibi çekiyor?" Nerede olduğunu hatırlayamadığım bir yerde Nietzsche söylemişti sanırım: " İnsan bir kuyuya bakarsa, kuyu da ona bakar." Suyu çekilmiş, kurumuş bir kuyu olmalı Nietzche'ninki.Tanpınar'ın kuyusunun dibinde ise bir su birikintisi vardır; tıpkı bir ayna gibi, bakana kendi yüzünü yansıtır.

Tanpınar'da Görünmeyen
Nurdan Gürbilek
Yer Değiştiren Gölge

moskovskaya elegiya (1987) , aleksandr sokurov, andrei tarkovsky, tonino guerra


Tonino: Biliyorsun Andrei, bu gece senin için bir şiir yazdım.Şimdi onu okumak istiyorum.Şiirlerimi resmi İtalyanca ile yazmam,lehçe kullanırım.Ama yine de dinlemeni istiyorum.Belki anlarsın.

"Bir ev nedir?
Belki bir paltodur, belki de
yağmur yağdığında bir şemsiye.
Şişelerle, bezlerle...
tahta ördekler,
perdeler ve yelpazelerle dolu.
Buradan hiç ayrılmak istemiyorsun
demek ki...
içine giren herkes için
ev bir kafestir.
Senin gibi karları izleyen bir kuş için bile..."


-Tarkovsky, Tonino Guerra sohbetinden...-
Moskovskaya Elegiya (1987)
Aleksandr Sokurov

boğaziçi mehtapları, abdülhak şinasi hisar

Resim: Tuncer Erdem
...Sağa ve sola sapılınca korulardaki, kalbimizin bizi hayatla barıştıracak yollarını insanlardan iyi bilen ihtiyar ağaçlar kendilerine gelenlere kucak açar ve muhtaç oldukları teselliyi ve gönül rahatlığını gölge, koku ve sessizlik halinde bol bol sunarlardı.
---
Geçmiş bir zamanı anlamak için bize belki ilmimizden ziyade cehlimiz yardım edebilir.Zira belki bilgiden ziyade bilgisizliğin verdiği bir sadelik lazım gelir.Eski zaman adamlarının muasırları olabilmek için devirleri hakkındaki cehlimiz kadar devrimiz hakkındaki bilgimizden kurtulmalıyız.
---
Bu yoksulluklardan kısa bir zaman için olsun kurtulmanın çaresi de yoktu.Çünkü o zamanlarda yorgun başımızı, viran gönlümüzü ve lüzumlu eşyamızı alarak bir başka diyara gitmek, asıl yalnızlığımızın kalabalığına kavuşmak, adımlarımızı nice bağlardan çözüp kurtaran, bizi gençleştiren, hatta çocuklaştıran yolculukların tedavisinden ve zevkinden istifade etmek imkanı bile yoktu.O zamanlarda arada bir varılır bir Avrupa yoktu.Avrupa, hariciye memurlarından başkaları için kapanmış, bilinmez ve yasak bir yerdi.Hudutlarımız içinde mahpus bulunduğumuzu ispat etmek ister gibi, hudutlarımızdan çıkar çıkmaz bize firari denilirdi.
---
İhtiraslarımız ve zaaflarımız kaderimizin yoksullukları ve aksilikleriyle birleşerek talihimiz bir yerde çözülmez bir kördüğüm gibi bağlanınca; belalar bir yerde gökten başımıza ateşler gibi yağmaya başlayınca bu yerimizi değiştirmekten başka çaremiz kalmaz.
---
Evin en rahat köşelerinde kediler horlardı.
---
Hayatları hala tabiatın lütfuna veya kahrına göre kurulan insanların ruhlarında ezeli bir ferahlık çağlar.
---
Ah! Hangi gün, hangi gece, hangi saat, hangi an geçmişti ki biz onda saadetimizi aşkımıza feda etmeye hazır değildik?
---
Sazda esasın hüzün olduğu kabul edilmiş gibidir.Hatta sazın ıstılahları bile çok kere hüzünlü kelimelerdir.Bununla beraber saza yalnız gamlı sıfatının verilmesi hiç doğru olmaz.Musiki her zaman gönüllerin hüzünleriyle zevklerinin birleştiği sınırda çağlayan seslerdir.Sazın başlıca söylediği belki ıstırap değil, elbette tatları olan bir hicrandır ve yoksulluk değil, elbette zevkleri olan bir daüssıladır.
---
Saz kayığının etrafında böyle sabırsızlıkla bekleyen kayık ve sandallarda bulunanların, hele çalgıya en yakın olanların, teşrifatlı bir merasimin davetlileriymiş gibi, küçük bir gürültüden bile kaçındıkları görülürdü.Güya hep gölgeden ve hayalden yapılmışlar gibi, kendilerinden hiçbir ses çıkmazdı.
---
Musiki her ruhun kaybetmiş olduğunu her zaman duyarak daima hasretini çektiği bir cenneti vaat eder.Bize güya hakikatlerin ötesinde gelecek harikulade hakikatlerin neşesinden dem vurur.Bizim hakiki cennetimiz ancak kaybetmiş olduklarımız, varabileceklerimiz de ancak hayalimizle varabildiklerimiz olduğu halde bize kaybolmuş bir cennetin tekrar elimize geçmesi tarzında bir dünyadan bahs ile bunu vaat eder.
---
Suların sükutu üstünde sandalların sükutu kayıyordu ve biz geçtikçe sanki üstünde bulunduğumuz sular gibi yarılıyor, açılıyor ve bizi karşılıyordu.

Boğaziçi Mehtapları
Abdülhak Şinasi Hisar

naked (1993), mike leigh, johnny ve sıkılmak


-Manchester'da sıkıldın mı?

-Sıkıldım mı?Hayır hiç de sıkılmadım. Ben hiç sıkılmam. Herkesin derdi bu.Herkes sıkılıyor. Doğa size açıklandı ve sıkıldınız.Yaşayan beden size açıklandı ve sıkıldınız.Evren size açıklandı ve bundan da sıkıldınız.Şimdi sadece ucuz heyecanlar istiyorsunuz...Bunlardan bol bol istiyorsunuz ve yeni oldukları sürece ne kadar adi, saçma oldukları fark etmiyor.Hakkımda ne söylersen söyle ama ben hiç de sıkılmıyorum.

Johnny

Naked (1993)
Mike Leigh


giden bir kedinin ardından, ferit edgü


...Sonunda ayakları üzerinde doğruldu, kemikleri gelişti, yürümeye sonra da koşmaya başladı.Ama hiçbir zaman oyuncu bir kedi olmadı.Gözlerinde hep bir yalnızlık, bir hüzün...Uzun bir süre beni anası sandı.Ben de onu düş kırıklığına uğratmamak için elimden geleni yaptım...


Giden Bir Kedinin Ardından
Ferit Edgü

ssendu, ıdir


Ssendu-Idir

"Felsefi susmalar Wittgenstein'in düşündüğünün çok ötesinde değerlere sahiptir.
Çünkü gerçekten ve yine de bir şeyi söylerler." 
                                                                              Ulus Baker

benim tufanım, ferit edgü, giden bir kedinin ardından


Herkesin tufanı kendine.
Hun Atasözü

Hayır, ben onun teknesinde yoktum.
Bencil Nuh, kendinden başka erkek almadı teknesine.
Neyse ki, benim, Nuh'un teknesinden çok önce, Dicle
üzerinde bir salım, bir keleğim vardı.
Nuh, hayvanları aldı teknesine.Bense, ne hayvan, ne
insan, hiç kimseyi.
Seller bastığında onun teknesi, kuzeye yönelmiş, efsaneye
göre, uzun ve dertli yolculuğunun sonunda Ağrı Dağı'nın
doruğuna oturmuş.
Benim keleğimse, güneye yönelip kum tepelerine oturdu.
Sular çekildiğinde, Nuh dağda, bense çöldeydim.
Yaratık olarak, yalnız sürüngenler, yılanlar, kertenkeleler,
çıyanlar, akrepler vardı çevremde.
Nuh'un gemisinde tüm hayvanların olduğu söyleniyor.
Ama sanırım, hiçbir sürüngen yoktu.Onları bana
bırakmıştı.
Bu nedenle olsa gerek, tufan olayı Nuh'la özdeşleşmiş,
benden söz eden ne bir türkü, ne bir şiir, ne bir destan,
ne bir söylence kalmıştır.Kutsal kitaba gölgeciğimin
zerresi bile yansımamıştır.Oysa, tufanı yaşayan ve 
tufandan kurtulan ben, hayatımın geri kalan yıllarını su
arayarak geçirdim.

3.8.'10
Ferit Edgü
Benim Tufanım
Giden Bir Kedinin Ardından

kulak misafiri, elias canetti

Subiriktirici: ...Yağmur yağdığında subiriktirici ağlar.Bugün, Son Yağış, diye fısıldar, bugünü hiç unutmayacağız.Gene de yağmur yağar, ama o, damlaları sayan o, her seferinde yağmur damlalarının azaldığını, yakında tümden kesileceğini bilmektedir.Öyle ki, çocuklar, yağmur nasıl bir şeydi, diye soracaklar ve yetişkinler, çatlamış topraklar üzerinde, bu soruyu yanıtlama güçlüğü içinde kıvranacaklardır.

Hamsözcü:...Hamsözcü, üzerinde düşündüğü hiçbir şeyi söylemez, düşünmeden önce söyler.Bu adam yüreğini değil, dilinin ucunu yoklar konuşmadan önce...

Yitirmeci: Bu adam her şeyi yitirmeyi başarır.Küçük şeylerle işe başlar.Yitirecek pek çok şeyi vardır.İnsanın iyi bir yitirme işi gerçekleştirebileceği öyle çok yer vardır ki!

Hayırcıbaşı:...Hayırcıbaşı tükürür.Buyruklar havada şakır, insan veba gibi kaçınır buyruklardan gerçi ama, ne de olsa gene de bir şeyler kalır onda.Adamın bu tür işler için özel bir mendili vardır.Ve daha tükürükle dolmasına kalmadan yakar onu.

Kulak Misafiri
Elias Canetti

kalbimi çöplüğe gömün, matti pellonpää, ariel (1988), aki kaurismaki


"Kalbimi çöplüğe gömün." Mikkonen

Ariel (1988)
Aki Kaurismaki


illüstrasyon, oğuz demir


İllüstrasyon: Oğuz Demir


"Her şeyin efendisi olduğu vakit, 
artık kendi sonunun efendisi olamayacaktır." Cioran

gâhi nebât gâhi hayvân olmuşam, eşrefoğlu rumi


"Gâhi nebât gâhi hayvan olmuşam
Gâhi mâden gâhi insân olmuşam
Gâhi havâdan yağmur olup yağmışam
Gâhi div ü gâhi Süleymân olmuşam
Gâhi Fir'avn gâhi Hâmân olmuşam
Gâhi deyr ü gâhi ruhbân olmuşam
Gâhi cennet Gâhi Rıdvân olmuşam"

Eşrefoğlu Rumi

krug vtoroy (1990), the second circle, aleksandr sokurov


"Ne mutlu bizden önce ölen sevdiklerimize, yakınlarımıza."


Krug Vtoroy (1990)
The Second Circle
Aleksandr Sokurov

aşık nihânî-aşık reyhanî atışması, bekir salim


Âşık Reyhanî daha 14-15 yaşlarında… Bir cuma günü Bardız'a gider ve “nam salmak” için 
90 yaşındaki “badeli âşık” Bardızlı Nihânî'ye meydan okur. Nihânî ağırlığını bastona vermiş, 
cuma namazından çıkmış evine doğru ilerlemekte… Reyhanî onu bir nağme ile karşılar:

Hele bakın Nihânî'nin hâline,
Kocalanmış, dişi düşmüş geliyor.
Ecel kuşağını sarmış beline,
Hayat köprüsünden geçmiş geliyor.

Baba nerde inci, mercan sözlerin?
Mahşer perdesini çekmiş gözlerin.
Eğilmiş kametin, yorgun dizlerin,
Ümit bir bastona düşmüş geliyor.

Seller coş ettikçe dere darlanmış.
Dalgalar vurdukça uçmuş, yarlanmış.
Kervan yoruldukça yük ağırlanmış,
Akşam olmuş, güneş aşmış geliyor.

Nihânî Baba da yıllardır çalmadığı “gam curası”nı alır, bakalım ne cevap verir:

Ben de senin gibi yüce dağ idim,
Şimdi başım duman oldu ne yapim?
Mor sümbüllü bahçe idim, bağ idim,
Dolu dövmüş bostan oldum ne yapim?

Bir zamanlar meclislerde baş idim,
Hamzalara, Halitlere eş idim.
Turna telli, bülbül sesli kuş idim;
Feryat ettim, sesten oldum ne yapim?

Ben de Nihânî'yim bir bostan ektim.
Hargımı payladım suyumu çektim.
Vardım hasılatı harmana döktüm.
Varidatım noksan oldu ne yapim?

Komşu köylere de haber salınır; akşam bütün ahâli toplanır ve âşıklar atışmaya zorlanır. 
Reyhâni'ye öncelik verir badeli âşık:

REYHANÎ:

Hele bakın bu dünyanın işine,
Gözleri kan dolmuş figan gözetir.
Neredeyse varmış doksan yaşına,
Hâlâ gelmiş bennen meydan gözetir.

NİHÂNÎ BABA:

Elif hiçbir mahreç ile hecelmez.
Aşıklar yorulmaz, dünya dincelmez
Ömür geçer amma gönül kocalmaz
Yüz yaşında bile meydan gözetir.

REYHANÎ:

Baba senin hükmü halın kalmadı.
Söndü peteklerin balın kalmadı.
Bir yana gidecek yolun kalmadı.
Gayrı seni bir kabristan gözetir.

NİHÂNÎ BABA:

Böyle ham fikiri sokma araya,
Çam sakızı ilaç olmaz yaraya,
Azrail gelirse bakmaz sıraya,
Bazen pir yerine civan gözetir.

Reyhanî ihtiyarlığından dem vurarak Nihânî'ye galebe çalamayacağını anlayınca, o koca çınarı, 
badesini içtiği Afganistan'daki maşukuyla zora düşürmek ister:

REYHANÎ:

Âşıklarda maşuk için va'd olur.
Zannetme ki bu dünyada tat olur.
Belki acem kızı senden yad olur.
Onu da el alır, düşman gözetir.
Nihânî ağlamaya başlar... Cevap muhteşem:

NİHÂNÎ BABA:

Merhametin yok mu ben ihtiyara,
Aciz vücuduma açtın bir yara,
Ben yar ile söz kesmiştim mezara,
İkrârımız Ulu Divan gözetir.

Reyhanî gönül almak için bir başka ayağa geçmek istese de, 
Nihânî, “Dur evladım, bir ayak da ben açayım, sen de arkamdan gel!” der, dokunur sazın tellerine, 
bir “muamma”ya yelken açar: 

NİHÂNÎ BABA:

Ben seni bilirdim has kumaş gibi,
Sen kendin gösterdin kara taş gibi,
Şavkın ziya verse ay, güneş gibi,
Önen gelen bulutlara ne dersin?

REYHANÎ:

Çok serttir, çekilmez feleğin yayı,
Sen arifsin, okumuşsun imlâyı,
Bulut olup siper çekme semayı,
Dağıtacak rüzgârlara ne dersin?

NİHÂNÎ BABA:

Bir gün dağ başını sis duman alır.
Umutlar gelecek bahara kalır.
Bir söz var ki, “Yel kayadan ne alır!”
Önen gelen şu dağlara ne dersin?

REYHANÎ:

Anladım ki dağlar gibi ulun var.
Gelenin var, geçenin var, yolun var.
Çiçeğin var, çimenin var, gülün var;
Üstünü örtecek kara ne dersin?

NİHÂNÎ BABA:

Esnafı tanırlar has kumaş ile,
İnsanı ölçerler ağır baş ile 
Çok öğünme altı aylık kış ile,
Eritecek bir bahara ne dersin?

REYHANÎ:

Çeliktir çekilmez feleğin yayı
Korkarım ki olur emeğin zayi
Sel olursun basmak için ovayı
Mevcut olan derelere ne dersin?

NİHÂNÎ BABA:

Hiç rast gelmedin mi er oğlu ere?
Düşün sözlerimi fikret bir kere
Bir denize ne yapacak bir dere?
Önen çıkan ummanlara ne dersin?

REYHANÎ:

Mert elinden zehir içer giderim.
Namert altın olsa geçer giderim.
Lütuf olsa yelken açar giderim;
Üstündeki kaptanlara ne dersin?

NİHÂNÎ BABA:

Sözüm haksız ise gel beni kına,
Faydasız bir işin düşme ardına,
Pusulan kaybolur, çıkar fırtına,
Gidemezsin bir kenara ne dersin?

REYHANÎ:

Haberin yok mudur Perverdigâr'dan;
Bütün âlemlere yar olan Yar'dan?
Hazreti Yunus'u kurtardı dardan,
Sahip olan o Settar'a ne dersin?

NİHÂNÎ BABA:

Evladım, belli ki etmişsin talim.
Lâkin şöyle biraz halim ol halim.
Hâsılı vesselâm uzatmayalım,
En nihayet bir mezara ne dersin?

REYHANÎ:

Sen usta ben çırak gerisi hava,
Öper ellerinden beklerim dua,
Hakk buyurmuş külli nefsin mevtiha,
Bozulmayan mukaddere ne dersin?

Sonunda Reyhanî, Nihânî'nin elini öper. O da onun sırtını sıvazlar, “İnşallah sert bir kayaya rast gelmezsin!” diye dua eder.


Bekir Salim/Zaman Gazetesi

keziban, a. turan oflazoğlu

"Dün gece babanı gördüm düşümde,
bu kaçıncı görüşüm.
Kara, uçsuz bucaksız bir ovada soluk soluğa koşuyordu bana doğru.
Göğsünden açan al gelincikler koştukça büyüyordu.
Bu yol bitmez mi diyordu,
anam bana bir yatak sermez mi diyordu,
bu çiçekler ağır gelir göğsüme,
Alim onları dermez mi diyordu."

Keziban
A. Turan Oflazoğlu

askuryala, emef


Emef-Askuryala

"İnsan düşlerinin hesabını verebilir mi?
Ama çok istiyorsan, buyur düşlerimle hesaplaş."

hakiki bir kaybeden: matti pellonpää, mesele dergisi, onur özgen

Ulus Baker'in "Neden Godard'la uğraşıyoruz?" sorusuna verdiği ilk yanıt şudur: "Çünkü amaç 'politika üstüne' ya da 'politika konulu' film yapmak değil, politik filmi politik yapmak."

Ama yazımızın konusunu Godard değil, iki Finli adam oluşturduğu için, biz Baker'in bu sözleri Aki Kaurismäki için söylediğini varsayacağız. Zaten Godard ile Kaurismäki arasında da pek önemli farklar yok. Yalnızca Godard'ın daha çok burjuvaların öykülerini anlattığını söyleyebiliriz. Bunun da nedenini şöyle açıklar Godard: "Tanımadığım bir dekor içinde film yapamayacağım gibi, tanımadığım bir ortamı anlatmama da olanak yok. Burjuva öyküleri anlatan filmler yapmakla işe başlamamın nedeni de, burjuva kökenli olmamdır." [1]

Yani burjuva hayranı bir züppe olduğundan değil, en iyi onları tanıdığı için burjuvaların öykülerini anlatmaya yönelir Godard. Bir başka söyleşisinde de şöyle der: "İnsanları birbirine karıştırmamalı. Birbirinden ayırmalı. Birinin çıkıp da farklı şeyleri, farklı ortamları birbirine karıştırmaya hakkı yoktur, karıştırmaya kalkacak olursa o 'biri' çok zor biri oluverir." [2]

Sonrasında, "İşçiler mi?" diye sorar Godard, "Onlardan söz etmeyi çok isterim, ama ben onları yeteri kadar tanımıyorum" der. Fakat daha can alıcı bir soru daha sorar: "Peki, işçileri tanıyanlar, onlar hakkında film yapmak için ne bekliyor?" [3]

İşte Aki Kaurismäki, daha ilk uzun metraj filminde -bir rivayete göre Hitchcock'un asla sinemaya uyarlanamaz dediği- Dostoyevski'nin 'Suç ve Ceza'sını çekmeye cesaret ederek, sinemaya 'onlar' hakkında film yapmak için girdiğini gösterir.
Kaurismäki bize, burjuvaların hayatlarının anlatıla anlatıla bitirilemediği 'postmodern sanat dünyası'nın dışından bir yerlerden seslenir ve yoksulların sıradan hayatlarını anlatır. Ona dünya çapında ün kazandıran iki üçlemesi vardır: 'Proletarya Üçlemesi' (diğer bilinen adıyla 'Tutunamayanlar Üçlemesi') ve ülkesindeki işsizliği konu aldığı 'Finlandiya Üçlemesi'.

Üstelik Kaurismäki'nin bunu Finlandiya'dan, yani bizim dünya üzerinde insan haklarına en saygı duyulan, işsizlere para ödeyecek kadar sosyal bir devletin ve üst düzey refahın olduğu bir yer olarak bildiğimiz topraklardan yapması onu daha değerli kılar. Ve belki de Kaurismäki için ironi burada başlar.

Çektiği hemen her filmle ülkesinin tüm imajını yerle bir eder. Bir cennetten değil, cennetteki gölgeler'den bahseder bize. Gölgede kalmış insanlardan ve hayatlardan bahseder.

Başka bir deyişle, Marx'ın o ünlü "Anlatılan senin hikayendir" deyişini filmlerine uyarlar. Hikayesini anlattığı insanları ezen, dışlayan ve bir kenara atan toplumun değerlerini de çoğu zaman sertçe, kendine özgü bir kara mizahla eleştirir. Filmlerinde çok az diyalog geçer, bunun yerine hemen her sahnede sözleri duruma cuk oturan şarkıları kullanır. (Hatta açık konuşalım: Film ayağına resmen bize sevdiği şarkıları dinlettirir!)

Ve bu sahnelerin çoğunda Nietzsche'yi kıskandıracak bıyıklarıyla, yağlı uzun saçlarıyla ve ağzından neredeyse hiç düşürmediği sigarasıyla başlı başına bir karizmayla tanıştırır bizi: Matti Pellonpää.

Pellonpää bir kaybedendir; ama hakiki bir kaybeden. Üye olduğu bir kulübü falan yoktur. Hobi olarak değil bir yaşam biçimi olarak kaybeder. Altında pahalı bir motoru da yoktur, en fazla hurda bir arabası vardır. Ya da her gün başka bir kadınla da yatmaz. Ama her filminde mutlaka bir kadına aşık olur. Dahası, canlandırdığı karakterler aslında bir bakıma onun kendi hayatıdır. Evsiz yurtsuz, lokantalarda yatarak sürdürdüğü kendi bohem hayatı. 

Kaurismäki 'nin ilk uzun metraj filmi olduğunu söylediğimiz Rikos ja rangaistus (1982)'da kasap Nikander olarak tanırız ilkin Pellonpää'yı. Daha sonra Kaurismäki 'nin 'Proletarya Üçlemesi'nin ilk filmi olan Varjoja paratiisissa (1986)'da bu sefer çöp toplarken, bir markette kasiyerlik yapan Ilona'ya aşık halde buluruz Nikander'i. Fakat Nikander çöp konteynırlarıyla evi arasında mekik dokuyan, katıldığı İngilizce kursları dışında hiçbir 'sosyal aktivite'si olmayan, yalnız ve asosyal bir adamdır. Ilona ise sürekli iş değiştiren, iş dışındaysa hareketli bir hayatın ve sınıf atlamanın peşinde olan genç bir kadındır. Bu yüzden de Nikander'in onda ne bulduğunu anlayamaz. Çıktıkları bir akşam yemeğinde ısrarla kendisinden ne istediğini sorar ve sonunda Nikander'i sinirlendirir: "Hiç kimseden hiçbir şey istemiyorum. Ben Nikander'im. Eskiden kasaptım, şimdi çöpçüyüm. Dişlerim dökülüyor, midemde sorun var. Ama yaşamaya çalışıyorum. Sana söyleyecek başka sözüm yok. O yüzden, ne istediğimi sorma."

Kaurismäki'nin bir başka filmiAriel (1988)'de ise filmin ortalarında bir hapishanede çıkar karşımıza Matti Pellonpää. Canlandırdığı Mikkonen, dünyada adam öldürecek son insandır ve cinayetten yıllardır hapis yatıyordur. Koğuş arkadaşı Taisto ise hayat çok boktan deyip intihar eden madenci bir babanın madenci oğludur. Babası intihar edince, çalıştığı maden ocağı da kapanınca şehre iş bulmaya gelir; fakat yolda iki kişinin bir saldırısına uğrayıp gasp edilir. Daha sonra şehirde o iki kişiden birine tesadüfen rastlayınca adamdan zorla parasını almaya çalışırken polis tarafından yakalanıp tutuklanır. Bu arada tutuklanmadan önce çocuklu dul bir kadına da aşık olmuştur. Çok geçmeden zaten yıllardır hapis yatmaktan canına tak eden Mikkonen'le beraber hapisten kaçış planı yapmaya başlarlar. Buradan itibaren Mikkonen, arkadaşı Taisto'nun sevdiği kadın ve çocuğuyla birlikte Ariel adlı bir gemiyle Meksika'ya kaçmasını sağlamaya çalışır. Hatta bunun için bir banka soygununa da girişir, ki kendisi aynı zamanda dünyada banka soyacak son insandır da.


Tartışmasız en absürd Kaurismäki filmi olan Leningrad Cowboys Go America (1989)'daysa 'Leningrad Cowboys' adındaki ilginç saçlarıyla dikkat çeken Finli bir rock grubunun dolandırıcı menajeri Vladimir'i canlandırır. Film, grubun eski bir küçük kulübenin içinde sanat işlerinden sorumlu bir Sovyet görevlisi olduğunu sandığımız bir adama 'Katyusha'yı çalmasıyla başlar. Fakat görevli, Vladimir'e grubun berbat olduğunu söyler. "Amerika'ya gidin, orada her türlü saçmalığı yerler" der ve Vladimir'e New York'taki kuzeninin telefonunu ve adresini verir. New York'a ulaştıklarındaysa bir hayal kırıklığı daha yaşarlar: "Meksika'ya gidin. Kuzenim evleniyor. Düğünde çalacak bir gruba ihtiyaçları var." Böylece Ariel'de arkadaşı Taisto'yu gönderdiği Meksika'ya, bir sonraki filminde çılgın bir rock grubunun menajeri olarak gitmeyi başarır Pellonpää.


Pellonpää'nın bir başka Kaurismäki filmiyse Pidä huivista kiinni, Tatjana (1994)'dır. Bir yolculuk filmidir bu. Matti'nin canlandırdığı Reino karakteri votkaya, yol arkadaşı Valto'ysa kahveye bağımlıdır. İki kafadarın ortak yanlarıysa briyantinli birer rocksever olmalarıdır. Valto'nun konforlu arabasında gayet pratik ve taşınabilir bir kahve makinesiyle muhteşem bir plakçalar da vardır. Tek eksikleri kendilerine eşlik edecek iki kadındır. Onları da yol üzerinde mola verdikleri bir yerden bulurlar: Tallinn'e giden, biri Estonyalı diğeri Rus iki kadın. Siyah beyaz, her zamanki kısa diyalog ve güzel müzikleriyle yine tam bir kaybeden filmidir bu. Kaurismäki filmlerindeki Estonya'ya kaçış miti yine gerçekleşecektir. Bunun için de Reino'nun elindeki votka şişesini bırakıp Tatiana'ya tutunması gerekmektedir.

Pellonpää'nın en sağlam karakterlerinden biri de Kaurismäki'nin Henri Murger'ın Bohem Hayatından Sahneler adlı romanından uyarladığı Boheemielämää (1992) filmindeki Rodolfo karakteridir. Rodolfo, Paris'te kaçak olarak yaşayan Arnavut bir ressamdır ve filmin adından da anlaşılacağı gibi iflah olmaz bir bohemdir. Fakat hikayenin yürüyebilmesi için arkadaş olabileceği kafa dengi bir bohem daha bulması gerekmektedir. Bunun için bir lokantada oturmuş verdiği siparişin gelmesini beklerken, tesadüfe bakın ki içeriye hiç basılmayan kitapların yazarı Marcel Marx girer ve Rodolfo'nun masasına oturur. 



Marcel garsona iki yarım balık sipariş eder. Rodolfo, bunun garip bir sipariş olduğunu söyler. Marcel'se bu yolla her zaman tam bir balıktan daha fazla balık yiyebildiğini söyleyerek duruma açıklık getirir. Ardından garson, daha önce sipariş veren Rodolfo'ya balığını getirir, Marcel kendi siparişini sorar, garson son balığın Rodolfo'ya sipariş edildiğini söyler. Ancak Rodolfo iyi bir bohem olduğu kadar iyi bir insandır da, Marcel'e balığını paylaşmayı teklif eder. Marcel bunu ilk başta kabul etmek istemez. "Sizi yemeğinizden mahrum etmek istemem beyefendi" der. Rodolfo, "Yani beni iyi niyetimi göstermekten mi mahrum edeceksiniz?" diye karşılık verince Marcel teklifi kabul eder. Ve balığı ikiye bölerek, afiyetle mideye indirirler.

Bu sahnede biraz durursak kısa bir çözümleme yapabiliriz. Örneğin Kaurismäki'nin Marcel'e Marx soyadını vermesiyle daha bilinen bir 'Marx' olan 'Karl'ın bohemlere olan önyargısı üzerinden bir okuma yapılabilir. Balığını paylaşan Pellonpää aracılığıyla Kaurismäki pekala bize şunu diyor olabilir: Evet, bazı insanlar hayatlarındaki maddi zorluklarla başa çıkamayabilirler. Hatta ellerine üç beş kuruş para geçtiğinde bunu beceriksizce savurabilirler ya da bir yankesiciye de kaptırabilirler. Fakat bu, onların devrim düşmanı falan olduğunu göstermez. Bilakis, cebinde meteliği yokken üstelik hiç tanımadığı bir adama tabağındaki balığı paylaşma cömertliğini gösteren bir adam sizin dostunuzdur. Üstelik bu adam bir de Matti Pellonpää'ysa zaten dostunuzdur.

Dostumuz Matti Pellonpää, henüz 44 yaşındayken 13 Temmuz 1995 günü geçirdiği bir kalp kriziyle hayatını kaybetti. Kim bilir, belki en azından filmlerinde bu kadar çok sigara içmeseydi, hala yaşıyor olabilirdi. Ve belki de yaşasaydı, Kaurismäki'nin -Altyazı dergisinin de Temmuz/Ağustos sayısında harika afişini kapak yaptığı- son filmi Le Havre (2011)'da kitaplarının basılmamasından olsa gerek yazmayı bırakıp ayakkabı boyacılığına başlayan eski dostu Marcel Marx'ın yanında görecektik onu.

Yukarıda saydığımız filmleri dışında, Aki Kaurismäki'nin Calamari Union (1985), Hamlet liikemaailmassa (1987) ve Leningrad Cowboys Meet Moses (1994) filmlerinde de rol almıştı Matti Pellonpää. Aki'nin abisi Mika Kaurismäki'nin filmlerinde de oynadı. (Bu filmlerden biri olan Zombie ja Kummitusjuna (1991) ise bizim için çok daha özeldir. Zira filmin bir bölümü İstanbul'da geçer. Ve Matti abimizi İstanbul'un yoksul sokaklarında, kırık dökük otellerinde arkadaşı Zombie'yi bulmaya çalışırken görürüz.)

Pellonpää ayrıca, Jim Jarmusch'un -müziklerini Tom Waits'in yaptığı- Night on Earth (1991) filminde de rol alarak uluslararası tanınırlığını artırır. Ama o her şeyden önce Aki Kaurismäki'nin baş kaybedenidir.

Bunun içindir ki, Mies vailla menneisyyttä (2002)'daki bar sahnesinde Aki'nin kamerası duvarda asılı duran Matti Pellonpää'nın portresine odaklanıp öylece kalır bir süre. Ve akıllara Jean Cocteau'nun Orphée (1950)'deki, "Sinema yaklaşmakta olan ölümü kaydeder" deyişi gelir. Ne de olsa hayat uzun bir ölümdür. Ve neyse ki dostumuz Matti Pellonpää çoktan ölmüştür.

Dipnotlar:
[1] Jean-Luc Godard, Godard Godard'ı Anlatıyor, Metis Yayınları, 2008, s. 92
[2] a.g.e., s. 74
[3] a.g.e., s. 74


Hakiki Bir Kaybeden: Matti Pellonpää
Onur Özgen (Mesele Dergisi, Eylül 2012, 69. sayı)

matti pellonpää (1951-1995)



Hiçkimseden hiçbir şey istemiyorum.
Ben Nikander'im.Eskiden kasaptım, şimdi çöpçüyüm.
Dişlerim dökülüyor, midemde sorun var.Ama yaşamaya çalışıyorum.
Sana söyleyecek başka sözüm yok.
O yüzden, ne istediğimi sorma.








Matti Pellonpää (1951-1995)
&
Aki Kaurismaki

-Onur Özgen'e Teşekkür İle...-

23 Ekim 2015 Cuma

saatin gizli yüreği, elias canetti

Düşünce sahtecisi: Ne zaman bir hakikatten korksa, bir düşüncenin arkasına saklanıyor.
---
Atom bombasından sonra "objektif" diyebilenler.
---
"Örneğin bizler, domuzların gamsız ve kedersiz ölüme gitmelerini sağlamak zorundayız, çünkü aksi takdirde etin kalitesi, kandaki adrenalin miktarının bu kadar yüksek oluşundan ötürü zarar görür." Danimarka'nın en ilerici domuz yetiştiricilerinden biri
---
Yüceltme yoluyla zararsız kılma.İnsan aklanır, bütün kırışıkları giderilir, kendisinde tek bir kötü nitelik bile bırakılmaz...
---
Kafka'nın karmaşaları, her defasında bulunduğu noktayla ilgilidir.Direnci, eli kolu bağlı oluşundan kaynaklanır.Kendini geri çekmek için Taoist olur.Ona özgü olan el yazısı, onun yazgısıdır.Bu yazıyla belli şeyleri kaleme almak olanaksızdır.
---
Senin için üzüntü kaynağı olan, onun için sadece bir seanstan ibaret.
---
Gözleri kör etme, Bizans'ta iktidardan yoksun kılma aracıydı.Ama Bizans'ın asıl fatihi ve sonradan da sekizde üçünün hakimi olan Venedik Dukası Dandolo, kördü.
---
Benim için anılarda varlığını hala sürdüren herkes, kim olursa olsun gerçekten anlamlıdır.
---
Ben, yaşamları için korktuğum insanları sevdim.
---
Büyükbabamın aşağılamak için kullandığı sözcüklerden biri de "corredor"du (hiçbir yerde dikiş tutturamayıp avare gezinenler için) Bunu öylesine aşağılarcasına söylerdi ki, sözcüğün kendisi, içerdiği devinim ve hep hareket halinde yaşayan insanlar erken yaşlarımda ilgimi çeker oldu.Bir "corredor" olmayı çok isterdim, fakat olmaya cesaret edemedim.
---
Budalalarla konuşmak.Ancak bunlar, senin tarafından atananlar değil, gerçek budalalar olmalılar.
---
Çok fazlalar.İnsan, ölülerin aşırı ağırlığı yüzünden ölüyor.
---
Onun bir parçası yaşlı, bir parçası ise henüz soğmamış.
---
Görmediği ve bildiği her şey onu hayatta tutuyor.
---
Ah şu hayatta kalanlar, hepsi de nasıl yanılmaktalar!
---
Kendini sanki on tutuklu ve onların gardiyanı olan bir özgürden oluşmaymış gibi hissediyor.
---
Kendini rahatsız etmek için yaşıyor.
---
Uzun yaşamanın tehlikesi: İnsanın ne için yaşamış olduğunu unutması.
---
Ben bu parçalanmışlıklar içerisinde bütünüm.Onlarsız paramparça olurdum.
---
Bütün nişanlarını takmış, yüz yaşında biri hepsini çıkarıyor ve çıplak kalarak yürüyüp gidiyor.
---
Oyun aralarında "iyi"lerin de bulunduğu çok sayıda aldatmalarla dolu...Daha önce kötüler birbirlerini karşılıklı olarak ortadan kaldırmışlardır; iyi olanların tek ayrıcalığı kendi sonlarından önce ötekilerinkini haber almalarıdır.
---
Yaşamını -bir arşivci olmamak koşuluyla- yinelemek, çok güzel.
---
Çeşitli insanların yaşamlarını  bir insanın yaşamı olarak toplamaya olanak yok mu?
---
Korkuyla geçen bir yaşamın ardından öldürülmeyi başardı.
---
Kim olduğumu unutana kadar bana sordu.
---
Hiçbir şiir dünyamızın gerçek resmi olamaz.Dünyamızın gerçek ve korkunç resmi gazetedir.
---
Yaşam öykümde söz konusu olan asla ben değilim.Ama kim inanacak buna.
---
Ün üne eklenir, ama yoksullar yalnız kalır.
---
En kısa cümlenin içinde bu dünyadan ayrılmak.
---
Fakat insan günahını başkalarının önüne taşırsa, her türlü utanma duygusunu kolayca yitirebilir.
---
Kabuk bağlamış olan reklam yaraları.
---
Çocuk, Olimpos'u arıyor ve Kuveyt'i buluyor.
---
Bir şeyler vaat etmeyecek kadar yalın sözcükler bulabilir misin?
---
Her soruya üç bin yanıt.Hangi soru buna dayanabilir ki?
---
Düşünecek bir şeyi olmayan, onu sözlükte bulur.
---
Çocukların birilerinden kötü olan ne varsa soyaçekim yoluyla almaları yetmiyor: İnsanlar çocuklarına kötülüğü büyük çabalarla ve kendi elleriyle de ekiyorlar.
---
Mızmız adam: Ölümün karşısına çıkacak yerde yaşlılık üzerine vızıldanıp duruyor.
---
İnsanın kaçırmaması gereken düşmanlıklar vardır.Suskunluk, çürüme demektir.
---
Bir karınca yuvası olmak.Bu yuvanın insanlar hakkında bildikleri.
---
Onu yüreklerinden çıkarmış olan herkese teşekkür ediyor.Sonunda yalnız kalmak istiyor.
---
İnsan, yatışmak için kendine ne kadar çok şey söylemek hakkına sahiptir ve bunun sonraki etkisi ne olur?
---
Hakaret etmediği kimseyi anlamıyor.
---
Kendini her duyguda suçüstü yakalıyor.
---
Sanatı mesafesizliğinde yatan yazar: Dostoyevski.
---
Bir zebra için takma bir ayak.Onunla postunu kaşıyor.
---
Tüm ulusların tadına bakan ulus-savurganı.
---
Sahneyi canlandırmak için övgü düzenlerin peşinden giden günahkar.
---
Senin için cümleleri olanaklı kılan her yer, bir bütündür.Parçalanmış yerler kekeler.
---
İnsan, hala karşısında korku duymayacağı bir şey icat edebilir mi?
---
Bir kişiden daha fazla yalnız kalan asla yok.
---
Niyetleri cehennem olanlar dayanabildiyse eğer, bizler kendi niyetlerimizle neden dayanamayalım?
---
Birinin yerine geçemem.Ucunda hep bir insan var.
---
Hayvanlar arasında tek bir dostun bile yok.Buna yaşam mı diyorsun?
---
Bir yaşamın toplamı, parçalarından daha az.
---
Daha iyi olmayı isterdi, ama öyle olmak çok pahalı.
---
Kendine kurmuş olduğun bu anormal aygıtın tamamı hiçbir şeye hizmet etmiyor.Kimseyi kurtarmıyor.Güce ilişkin yanlış bir görünüm veriyor, boşuna böbürlenmekten başka bir şey değil ve başından sonuna kadar her böbürleniş gibi yararsız.
---
İncinen kolunu çınar ağacına astı ve kurtuldu.
---
Günahları bütün ceplerinden dışarı bakmakta.Bugüne kadar kim bilir kaç kez cep ağızlarını diktirdi.Ama bir işe yaramıyor.

Saatin Gizli Yüreği
Elias Canetti