abdülhak şinasi hisar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
abdülhak şinasi hisar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2022 Perşembe

Dayı Parçası - Murat Yalçın



...

Gerçekle yalan, yaşamla düş yer değiştirir biteviye, adına dayanma gücü deriz.

...

Gençliğinde memleket meseleleriyle yıpranmış, yorulmuş zihni avarelikten kurtulup da hayatına çekidüzen vermeyi mahallesinde kök salan cemaatlerin etkisiyle hidayete erme yoluyla gerçekleştirince, bir yaştan sonra dünyasını öbür dünyayla üleştirme tasasına düştü.Hep bir ölçüyü, bir sakıncayı gözetme eğilimi baş gösterdi.Yıldan yıla, ihtiyatı elden bırakmama adına ihtiyar bir çerçevenin resmine döndü.Yasaklara, buyruklara uya uya huzur denen gönül rahatlığına sığındı.

...

Hayat adi bir blöf!

...

Kimsenin anlamadığı bir nükte oldum.Oracıkta.Anlam yitimine uğradım.Hayat nasıl durur, öğrendim.

...

Dumura uğramış bir zihinle saçmalamak zahmetine girmekten çekiniyorum.Bu süreçte emir kipi bana iyi geliyor.Ne yapacağımı düşünmekten usandım, sadece emirlere uymaya gücüm var.

...

"Armut dalda, dal yerde
Bülbül öter her yerde
Felek çarkın çevirmiş
Her birimiz bir yerde."

...

Hastane bahçesini süpüren kadınlardan gencine kulak kabartmışken kolları, boynu dövmeli bir genç morg kapısını sordu.Ne bileyim, diyecektim, "artık yeşerecek bi dalım yok" şarkısını söyleyecektim, "yağmurlar yağsa da hoş yağmasa da" diyecektim, klima-havalandırma sistemlerinin tel örgülü yerleşkesinden gelen motor gürültüsünden sesimi duyuramam diye sustum.Omuzlarımı kaldırıp üstüne ağzımın kenarlarını sarkıtıp geçtim.Anladı ne bileyim ben kardeşim demek istediğimi.Gitti.

...

Hastane günlerinin yaşattığı bu tür sevinçlerin sayısı beni şaşırtıyor.Acıyla donanınca yaşama ilişkin her kırıntı bir umut, bir sevinç yaratıyor.Eskilerin metanet, salabet dedikleri dayanma gücüyle, yaşama dönük dirençle besleniyor.

...

Karşıdan, dayımdan daha yaşlı bir hasta, tek başına, bize doğru, soylu adımlarla, koridora bir resmiyet katarak, yaklaşıyordu.Saçları yeni taranmış, pijamasının üstüne ropdöşambrını geçirmiş.Bir elinde salınan doksan dokuzluk tespih olmasa malikanesinin salonunda bir karar arefesinde gezinen bir kont diyeceğim.Biz perperişan, cephede ağır yaralanmış arkadaşımızı sürükleyerek sahra hastanesine taşıyan asker, o bir komutan.Tepeden tırnağa süzdü, geçmiş olsun, diyerek vakarla yürüdü geçti yanımızdan.

Bir süre konuşmadık, dalgın, düşünceli, hemşire odasının önüne dek.

Âdem be, dedi dayım dönüşte, ben içimden eyvah yine kirazlara geldik derken dayım, benim kılık kıyafetin hiç hoşuma gitmiyor, dedi.Bir dahaki gelişinde Kürkçü Hanı'nın alt katındaki o büyük mağazaya uğra da bana uygun bir ropdeşembır al, parası neyse veririm.

...

"Kara bahtım kem talihim, ağustosta suya girsem balta kesmez buz olur."

...

Gücenmek, darılmak, alınmak, küsmek, kızmak, üzülmek kıyılarında çalkandığımız yeter.Günlerin bizi bir yalosa döndürüp getirdiği bu kıyılardan çıkıp uzaklara, dingin tepelere, esenlikli doruklara varacağımız gün Kafdağı'nın neresinde kim bilir.

...

Ben kendi duygularıma ortak edemediğim herkesi düşman belliyorum.

...


...

Terbiyesiz şey ne olacak.Rahmetli anam derdi ki, deli balkabağından olmaz ya, o da sen ben gibi, insan!

...

Hangi umudu kovaladığımızı düşündüm.Bir yanıt bulamadım.Görünmez bir güç bizi ele geçirmiş, caddelerden sokaklara, kapıdan kapıya savuruyordu.Durup düşündüğümüzde telaşlarımızın anlamsızlığının ayrımına varsak da gün gün olası bir umudu kovalıyorduk.Yarış çoktan bitmiş olsa da biz bir yükümlülük duygusuyla, görev ahlakıyla son çizgiye adım atmaya kararlıydık.

...

Neredeyse otuz yıl önce okuduğum romanın, "Anam ölmüş bugün.Belki de dün, bilmiyorum," girişini bu merdivenlerden inip çıkarken yineleyip eğlendiğim gözü kara zamanları özledim.

Dayım öldü bugün.Belki de hiç, bilmiyorum.

...

Gassal pehlivan kabinden çıktı, gül gibi oldu dayımız, dedi.Dışarı yumak yumak yayılan gül kokulu buğunun boynu bükük kuğusu oldum, kanatlarım uzadı, nemli fayanslı duvara omzumu verdim.Şimdi ben gülsulu muhallebileri, güllacı, gül lokumunu, gül reçelini nasıl yiyeceğim.Dayım gül gibi oldu, beni gülden soğuttu.

...

Ulan, ağa dediniz maldan ettiniz, yiğit dediniz candan ettiniz.

...

Büfenin önüne birikmiş hacılar hocalar tostlarını, bisküvilerini iştahla dişliyor, çaylarını keyifle yudumluyor.Aralarına karışıp onların diliyle konuşarak biraz açılmak, onlardan biri olmak istiyorum.Ben ben kalırsam zaman geçmeyecek, içime kat kat ağırlık çökecek.Onun için gidip bir futbol muhabbetine, bir uluslararası ilişkiler uzmanlığı seminerine, bir vaazlı sohbete katılayım diyorum.

...

"Yedi hafta geçti o günden bu yana," diyordu, "bense, cenazede şiddetle duyduğum yazma isteği, intihar haberini aldığım anda olduğu gibi boğucu bir dilsizliğe dönüşmeden işe koyulmak, annem üzerine yazmak istiyorum."

Elli bir yaşında canına kıyan annesini anlattığı kitabının bu tümcelerinde Handke'nin gövdesine sürtünen dilkenli çalıya değdi benim de parmağım.Yazar ya yatağına gömülüğp pinekleyecek ya valizini alıp uzak yerlerin yolcusu olacak ya da daktilosunun başına kurulup yazmaya çalışacaktı, yani büyük can sıkıntısıyla derin dehşetin dilini yaratıp o kozada kımıldayıp duracaktı.Yazının satırlarında dinamit lokumunun fitili ateşlenecek un ufak olacaktı belleğin yalçın kayalıkları.

...

Çocuklarının burun delikleriyle kulaklarını tükürüğüyle temizleyen annesinden kaçışı, tükürük kokusundan rahatsız oluşu bana dayımın tuhaflıklarını anımsatmıştı.Hisar'ın Çamlıca'daki eniştesine yakın bir dayı gittikçe tuhaflıklarıyla, ideolojik zikzaklarıyla beni içine alıyordu.Sözgelimi Maoculuktan çıkıp vardığı hidayet noktasını, bir softalıktan bir softalığa savrulmak diye açıklayabiliyordum ancak.

...

"Hikâyeler deniyorum elbise dener gibi" Max Fricsh

...

Ben kendimi hiç anlatmadım.Ben kendimi yalnızca ele verdim.

...

Annem, çok okuma zihnin bulanır, derdi daha Kemalettin Tuğcu'ya takılı kaldığım ortaokul yıllarımda.Ben de böyle kitaplarla hayatı, düşlerle tez konularını, derslerimde anlattıklarımla kahvehanede anlattıklarımı, yazdığım şiirlerle okuduklarımı, dahası dinlediklerimle yazdıklarımı birbirine karıştırıyor, işin içinden çıkmak için bin dereden su getiriyordum.

...

Toprağa sırlanmış bir dayının ardından kâğıda sırlanan bir yeğenim.

...

Gönüllendiğim ne varsa içine edildi arkadaş, Leyla ile Mecnun dahil...

"Kâfir ağlar bizim ahvali perişanımıza!"

...

1970 model dual pikapta Ahmet Sezgin "Deryada bir salım yok" derken annem -önce televizyondaki devlet bakanlarından birinin sesini kısar sonra- bu ağlak sesle gırgır geçer,mavra yapar, gürül gürül yanan sobanın çevresinde al yanaklarımızı şişire şişire eğlenirdik.

...

Dahası, bir tiyatro afişi önünde annemle çekilmiş siyah beyaz fotoğraflarına baktıkça yaşamın saçmalığını iyice görüyor, haksızlıklarla dolu boş dünyada insanın yüreğinin parçalanmasına, gözlerinin dolmasına, sesinin titremesine anlam veremiyorum..Ben zaten uçuk kaçık bir çocuktum, ağlamayı sızlamayı bilmez bir duygusuzdum.Acı da keder de dudağımda bir uçuktu.

Gün günü kovalar geçerdi o da.

...

Murat Yalçın
Dayı Parçası

18 Ocak 2022 Salı

Uçurtmalar, Abdülhak Şinasi Hisar - Geçmiş Zaman Köşkleri


...
Çocukların koşarak ve bağırarak ellerinde havalandırdıkları
 bu uçurtmalara verdikleri önem bana dokunuyor.
Çünkü uçurtmalar böyle devamlı yüksek tutmak istediğimiz hayallere benzer.
Biz de, tıpkı çocuklar gibi, kimi birer ay ışığı gibi solgun ve içli 
böyle büyük, renk renk ve belki gülünç uçurtmalar taşımaz mıyız?
...

Abdülhak Şinasi Hisar
Uçurtmalar
Geçmiş Zaman Köşkleri

Oyuncaklar, Abdülhak Şinasi Hisar - Geçmiş Zaman Köşkleri


OYUNCAKLAR

Şimdi ben kendimi cennetten düşmüş bir adam gibi hissediyorum.

Benim cennetim büyükbabamın Büyükada'daki bahçesiydi.Burada âşık olduğum çiçekler vardı.Özellikle renk renk güller, kızıl karanfiller, mor menekşeler ve beyaz yaseminler.Bu bahçeyi kutsal bir yer sayar; toprağı, suyu, ayı, yıldızları tanrısal şeyler diye bilir ve akrabam Kısâs-ı Enbiyâ'nın şahısları gibi kutsal ve sürekli bir tarih içinde yaşarlar sanırdım.

Yıldızlı gecelerin divanı -bazı kelimelerini anlayamayarak okumasını gelecek günlere bıraktığım kocaman bir şiir kitabı gibi- sonraya bırakırdım.Ruhumla kucaklamaya daha kıyamayarak ay ışığına yan gözle bakardım.Ve gönlüme dolmak isteyen bu tılsımlı parıltıyı iterek: "Zamanı gelince!" derdim.

Bu bahçede kendimin âdeta dünya sahibi olduğunu duyardım.Elime sevdiğim ve kokusuna bayıldığım bir çiçek alırdım.Onu öper, yüzüme sürerdim.Fakat ellerim bu bol çiçekler arasından koparmış olduğumu, bazen birer ve gönlüm acıyarak onun nazlı yapraklarını koparırdım.

O vakit elimde ne gül, ne karanfil, ne menekşe ve ne yasemin kalırdı.İhtimal ki istediğim şey bu çiçeklerin nasıl yapılmış olduğunu daha iyi görmek, onların vücuduna daha derinden ermekti.Ancak elimde kalan solmuş, bir kelebek ölüsüne benzeyen bir şeydi ki bunu yere atardım.

Fakat o zaman ellerimin altında cennetimin açılmış bütün sayısız çiçekleri vardı!

Hayatta hepimiz böyle ellerindeki oyuncaklarının üstüne atılarak canlarını çıkaran çocuklarız.Bunların birer oyuncak olduğunu; nasıl yapıldıklarını anlamak değil onları bozmamak ve zevkleriyle yetinmek gerektiğini ne kabul ediyor, ne de bize bu yolda nasihat edilse, söz dinliyoruz.Tatlı ve nazlı şeylere daha derinden ermek için onları kırarak kendimizi en arı, en özlü zevklerimizden yoksun kılıyoruz.Her şey, böyle bir maymun iştihasıyla elimize alıp bir an için yerlere attığımız oyuncaklardır.

Küçükken sanırız ki oyunlar ve oyuncakların mevsimi çabuk geçer; hayat gittikçe ciddileşir, insanlar yaşlandıkça uslanır.Aksine, yaşlandıkça daha çok ve daha pahalı oyunlara muhtaç, daha şımarık birer tüketici oluyoruz.Oyunun bir oyun olduğunu bilen çocuklar belki daha ciddileşirler.Sonraları oyunlara daha ciddilikle aldanıyoruz.

Abdülhak Şinasi Hisar
Oyuncaklar
Geçmiş Zaman Köşkleri

6 Mayıs 2021 Perşembe

Eniştemizin Korkuları (2) - Çamlıca'daki Eniştemiz, Abdülhak Şinasi Hisar


...

Deli eniştemiz, Arabistan vilayetlerinin bilmem hangi birinde defterdarken azlolunup İstanbul'a döndükten sonra, kendini yine bir yere tayin ettirmeğe uğraştığı bir gün Fincancılar yokuşunun başında, bir hurmacının tablasında, üstlerine vuran güneş ışığıyla parıldayan hurmalara, uzaktan imrenmiş.Kupkuru bir Arap olan satıcıya fiyatlarını sormakla beraber, yakından ezik ve birbirlerine yapışık olduğunu gördüğü hurmaları beğenmeyerek, adam kendisine "On kuruş!" diye cevap verince, "Hiç bu pis hurmalar da on kuruş eder mi?" demiş.O zamana kadar kendi halinde bir adama benzeyen satıcı bu söz üzerinde birdenbire beklenmedik bir öfkeye tutulmuş.İnce ve asabi bir sesle "Ne?.." diye haykırmaya başlamış."Hurma pis?Demek Arap pis?Demek Mekkâ pis?Demek Peygamber..." Deli eniştemiz bunu işitince bakmış ki bu defa da Peygambere sövdüğü sanılarak başına yeni bir iş açılacak!Bir memuriyete konmayı umarken belki Fizan'ı boylayacak!Ödü kopmuş!Hemen Fincancılar yokuşundan aşağı dörtnala koşmaya başlamış.Hem koşar, hem arada bir döner, arkasından Arap geliyor mu, diye bakarmış.Nihayet, yokuşun alt başında uzaktan bir polis görünce aklı başına gelmiş.Bu defa da polisin belki kendisinden ne diye koştuğunu tahkik edebileceğinden çekinerek duraklamış.Bizim tekrar tekrar dinlemeği sevdiğimiz bu fıkrayı anlatırken o hâlâ bu işten ucuz kurtulmuş olmasının heyecanını duyardı.

...

Abdülhak Şinasi Hisar
Çamlıca'daki Eniştemiz

22 Mart 2021 Pazartesi

Şiir Nerede Başlar ? (11), Feridun Bey

Tanıdığımız bir Feridun Bey vardı.Mısırlı bir prensesle evlendi.Mısır paşası oldu.Biz paşalığı ilga edince telefon defterinde isminin yanına general olduğu yazıldı.

Abdülhak Şinasi Hisar
Yahya Kemal'e Veda

Şiir Nerede Başlar (11)

Şiir Nerede Başlar ? (10), Ahmet Haşim

Ahmet Haşim senelerden beri Kadıköyü'nde oturuyordu.Günün en çok güzelleştiği akşam ve gurup saatlerinde, bir dostunun evinde yahut bir gazinoda bulunduğu, dolaştığı ve görüştüğü sırada birden sözünü keserek ve boynunu bükerek:


-Vapur vakti geldi!

Derdi.Onu böyle vapuru kaçırmak kaygusiyle dakikalarını hesaplarken kaç yüz kere gördüm.

Oyunundan ayrılmayı istemiyen bir çocuk gibi son saniyeye kadar durur, sonra koşarak vapura yorgun argın yetişir, yahut yetişemez ve öfkesinden kızarmış bir yüzle Galata'da köprü başındaki Genio kahvesinde sonraki vapuru beklerdi.Sanırım ki her vapur kaçırışında beceriksizliğine hükmedişi artık hayatta muvaffak olamıyacağına kanaat getirmesinin sebeplerinden biri olmuştur.


Abdülhak Şinasi Hisar
Geçmiş Zaman Edipleri

3 Temmuz 2019 Çarşamba

cesaret, muvaffakiyet, tecrübe & tecrübesizlik, abdülhak şinasi hisar

"Tecrübe bir şeye yararsa, bir şeye de mani oluyor.
Çok kere cesaret için tecrübesizlik lazımsa, 
muvaffakiyet için de çok kere cesaret lazımdır."

Abdülhak Şinasi Hisar

inandığı gibi yaşayamamak ve tutarsızlık üzerine, abdülhak şinasi hisar


"Düşündükleri gibi yaşamak kahramanlığını gösteremeyen insanların çokları, yaşadıkları gibi düşünmeğe tenezzül etmezler de fikirleriyle hareketleri arasında tezattan tezada düşmekte mahzur görmezler."

Çamlıca'daki Eniştemiz
Abdülhak Şinasi Hisar

15 Nisan 2019 Pazartesi

abdülhak şinasi hisar ve galatasaray lisesi'nden bir anı, bir abdülhak şinasi hisar vardı, sermet sami uysal


Abdülhak Şinasi 1898'de Galatasaray Sultanisi'ne girer.Yazarın buradaki durumunu okul arkadaşı Gaziadi şöyle anlatıyor: "Galatasaray'ın dördüncü sınıfında bulunduğu sırada edebiyatla meşgul oluyor, ruhi ve fikri bakımdan tercih ettiği şeyler dikkati çekiyordu...Vücut bakımından nahif, hareketleri zarif ve ince itinalı giyimli ve daima nezaketle gülümseyen, bazı arkadaşlarının kaba hareketlerinden ıztırap çeken bir çocuk."

Bir Anı

...Yine öğretmenlerinden birisiyle ilgili acı bir Galatasaray anısı vardır: "Bir gün Galatasaray'da Arabi hocamız Mecit Efendi derse her zamanki eski cübbesi yerine yepyeni, pırıl pırıl, lacivert bir cübbe ile gelmişti.Bu, orta boylu, orta yaşlı, sert sakallı, beyaz sarıklı, etrafları kendiliğinden sürmeli gibi gözlü, mutekit ve inatçı nazarlı ve tamamen bir papağana benzeyen kocaman başlı bir adamdı.Ders arası bahçeye çıkmış, yine kendisinin vereceği ikinci derse girmiştik.Merhametsiz bir talebe, siyah tahtaya, tebeşirle şunu yazmış bulunuyordu:

"Merkep o merkep, semer değişmiş!"

Mecit Efendi bunu görünce pek ziyade müteessir oldu.Başı, fena halde kabarmış bir papağan halini aldı.Ders nazırını çağırttı.Bunu kimin yazdığını bulmak müşkülatından ders nazırı Cemil Bey, gülmemek için dudaklarını ısırarak: "Hocam, yazan kendi ismini yazmış!Allah onun cezasını verir" diye tahtadaki yazıyı sildirtmekle iktifa ederek çekildi, gitti.Zavallı Mecit Efendi'nin isteği, imkanı olmayacak mutantan bir adalet sahnesiydi.Bundan mahrum kalınca, yeni cübbesi içinde aczinden ne yapacağını bilmediğini, kalkıp gitse, nasıl bir daha dönebileceğini düşünerek ağlıyacak kadar müteessir olduğunu görüyordum.Ona o kadar acıdım ki ağlamağa başladım ve gözlerim yaşarırken bunu benim yazdığıma zahip olarak nedamet hissiyle ağladığıma mı hükmeder diye korkuyordum, fakat yine bu zavallı adama ağlamıya devam ediyordum." 

(Mustafa Baydar, A. Ş. Hisar'la Bir Konuşma, Varlık, 1 Temmuz 1952)

Sermet Sami Uysal
Bir Abdülhak Şinasi Hisar Vardı

Bilge Kültür Sanat Yayınları, Şubat-2016

abdülhak şinasi hisar kitap eleştirileri, bir abdülhak şinasi hisar vardı, sermet sami uysal


İşte, Abdülhak Şinasi Hisar, bu soydan bir rahat endişeyledir ki Ali Nizami Bey'i, insan oğlunun eşyada kendi mahiyetini sezebildiği yepyeni bir plana oturtuyor.Beşeri şartımızın facialı karakterini azdırarak, onu "hafıza"nın alabildiğini geriye uzandığı bir ülkede gezdiriyor.Belli ki, başlıca emeli, fani eşyaya bir temaşa değeri kazandırmak ve kainatı beşerileştirmektir.

Nazım Kemal (Yeni Sabah, 15 Aralık 1952)

---

Usaresini bir hafıza ve muhayyele hazinesinden alan üslup ve Ali Nizami Bey'in garip hayat macerası, okuyucuyu, Ali Nizami Bey'i her akşam Büyükada'ya taşıyan vapurun peşinden çizilen köpük şeridi gibi sürükleyip götürmektedir.

Çelik Gülersoy (1952)

---

Dilimizde (pirinç üzerine Fatiha yazmak) diye bir tabir vardır.Çamlıca'daki Eniştemiz muharriri pirinç üzerine yazılan fatihanın bu eseriyle tefsirini yapmıştır; yani zamanına göre deli, yine zamanına göre akıllı olan bir adamın hayatını inceden inceye tasvir ederek Abdülaziz ve Abdülhamit devirlerinde saray ve hükümet erkanının karargahı olan Çamlıca'yı ve o devrin insanlarını, adetlerini, yaşayışlarını, sevinçlerini ve kederlerini anlatmıştır.Bu suretle çifte hüviyetli bir adamın hayatından (355) sayfalık bir eser yaratmıştır.

Asım Us
(Vakit, 12 Kasım 1944)

---

Aşağı yukarı Fahim Bey ve Biz dışındaki bütün yazdıkları onun, artık özlemini çektiği bu dünyayı anlatmasına birer bahanedir.Belki Abdülhak Şinasi Hisar'ın suçu yalnız bu kadarcıktır.O dünyanın özlemini çekmek.Bu kadar, Çamlıca'daki Enişte'si bir bahanedir.Kitap ne romandır, ne de hikaye.Öyle bir kitaptır.Abdülhak Şinasi Hisar'ın dili bile, şimdi acı acı özlemini çektiği o dünyaya bağlıdır.

Turgut Uyar
(Forum, 1 Mart 1957)

---

Fahim Bey ve arkadaşları morga kaldırılmış ölüler gibi ruhlarının her köşesinde yoklandılar, didiklendiler.Onlar tıbbi bir tecrübe için kendini doktora teslim eden fedakarlardır.

Hamdullah Suphi Tanrıöver
(Akşam, 15 Haziran 1943)

---

Bir gün Abdülhak Şinasi Hisar'a Fahim Bey'in gerçekle münasebetini, hayali ve hakikilik derecesini sormuş ve üstaddan şu cevabı almıştım: "Bazıları Fahim Bey'de kendilerini ve tanıdıklarını buldular.Hatta benim kendisini tanımadığım biri bile kendisinin bu Fahim Bey olduğunu iddia etmiş."

Enver Naci Gökşen
(Son Posta, 26 Ağustos 1955)


Sermet Sami Uysal
Bir Abdülhak Şinasi Hisar Vardı
Bilge Kültür Sanat Yayınları, Şubat-2016

yahya kemal'e veda, abdülhak şinasi hisar


YAHYA KEMAL'E VEDA / ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR

Tanıdığımız bir Feridun Bey vardı.Mısırlı bir prensesle evlendi.Mısır paşası oldu.Biz paşalığı ilga edince telefon defterinde isminin yanına general olduğu yazıldı.Yahya Kemal:


-Mısırlıların Feridun Bey'i, paşa yaptıklarına biz şaşmıştık, şimdi de biz ona general deyince Mısırlılar şaşıyorlar! Diyordu.

...

Mithat Cemal'in bir romanı otuz gündür intişar ederken artık tahammülüm kalmadı diyenler olmuş.Yahya Kemal:

-Ben onun şiirine otuz senedir tahammül ediyorum.Siz nesrine otuz gün tahammül edemiyorsunuz! demiş.

...

Yahya Kemal:

-Doktorlara sorarsanız karaciğer mükemmel, kalb mükemmel, böbrek mükemmel, tansiyon mükemmel! Yalnız ben berbat bir haldeyim!

diyordu.

...

"Ahmet İhsan poker oynar, nasıl oynarsa sabi
Kazanırken asabi, kaybederken asabi."

Abdülhak Şinasi Hisar

Sermet Sami Uysal
Bir Abdülhak Şinasi Hisar Vardı
Bilge Kültür Sanat Yayınları, Şubat-2016

kitaplar ve muharrirler ll, abdülhak şinasi hisar


KİTAPLAR VE MUHARRİRLER II /  ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR

Süleyman Nazif Üzerine

...İttihatçıları hiç sevmediğini söylemiştim.Belki bu saikle, belki de hatırladığı bir nükteyi sarf etmeden feda etmeye zevki müsaade etmediğnden, belki de sadece latife olarak, şimanlığı malum olan esbak Hariciye Nazırı Halil Bey'e hücum ederdi."Halil Bey yüz elli okka sıkletinde bir sığırdır!" derdi.

Aynalı Halil Bey için, 'Enver Paşa ile Talat Paşa Cermenofil, Cemal Paşa ile Cavit Bey Frankofil, 'ya Halil Bey nedir?' diye sormuşlar, 'O sadece fildir!" diye cevap vermiş.

...

Süleyman Nazif, kendi akrabasından olan Ziya Gökalp'in ilmine inanmaz, fikirlerini beğenmez ve şiirini sevmezdi.Bu üstat için bizim duyduğumuz hürmet ve muhabbetten onda eser yoktu.Hatta o bizim hissiyatımızı safdilane bulur ve bize şaşardı.'Ziya Gökalp zaten deli idi.İntihar etmek için beynine sıktığı kurşun, alnında kalınca büsbütün çıldırdı!' derdi.

---
Ahmet Haşim Üzerine

27 Haziran 1936'da Ağaç dergisinde yayınlanan "Edebiyata Dair Fıkralar ve Düşünceler" başlıklı yazısında Hisar, Ahmet Haşim'in "rakip"leriyle gizli kıskançlığını açıklayan hoş bir fıkra anlatıyor: "Ahmet Haşim'in kıymetli arkadaşı Ahmet Bedi hasta ve Yakup Kadri İsviçre'de tedavide iken, Yahya Kemal'in de hastalığı haberi gelince  Ahmet Haşim'in müthiş kıskançlığı birden feveran ederek beyni dönmüş.Vücuduna düşmüş ve kendini kemirerek bu arkadaşlarının hepsinden evvel kendini devirecek kurdu bilmeyen zavallı şair, Ahmet Bedi'ye, 'Monşer' diye bağırmış, "hepiniz hastasınız, hepinizin asabını inceletecek bir gizli sebebiniz var da, yalnız ben hasta değilim!" (s. 425)

---

Yine bu ciltte de bol paradokslu çok güzel özdeyiş niteliğinde özlü sözler var...Bunlardan bir kısmı metinler içinde geçiyor, bir kısmı da bağımsız başlıklar altında verilmiş...İşte birkaçı:

"En derin kinler, bozulmuş muhabbetlerdir." (s. 65)

"Müstebit idareler, zulümleri nispetinde maskara olurlar." (s. 139)


"Edebiyatta hiç kimseye benzememek bir gayedir...Lakin bunun da hiçbir şeye benzememek gibi bir tehlikesi var!" (s. 435)


"Şairler çok kere göklerde ve ruhlarındaki yıldızları toplamak isterler.Fakat kopardıkları yıldızların, ellerinde ve nefislerinde birer birer söndüklerini görürler.Nihayet ellerine bir gül gibi yanan bir yıldız geçti mi, bütün semayı kendilerinin olmuş sayarlar." (s. 436)


"Menba, kendinden çıkan suyun tuttuğu yola bakar ve mahzun olur.!" (s. 440)


"İnsan uzun müddet, ancak kendisini aldatabiliyor." (s. 442)


"Tecrübe bir şeye yararsa, bir şeye de mani oluyor.Çok kere cesaret için tecrübesizlik lazımsa, muvaffakiyet için de çok kere cesaret lazımdır." (s. 442)

"Değerli ölüleri methetmek fırsatını hiç kaçırmamalı ki, kendilerini değerli bilen bütün metholunmayanlar da, bir gün sırası gelince böyle methedileceklerini umsunlar." (s. 447)

---

...Ve en güzeli, Hisar üslubunu en çok duyuranı en sona saklandı:

"Okumayı bir çalışmak sanmak, çalışkan cahillerin kârıdır.Halbuki biz okumuş tembeller, pekala biliriz ki okumak mükeyyifattan bir şeydir.Bir kanepeye uzanır, yatağımıza yatar gibi kitaplarımıza dalarız.Sanki afyonlu bir çubuk içeriz.Muhitimiz değişir.Hayatımız genişler.Dünya bizim olur.İklimler, mevsimler, devirler gelip geçer.Başka hayatlar ve tabiatlar hayatımıza girer.Bize benzeyen asıl akrabalarımız yanımıza gelir, bize sırlarını fısıldarlar.Hayat bize en tatlı, en zengin zevklerini sunar.Okumak; gezmek, uyumak, rüya görmek, musiki dinlemek, hatırlamak, seyahat etmek, unutmak, dua etmek, doğmak, tekrar yaşamaktır." (s. 455)

Sermet Sami Uysal
Bir Abdülhak Şinasi Hisar Vardı
Bilge Kültür Sanat Yayınları, Şubat-2016

abdülhak şinasi hisar ile çalışkanlık ve tembellik üzerine, sermet sami uysal, bir abdülhak şinasi hisar vardı


-Çalışkan bir talebe miydiniz?Hangi dersleri sever, hangilerinden hoşlanmazdınız?

-Çalışmak, çalışmamak gibi kelimelerin lugat manaları ile bunların hayatımızda alışkın olduğumuz delaletleri ayrı ayrıdır.Galatasaray'da lisan, Fransızca, Farisi, kitabet, edebiyat, akaidi diniye derslerinden kolayca mükafatlar kazanırdım.Zaten bunu kimse istememiş bulunmadığı halde "Rübabı şikeste"yi hemen hemen ezber bilirdim.Tarih, coğrafya gibi muhakemesi güç olmıyan dersler, hafıza yardımiyle bilinen şeyler de hayli kolay gelirdi.Bana, iyi çalışıyorsunuz! derlerdi.İyi anlamıya muvaffak olmadığımız şeyleri ise yapmıya uğraşmak çalışmak mıdır?Uğraşamamak çalışmamak mıdır?-Galatasaray'da isimleri Fransızca söylenen mesela "Jeometri", "Aljebr" gibi dersler oldu mu müşkülat başlardı.Bazı arkadaşlarla beraber hocalarımızdan hususi dersler almadan sınıf geçemezdik.Başkaları belki buna hiç çalışmamak diyeceklerdir.İnsanlar arasında bütün hayat boyunca gülünç veya feci anlaşmazlıklar devam eder.Bazıları asıl ciddi saydıkları işleriyle o kadar candan uğraşırlar ki ötekine berikine ziyaretler yapmak ve şahsi menfaatleriyle meşgul olmak imkanını bulmazlar.Ve bundan dolayıdır ki başkaları, kendilerinin lüzumlu telakki ettikleri şeyleri yapamadıkları için bu gibilere "tembel!" derler.

Sermet Sami Uysal
Bir Abdülhak Şinasi Hisar Vardı
Bilge Kültür Sanat Yayınları, Şubat-2016

14 Nisan 2019 Pazar

geçmiş zaman edipleri, abdülhak şinasi hisar


GEÇMİŞ ZAMAN EDİPLERİ / ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR

* Ahmet Haşim'in Son Zamanları


Ahmet Haşim senelerden beri Kadıköyü'nde oturuyordu.Günün en çok güzelleştiği akşam ve gurup saatlerinde, bir dostunun evinde yahut bir gazinoda bulunduğu, dolaştığı ve görüştüğü sırada birden sözünü keserek ve boynunu bükerek:


-Vapur vakti geldi!


Derdi.Onu böyle vapuru kaçırmak kaygusiyle dakikalarını hesaplarken kaç yüz kere gördüm.


Oyunundan ayrılmayı istemiyen bir çocuk gibi son saniyeye kadar durur, sonra koşarak vapura yorgun argın yetişir, yahut yetişemez ve öfkesinden kızarmış bir yüzle Galata'da köprü başındaki Genio kahvesinde sonraki vapuru beklerdi.Sanırım ki her vapur kaçırışında beceriksizliğine hükmedişi artık hayatta muvaffak olamıyacağına kanaat getirmesinin sebeplerinden biri olmuştur.


...

Bir hakikat varsa onun birçok kereler güya ister ve teşebbüs eder gibi olduğu halde Kadıköyü'nü ve buradaki apartımanını her türlü bırakamamış olmasıdır.Ahmet Haşim bu tercihinin ruhi amillerini bana karşı şöyle hikaye ve tahlil etmişti:

O, akşamları yorgun ve öfkeli Kadıköy vapuruna binince sanki terliklerini ve gecelik entarisini giymiş gibi kendisini rahatlatmış, ferahlamış duyarmış.Akşam;

Bir sırma kemerdir suya baksam

Bu vapur ipek suları yararak geçerken, güya kendisini arkasına takmış da bu suların içinden sürüklüyormuş gibi, şehrin olanca tozlarından ve kirlerinden yıkandığını, günün tekmil zehirlerinden kurtulduğunu duyarmış.İskeleye çıkınca artık edebiyat ve matbuat aleminin hummalı dedikodularından uzaklaşmış, kadınlı, mahalle arkadaşlı, sakin, masum bir muhite erdiğine, burjua bir nevi "O belde"ye kavuştuğuna kanaat edermiş.


Burda bulduğu muhit ve sevdiği iklim, belki haklı olarak tercih ettiği bir "iptidaî beşeriyet" seviyesiydi.Burada şehirdeki şehirli rüzgarlar esmiyordu.Kendini mahalle komşularının asude havası içinde, nisbeten masum, muvakkat bir nevi emniyette hissederdi.Ve ihtiraslarını tutuşturan şehirle tasavvur ve tahayyül ettiği "O belde" arasında burası onca Arafat gibi bir yerdi.Şehirle bu semt arasına suyun doldurduğu bu küçük fasılanın onca böyle büyük bir hissi kıymeti vardı.Zira şairler çok kere hakikate tahammül edemezler ama kendilerini hemen daima koruyan, kurtaran bir muhayyileleri vardır.

(Varlık, sayı: 41, 15 Mart 1935)

Vaktiyle Ahmet Haşim bir akşam yolda rast geldiğimiz kör bir dilenciye titreyerek acımıştı: "Bu hayata nasıl tahammül eder?" diyordu.Geceleri karanlık bir körlük gibi varlığını istila ederek onu dünyasından ayırınca öleceğini bilen bir hasta hülyasının alemine dalıp rüya görmeden uykusuz ve siyah bir geceye nasıl tahammül edebilir?Bir dert gibi duyduğu hayatını da ayrı bir dert gibi duyduğu ölümünü de teselli eden bir sevgiyle unutmak ihtiyacında değil midir?


(Varlık, sayı: 42, 1 Nisan 1935)

---

* Mehmet Rauf

...

Mehmet Rauf'un Fikret'le bir sıhriyeti vardı.Onun halası, yahut halasının kızı olan Sermet Hanım'la evlenmişti.Fakat Fikret bana: "Rauf "halamın" yahut "halamın kızının kocasıdır" demez, "akrabamdan bir hanımla evlidir" derdi.Bu izdivaç pek hayırlı olmamış ve onlar galiba az zamanda ayrılmışlardı.Bu yüzden Fikret, Mehmet Rauf'a darılmış ve onu uzun müddet affetmemişti.Hatta, sonra affetmiş olduğunu da bilmiyorum.

...

Bir defa da Büyükada'da aşık olduğu kadınla münasebetleri, yahut münasebetsizlikleri yüzünden Mehmet Rauf, intihar etmek karariyle, dostlarına ayrı ayrı birer veda mektubu göndermiş ve bu yüzden herkesin diline düşmüştü, bu, daha Meşrutiyetten evvelki zamanlardı.O vakitki cemiyetimizde büyük bir tesanüt duygusu vardı.Bir yazarın intihar etmek istemesi niceleri alakadar etmişti.Bu, günün birinde Halit Ziya'nın Reji'deki küçücük odasına her zaman tutumlu olan Hüseyin Cahit büyük bir buhran içinde gelmiş, bir köşeye oturup hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.Kendisine ölmek kararını yazmış olan Mehmet Eauf o esnada ya ölmüş bulunuyor, ya şimdi ölüyordu.Yarabbi!Ne yapmalıydı ki onun Büyükada'daki küçük evine derhal yetişebilmeliydi.Çünkü o saatte pencereler kapanmış, mangalın kömürü çoktandır tütmeye başlamış olacaktı.Biraz daha geç kalınsa zavallıyı kurtarmak imkanı olmıyacaktı.O vakitlerde telefon yoktu.Pekiy ama, telgraf vardı.Büyükada'daki resmi makamlara telgraf çekmek neden hatıra gelmemişti?İstibdat idaresinde Mehmet Rauf, belki intihar etmek isterken bile, polis karakolundan korkmuş olacaktır.Polislere telgraf gönderilse, onun belki bu intihar etme korkusunu bile kaçırmış olacaktı.Neden dolayı oraya bir telgraf çekilmediğini bilmiyorum.Bu hadiseyi bana Halit Ziya anlatmıştı.Ben de "Bu düşüncesizlik neden oldu?" diye sormadım.O sırada Adalar'a giden bir vapur bulunmuş.İskeleden heyecanla koşa koşa belki en son dakikalarda yetişebilmişler.Kapıyı zorlayrak içeri girmişler.Camları açmış, kömür mangalını kaldırmışlar.Yüzü yemyeşil, gözleri kapanmış Mehmet Rauf'u odadan ölü gibi çıkarmışlar ve kendisini doktor Celal Muhtar'ın tedavisine bırakmışlar.Mehmet Rauf'un intihar macerası aralarında günlerce konuşulmuş.

...

Refikasının yazdığı bir mektubuna göre, bir ayın on üçüncü gününde, Rauf, "Son Yıldız" ünvalı romanının bir cümlesinde: "Perişan" kelimesini yazarken, birden bire, müşterek yıldızları sönmüş ve kendileri perişan olmuşlar.Zavallının eli tutulmuş ve kendisine felç gelmiş.Anlaşılıyor ki bu mektubu yazan zavallı da pek edebiyatperest bir kadınmış.Edebi bir mektubun insanlara büyük bir tesir edeceğine kani görünüyordu.Çok tesir edeceği ümidiyle Ruşen Eşref'e pek dikkatle ve tam bir Edebiyat-ı Cedide cümleleriyle yazdığı mektubu, feci hakikate rağmen insana adeta bir tasannu hissini veriyor, ve ne hazindir ki bütün bu yazdıkları, eğer mümkün olsa etmek istediği tesirin aksine olarak, samimi ve hakiki bir mektup değil de, bir edebiyat vazifesi sayılabileceğiydi.

---

* Süleyman Nazif

...

Şair Nabedit, Süleyman Nazif'e demiş ki: "Bak, sen benim hece vezni şiirlerimi beğenmiyorsun ama, Ali Elrem okumuş, ağlamış!" Süleyman Nazif demiş ki: "Sen anlayamamışsın, ağlamışsa o, şiirin bu hale düşmesine ağlamıştır."

Süleyman Nazif'in lisan hakkındaki taassubu harikulade bir dereceye varırdı."Ermenilerin Türkçe'yi nasıl konuştuklarını bir kere işitmek eskiden yapmış olduğumuz rivayet edilen bütün Ermeni mezalimi hakkında bize hak vermeye kafi gelir!" der ve gene der ki :"Eski zamanda bizim Ermeniler'e etmiş olduğumuz eza ve cefayı onlar lisanımızdan kat kat çıkarıyorlar!"

(Milliyet, 21 Nisan 1931)

Sermet Sami Uysal
Bir Abdülhak Şinasi Hisar Vardı
Bilge Kültür Sanat Yayınları, Şubat-2016


geçmiş zaman fıkraları, abdülhak şinasi hisar


GEÇMİŞ ZAMAN FIKRALARI / ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR

*Gecesini Nasıl İdare Edeyim?


Evvel zaman içinde, muhtelif vilayetlere gönderilmiş bir vali, ahaliye zulmeder, hakimler, bilhassa idam kararlarına imza vermezler, onunla hiçbiri geçinemezlermiş.O esnada o kadar mürtekip bir hakim türemiş ki Babıali, hah, bunu onun yanına gönderirsek biri istediğini alıp keser, öteki de çalıp çırpar, birbirleriyle anlaşırlar!Diye mürtekip hakimi o gaddar valinin idare ettiği vilayete göndermişler.V filhakika Babıali aradığı rahata konmuş.Vali ne yapsa, hakim onu imzalar ve hiçbir şikayet mevzuu duyulmazmış.


Fakat, günün birinde kendi imzası alınmadan astırılan bir adam gören hakim: "Aman paşam, kimbilir o mendebur da ne haltlar etmiştir.Günahını söyleyin de idamını derhal imza ile göndereyim" demiş.Vali, "Bundan büyük edepsizlik olur mu?Rüyamda onun bulunduğu odaya girdim.Herif oturduğu yerden ayağa bile kalkmadı!" deyince, hakim imzasını atar atmaz, evine koşmuş, "Aman karı, pahada ağır, yükte hafif, ne varsa bunları topla, yarın sabahtan evvel vilayetin hudutlarından dışarıya varmalı;" demiş, "Zira, herifin gündüzünü idare edebilirim ama, rüya gecesini nasıl idare edeyim?" (s. 20).


...


* Orta Yaşlı Adamı Nerede Bulmalı?


O zamanki insanların idam korkusu Sultan Mahmut'tan ziyade Halet Efendi'den gelirmiş.O idam kararlarının şefaatçilerine kızar: "Genç oldu mu, acırsınız; ihtiyar oldu mu günah dersiniz.Peki, idam olunmak için her zaman orta yaşlı adamı nerede bulmalı?" dermiş. (s. 58).

...

* Bir Eski Zaman Zarfı

Koca Hüsrev Paşa'nın adamlarından bir Ali Rıza Paşa varmış.Kendisini, çocukluğunda sünnet olunacakken, Paşanın elini öptürmeğe göndermişler.Onun eski zaman ihtişamını herkes bilirmiş.Hüsrev Paşa: "Evladım, ben fakir düştüm.Bir şeyim kalmadı." diye, anahtarlı bir dolap açıp karıştırmış.İçinden bir gümüş divit, bir de murassa bir fincan zarfı vermiş."Bunları satsınlar da, ihtiyacını tatmin etsinler." demiş.Bu divit ve fincan zarfının getirdiği para ile o adam sünnet olmuş, sonra Hacca gitmiş, sonra İstanbul'da bir ev satın almış ve sonra, yine bu para ile evlenmiş. (s. 82, 83).

...

* Filozof Taklidi

Tevfik Fikret'e: "Rıza Tevfik kendi imzasının başına Feylesof kelimesini ilave ediyor.Bu, olur mu?" diye sormuşlar.Fikret: "O bir zamanlar Arnavut taklidi yapardı, şimdi de filozof taklidi yapıyor!" demiş. (s. 212).

...

* Rıza Tevfik'in Payesi

Polisler Rıza Tevfik'in bir ramazanda oruç tutmayarak yemek yediğini görmüiş, kendisini tevkif etmek istemişler.O: "Ben Yahudi'yim!" demiş.Polisler bir Yahudi'yi teşvik eder: "Git şu adamla konuş, bakalım Yahudi mi?" demişler.Yahudi, Rıza Tevfik'le konuşmış.Ve o da kendisine ne söylediyse söylemiş ki, gelip cevaben: "Halis Yahudi, hem de haham!" diye tezkiye etmiş. (s. 212).

...

* Fuat Paşa

Keçecizade Fuat Paşa hem doktor, hem memur, hem ticaret adamı, hem de devlet ihtişamını muhafaza eden bir Tanzimat adamı, hem alafranga hayata en muvaffakiyetle intibak eden bir alafranga adam, hem Sadrazam, hem Hariciye Nazırı, isterse gazel ve tarih yazar, isterse Fransızca espriler söyler, Kanlıca'daki yalısında suareler tertip eder, Beyazıt'taki (sonra Maliye Nezareti olan) konağı Avrupa Nezaretlerine benzerdi.Fuat Paşa zeki, zarif, kudretli, neşeli sözler söyler ve alışılmadık cesaretli hareketlerde bulunurmuş."Lüzumlu olunca asker olup kılıç taşıdığım gibi, yarın lazım olursa Şeyhülislam olup sarık sarmayı da bilirim" dermiş. (s. 95).

Sermet Sami Uysal
Bir Abdülhak Şinasi Hisar Vardı

Bilge Kültür Sanat Yayınları, Şubat-2016

aşk imiş her ne var alemde, abdülhak şinasi hisar, bir abdülhak şinasi hisar vardı, sermet sami uysal


Aşk İmiş Her Ne Var Alemde / Abdülhak Şinasi Hisar

...İkinci Mahmud zamanında Ferruh Efendi'nin Ortaköy'deki yalısında toplanan şiir severler, edebiyatımızın en güzel mısra ve beyitlerini seçip Nevadür'ül Asar adı altında yayınlarlar.Yine bir gün bir araya gelip hazırladıkları antolojinin en güzel mısraını seçerler.Bu, yazarı belli olmayan:

"Bugün şâdım ki yâr ağlar benümçün."

mısraıdır.

...


Bir istiyor insan onu, bir istemiyor, ah!
Sevmek dahi doğmak gibi, ölmek gibi bir şey!

Cenap Şehabettin

...

Seherde bağa geldi seyre canan
Neler seyr eyledi bidâr olanlar!

Esrar Dede

...

Derdimiz canane söylenmiş, deva söylenmemiş,
Macera söylenmiş amma, müddeâ söylenmemiş!

Tayyar Paşa

...

Bezm o bezm, ahbab o ahbab, işret ol işret değil;
Mey o mey, saki o saki, halet o halet değil!

Pertev

...

Meyhane yıkıldı mest ayakta!

Abdülhak Hamid

...

Gönüldendir şikayet, gayrıdan feryadımız yoktur!

Nevi

...

Görmemek yeğdir görüp divane olmaktan seni!

Sabit

...

Görsem seni helak olurum, görmesem helak!

Vasıf-ı Enderuni

...

Biz âleme bir yar için ah itmeğe geldik!

Yenişehirli Avni

...

Bülbüller öter, güller açar, şâd gönül yok.
Biz böyleliğin görmemişiz fasl-ı behârın!

Şeyhülislam Yahya

...

Sende mi hâlâ esir-i zülf-i yâr olmaktasın?
Uslan ey dil, uslan artık, ihtiyar olmaktasın!

Recaizade Ekrem

...

Geldi ammâ neyleyim sensiz behârın şevki yok!

Recaizade Ekrem

...

Kani ol gül gülerek geldiği demler şimdi,
Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz!

Şinasi-i Kadim

...

Seni söyler bana dağlar, dereler!

Recaizade Ekrem

abdülhak şinasi hisar'da mikrop korkusu, bir abdülhak şinasi hisar vardı, sermet sami uysal


Hisar'da Mikrop Korkusu

"Ona göre elle tutulan her şeyde mikrop vardı.Temizlik ve titizlik tutkusunu, benliğini saran bir virüs gibi ölünceye dek taşıdı" diyen Taha Toros, Hisar'daki mikrop korkusunun el sıkmaya kadar vardığını şöyle anlatıyor: "Hisar, pek az kişinin elini sıkardı.Özellikle laubali sohbette bir eli, hele tanımadığı bir kadın elini sıktıktan sonra, karşısındakine hissettirmeksizin, elini cebindeki küçük bir şişede taşıdığı alkolle veya kolonyayla silerdi.Ondaki mikrop korkusu ölüm korkusu ile eşit gibiydi."

...
Markiz'in karşı köşesindeki Lebon Pastahanesi'nde, daha çok olgun yaştaki sanatçılar toplanmaya başlayınca (Gençler hep çiçek Pasajı'ndadır.), Abdülhak Şinasi "nakl-i hane" edip dostlarıyla burayı mekan tutar...(Hisar, temizliğe olan düşkünlüğünü/titizliğini burada da sürdürür...Gelen çay bardağını, kaynar suyla çalkalamadan çayı koydurmaz!..Hatta Süleyman Nazif'le olan çay "latife"si Lebon'da geçer: Yanlarına gelen yeni garsona Süleyman Nazif: "Aman, der, Beyefendi çok titizdir.Önce demliği iyice yıka, sonra içine koyacağın çayı yıka, sonra da demliğe koyacağın suyu iyice yıka!"

Sermet Sami Uysal
Bir Abdülhak Şinasi Hisar Vardı

Bilge Kültür Sanat Yayınları, Şubat-2016

roman kahramanları ve abdülhak şinasi hisar, bir abdülhak şinasi hisar vardı, sermet sami uysal

Roman Kahramanları ve Abdülhak Şinasi

Abdülhak Şinasi: "Bütün yazdıklarım gönlümde kalmış bir takım hatıralardan ibaret gibidir.Ruhumun ahenginden süzülüp yazılarıma geçmedikçe eserlerimin hiçbir iddiası olamaz.Hatta serdedilecek hiçbir sözüm olmaz." diyor.

...
Büyük bir başarıyla çizdiği Ali Nizami Bey, Selahattin Bey adındaki uzak bir akrabasıdır...Ali Nizami Bey'in annesi de gerçek hayattan alınmıştır.

"Çamlıca'daki Eniştemiz"deki Vamık Bey de yakın bir akrabasıdır.




"Fahim Bey ve Biz"deki ünlü kahramanı Fahim Bey, yazarın anlatımıyla "bir baba dostu"dur.

Fakat sonunda kader, Abdülhak Şinasi'ye bir oyun oynar: Ömrünün son yıllarında yazar; geçen zamana direnip kılık kıyafet ve davranış bakımından hep aynı kaldığı için, topluma biraz garip gelen bir "Fahim Bey" durumuna düşer!..Ve onun gibi toplumdan kopuk yaşar!..Hani Gustave Flaubert'e: "Madam Bovary kim?" diye sorulduğunda; "Madam Bovary benim." demiş!...Tıpkı onun gibi, biz de son yıllarına bakınca, rahatlıkla: "Abdülhak Şinasi, Fahim Bey'di" diyebiliriz.


Abdülhak Şinasi'nin roman kahramanlarıyla ilgili olarak Taha Toros da şu açıklamayı yapıyor: "Abdülhak Şinasi Hisar'ın bütün kitaplarındaki tipler, birer hayal mahsulü değil hayattan alınmış, gerçekten yaşamış kişilerdir.Fahim Bey ve Biz kitabındaki kahraman 'Fahim Bey' çevresinde yaşadığı, bir hariciyeci Fatin Bey'dir.Ali Nizami Bey'in Alafrangalığı ve Şeyhliği'ni yazarken, annesinin teyzezadesi ile evli olan, kısa bir müddet hariciye memurluğu yapan İlhami Bey'in adını değiştirmiştir.Konusunu halasının kocasının yaşantısından alan Çamlıca'daki Eniştemiz'in aslı, Çamlıca'daki Deli Eniştemiz iken, nasıl olsa, okuyanlar onun ruh dengesini hemen sezebilecekleri için, kitabın adından "Deli" kelimesini sevimsiz bularak çıkarmıştır."

...
Abdülhak Şinasi, başını Lebon Pastanesi'nin şekerleme dolu vitrinine, sokaktan bakarak geçen yolculara doğru çevirip sanki sokağa söylüyormuş gibi: "Teatral ad koyarak, kitap sürümünü, ancak aşağı tabakadan yazarlar düşünebilir!" der.
...
Roman kahramanlarının üçü de XIX. yy. sonu ve XX. yy. başında varlıklı, refah içinde yaşayan kimselerken, yaşamlarının sonlarına doğru sıkıntıya düşerler; hayatla bağları azalır ve hatta sonunda kopar; üstelik her üçü de sonunda zıvanadan çıkar...Ve yokluk içinde yaşamları son bulur...
---
Abdülhak Şinasi'nin bir özelliği de, o kalabalık yalıda bile kendini "yapayalnız" hissettiğinde bir köşeye çekilerek hayaller kurması, kimi zaman da sessizce akşamın "garipliği"ne sığınmasıdır: "Ta o zamandan beri bu akşam saatlerini kendime bir kurtuluş, bir tatil zamanı gibi duymağa ve iç hayatıma dönerek kendi şiirimi yaşamağa alışmıştım.Ve bütün ömrüm bana büyüklerimden gizlediğim bu esrarı gizlemekteki hakkımı (haklılığımı) gösterdi." (Geçmiş Zaman Köşkleri)
---
Araplar, üst üste gelen felaketleri belirtmek için "Allah, bir taşı atınca ötekini eline alır" derler...Bu atasözü Abdülhak Şinasi'nin hayatında da hükmünü icra eder: 1918'de babasını kaybeder...1922'de, Nigar Hanım'ın yalısında çıkan yangın söndürülemez ve Abdülhak Şinasilerin yalıları da yanar...Bu arada Hisar'ın kitapları ve hazırladığı yazılar da kül olur...
---
Evlenip çoluk çocuğa karışmayan Hisar, tek başına yaşlanan bir insanın yalnızlığını ise "Fahim Bey ve Biz"de şöyle dile getirir: "Yaşlanan, ihtiyarlayan adam, kalabalık içinde hasıl olan yalnızlığını, kendi mahallesinde peyda olan yalnızlığını duymaya başlar.Artık şehirde kimseyi tanımaz olur."
---
Sanki sözcük dağarcığında "sen" yoktu..Hatta muzip bir dostu: "Bizim Abdülhak Şinasi o kadar naziktir ki Paris2teki Seine ("Sen" okunur) nehrine bile "Siz" nehri der." diye bu yanını vurgulamıştı.

Gerçi sohbetlerimiz sırasında "Siz" nehri demezdi ama, bu nehirden söz edeceği zaman: "Hani azizim, Paris'i ikiye ayıran nehir var ya..." der; kendisini rahatlatmak için "Seine nehri" dediğimde: "işte o nehrin sol kıyısındaki Quartier Latin semtinde öğrencilik yıllarım geçti." diye sözlerini sürdürürdü.


...

Kimseye 'bey' veya 'beyefendi'siz hitap etmezdi.Hatta küçük kardeşi Selim Nüzhet'e bile 'Selim Bey' derdi.
---
Abdülhak Şinasi, evlenmeyi daha yirmi yaşına basmadan, Paris'ten Hamdullah Suphi'ye gönderdiği mektupta, önce sağlık durumuyla ilgili: "Bütün hayatım böyle geçecek...Biliyorum ki çok zayıfım, eğer arızasız, dış etkilerden korunmuş sakin bir yaşantıya kavuşursam bile, bunun çok uzun olmayacağını sanıyorum!" dedikten sonra söz evlilik üzerine getirip şunları söylüyor: "Evvela asla evlenmeyeceğim!Hiçbir kadını bütün hayatıma ortak edecek kadar sevmeyeceğimden korkuyorum.Aile hayatının, insanlara mutluluk verdiği görüşüne asla inanamıyorum!Kavgalar, zaman zaman aşkın maddi yönleri, ara sıra mutlu istisnalar; büyük bir akılsızlık, dehşetli bir hissizlik, birbirini bazan aldatmalar, bugün sürdürülen bazı aile yuvalarının işitilmiş örneklerindendir.Ortada bağlayıcı unsur, hastalıkların ilacı olan, aşk kalıyor.Bu ilaç yalnız içilirken bir saadet iksiri oluyor.İstanbul'dayken, aşka inanırdım.Şimdi de inanıyorum.Fakat şu farkla ki, İstanbul'dayken daha az inandığım rastlantı ve istisna sandığım başka bir şeye, burada daha çok inanıyorum ki, o da yalnız dostluktur."

O sıralarda en sevdiği dostu ise Hamdullah Suphi'dir...Bunu, ona gönderdiği mektupta şöyle açıklıyor: "Sana şunu haykırmak ve ilan etmek istiyorum ki, seni benim sevdiğim kadar kimse sevemez."


...

Biraz daha yaşlanınca; belki de daha hoşgörülü olduğundan, evde her işini gören kavruk bir Anadolu delikanlısı olan uşağı Sabri'ye daha muhtaç duruma düşüp çaresiz kaldığından (tıpkı Yahya Kemal gibi; ya da evlenmemiş bütün çocuksuz kimseler gibi; değil evde çocuğa, hatta gittiği yerlerde çocuk sesine bile tahammül edemeyen Abdülhak Şinasi; darlığından/küçüklüğünden hep şikayet ettiği, yakındığı yeni dairesine; uşağının, köyden karısıyla birlikte küçük çocuğunu da getirip yerleştirmesine ses çıkarmamış; hatta küçük çocuğunu tıkış tıkış eşya arasında paytak paytak dolaşışını, üstelik dudaklarına tatlı bir tebessümle izlemeye bile başlamıştı!...

Artık ünlü kahramanı "Fahim Bey" gibi hayattan hayli kopuk yaşıyor; ara sıra da yine evin darlığından yakındığında, bir gün kendisini bir parça teselli etmiş olmak için:


-Üstadım, kapıcınızın beş altı çocuğu ile bodrum katında, tek odada yaşadığını düşününce, sizin halinize bin kere şükretmeniz gerekmez mi? dediğimde, büyük bir hayretle:


-Azizim, beş çocuğu ile bir aile tek odada nasıl yaşar? diye sormuştu.


Bunun üzerine, vaktiyle evimin çatı katında beş çocuğu ile barınan yoksul ama "bilge" karamela satıcısının, aynı soruyu sorduğumda, bana verdiği cevabı tekrarladım:


-Gönlün sığdığı yere her şey sığar üstadım!...


...

"Vaktiyle Flaubert'e: "Madame Bovary kimdir?" diye sorulunca: "Madame Bovary benim." demiş...Ben de Fahim Bey, Ali Nizami Bey ve hatta Çamlıca'daki Eniştemiz için de "benim" diyebilirim...Fakat bunlar hayatımda görmüş olduğum adamlardır.Bunları hikaye şeklinde anlatırken, isimlerini, hatta hayatlarının bazı kısımlarını, hatta yaşadıkları mahalleleri istediğim şekilde değiştirmişimdir.Ben hikaye yazdım, tarihi hatıra yazmadım.İkisinin arasında büyük fark vardır."

...

"Evvelce hiç tanımadığım ve isminden maada kendisinden bahsedildiğini hiç işitmediğim bir zat: "Ben Fahim Bey'im...Vak'a benim başımdan geçen vak'a; fikirler, benim fikirlerim, hatta bir rüyadan bahsediliyor ki onu bile ben görmüştüm.Muhakkak; ama kim bunları anlatmış ve o da yazabilmiş?" dermiş.Senelerden sonra bu zat ile konuşarak görüşebildim.Benim bu eski personajım şimdi yeni bir dostum oldu."

Sermet Sami Uysal
Bir Abdülhak Şinasi Hisar Vardı

Bilge Kültür Sanat Yayınları, Şubat-2016

marcel proust ve abdülhak şinasi hisar, bir abdülhak şinasi hisar vardı, sermet sami uysal

Marcel Proust ve Abdülhak Şinasi Hisar

...Bir sömestr boyunca, bu ünlü Fransız yazarının cümle yapısındaki özellikleri eserlerinden örnekler vererek belirtmeye çalışmıştı...Kimi derslerinde, bu Fransız yazarının, uzun, hatta çok uzun cümlelerini, bütün süslerinden ve yan cümleciklerinden soyarak "çırılçıplak" bakmamızı ister ve o zaman biz öğrenciler hayretle görürdük ki Proust'a Fransız edebiyatında çok özel bir yer kazandıran o cümlelerin büyüsü uçup gitmiş; hepsi de sıradan, kısacık cümlelere dönüşmüş!


Proust'ta olduğu gibi, Abdülhak Şinasi'de de, edebiyatımızda bir benzeri olmayan üslubunu oluşturan cümlelerdeki, son derece dikkatle seçilip yerli yerine yerleştirilmiş sözcüklerle örülü uzun, hatta kimi zaman da hayli uzun cümleler dikkatimizi çeker...Fakat Hisar'ın, yapısal yönden cümlelerine bakıldığında, Proust'unkinden çok büyük bir ayrılık görülür: Proust'ta, dalgalar halinde gelen yan cümlelerin çokluğu, kimi zaman okuyucuyu yorar ve hatta sıkar...Oysa Hisar, bir kimseyi, bir nesneyi ya da doğa güzelliklerini anlatabilmek için, dilin şiirini oluşturan "yarım kafiyeli" anlamdaş ve yakın anlamlı sözcükleri, daha çok da sıfatları ard-arda sıralar...Bu yüzden de Abdülhak Şinasi'nin cümlelerinden, büyük bir hünerle yerleştirdiği o sıfatlar çıkarıldığında, üslubundaki şiir kaybolur ve musiki susar!

...
Abdülhak Şinasi'nin Proust'u çok sevdiği ise bilinen bir gerçektir...Zaten eserlerinde, yeri geldikçe Maurice Barres'le birlikte Proust'a duyduğu hayranlığı sık sık dile getirir.

Nitekim Abdülhak Şinasi, Boğaziçi'ndeki yalılardan söz ederken, Kanlıca'da bulunan yengesinin büyük yalısının üst kattaki "Havuzlu Oda"sında duyup düşündüklerini anlattığı sırada beğendiği ve etkisinde kaldığı Fransız yazarları da şöyle sıralar: "Bu oda içinde daha mevcudiyetlerini iyi bilmediğim, çocuk ruhuma eğilip baktığım  zamanlar yumuşak yüzlerini yeni seçtiğim hislerime bir beşik oluyor, daha kendimi tanımadan içimde duyduğum hisleri, istekleri, sevgileri sallıyor, besteliyor, besliyor, büyütüyordu." (Boğaziçi Yalıları) dedikten sonra, bu odanın üstündeki çok derin etkisini: "Burada, çekilen çubukların verdiklerine benzer bir rüya ve hülya hali vardı.Ben burada güya esrarlı bir çubuk içmiş gibi oluyor, sükut, şiir ve istiğna afyonlarını yutmuş gibi oluyordum." diye sözlerini sürdürüp daha sonra etkisinde kaldığı sevdiği yazarlara geliyordu: "Çok sonraları en sevdiğim Fransız nasirlerine ki en büyük Fransız şairleridir, Chateaubriand, Barres, Proust gibi üstadların en vecid verici sahifelerinde hep bu kapıları harice kapanmış, kendi hülyasının zevkine varan alemi, hep bu kendi ahengiyle dolan gönlünü, kendi şiirini yaşamakla haz bulan tabiatı, fıtratı bulacaktım.Demek bu oda bana ilk bir üstad gibi tesir etmişti."


"Edebiyatta hiç kimseye benzememek bir gayedir...Lakin bunun da hiçbir şeye benzememek gibi bir tehlikesi var!"

Sermet Sami Uysal
Bir Abdülhak Şinasi Hisar Vardı
Bilge Kültür Sanat Yayınları, Şubat-2016