roman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
roman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ekim 2024 Çarşamba

Beş Sevim Apartmanı - Rüya Tabirli Cinperi Yalanları - Mine Söğüt


...

Sanki yaşlı bir ruh taşırdı içinde.Sanki birkaç kez ölmüş de dirilmiş gibi, ölümlerden yaşlanmaya fırsat kalmamış gibi...

Üçüncü katın kahverengi perdeli penceresinde, devamlı tırnaklarını yiyen bir adam görünürdü öğle saatlerinde.Endişe içinde kemirdiği tırnaklarını, şiddetli bir tükürükle ağzından dışarı fırlatırdı.Dişlerin arasından hışımla kurtulan tırnaklar, tükürükle birlikte cama yapışırdı.Adamın ağzının alt tarafına denk gelen cam o yüzden zamanla berraklığını tamamen yitirmiş, üzerini kaplayan ince tırnak zerreleriyle buzlu bir cama dönüşmüştü.

...

Samimi'nin her şeyden önce ismi komikti.Küçükler ona bu ismin, Atatürk'ün silah arkadaşlarından büyük babası Miralay Samimi Hakkı Bey'den miras kaldığını bilseler, kaç yazardı.Küçüklerin o acımasız dünyasında boyalı kuş olmak, alayı hak etmek için yeterliydi.Samimi de rengarenk, alacalı bir kuştu.

...

Samimi'ye yıllar boyu susmasını ve rüyalarda gönlünce oynamasını onlar öğütlediler.

Sustuğu için, kimseyle arkadaş olamadı Samimi.Kimseyle arkadaş olamadığı için, devamlı ders çalıştı.Devamlı ders çalıştığı için, sınıfın hep en iyi öğrencisi oldu.Sınıfın hep en iyi öğrencisi olduğu için, arkadaşları ondan nefret ettiler.Arkadaşları ondan nefret ettiği için, zaten hayata küs olan Samimi onlara iyice kinlendi ama cinlerle perilerin sözünden hiç çıkmadı.Suskunluğu, dikenli bir top gibi avucunun içinde sakladı.Avucundan sızan kanları, gizli köşelerde yaladı.

...

Kara kara adamlar beyaz damlara çıktılar
Beyaz damları karaya boyadılar.

...

Eğer insan cine inanmazsa, cin yoktur.İnancın olmadığı yerde hiçbir şey yoktur.İnanç sarsılmasın diye mahremiyet esastır.

...

Annemin cadı tırnaklı ayak parmakları vardı.Annem kötülüklerini ayak parmaklarında saklardı.O tırnakları bir gün gözüme batacak diye çok korkardım.Ama gözlerimi o ayaklara bakmaktan alamazdım.

Babamın ayaklarını hiç çıplak görmedim.Evde de, sokakta olduğu gibi hep o lanet olası demir ökçeli ayakkabılarıyla dolanırdı.Sanki yatarken bile onları çıkartmazdı.Tekme atmayı severdi.Yerdeki teneke kutulara, çocukların ayaklarından kaçıp onun ayaklarına çarpan toplara, güneşli köşelerde mırıl mırıl uyuyan kedilere, oyun için sevinçle ayağının dibinde dört dönen köpek yavrularına, koridorda kayıp ha bire ayağına dolaşan kilimlere, kahvede okey oynadığı arkadaşlarına, okey masasına, ona yan bakana, kapısını o binemeden kapayan otobüse, kapıyı geç açan anneme, yatakta başına geleceklerden habersiz uyuyan bana...tekme atmayı severdi.O yüzden demir ökçeli, her daim boyalı o rugan ayakkabıları ayağından hiç çıkarmazdı.

...

Şeytan, insanların kanının dolaştığı yerde dolaşır.

...

Kardeşim beğenile beğenile, ben unutula unutula büyüdüm.

Kadeşimi övgülerle suladılar, beni yergilerle kuruttular.
O konuştu ben sustum.
O yürüdü ben oturdum.
O iyi kalpli oldu ben kötü.
O prensesti ben büyücü.

...

Ölen, evin direği değil, kamburuydu.O yüzden Haydar'ın hayatından böyle aniden çekip gitmesine Kader hiç üzülmedi.Zaten temizliğe gidip eve para getiren oydu, çocuğa bakan, yemek pişiren ve dayak yiyen de.En azından artık evin bütçesinde içki parasıyla delikler açılmayacak, gece yarısı tekme tokat yataktan kaldırılıp dayak yemeyecekti.

...

Mine Söğüt
Beş Sevim Apartmanı
Rüya Tabirli Cinperi Yalanları

29 Ekim 2024 Salı

İsrael Potter - Sürgünde Elli Yıl - Herman Melville


...

Housatonic Nehri, yamaçlardan yansıyan gün ışığında yıkanan göz alıcı çayırlar arasından, sudan labirenti içinde kıvrım kıvrım yoluna devam eder.Bu mevsimde etrafınızdaki her şeyin güzelliği, yolun yalnızlığını doldurur.Bu civarı bundan daha kalabalık halde göremezdiniz.Tüm duyulaınızla bu güzelliği kana kana içerken, canınız doğadan başka yoldaş arzulamaz.

...

Ormanda bir inziva, insanlardan kaçan bir dar kafalının sığınağıdır; okyanusun üzerinde bir hamak ise dara düşmüş bir cömert yüreklinin barınağı.Okyanus doğanın hüzün ve trajedisiyle dolup taşar; dehşetin o engin sularında insanın kendi kederi, bir zerre gibi yitip gider.

...

Gelgelelim, güvercin nezaketinden nasibini fazlasıyla almış olan Israel, yılanın bilgeliğinden de yoksun değildir.*

*İncil, Matta 10:16: "İşte, sizi koyunlar gibi kurtların arasına gönderiyorum.Yılan gibi zeki, güvercin gibi saf olsun."

...

Amerika'nın yabani topraklarında yaşayan hiçbir vahşi hayvan bir ateş gördüğünde, kaçak Israel'in o dönemde bir kızıl ceketli karşısında duyduğu kadar büyük bir korkuya kapılamazdı.

...

Sefalet, ister masumiyetten kaynaklansın isterse suçtan, neden olduğu en kötü sonuç istisnasız bütün insanlara güvensizlik duymaktır.Hiç şüphe duymamak kimi zaman insana akılsızlıktan daha fazla zarar verir gerçi ama çok fazla şüphe de kıt akıl kadar kötüdür.

...

Küçük kitapçığı rastgele açan Israel'in karşısına şu paragraf çıktı: yüksek sesle okudu:

"O halde daha iyi günleri dilemek ve umut etmek ne anlama gelir?Eğer harekete geçersek içinde bulunduğumuz zamanı daha iyi hale getirebiliriz.Çalışkanlık, dileklere bel bağlamaz, oysa umutla yaşayan açlıktan ölür, der Yoksul Richard.Acıya katlanmadan hiçbir şey elde edilmez.Öyleyse kollarıma kuvvet, çünkü benim toprağım yok, der Yoksul Richard."

'Hay başlarım böyle bilgeliğe!Benim gibi bir adama bilgelikten bahsedeceğine hakaret et daha iyi.Bilgeliğin bini bir para, pahalı olan servet.Yoksul Richard'da bu yazmıyor, ama yazmalıydı' diye bitirdi Israel, kitapçığı birden yere çalarak.

...

Böyle işe daldıkları sırada aniden, sanki güneş tutulmuşçasına, bir gölgenin hızla güverteyi kapladığı görüldü; tahtaların birleşim yeri gibi keskin bir çizgi üzerinden ilerliyordu.Önüne çıkan çıkan her şeyi kendine katıyordu.Juan Fernandez'i andıran Ailsa Kayası^nın muazzam gölgesiydi bu.Ranger, Grampianların bu denizaltı kolunun yüce zirvesini çepeçevre saran ve eteklerine kadar sokulan derin sulardaydı.

Çevresinin uzunluğu bir milden fazla olan kaya, bin fitin üzerinde yükseklikte, Ayrshire kıyısının 8 mil açığındadır.Öksüz bir çocuk kadar yalnız, Keops gibi kibirli konisi, orada öylece yükselir.Gelgelelim mağrur zirvesi, Gath Devi'nin delik deşik beyni gibi, viran bir kale ile taçlandırılmıştır.Havai bir sis, avare hayaletler gibi kalenin kemerleri altından bir girip bir çıkarak anaorlar yaratmakta, saltanatını yitirmiş de olsa yüce fikirlerden başkasıyla iştigal etmeyen  harap bir dehanın ruhunu sıkıştırmaktadır.

...

Adamlar bütün gece fırınların ağzında oturup ateşi besliyorlardı.Kapkara bir duman -çektikleri çilenin dumanı- bacalardan yükseliyordu.

...

Fakat gerek olayların şiddeti gerekse kahramanın yalnızlığı başından geçen bu deneyimleri fazlasıyla kasvetli kılıyor.En iyisi bunlardan uzun uzadıya bahsetmemek.Zira umudun yokluğunda çekilen derin acı mazlum için ne derece dayanılmaz ise, bu acının tasviri de, ona denk bir avuntunun yokluğunda, dinleyenler açısından bir o kadar katlanılmaz olacaktır.En karamsar ve doğru sözlü tiyatro yazarı bile, alt sınıftan, alelade kişilerin başlarından geçen badireleri, ne kadar olağandışı olursa olsun, pek nadir konu edinir; hele de bir garibanınkileri, hiç.Bilir ki, içinde kralın uzandığı, mateme bürünmüş saraya binlerce meraklı akın edecektir, oysa içinde bir dilencinin kuru bir tahta üstüne uzanmış cesedinin pişmiş kelle gibi sırıttığı gecekondu pek az kişiyi cezbeder.

...

Doğduğu köyün dağlarındaki en yaşlı meşenin devrildiği gün öldü.

...

Herman Melville
Israel Potter
Sürgünde Elli Yıl
Çeviren: Ayşe Deniz Temiz
İletişim Yayınları

23 Ekim 2024 Çarşamba

Oralı Olmamak - Murat Yalçın

...

Bitirme ödevi için Spielberg'ün Hook filmini izliyordu, şu ünlü Kaptan Hook yani.Peter Pan diyordu ki, "İlk bebek ilk defa güldüğü zaman bu gülüşü kırılıp bin parça olmuş, her bir parçası bir yana saçılıp gitmiş, işte, perilerin doğuşu böyle olmuş...Ne zaman bir çocuk 'perilere inanmıyorum' derse, bir yerlerde bir peri düşer, ölür kalır."

...

Kalaylı bir tas gibi parlaktı hava...Tarihsel yapı kalıntılarının, harabelerin arasında tahta, teneke, paçavrayla derme çatma sıralanmış barakaların önünde yağmur göletleri.Çocuklar çamurlu alanın ortasında, dünyada olup bitenlere arkasını dönmüş, kağıt gemilerini yarıştırıyor mutlulukla.Öbürlerinden irice yapılılar, kendi aralarında belli ki ergen dedikodularına dalmışlar.

Gümüş rengi gömleğinin düğmelerini iliklerken, annesinin akşam söylediklerinin acısı çöktü.Ona veremediği karşılıklar sabaha dek artmıştı.Yüreğinin bir köşesine, söylenmemiş sözler birikmişti.

Anne bak, bizim ağacın kuşları dökülüyor.
Gazel onlar, sonbahar yaprakları, hiç sevmem.
Neden sevmezsin?
Kardeşimi öldürdü o yapraklar.Yaşasaydı, bir teyzen daha olacaktı.
Ne oldu teyzeme?
Sonbaharda boğuldu.
Nasıl sonbaharda anne, su mu sonbahar?
Dalga geçme.Sudan beter.Bahçede gezerken göle düştü.Dutlukta bahçe suladığımız bir gölet vardı.Yemyeşildi.Yosun kaplı, derin bir göldü.Üstü güz yapraklarıyla kaplanınca anlayamamış zavallı.Ne bilsin! Yaprakların arasında kaybolmuş...
Saklambaç oynarken, gölün kenarındaki kalın ağacın arkasına geçmek istemiş.Ortaya çıkmayınca çocuklar oyunu kesmiş.Eve haber vermişler.Cesedini sırıkla çekmişler.Dut mevsiminde dalları eğmeye yarayan ucu kancalı sırıkla...
İşte o gün bu gündür, Azrail'i tırpanıyla gösteren resimler bana hep o sırığı anımsatır.
Azrail'in tırpanı mı var anne, çiftçi miymiş?
Öyle resmedilir kızım, efsaneler öyle anlatır.İnsanları ot gibi biçer.
İyi ki bizim ağacın dibinde göl yok.Olsaydı ben de düşerdim herhalde.
Niye düşesin?Kabahat büyüklerde.Göletin çevresi çitle çevrilir.
Çit ne?
Vapurların küpeştesi gibi düşün.Bir engel, çepeçevre bir korkuluk konur.Çalıyla çevirmişler sonra.İş işten geçtikten sonra...
Çalı da batar ama?
İyi ya! Çocukları, hayvanları, dalgınları korur çalı.Akıllı insan çalıya, ateşe, suya uzak durur.

...

"Biz babanla zıt karakterlerdik, bunu avantaja çevirdik..." Sarp'ın anlamakta zorlanacağını düşünerek, "Bak sana şöyle anlatayım," dedi."Mesela, benim kahramanlarım Teksas, Tommiks, Zagor, Tom Braks, Zembla'ydı.Ağabeyim gibi içli, ağlak romanlarla içimi ezmedim.Ona, 'Oğlum, senin en büyük olayın, çocuklukta Kemalettin Tuğcu'ya tutulman olmuştur' dedim.Şimdi ne diyorsunuz, loser mi, öyle bir şey...'Çocuk Esirgeme Kurumu, Darülaceze gibi adamsın, iş dünyasında hiç tutmaz bu karakter,' dedim ona bir defa.Hiç itiraz etmezdi ama güzel şakaya vururdu.'Tamam işte' dedi, 'seni niye ortak ettik işe?Bunun için.Benim yetmediğim, ezildiğim yerde Süpermen ol diye...' Anlayacağın Sarp'çım, aile içinde o Yufka Yürek, ben Cesur Yürek'tim..."

...

Pelin'in sevgisine acıma duygusu karışıyordu.Buğra, "ikinci sınıf aşk" diyordu buna.Yerli yersiz bozuşmalarının nedeni Buğra'nın isyanlarıydı.

Son ayrılıklarına, Beşiktaş'taki Kadıköy İskelesi'nin önünde uyuklayan yaşlı bir sokak köpeği gözucuyla tanık olmuştu.Buğra, "Aşkına sınıf atlatırsan belki tekrar görüşürüz," diyerek, Pelin'in omuzuna bir yabancı gibi dokunmuştu.Kederli adımlarla turnikeden geçip iskelenin kalabalığına karışmıştı.Köpek başını kaldırıp Pelin'le göz göze gelmiş ve Pelin'e sanki açıkça, "Şimdi ne yapacaksın?" sorusunu sormuştu.Üstelik, kuyruğunu kıvırıp sanki koca bir soru işareti de iliştirmişti cümlesinin sonuna.

...

Ablasının önerisiyle birkaç ay önce izleyip etkisinden çıkamadığı Pal Sokağı Çocukları filmini düşündü.Yaşadıklarını bu filmdeki olaylarla karşılaştırıyordu.Okuldan ayrılırken de, töhmet altında bırakıldığı için, Macun Toplayanlar Derneği'nin karar defterine adı küçük harflerle yazılan Nemecsek'e benzetmişti kendini.

...

"Disiplin cezasıyla okuldan uzaklaştırılınca sınıfta kalmış, o zamanlar beklemeye ayrılmak vardı.Dedesinin yanına gitmiş.Bütün bir yazı Aksöğüt'te geçirmiş." Saçlarını iki eliyle arkaya doğru sıvazlayıp kauçuğun tepe yapraklarına baktı."İlk zamanlarımızda kaç defa anlatmıştı başından geçenleri...Anneannesinin köyünde bunalıma girdiğini..."

"Nasıl? Babam psikoloğa mı gitmiş?

"Yok oğlum, ne psikoloğu...Ergen çocuk, yalnızlıktan krize girmiş! Sen, her bunalıma giren psikoloğa mı gidiyor sanıyorsun?"

"Ne bileyim, Gülin gidiyormuş işte..."

"O başka, onunki ancak terapiyle düzelecek bir davranış bozukluğu."

"Diş teli takmak gibi mi?"

"Sen de her şeyi Gülin'in üstünden açıklamaya kalkıyorsun oğlum.Kızın dişleri doğuştan çarpıkmış, ortodonti tedavisi görmüş, uzun süre tel takmıştı.Bununla ne alakası var..."

"Bence var, ikisinde de bir yamukluğu düzeltiyorlar işte..."

...

"Pal Sokağı filmini şimdi bir daha izlerim mesela..."

"İyi ki ablanın zoruyla izledin.Kitabını da okusan keşke.Bizim kahramanlarımız Oliver Twist, Tom Sawyer, Nemecsek ve Kodin'di..."

"Bir tek Kodin'i hiç duymadım."

"O da iyidir.Bulup okursun, merak ediyorsan.Bunlar hâlâ okunuyor mu? Keşke okunsa.Toplumsal gerçekleri anlatan romanlar demode sayılıyor artık, varsa yoksa başka dünyalar, fantastik serüvenler."

...

"İşin aslı neyse, ortaya çıkana kadar mücadele ederdim.Ama işte amcan öyle bir adam değil, baban da onun gibiydi.Kimseyle karşı karşıya gelmek istemezdi.Mücadeleden kaçınırdı.Bunu da gurur, onur meselesi yaparak açıklardı.'Kimsenin fikrini değiştiremem' der, arkasını dönerek sorunları halletmiş olurdu.Ne pahasına! Hiç yere bedel ödeyerek...Haksızlığa uğramayı nasıl gururuna yediriyorsun peki? Hıh..."

...

Bazen dedemlerle aramızda garip bir sessizlik başlar, uzadıkça uzardı.Birlikte bir yağmurun, ıslak bahçedeki bir kuşun ağaçtaki sesine kulak vermişiz de, susmuş onu dinliyoruz sanılırdı.Sessizliğin yağmur olduğuna inanırım o gün bugündür.

...

Babasının bir öğretmen edasıyla konuşması çok hoşuna gitmişti Sarp'ın.Annesine bir kez, "Bu kitabı anlayamadım, zor şeyler var, okumayacağım," demişti.Annesi de, "Bir kitapta her şeyi anlaman, bilmen gerekmiyor.Okumuş olmak için okursun bazı yerlerini de.Sen hayatta her şeyi biliyor musun, bilmiyorsun ama yaşamaya devam ediyorsun.Hepimiz öyle yapıyoruz.Bazı şeyleri bilmeden biliriz.Aradan yıllar geçince anlıyoruz yaşananları.Okumak da öyle bir şey işte," demişti.

...

Murat Yalçın
Oralı Olmamak

11 Mayıs 2024 Cumartesi

Eğer Ben Kâbil İsem - Emre Taş



...

Karadonlu Kel Müftü ne iş görür? Fetva soran ona sorsun, o yazarsa tavsiye, ben yazarsam hüküm olur! Ama anlayış ne arar bu alem halkında?Kalkıp vardık, kandil yakıp, gözlüğü burun ucuna getirip okuduk...

...

"İmam olsan yılda yetmiş pare çocuğun olur, böyle her kapıya konanı almakla" 

...

Fetva mektubunun sahibine duyduğum öfke sonradan yerini büyük elemlere bıraktı.Gökten yağanı yer kabul etmez mi? Başa gelen ekilir elbet.Hasbinallahü ve nime'l vekil.

...

"Oldu olacak kırıldı nacak"

...

Şiir-i münasip

Yiyenler bağ-ı hikmetten yemişler
Vaktinde kaçmak erliktir demişler

Onu kızıma bir sineğin tek kanat çırpışı kadar bir vakitten uzunca bakarken görsem, vallahi papucu eline verirdim, billahi alimin kılıcı yok demez sivri kamışı gözüne değdirdim.Neyse ki öyle bir edepsizlik edemezdi, Sevindik oğluydu.

...

Üç hafta sonra Ali Bey'e Kamburlu Dağ eteğine gelesin diye rica yolladım.Vardı geldi.Kar yücelerden kalkmamıştı, rüzgar Yezid nefesi.Yine de güneş sipahisi, piyade toprağın pamuk kalkanını şuleden mızrağıyla deliyordu.

...

"Ay görmüşün yıldıza minneti yok."

...

Zülfü sevdavi mizaçtır, teni soğuktur.Vücudunda safrası bol olduğundan derisi solgun, bedeni ince, kemikleri ağır, gözü uykusuzdur.Başı kederli, yüreği bunlu, ince fikirli ve maziye düşkündür.Gözlerinde remed denen kara perde illeti çıkmıştır, daim şişer kapakları, kızarır, ışığa çok bakamaz.Bu yüzden anası, gözlerine rüşena sürmesi çekip gül suyu damlatır, inciğine hacamat yaptırır.Amcazadelerinin kendisiyle "sürmeli" diye eğlenmesine pek bozulur, onları hiç sevmemesinin sebeplerinden biri de budur, dediğine göre.Anası onun soğuk mizaçlı olduğunu bilip vücudu ısınsın diye aşına bol zahter, karanfil ve kimyon katar; erişte aşı, koyun etli, dere otlu nohut ve yumurta lokması gibi sıcak yapılı şeyler yedirir.Yazları çok bunalan bu oğlan ağzında reyhan çevirmeyi iptilaya dökmüştür.Mahkememize geldiğinde dahi ağzı taze reyhan kokardı.Hâlâ ondan bahsederken burnunun ucuna rayihası gelir.

...

Bir an evvel akın eri olma talebi babasının "daha toysun" demesi ve kalkanla yüzüne vurup onu yere yıktıktan sonra "bilemedin hamleyi" deyip bozması ile savsaklanmıştır.Ezan-ı Muhammedi kulağına okuduktan sonra üç kere "Zülfikâr, Zülfikâr, Zülfikâr," demelerine rağmen köye yazıcı geldiğinde deftere namını Zülfü diye yazdırdılar, kıvırcık saçlarından sebep.Bu dahi onun yüreğine gam gussa olmuştur, "Yüce görklü sanımız var iken bir köçek ismiyle defter ettiler," diye.Kanı deli aktığında ve beli suyu dışarı vardığında bir gönül muhabbeti kuramamış bakir oğlandır.Olanca ömrünü anası Miru Hatun'un yüzünü güldürmeye adadığını söyler.

...

Allah her anaya böyle oğul versin, bir tek akıbet benzemesin.

...

Ortalık ılık toprak kokusu, yağmur sonrası, kanatsız bütün hayvanatın nereye varsa kalır izi.

...

Zülfü delikanlı olduğunda, hiç değilse bir canı alacak kadar kudrete ermişti.Ormanlarda tavşanlar, sülünler, hınzır yavruları tuzaklıyor, boyunlarını kırmaya, hançeriyle boğazlamaya, elleri arasına alıp boğmaya yelteniyor, yapamıyordu."Onlar nefretimi celbetmediler, hayatıma kahır salmadılar, nasıl kıyam?" derdi.Anca kendine kıyan birine kıyacağını sezerdi.

...

"Büyük vuruş yaptık," diye atladı Koparan Bey kardaşının sözünün peşine."Derin yaralar aldık, upuzun yollar teptik, ağzımız kan yutmaktan , boğazımız kan kusmaktan ne dediğini bilmez, kulağımız tüfenk patlamasından uğuldar halen, işittiğine idrak yetirmez.Zülfüyare dokunduk, bizi bağışlayın, yurdumuza varıp küffar ile gazaya devam edelim," dedi.

...

"Onlar barışır görüşür ağam, olan gene biz kenarın erenine olur.Elim kurusun bir daha Osmanoğlu uğrunda kılıç sallarsam.El yahşi biz yaman, el buğday biz saman."

...

Anlattığına göre Zülfü, Memi'nin ayaktaşlarını sevmezdi.Amcası oğlanları bön, kaz kafalı ve hürmetsiz idiler.Sadece burunlarının ve aletlerinin dikine giden hüdü südü bilmez hoppa zirzop delikanlılardı.Öyle ya babaları Koparan bile "Dünyada saadet heman yiyip içmek, osurup sıçmak," derdi.Allah ıslah eyleye.

Zülfü, Memi ile dövüşmeden konuşabildiği anlardan birinde ona şu meseli anlatmıştı: Bir gün birtakım adamlar yolda yürürlermiş.İçlerinden biri sokak kenarında bir yığın insan necaseti görmüş ve yarenlerini bırakıp oradan kaçmış.Sonra arkadaşları kaçanı bulmuşlar."Neden öyle ettin?" diye sual etmişler.O da "Geçtiğimiz yerdeki bok ile lakırdı ettim," demiş."Bana dedi ki: 'ben yetmiş yedi temiz gıdadan ve seksen sekiz yarar eczadan oldum, yanında gezdiğin o ademler ile biraz hemhal olunca bu hale konuldum.'"

...

Mohaç'tan Yüce Yaradan'ın bahşettiği aferle döndüler.Ali Bey ve Koparan Bey iyice tazeliklerini yitirmişlerdi.Ahir ömürlerinde ellerindeki uc köyü Sevindik, bu yeni fetihle birlikte tali ve önemsiz bir köye dönüşüverdi.Cenkte, damadımız Sancak Beyi Gedik İsa Bey'in emirlerine Ali gibi küskün akıncılar tarafından pek kulak asılmamış, erenler bildikleri gibi at oynatmış ve utkular elde etmişlerdi.Buyruklarına itaat edilmediğine öfkelenen Gedik Bey, sonuç muvaffakiyet olunca Sultan Süleyman efendimiz hazretlerinin -Tanrı saltanatını ve ömrünü ziyade eylesin- huzuruna koşmuşi ipek hilatler kuşanmıştı.Bizim at cambazları da bir araba parelenmiş Üngürüs miğfeleri, paslı zırhlar ve Nuh nebiden kalma köhne tüfenklerle döndüler, eritip kapı menteşesi, kazan kulbu, at üzengisi yaptılar.Ali Bey yedi kat öküz derili kalkanın kırk pare küffar okunu nasıl havada yakaladığını anlatmış, ok gövdelerinden birini Memi'ye hediye etmişti.Zülfü artık Memi urunu kesip atmak gerektiğini derinden hissetti.Miru ise iyiden iyiye cansızlaşmış idi.

...

"Kılıç dahi apak sayılmaz.Cebrail eliyle Şit peygambere indirildiğinde dümdüz idi, kadimde kardaş kanı döktüğünden beri eğri dövülür, derler" dedi Zülfü."Tüfengin ise caniliği yok.Sadece bir kancayı çekersin.Yay gibi katı güç istemez, kılıç ve kargı gibi vahşiyane amel talep etmez."

...

"Zor ile cimanın neticesi ahmak evlat derler."

...

Birbirlerine bakındı aşağıdakiler."Sen kimsin ki Hacı Bektaş köçeğine kanlı olasın bre teres?Sırtımızı unlu gördün de değirmenci yamağı mı sandın?Birimize ne olursa cümlemizedir.Senin kanının güdecek baban, kardaşın, belki evladın vardır.Biz ise kırk bin yol kardaşıyız, kan güderiz."

...

Zülfü sarsıldı ise de dengeyi buldu, kılıcı doğrulttu."Gitmezim, vallahi de billahi de geri dönmek bilmezim.Ya sen ya ben, ya herru ya merru!" Pusatı ne yana tutacağını bilemiyor, eli ayağı titriyor."Hamle kafirin, de haydi."

Demesiyle tekmeyi yemesi bir oldu.Adam, üç basamak merdivenden Zülfü'nün kaburgasına tepik çalıp yiğidi kılıç topuz çekmeden sırt üstü yere yıktı.Garibin nefesi kesilip tekrar açıldığında bu kez Dragan, yiğidin o sancılı kaburgasına oturdu.Vurdu babam vurdu, pazının zekatını sundu.Yiğidin yüzünde kırılmadık kemik komadı, kaşını açtı, gözünü şişirdi, burnunu yamulttu, elmacık kemiklerini kara kara etti, dayağı su etti içirdi, ağzını yüzünü abdal çarığına çevirdi.

...

"Molla Nasreddin," diye söze girdi Pekmezci Dede oğlanı."Bir gün bir çeşme görmüş, bakmış ki lülesine tahta tıkamışlar, akamaz.Acımış çeşmenin sancısına, çıkarmış tahtayı, su püskürmüş suratına, sırsıklam olmuş bu defa.Kızmış çeşmeye: Daima eylemesen halkla kavga, götüne sokmaz idi kimse tıpa..Hülasa, senin de damarını tıkamışlar ise bir iş etmişsindir dünya üzerinde bir kula.Çıkarma kendini şimdi sütten çıkmış ak kaşığa.Öç öçtür nihayet.Yol göster sen bana, ben de sana.Kazanırsan dost kazan düşmanı anan da doğurur ey ağa."

...

Bu çocuk Tanrı Teala'nın hikmeti sayesinde muhteşem bir resmetme kabiliyetiyle doğmuştu.Öyle ki dünyaya gözlerini açtıktan henüz on bir ay kadar sonra toprak üstünde oynar iken İsa aleyhisselam suretini şehadet parmağıyla çamur üzerinde nakşetmişti, süphanallah.

...

Dragan, "Savaş ahmak işidir," dedi o gün kıza, içtenlikle."Kardaşlık ise benim ne olduğunu bilmediğim bir şeydir ve senin şimdiki halini idrak etmeme imkan yok.Sadece anam ile babamın bir evladı var idi, karında iken anamın yediği mantar sebebine öldü.Cerrahlar çıkardılar anamın rahminden, gömdüler nohut kadar bir ölüyü toprağa.Ama o vakit gözümle görmeme rağmen hiç acı duymadım ve kimse ağlamadı bile.Bir ismi ve belirgin cismi yoktu garibin.İnsana ad konmayagörsün bir kere, ismi geride kaldığında, belli olur göçüp gittiği.Senin ağanın adı var imiş, sen onu hiç görmesen bile, o addır senin peşine takılan.Ya unutacaksın o adı ya da yaşatacaksın ilelebet."

...

Türki dilde yazıp okumayı meraklısı öğrenir.Bizimki de hoca yanına düştüğünü fırsat bilip az zamanda sökmüştür.Birkaç ay sonra Dragan, "Kitaplığındaki kimi kitaplarını açıp okudum," dedi efendiye, pat diye."Güc ile dutmak yohdur din içinde," dedi, dediği gibi şamarı yedi.

"Evvela şunu belle, cin olmadan aşık atma şeytan ile," dedi imam.

...

Bu hoş geçim mevsimi uzun sürmedi.İbrahim Efendi bir gün öğlen namazını kıldırmak için geldi, duvarların beyazı üzerinde Fahrikainat efendimizin nur suretinin bir tasvirini görüp olduğu yere mıhlandı.Sanasın ki gönül kabesini fil ordusu sarmış.Dinimizde yoktur, oğlan henüz zırcahil, mescit kitaplığındaki birkaç siyer risalesinden o nur suretin tabirini okumuş, hayal edip nakışlamış duvara.İbrahim Efendi mescidin küçürek kubesini inletecek kadar yüksek bir avazla "Süphanallah" çekmişti.

"Kireç, kireç getir çabuk şeytanın çırağı, tam da rüyamda gördüğüm surette çizmişsin mübareği, hay seni iblis uşağı, çabuk kireç getir ört bu nuru, yoksa kıbleyi şaşırır cemaat, bilad-ı İslam'a yayılır bu fena bidar, seğirt!"

...

İkinci yılında oğlan oldu adeta bir Mani, sanasın ki Siyahkalem-i Muhammedi.Köy karılarına fal tabakları çiziyordu, Yusuf'un güzel suretini, Düldül'ün nurlu semerini, Simurg'a binmiş Bukrat tabibi, cinlere hükmeden Süleyman'ı, Hızır ile İlyas'ın buluşmasını, Yunus peygamberin balığın karnından çıkarılışını...İmam Efendi'nin emri üzere bunları köy kadınlarına bir akça mukabilinde fal diye çektirerek mescit sandığından kat be kat fazla akçalar devşiriyordu.

...

Pelerini pazısına doğru kapattı kethüda."Evvela kumral bir mübareğin sureti idi.O nurlu kumral gibi tek evlat olmak isterdim, babasız.Gözüne, sakalına, saçına kara kattırdım, mübareğin başına yeşil örtü attırdım, yanındaki haçın üzerine zülfikâr çizdirdim sonra.Sen sen ol, duvarlara çizme gönlündekini, kağıda çizip iki kapak arasına sakla.Yahut dürüp kuşağının içine koy.Al a bu yatağını, sana el kaldıran olursa barsağını deş, deştikten sonra iyice bir çevir.Haydi."

Kabzasında cim harfli kakılı bıçağı aldı Dragan.

...

Bir de Hatice var idi ki, emmisi kızıdır, ablası yerindedir.Gel gör ki yiğide karın ağrısı göbek burgusu, can tasası ve yürek oynaması isabet etti.Kıza tutkun olduğunu daima yoldaşlarından gizlerdi, içten içe kendini Kâbil'in ikizi Aklima'ya meyil veren Habil gibi hissedip, akıbetinin dahi o misüllü olmasından korkardı.Hatice'yle ilgili bir ruznamesi bile vardı; onun keçi gütmesine, derede kap kacak yumasına, ipe don sermesine, avluda yün eğirmesine, adım atışına bile, beceriksize gazeller yazıyor, onu resmeden berbat nakışlar yapıyordu.Çalı süpürgesiyle avluyu süpürürken toz gubar içinde kalmış kızcağızın bir memesi ucu nasıl olup fistanın dışına uğramış ise, bu ergen yiğidi olan biteni, memenin şeklini,rengini ve hatta kokusunu bile öyle bir gazele dökmüştür ki fakir buraya suretini geçirmeye ak sakalımın her bir kılından haya ederim.

...

Defter-i Memi Can'dan suret

"Ben ağası olaydım onun, böyle mi ederdim?Kim tayin etti onun önce, benim sonra doğacağımı?O bana ağa diye doğmadı amma ben ona küçük kardaş diye doğdum, belki haklıdır sonra gelmem sebebine.Ama kim dedi o büyük bu küçük olsun diye?Keşke ben doğaydım ondan önce, gösterirdim ağalık nasıl olur ibneye."

...

Memi Şah, nişan aldığı yeri, hedefini ve kastını ifadesinde bildirmemiştir.Tek, "Ben atmadım, Allah attı," demiştir.

...

Memi tasviri aldı.Sağını solunu inceledi, anasının tasviri.Hüsrev ü Şirin nishasının yaprakları arasından düşene eşti, aynı elden çıktığı belli.

"Ağana ilet," dedi Dragan."Hiçbir davam kalmadı ikinizle, soyunuz ve sopunuzla.Bir göz aldın, o göz ki benim gönül evimden dünya cehennemine açılan pencere idi, onu kapadın, ustana rahmet.Amma oğlan bil ki o pencere içeri sızan tek ışığın da menfezi idi.O nur ki, elinde tuttuğundur."

...

Şiir-i münasip

Ne mahkûm belli orada ne hakim
Düğündür ki çalan kim oynayan kim

...

Deli gene şiire girdi: "Tac u kabayı terk idüp üryan olayın bir zaman/Gurbetde seyran eyleyüp mihman olayın bir zaman/Geh düşüben gahi turup gh gülüben gah ağlayup/Geh kan yudup sarhoş olup sekran olayın bir zaman." Gözlerimin içine boş boş baktı."Yanında olamadım o sıra, son şiiridir elime ulaşan" dedi, sormuşum gibi."O mektup ve bu şiir, ölüme giden bir adamın haykırışıdır, kurbanlık koyun bile çırpınır, direnir son kez, hoş görülmelidir.Ama hoş görülmeyecek olanlar var Kadı Efendi ve onlar sultanlar değil.Sen gibi katle cevaz verenlerin hepsi ya öldü ya da delirdi.Bizim elimiz değdi mi değmedi mi sorma, bağrı yanık kulun ahı tutar, tek onu bil.Korkud Han Davetü'n-nefsi'de padişahlara dedesinin kanunu ile amel etmelerinin ahiretlerini felakete sürükleyeceğini söylüyordu ima yollu.Müslümanın Müslümanı siyaseten katline cümleten muhalif idi.Eğer senin meşum cevazın olmasa, Selim Han ile dahi anlaşıp o ahitnameye ilaveten bir kanun yazabilirdi: Kardaşlar nice başa geçecek, diğerlerinin kanına girilmeden nasıl hüküm olunacak, bu nizamsızlık ve vicdansızlık bidati nasıl kaldırılacak."

...

Hakikaten tahtı ister olan kişi Büyük İskender'in tahtı reddeden oğlunu, halifeliği bırakan Hasan hazretini, tahttan feragat eden ulu ceddi Murad-ı Sani'yi misal gösterir mi?Taç için ağzı suyu akan kişi, Hazret-i Peygamber'in iki kişiye bile amirlik etmemesini söylediği Ebu Zer'den bile zayıf olduğunu, emirlik belasıyla imtihan olunmaya kadir olmadığını itirafa cesaret edebilir mi?

...

Beni katletseler bu denli canım acımazdı.Derisi yüzülüp tuza bandırılan ben olaydım."Kendini bilene babasının kanı helal, kendini bilmeyene anasının sütü haram" dedim.

...

Emre Taş
Eğer Ben Kâbil İsem
İletişim Yayınları

6 Nisan 2024 Cumartesi

Güneşteki Adamlar - Gassan Kanafani


...

"Pekala, nasıl namaz kılınacağını bilmiyorum," dedi.

"Nasıl yani?" dedi muhtar.

Herkes homurdanmaya başladı, fakat Selim Hoca sözlerini teyit etti:

"Bilmiyorum işte!"

Köylüler birbirlerine garip garip baktılar, sonra da bakışlarını muhtarın üzerinde sabitlediler.Muhtar bir şeyler söylemesi gerektiğini anlayınca fazla düşünmeden konuştu:

"O halde ne biliyorsun?"

Selim Hoca böyle bir soruyu bekliyormuş gibi, ayağa kalkarken cevapladı:

"Bir sürü şey.Mesela iyi nişancıyımdır."

...

Ebu Kays ayağa kalkıp üstündeki tozu toprağı silkelerken bakışlarını ırmağa dikti.Daha önce hiç olmadığı kadar yabancı ve küçük hissetti kendini.Elini sert sakalında gezdirdi.Kıvıl kıvıl karınca orduları gibi kafasına üşüşen düşünceleri silkeledi.

...

Şu son on yılda beklemekten başka bir şey yapmadınçAğaçlarını, evini, gençliğini ve bütün köyünü kaybettiğini anlaman için açlık içinde koskocaman on yıl geçmesi gerekiyordu.Bu sürede herkes kendine bir yol açtı.Sen ise yaşlı, sefil bir köpek gibi çömelip kaldın evde.Ne bekliyordun ki?Evinin damının deliklerinden servetler inmesini mi?Peh peh, eviymiş! Ne evi, ev bile senin değildi.Hayırsever bir adam "Burada otur" demişti, hepsi bu.Bir yıl sonra da "Odanın yarısını bana ver" demişti.Sen de kendinle yeni komşular arasına yamalı çuvallardan perdeler çekmiştin.İşte böyle çömelip kalmıştın ki Saad gelip yayıkta ayran çalkalar gibi sarsmıştı seni."Şatt'a varırsan Kuveyt'e kolayca geçebilirsin.Basra, seni çölden oraya kaçak sokabilecek kılavuzlarla dolu.Neden gitmiyorsun?

...

"Nerelisin?"

"Filistinliyim.Remle'den."

"Aa, Remle çok uzak.İki hafta önce Zeyta'daydım.Zeyta'yı bilir misin? Dikenli tellerin önündeydim.Küçük bir çocuk yanımıza yaklaşıp evinin dikenli tellerden birkaç adım ötede olduğunu söylemişti.İngilizce biliyordu."

"Memur musunuz?"

"Memur mu? Ha ha! Şeytan bile memur olmayacak kadar masumdur.Hayır dostum, turistim."

...

Mervan, Basra'dan Kuveyt'e insan kaçakçılığı yapan şişman adamın yazıhanesinden çıkınca hurma ve hasır sepet kokularının yayıldığı çıkmaz bir sokakta buldu kendisini.Nereye gideceği hakkında belli bir fikri yoktu.Orada, yazıhanede yıllardan beri içindeki her şeyi bir arada tutan ümidin son ilmekleri de kopup dağılmıştı.

...

Adın ne?

"Mervan.Seninki?"

"Bana Ebu'l-Hayzuran*" derler."

Mervan, adamı gördüğünden beri ilk kez gerçekten bambu sopasını andırdığını fark etti.Uzun boylu ve zayıftı.Boynu ve kolları güçlü ve sağlam görünmesine karşın omurgası rahatça eğilip iki kat olabilecek kadar esneyebilirmiş izlenimi veriyor.

*Hayzuran: Bambu ağacı ve bambudan yapılmış baston.

...

"Kuveyt'e gideceğin için içim rahat.Çünkü orada çok şey öğreneceksin.İlk öğreneceğin de şu: Önce para gelir, sonra ahlak."

...

Gassan Kanafani
Güneşteki Adamlar
Metıs Yayınları
Arapçadan Çeviren: Mehmet Hakkı Suçin


Kuklacı - Kemalettin Tuğcu

...

Recai Bey bir iki tahta heykelcik götürdüğü Kapalıçarşıdaki antikacılardan aldığı ve bir türlü apartmana götüremediği sarkaçlı duvar saatinin bu sarkacına bazen dikkatle bakıyor dalıyordu.Eczacı Bey soruyordu:

- Ne var komşu, saatin sesini mi dinliyorsun?

- Evet, diyordu Recai Bey.Bir sağa bir sola giden bu sarkaç bizim örümüzün hesabını tutuyor.Dünyada bir iz bırakmadan gelip geçenler bunun farkında olamazlar.Halbuki dünya, yiyip içilecek ve gece yatılacak bir otel değildir.

Eczacı:

- Eh, diyordu.Karınca kaderince.Bizler de arkamızda çocuklar, torunlar bırakıp gidiyoruz, daha ne?

Recai Bey:

- Komşu, diyordu.Sen üstüne alınma.Genellikle böyledirler.Kediler de, köpekler de arkalarında yavru bırakıp gidiyorlar.Adımızı andıracak bir şey bırakamazsak, beceremezsek, hiç olmazsa gözü kapalı gelip geçmemeliyiz.

- Ne yapalım yani?

- Sizin ne yapacağınızı bilemem.Ama ben gökyüzünde türlü şekiller olan bulutları seyrederim.Ulu bir çınar ağacını saatlerce seyretsem onun birkaç insan soyu süresince uzanıp giden ömrüne şaşarım.Bu ağacın, ya da sessiz duran bir dağın ağzı dili olsa da bize geçmişleri anlatsa, der düşünürüm.

Eczacı Bey:

- Sizin böyle şeylerle uğraşacak vaktiniz var, diyordu.Bir gagzete alıyor, reklamlarına kadar okuyorsunuz.Ben böyle bir şeyden sıkılırım doğrusu.

Recai Bey:

- Haklısınız, diyordu.Su akar, deli bakar, derler.Hakikaten ben bir derenin durmadan akıp geçmesini zevkle seyrederim.Kıra gittiğim zaman bir kır çiçeğini koparmadan eğilir, renklerini, biçimini uzun uzun incelerim.Allah'ın büyük gücünü ve sanatını düşünürüm.Gözüme bir karınca ilişir.Kendisinden kat kat ağı bir çiçek toumunu yuvasına götürmek için kan ter içinde kalır.Size gülünç gelen varlıklar beni saatlerce meşgul eder.

- Belli, diyordu Eczacı.Kuklacılık yapıyorsunuz.

...

Kemalettin Tuğcu
Kuklacı

23 Ocak 2024 Salı

Minka Abla - Panait İstrati

...

Su basmış ya da kavrulmuş tarlalardan dönerken, kazanı patlatma raddelerine gelmiş bir lokomotif gibi, ev halkı arasında durup haykırır:

-Çocuklara artık bir damla süt verilmeyecek.Sütün hepsi pazara götürülecek.

Bu "hepsi", ancak üç litre kadar bir şeydir.Bundan böyle küçük boğazları yoksun bırakmak istediği "damla"ya gelince, adamcağız sayıklamaktadır, çünkü uzun zamandan beri, ancak en küçükleridir ki, akşamları, hayvanların sağılmasından sonra birkaç yudum tadıyordu; hem beslensin diye değil de gözyaşları dinsin ve anasının eteklerinden "pençe"lerini çeksin diye.

...

Küçüklerin iç çekişlerini anlıyorlar, ama onlara diyemiyorlar ki: "Gidip bir koçan mısır çalın da açlığınızı aldatın." Hem kuru mısırı öğütmek için epey güçlü dişler, ancak boş karınla geçirilecek uzun aylardan sonra edinilirdi.

...

Bilirsin ki ölümlük seninim ama kaderimiz başkalarının elinde.

...

Birkaç günden beri bütün Dere-Ağzı'nda yağmur yağıyordu.Ta iliklerinize kadar işleyen o kötü "çoban yağmuru" ince ince yağıyordu.Akşam sabah saatlerce, teneffüs edilmez bir sis onu daha içe işletiyordu.Bütün köy, insanlarıyla, hayvanlarıyla öksürüyordu.Bazı sis o kadar kalınlaşıyordu ki köyü ancak bir mezardan gelir gibi bin göğüsten birden yükselen öksürüklerin sağır edici gürültüsünden tanımak mümkün oluyordu.Bu öksürük sesleri Dere-Ağzı'na, rayların yanından yürüyerek demiryolunun yüksek bendinden girildiği zaman daha çok işitilirdi.

...

Köyü yavaş yavaş ölümün ve çürüyüşün kapladığını görüyorlardı.Çevrelerinde her şey ölüyor ve her şey çürüyordu.Evlerde çürüme ölümden önce başlıyor ve cenazenin gömülmesinden sonra devam ediyordu, canlılar bile o kadar yarı çürümüş bir haldeydiler.

...

Panait İstrati
Minka Abla
Çeviri: Yaşar Nabi Nayır

21 Ocak 2024 Pazar

Redburn (İlk Seferi) - Herman Melville

...

"Bak ne kocaman gözleri var," diye fısıldamıştı teyzem, "çünkü çölde açlıktan ölmek üzereyken bir anda gözüne üzerinde olgun meyveleriyle bir hurma ağacı iliştiğinde, gözleri böyle büyümüş kalmış."

Bunun üzerine, gözlerinin gerçekten alışılmadık derecede büyük olduğunu ve kafasından aynen bir ıstakozun gözleri gibi fırladığını düşünene kadar adama uzun uzun bakmıştım.Eminim bakarken benim gözlerim de büyümüş olmalıydı.Kilise dağıldığından teyzemden beni yanına alarak gezgini evine kadar takip etmemizi istemiştim.Ama teyzem bunu yapacak olursak polislerin bizi yakalayacağını söylemişti; böylece bu muhteşem Arabistan gezginini bir daha hiç görmedim.Ama adam uzun süre aklımdan çıkmamış ve birkaç kez rüyalarıma girdiğinde, adamın gözlerinin daha da büyüdüğünü ve yuvarlaklaştığını sanmış ve bir keresinde de rüyamda bir hurma ağacı görmüştüm.

...

Evet, denize çıkacaktım; yardımsever amcalarım, teyzelerim ve şefkatli koruyucularımla bağımı kesecek, kendi evimdekiler dışında geride buruk kalpler bırakmayacak ve kendi göğsümde ağrıyandan başkasını da yanıma almayacaktım.O zamanlar dünya bana aralık ayı kadar soğuk, ayaz ve karanlık rüzgarları kadar dondurucu ve kasvetli görünüyordu.Hayal kırıklığına uğramış bir oğlan kadar insanlardan nefret eden kimse yoktur; sıkıntıların sıcakkanlı ruhumu paçavraya çevirmesi sonucunda ben de öyle olmuştum..Ama böyle düşünceler şimdi bile yeterince kederli, zira tamamen uzaklaşmış değiller ve okurun da yeterince canını sıkıyor olmalılar; öyleyse keseyim ve kendi hikayemle devam edeyim.

...

Kendime iyi bakmam için beni defalarca uyardı ve ben de öyle yapacağıma dair ağırbaşlılıkla söz verdim; eğer kendisi yapmazsa başka kimsenin yapmayacağını anladığında, hangi yersiz yurtsuz kendine iyi bakmayacağına söz vermez ki...

...

Her pazar öğleden sonraları kiliseden dönerken yürümeyi alışkanlık edindiğim, köyümüzün mezarlığının güneşli güney tarafını çeviren hoş çalı çitin altında gömülmenin nasıl daha iyi ve güzel olması gerektiğini düşündüm ve şu anda neredeyse orada olmayı istedim; evet, kilise mezarlığında ölü ve gömülü.Gözlerim ikide bir yaşlarla doluyordu ve hıçkıra hıçkıra ağlamamak için nefesimi tutuyordum; böyle hissetmemem elimde değildi ve kuşkusuz dünyada hangi oğlan çocuğu olsa benim o zamanlar hissettiğim gibi hissederdi.

...

O zamanlar hayatımı kazanmak için çalışmayı hiç düşünmez, dünyada taş yürekler olduğunu hiç bilmezdim ve para hakkında o kadar az şey bilirdim ki bir parça şeker alıp altı sent verdiğimde şekerlemecinin beş sent geri vermesinin nedeninin, verdiği sentler paramın üstü olduğu için değil sadece başka bir şey alabilmem için olduğunu, bu nedenle de paranın benim param olduğunu düşünürdüm.Artık para hakkında fikrim ne kadar farklı !

...

Ve bir keresinde kilisede denizciler namına verilen, vaizin onları sürüden ayrılmış kuzular olarak tanımladığı ve onları zavallı kayıp çocuklara, ormandaki bebeklere, anasız babasız öksüzlere benzettiği bir vaazı hatırladım.

...

Şaşı gözüyle bir bakışı bir yumruk kadar etkiliydi, çünkü hayatımda gördüğüm, bir insan kafasına yerleştirilmiş en derin, sinsi ve şeytani bakışlı gözdü.İnanıyorum ki o göz, işin doğrusu, bir kurdun ya da açlıktan ölmekte olan bir kaplanın gözü olmalıydı; her halükarda hiçbir göz doktorunun bunun yarısı kadar soğuk, yılansı ve ölümcül bir cam göz yapamayacağına bahse girerdim.

...

Jackson biraz daha sakinleşti ve incelemesini tamamladıktan sonra ilk adamın daha kıdemli bir denizci olduğunu, çünkü onun dişlerinin ucunun daha düzleşmiş ve aşınmış olduğunu ve bunun nedeninin de kuru peksimet yemek olduğunu ve bir denizcinin yaşını bir atın yaşı gibi söyleyebilmesinin nedeninin de bu olduğunu söyledi.

...

*Tekvin'e göre İbrahim'in cariyesi Hacer'den olan oğlu.İsmail'in dikbaşlılığı nedeniyle İbrahim, Hacer ile İsmail'i kovar.Toplum dışına itilen İsmail, bir süre çöllerde dolaşır.Melville daha sonra Moby Dick'in anlatıcısını İsmail (İshmael) olarak adlandıracaktır.

...

Eğer hayatınızda bir gemi gördüyseniz, orada nasıl bir halat ormanı olduğu ve hepsinin de arapsaçı gibi birbirine dolandığı dikkatinizi çekmiş olmalı.Şimdi, bu iplerin en ufağının bile kendi özel ismi olup, bu isimlerin çoğu da, genç kraliyet prenslerinin adları gibi çok uzundur; sancak-grandi, babafingo-borina halatı ya da iskele-pruva, gabya yelkeni-istinga halatı.

...

Max çok fırça atar, hata bulur ve sık sık kusurlarımı eleştirirdi; ama bu konuda yalnız değildi, çünkü herkesin benim mutsuzluğumda bir parmağı ya da başparmağı ve bazen de her iki eli vardı.

...

*"Erkek Kızılgerdanın Ölümü" olarak bilinen bir İngiliz çocuk şarkısı, kuşun öldürülmesini ve cenazesini anlatır.Her hayvana törende bir görev verilirken, çanı çalma görevi boğaya verilir.

...

Daha sonra gülmeye çalıştıysa da yalnızca tekrar öksürdü."Zavallı heriflere gülme," dedi Max, ciddi bir edayla; "oradaki cesetler görüyor musun, onların ruhları Ümit Burnundan daha uzakta."

...

Ancak adamın üzerine kötülükten çok keder sinmiş gibiydi ve sanki kötülüğü de kederinden kaynaklanıyordu; tüm çirkinliğine rağmen gözlerinde anlatılması imkansız biçimde acıklı ve dokunaklı bir şey vardı ve Jackson'dan neredeyse nefret ettiğim anlar olsa da, ona acıdığım kadar kimseye acımıyordum.

...

Ayrıca sallanma ve yalpalanma gemiye yalnızca hoş bir canlılık verir; öyle ki, denize açılmış bir geminin tepesinde olmak ile limandaki geminin tepesinde olmak arasındaki fark gerçek, canlı bir ata binmekle tahta bir ata binmek arasındaki farkla neredeyse aynıdır.Ve canlı at sizi tepesinden atacak olsa da, bu diğer at üzerinden utanç verici bir düşüşten daha çok tatmin edici olacaktır.

...

Yalnızca swipes'tan nefret ettiğimi biliyorum.Tadına gelince, ancak adına layık olduğunu söyleyebilirim ki, adı kuşkusuz iğrenç bir şeyi belirtir.(Swipe sözcüğünün günlük kullanımda "çalmak, aşırmak, yürütmek.) Ama Liverpool çevresinde yoksullar bunu bol miktarlarda tüketirler, ki muhtemelen yoksulluklarının nedeni bir ölçüde budur.

...

Dünyadaki tüm limanlar arasında Liverpool belki de her türden dolandırıcının, kara sıçanı üçkağıtçının ve bahtsız denizcileri avlayan diğer haşaratın en bol bulunduğu yerdir.Pansiyoncular, meyhaneciler, tuhafiyeciler, madrabaz simsarlar, pansiyon avaresi suretinde denizcilere dadanan dümenciler onları parça parça yutarken, kara sıçanları ve fareler de para keselerini kemirirler.

...

"Mersey ırmağının, uzun uzun dolaştıktan sonra ovada,
Tüm haracını döktüğü yerde etrafını saran deryaya,
Bir grup balıkçı seçmiş mütevazı barınaklarını;
Gözü tok emekleri kutsar güzel sığınıklarını,
Zorluğa alışkın, sabırlı, sert ve cesurlar,
Aslanın ağzındaki yiyecek için dalgalarla boğuşurlar:
Derme çatma sahil boyunca dizilmiş kulübeleri,
Ağlar ve küçük kayıkları tek servetleri."


...

Bu düşüncede beni hüzünlendiren bir şey vardı; zira bir zamanlar kendi ebeveynimin bile hiç aklına gelmediysem, ahirette halim nice olurdu?Zavallı, zavallı Wellingborough! dedim kendi kendime, zavallı çocuk!Gerçekten de dostsuz ve kimsesizsin.Burada, yabancı bir kentte bir yabancı olarak geziniyorsun ve babanın senden önce burada olduğu düşüncesi bile o zamanlar onun seni tanımadığı, seninle zerre kadar ilgilenmediği fikriyle birlikte geliyor.

...

İnsanın başına gelip de pazarlanabilir olmayan hiçbir bela yoktur sanki.Cenazeciler, zangoçlar, mezar kazıcılar, cenaze arabası sürücüleri hayatlarını ölülerden kazanırlar be en çok da salgın hastalık zamanlarında zenginleşirler.Ve bu sefil yaşlı adamlar ve kadınlar kilise mezarlığına kendilerinin gitmesini engellemek için ceset arıyorlardı; zira açklıktan kıvrananlar arasında en biçare olanlar onlardı.

...

Ah ! İnançlarımız nelerdir ve nasıl kurtarılmayı umut ediyoruz?Ey İncil, bana Lazarus'un hikayesini yeniden anlat ki, yoksullar ve kimsesizler için yüreğimde teselli bulabileyim.Bizler hemcinslerimizin sıkıntıları ve dertleri ile kuşatılmış, ama yine de onların acılarını dikkate almaksızın kendi zevklerimizin peşine düşmüşken, bir cesetle oturup cenaze evinde eğlenen insanlar gibi değil miyiz?

...

Adem ile Havva! Eğer gerçekten de hala hayatta ve cennetteyseniz, dilerim ki arkada bıraktığınız dünyayı hor görmek ölümsüzlüğümüzün bir parçası olmasın.Çünkü tüm bu mağdurlar ve kötürümler, genç Habil kadar sizin ailenizdir; dolayısıyla, dünyanın acılarını görmek, sizin için gerçekten de ebeveynlerin hissedeceği türden bir dert olacaktır.

...

Bu cinayetten şöyle bir söz edip geçmek, Liverpool'da denizcilerin uğrak yeri olan mahallelerin en metruk ve en rezil olanlarında olan bitenler hakkında bir fikir verecektir.Denizcilerin lügatinde Çürük-sıraevler, Cebelitarık-semt ve Aşağı Mahalleler olarak geçen ahlaksız sokaklar ve sokak araları kötülük ve suçla öyle kokuşmuştur ki koca dünyada herhalde bir benzeri daha yoktur.Aynı evlerin isli ve kirli tuğlalarının leş kokan, Sodom'a benzer, ölüm saçan bir görünümü vardır ve şehrin bu bölümünün üstünde asılı duran kömür dumanı tabakası, her şeyden öte burada işlenen kötülükleri gizlemeye çalışıyor da olabilir.Bunlar denizcilerin bazen sonsuza kada rkaybolduğu ya da sabahları dımdızlak soyulmuş, kırık dökük kapı aralarından çıktıkları uğraklardır.Bunlar küfrün, kumarın, yankesiciliğin ve sıradan günahların hastalıklı acuzeler ve püsküllü belalar tarafından işlenemeyecek kadar yüksek erdemler olduğu uğraklardır.Ayrıntılara girmeme terbiyem el vermez; ama adam kaçıranlar, katiller ve ceset hırsızları bunların yanında neredeyse aziz ve melek kalırlar.

Bunlar bir araya gelmiş, insanlığa ellerinden gelen tüm kötülüğü yapmaya kararlı, gaddar merdümgirizlerden oluşan bir ortaklı kurmuş gibidir.Kemerlerinden, haşarat gibi kükürt ile yakılarak sökülüp atılmalıdır.

...

Hayvanlarda bilginin keşfedilmemiş alemleri vardır ve ne zaman alışılmışın ötesinde mülayim, sakin, derin bakışlara sahip bir at ya da bir köpek dikkatinizi çekerse, onun insanın gizemleri üzerine sükunetle düşünen bir Aristotales ya da bir Kant olduğuna emin olun.Hiçbir filozof bizi köpekler ve atlar kadar enine boyuna anlayamaz.Bir bakışta içimizi okurlar.Sonuçta bir at, deriden bir tulum giyen ve şansına yulafla beslenmek düşmüş, efendileri için ırgat gibi çalışıp, odun kesip su çeken iki ayaklılar gibi karşılığının ancak yarısını alan ya da kötü muamele gören, dört ayaklı bir dilsiz insan türü değil de nedir?Ama hayvanlarda bile Tanrı'nın bir dokunuşu ve bir atta, onur kırıcı davranışlardan sonsuza kadar muaf kılması gereken özel bir hale vardır.Rıhtımların o heybetli, oturaklı yük atlarına gelince, onların kutsal derilerine el kaldıracağıma, kürsüde oturan bir yargıca vurmayı tercih ederim.

...

Harry'nin gözleri büyük ve kadınsı olsa da, Carlo'nun gözleri Harry'nin gözleri gibi değildi.Tropikal bir gökteki nemli yıldızlar gibi, yumuşak ve ruhani bir nurla parlıyorlar ve alçakgönüllülük, derinden gelen bir düşüncelili, ama yine de hayatın tüm kötülükleri karşısında tasasız bir sabır ifade ediyorlardı.

Başı bilakis küçüktü ve kısmen kaşları ile narin kulaklarının üzerine inen, kalın kıvırcık saç tutamlarıyla dolu haliyle insana nedense Falerna yöresinden yeşilliklerle dolu, klasik bir vazoyu anımsatıyordu.

Dizlerinden aşağı çıplak bacakları, bir hanımefendinin kolları kadar bakılası güzellikteydi; o kadar yumuşak ve dolgun, ama çocuksu bir doğallık ve zarafetle.Tüm endamı rahat, güzel ve uyuşuktu; Napoli'de bir üzüm bağında olgunlaşabilecek türden bir oğlandı; bebekken çingenelerin çaldığı türden bir oğlan; Murillo'nun yoksullar ve kimsesizler arasına karıştığında, sınıf ve zenginlik olarak yukarıda olanların gözlerini cezbedecek konular olarak sık sık resimlerini yaptığı türden bir oğlan; her çatlağından fışkıran şiirle dolu, Endülüslü dilenciler gibi bir oğlan.

Adı Carlo'ydu; yeryüzünün yoksul, kimsesiz, atasız bir oğluydu ve hayat okyanusunda, bir fırtınadaki deniz serpintisi gibi sürükleniyordu.

...

Ama ölüler akla gelince kederlenmek niye?Neden mutlu olmayalım?Bunun nedeni, onların keyfi, neşeyi tamamen arkalarında bırakmış olduklarını düşünmememiz mi?Yoksa onların gerçekten ölmüş olmalarına inanmamız mı?Gidenler tekrar ziyaretimize gelmiyorlar; sesleri artık havada çınlamıyor; yaz gelse de, onlar için kış ve kendi kol ve bacaklarımızda bile, her bahar ağaçların yeşilini yenileyen özsuyu hissetmiyoruz.

...

Hanımefendilere gelince, onlarla ilgili söyleyecek hiçbir şeyim yok, zira hanımlar dini inançlar gibidir; eğer haklarında iyi konuşmayacaksan, hiçbir şey söylemeyeceksin.

...

Orada cehennem azabı içinde kara kara düşünürken, yelken bezinden pantolon giyen, toplum dışına itilmiş, oradan oraya sürüklenen bir denizciden başka bir şey olmamasına rağmen, bu adam yine de Salvator'un karanlık ve karamsar eli tarafından yapılmaya değecek bir resimdi.Ustanın gece yarısı uzaklarda bir gemi kazasının olduğu, Calabria'nın ıssız kayalıklarını temsil eden denizle ilgili kasvetli eserlerinden herhangi birinde, bu Jackson'un yüzü tam da talihsiz geminin yıldırım tarafından parça parça edilmiş baş süsü olarak resmedilecek bir yüzdü.

...

Zira ister soylu, ister yoksul olsun günahkarlıkta saygınlık yoktur ve cehennem herkesin eşit olduğu bir şeytanlar demokrasisidir.

...

Highlander'da göçmenler arasındaki hummayla birlikte yaşananlarla ilgili anlattıklarım kulağa nasıl gelirse gelse de ve bu şeyler çok uzun süre önce olmuş olsa da; yine de böyle olaylar, her şeye rağmen, muhtemelen bugün de olmaktadır.Ama böyle olaylar hakkında ulaştığınız tek açıklama gazetelerde gemicilik konu başlığı altında, genellikle bir paragrafla sınırlıdır.Denizde hayatını kaybeden yoksul ölülerin ölüm ilanı işte oradadır.Kıyıda kırılan dalgalar gibi kırılırlar ve bir daha onları ne duyan ne de gören olur.Ama olup bitenler kataloğunda bu şekilde yalnızca baş harfleriyle anılan ve ağızda daha hoş tat bırakan paragraflarla daha fazla meşgul olan haber okurları tarafından göz ucuyla bakılan bu olaylarda, üç kelimelik bir cümleye sıkıştırılmış halde nasıl bir ölüm kalım dünyası, nasıl bir insanlık ve dertler dünyası yatar!

Fırtınalı denizde yol alan vebalı bir gemi görmezsiniz; umutsuzca feryat figanları duymazsınız; küpeştelerin üzerinden fırlatılan cesetleri görmezsiniz; dul kalan kadınların ve yetimlerin dövünüp saçlarını başlarını yolmalarını fark etmezsiniz; hepsi bir boşluktur.Ve ben Highlander'ın başına gelen felaketin ayrıntılarını anlatarak bu boşluklardan birini doldurdum sadece.

Yoksullaın son acılarını unutturmak için telaş eden o doğal eğilimin yanı sıra, bu tür felaketlerin ayrıntılarını gizli tutmak için başka nedenler de işbirliği yaparlar.Böyle şeyler çok duyulacak olursa, bu durum geminin aleyhine işler ve geminin adına leke sürer; geminin karantinaya alınmaması için bir kaptan elinden geldiğince durumu hafifletmeye ve örtbas etmeye uğraşacaktır.

...

Hiçbir zaman tamamıyla anlayamadığım bir biçimde, denizciler, en azından ben ve Harry'nin kulak misafiri olduklarımız, ölen Jackson'ın adını bile ağızlarına hiç almıyorlardı.Hepsi de Jackson'ın hatırasını hasırltı etmek için sessizce anlaşmış gibiydi.Bunun nedeni, bu adamın onlardan her birini altında tuttuğu esaretin şiddeti gerçekten de adamların yüreklerini derinine kadar çürütmüş olduğundan, denizcilerin bu kadar alçaltıcı bir şeyin anısını bastırmayı düşünmeleri miydi, kararsızdım; ama kesin olan, Jackson'ın ölümünün adamların kurtuluşu olduğuydu ve bunu keyifleri daha önce görülmemiş ölçüde yerine gelerek kutladılar.

...

Herman Melville
Redburn
İlk Seferi
Çeviren: M. Barış Gümüşbağ
Alfa Yayınları

15 Kasım 2023 Çarşamba

1902 Doğumlular - Ernst Glaeser


...

Babam, güçsüzleri korumanın da ödevlerimden biri olduğunu daha yeni söyledi.Kendini savunamayacağı bilinen birine vurmak iğrenç bir şey.Brosius aşağılık bir herif.

...

Ferd'e hayran kalıyorum.Babamın düşlerine giren parlamentoya bile saygısı yok.Ailemin, adı anılınca selama durduğu ya da sustuğu ne varsa hepsini hor görüyor.

...

Yalnız din dersiyle arası iyi değildi.Sık sık kalkar, "Ben buna inanmıyorum," derdi.Bu, Kenan Eli'ndeki mucizelerden biri ya da Efendimizin Petrus'a, "Kılıcını kınına sok..." demesi olabilirdi.Sıcaktan bunaldığımız bir gün, sıkıntıdan kutsal sakal resimleri çiziktirerek İsa'nın çarmıha gerilişini ezberlemeye çalışırken, tıknefes öğretmenimize şöyle sordu: "Peki, İsa dirildikten sonra neden göğe çıktı?Neden yeryüzünde kalmadı?Kalsaydı daha iyi olmaz mıydı?..Böyle konuştuğu için adamakıllı azarlandı.

...

Örnek bir çocuk.Yazık ki babasının garip düşünceleri var.Neden onları kendine saklamaz?

"Herkes senin gibi değil..." dedi annem, babama dik dik baktı.

"Rica ederim" diye bağırdı babam, "bu kadar ileri gitme.Gerçi bugün olup bitenlerin çoğuna ben de katılmıyorum ama sesimi çıkarmıyorum.Kayzer'in olanı Kayzer'e veriyorum.Ben görevimi yapıyorum!Ben memur adamım!Dünyayı düzeltmek bana mı kaldı..."Sonra odasına çekildi, yeşil ışığın altında pullarına daldı.

...

"Ben bu düzenin aşağılığını, soygunculuğunu açıklayarak yalnızca kemiriyorum onu.Çökmesi kendiliğinden olacak."

...

"Belki" diyor Bay Silberstein, "yaşamak kötü bir alışverişten başka bir şey değil.Ama biz, bize verilenlerin karşılığını iki-üç katıyla ödedik.Kimseye borçlu değiliz.Kim bize iyi davrandıysa, biz ona çok daha iyi davrandık.Kitabımızın buyurduğu gibi.Evet, kitabımız buyurur!" Bay Silberstein görünmeyen biriyle hesaplaşır gibi kollarını kaldırıyor.

...

Karısı Tanrı'dan, Tanrı'nın yarattığı düzenden söz açınca, Kremmelbein çekmeceden istatistiklerini çıkarır, yarattığı düzen bu ise Tanrı'ya karşı olduğunu söylerdi.Karısı, dinsel inançlarıyla kocasının kesin kanıtları arasında bocalardı.Hiçbir zaman kesin bir seçme yapamadı.İyi bir anneydi.

...

Babasından kalan eski not defterlerini su gibi ezberleyerek devlet sınavını da başardı.Başarısı oldukça iyiydi üstelik; çünkü bütün aptal kimselerde olduğu gibi onda da bellek gücü vardı.Kendi düşünceleri olmadığı için, yirmi kez okuduğu her şeyi belliyordu.Başkalarının kendi ürünlerini doldurdukları boş bir ambar gibiydi kafası.Önünde gireceği bir sınavı olduğu sürece pek yumuşak başlıydı Persius...Kendisine ne sorulursa sorulsun "Hay hay" yanıtını verir, bir şey sormadan önce saygıyla eğilerek izin isterdi.Saygısı öylesine aşırıydı ki, çenesi düşük bütün memur karılarının sözlerini sonuna kadar dinler, anlattıkları incir çekirdeğini doldurmaz şeyleri büyük bir ilgiyle gülümseyerek izlerdi.Erkekler konuşurken susardı.Kendi düşüncesini başkalarından öğrenirdi.Düşüncesi sorulunca, soran kimsenin düşüncesini tıpatıp yinelerdi.Pek sevilirdi bu yüzden.Herkes onun iyi bir devlet memuru olacağına inanırdı.

...

Bugün, annemin, çağdaşı olan pek çok kadın gibi, burjuva yaşayışının bıkkınlığından kaçarak, gerçeklerin iğrenç gürültüsünün erişemeyeceği bir güzellikler, soylu hüzünler dünyasına sığındığını biliyorum.

...

"Kızlar bunu parasız da yapar mı sanıyorsun yoksa.Kazançları, namuslu kalmalarına yetmeyecek kadar az."

...

Halan böyleydi.Kimsenin bir diyeceği yoktu.Gülünç iyimserliklerinden, ülkelerarası özel, içten bir posta kartı ilişkisi yüzünden Avrupa'daki gerçek gerginliği gözden kaçıran kimi aydınların kısır görüşlülüğü yansıyordu.O zaman bunu kavrayamamıştım, ama Waimar'lı halamın bir posta kartına dayanarak savaş çıkmayacağını savunduğunu sezmiştim.

...

Tren, Baden'in ekin yüklü tarlaları içinden akıyordu.Bütün köyler, kasabalar şenlik içindeydi.

Gözlerim kamaşıyordu.Dünya değişmişti.Savaş dünyayı güzelleştirmişti.

...

Offenburg'ta ikindiye kadar bekledik.Yollar askeri trenlere verilmişti.Atlı birlikleri, ağır topçuları gördüm.Annem tren boyunca koşuyor, istasyon kitapçısından aldığı kitapları askerlere dağıtıyordu.Yazık ki bunların hepsi eğlendirici romanlardı.Ama subayların hepsi, ciddi durumlarda okumak için sırt çantalarına "Faust"u koyduklarını söylüyorlardı.

...

O zaman Ferd beni avutmak ister gibi konuştu: "Öldüğü iyi oldu.Babam onun tam vaktinde ölen insanlardan olduğunu söyledi.Leo artık yaşamamalıydı.Savaş boyunca aşırı duyarlılığı yüzünden çok acı çekecekti."

"Ah," diye yanıt verdim, "ne yazık ki şimdi, insanlar birbirlerine karşı iyiyken öldü.Oysa artık Brosius'tan bile korkmayacaktı."

"İnsanlar iyi miymiş?" Pis pis güldü Ferd."Kucaklaştıkları, hep birlikte türküler söyledikleri için mi böyle düşünüyorsun?Önce ben de öyle sanmıştım.Ama babam onların neden böyle iyi, el ele göründüklerini bana anlattı.Nefretlerini başka uluslara karşı kullanmak zorundalar da ondan.Bunu anlamıyor musun?Eskiden tek tek insanlar kötüydü, şimdi ise uluslar.Dün Brosius'la Silberstein, Persius'la Kremmelbein savaşıyordu.Bugün ise Ruslarla Avusturyalılar.Almanlarla Fransızlar.Aynı şey.

...

Akşam okulda bulunmamız gerekiyordu.Müdürümüz bir tören düzenlemişti.Yarın yedek yüzbaşı olarak birliğine katılacaktı.Tören, toplantı salonunda şükran ilahisi ile başladı.Sonra Kalmuk, Hugo v. Kleist'ın "Germenya'nın Çocuklarına" adlı şiirini okudu."Öldür, yeryüzünde seni yargılayacak güç yok..." dizesini, sözcüklere şehvetle basarak okudu.Okul orkestrasının çaldığı bir parçadan sonra müdürümüz konuştu.Bir sözü aklıma takıldı: "Sonunda barışın uyuşukluğu bitti.Artık çetin zamanlar başlıyor.Bize bugünleri gösteren Tanrı'ya şükredelim."

...

Herkesin hizmetine koşardı.Ancak bir şeyle uğraşırken güvenlik duyardı.Çirkinliğini alçakgönüllülükle karşılamaya uğraşıyordu.Okulumuzda parasız okuyordu.

...

"Artık sizinle oynamaya vaktim olmayacak zaten.Belki de durumumuz böyle sürüp gitmeyecek; çünkü işler bildiğimiz gibi değil.Babamın dediğine bakılırsa ölenler kahramanlardan daha çokmuş."

...

Dönünce kadınla bahçede oturdu.Şarap içip türkü söylediler.Söyledikleri türküyü Kathinka!dan duymuştm: "Anamla babamın mezarındaki çimler, en güzel yerim benim yeryüzünde." Ben, kadının on beş yaşındaki kızı Mienchen'le domino ya da ünlü ordu komutanlarının resimleriyle bezenmiş kağıtlarla iskambil oynuyordum.

...

Artık savaştan değil, yalnız açlıktan konuşuluyordu.

...

Profesörler, kırtasiyeciliğe boğulmuş bir öğretim kuruluşunun kuleleri gibi yükseliyordu üzerimizde.Biz açlık çeker, ders aralarında birbirimizin ekmeğini çalarken, onlar bizi Latinceden, Grekçeden değerlendiriyorlardı.

...

Öğretmenimiz bugün daha da kamburlaşmıştı.Başını öne uzattığını; parmağını boşluğa, sanki orada büyük, pelteleşmiş bir yalana sertçe batırdığını gördüm.Yüzü güzeldi; karşımızda, yukarımızdaydı.Binlerce acıdan örülmüş bir çelenkle bezenmiş gibiydi.Bugün bile sevdiğim, varlığımızı uyaran o pürüzsüz sesi, sağlık dolu bir rüzgar gibi esti üzerimizden.

"Düşmanı yendik!" diye bağırdı, yardım çağırır gibiydi."Vaux'ya girdik!" "Vaux nedir?" "Bir ad, bir tepe, yeryüzünde bir siğil..." "Yendik!" "Bayraklae asılsın!" "Bayram edilsin!"

Veremli müzik öğretmeni boru çaldı.

O sırada bitkibilim öğretmenimiz setresinin cebinden büyük bir kağıt çıkardı.Kurbanlıkların gözlerine bağlanan bir bez gibi havada salladı.Okudu.Okudu.

Ölüler...Ölüler...Ölüler...Son haftalarda Verdun önlerinde can veren kentlilerimizin adları.Korkunç, büyük bir geçit töreni.

Ansızın biri bağırdı yanımda.Becker'di bu.Babasının adı okunmuştu.Büyük bir altın saat gördüm.Tam karşımda, durmadan gerilere doğru uzaklaşıyordu."Vaux!" diye bir inilti yükseldi kürsüden, "Vaux..." Sonra bir hıçkırık."Yendik." "İşte karşılığı!" Ölülerin listesini bir daha okudu.

Öğretmenlerin sarardığını gördüm.Aramızda fısıldaşanlar vardı.Öğretmenimiz geri dönemezdi artık.O etkili sesiyle durmadan konuşuyordu; artık kendisi için zafer şenliklerinin bittiğini, burada kendisine emanet edilen körpecik insanların karşısında türküsünü söylemeye zorlandığı savaşın yıkıcı, ağulu etkilerini görmek için sokaklardan şöyle bir geçmenin yeteceğini söylüyordu.

"Hayır! Hayır!" diye bağırdı."Ben bunu yapmayacağım!" Hesap ettim, bugüne kadar Verdun önlerinde 100.000 ölü verdik."

Elindeki yitik listesini salladı.

Sonra birdenbire sahneden aşağı atladı.Arkasından kürsü devrildi, bardaktaki su döşemeye döküldü.Sıraların arasından koştu."Çocuklar!..Çocuklar!.." diye haykırıyordu.Salonun ortasına gelince kollarını alabildiğine açtı.Hepimizi içine kapatan büyülü bir çember çizdi "Siz de yapmayın!" "Siz de yapmayın!"

Başlarımızı eğdik.

"Söz verin!"

Başlarımızı kaldırıp bakıştık.

O anda, sağdan beden eğitimi öğretmenimizimn geldiğini gördüm.Yüzü öfkeden şişmiş, kızarmıştı.Arkadan müdürün koluna yapıştı, onu hızla çekti.Gerileyerek açtığımız yoldan, hepimizin önünden döve döve kapıya götürdü."Yürüyün!" diyordu ıslık gibi."Siz ne yaptığınızı bilmiyorsunuz." Sonra kamburuyla ensesinin arasına yine iki kez vurdu.

Müdür direnecek gibi oldu, ama onun yüzünü görünce büzüldü kaldı.Kapının önünde yere düştü.Beden eğitimi öğretmeni onu tuttu, bir bohça gibi kaldırıp dışarı çıkardı.Bütün bunlar biz ne olduğunu anlamadan, göz açıp kapayıncaya kadar olup bitmişti.

Din dersleri öğretmenimiz kürsüden hım hım konuştu: "Susun!" Müdürümüz çok üzücü, ruhsal bir bunalım geçirmişti.Evimize gitmeki, ölçülü davranmalıydık.Okulun yönetimini şimdilik o almıştı üstüne.

Ama zafer şenliği hiç yapılamadı.Çünkü iki gün sonra, çabucak toplanan disiplin kurulunca görevinden uzaklaştırılan müdürümüzün ruhsal durumu bir sanatoryumda incelenirken Vaux gene Fransızların eline geçti.

...

Ernst Glaeser
1902 Doğumlular
Çeviri: Öner Ünalan
Yordam Edebiyat

3 Temmuz 2023 Pazartesi

Öteki - Dostoyevski


...

Var böyle insanlar; evet ama bu şimdi konumuzun dışında; yemeğin suyuyla birlikte aşçıyı da sunmayı bilirler.

...

Tanrım, neden beni insan hayatındaki erdemin bazen nankörlüğe, özgür düşünceye, kusurlara ve kıskançlığa üstün geldiğinin kanıtı olan bu önemli ve ibret verici anları güzel ve etkili bir dille anlatma yeteneğinden mahrum bıraktın!

...

Herkes etrafına toplanmış sessizce bekliyordu; arkadakiler kendi aralarında fısıldaşıyorlardı; öndekiler kahkahalarını saklamıyorlardı.Bay Golyadkin itaatkar, şaşkın bakışlarını Andrey Filippoviç'e çevirdi.Andrey Filippoviç, Bay Golyadkin'e öyle bir baktı ki kahramanımız daha önce ölmemiş olsaydı, bu bakışlar onu kesin öldürürdü...neyse ki böyle bir şey pek mümkün değildi.Sessizlik hala sürüyordu.

...

Bay Golyadkin düşmanlarından, peşindekilerden, işittiği hakaretlerden, yaşlı hanımların telaşlı bağrışmalarından, kadınların ah-vahlarından ve Andrey Filippoviç'in öldürücü bakışlarından kaçıp, kendinden geçmiş bir halde İzmailovski Köprüsü'nün yakınlarındaki Fontanka rıhtımına çıktığında, Petersburg'daki bütün saat kuleleri gece yarısını vuruyordu.Bay Golyadkin kendini ölmüş gibi hissediyordu, kelimenin tam anlamıyla ölmüştü ve o anda koşabilecek gücü bulmuş olması kendisinin de inanamadığı bir mucizeydi.

...

Bu işin peşini bırakmayacağım -diye düşündü,- surcouper* zamanı da gelecek, kurt, kuzunun döktüğü gözyaşlarının bedelini ödeyecek.

*Kart oyunlarında rakibin kozunu kırmak.

...

Ne kadar da aptalım! On kişiye yetecek aptallık var bende!

...

Kalemimi bırakıyor ve beklemeye başlıyorum...
Size minnettar kalmaya da hazırım, silaha da.

...

Bay Golyadkin'in kalbi deli gibi atıyordu; düşmanının peşinden kanatlanmış gibi koşuyordu.Müthiş bir enerji hissediyordu.Ama Bay Golyadkin bu müthiş enerjisine rağmen, o anda küçücük bir sivrisineğin bile, tabii o mevsimde Petersburg'da sivrisinek olsaydı, bir kanat darbesiyle onu yıkabileceğinden emindi.

...

Şunu da aklından hiç çıkarma dostum, temiz vicdanlıların en büyük gücü temiz vicdanlarıdır.

...

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Öteki

2 Temmuz 2023 Pazar

Buradayız - Kerem Eksen

 ...

Dostoyevski gibi, Proust gibi ya da ne bileyim Thomas Bernhard gibi hasta değilsek eğer, roman yazmamıza hiç ama hiç gerek yok.Bize sadece tecrübe yeter.Tecrübeli yetişkinler, tecrübeli ihtiyarlar ve nihayet tecrübeli ölüler olalım biz.Yalancı tedavilere ihtiyacımız yok!

...

Kafamın içinde bir Kirillov varsa bile, bu bilgeler karşısında utanıp sus pus oluyor, derinlere kaçıyordu.Kirillov intiharı düşünecek olsa, babam karşısına çıkıp perdeler, diyordu, perdeler güzel olmuş aslan parçası.

Böyle sıradanlıklar işte...Bir genç adam olarak ben, geceyi böylesi sıradanlıkların pençesinde geçirdiğim ve olup bitenlerden dişe dokunur tek bir düşünce bile çıkartamadım.Konuşup durdu babam, uzun uzun avukatla görüşmesini anlattı.Avşa'nın bilmem neresinde bir arazi varmış, babam on iki ortaktan biriymiş, ama hissesini satamıyormuş falan filan.Onur da ilgiyle dinliyor ve sordukça soruyordu.Babam "arsa" dese, "Nasıl bir arsa?" diye yapıştırıveriyordu soruyu.Kimdi bu ortaklar?Hemen öğrenmek istiyordu Onur, çok da umurundaymış gibi.Sonra uzun uzun Avşa'dan , adanın toplumsal dokusundan, tarihinden bahsetti babam, pek azını dinleyebildim.

Onu bir roman kahramanı olarak düşünmeye çalıştım, olmadı.Şurası bir gerçekti ki babamın hiçbir trajedisi yoktu.Hatta insanların dönüp bakacağı ufacık, sıradan bir çelişkisi bile yoktu, sadece birtakım istekleri, tasarıları ve aptalca fikirleri vardı.Onur'u bunlarla oyalayabilirdi belki ancak hiçbir ciddi okuru oyalayamazdı.Acaba, diye düşündüm, Goriot Baba'yı benim babamdan ayıran nedir?Belki de hayati bir soruydu bu.Ancak bu soruya cevap verebilmem için onu, yani Goriot Baba'yı biraz olsun tanımam gerekiyordu.Ne var ki Balzac buna müsaade etmemiş, beni Madam Vaquier'nin pansiyonuna tıkıvermişti.Hemen içeri, odama gidip kitabımın başına oturma, Madam Vaquier'yi bir kalem geçip doğrudan Goriot Baba'yla karşılaşmak istedim.Mümkün değildi.

...

Ofisteki son yarım saatimi çaktırmadan Yurdaer'i seyrederek geçirdim.Büyük bir ciddiyetle önündeki çeviriyi okuyor, bazı kısımların üstünü çiziyor, sayfanın kenarına çizgiler çekip sözcükleri yerli yerine koyuyor, sonra da onları daire içine alıyordu.Çizgiler, sözcükler, daireler, hepsi yerli yerinde...Ancak demek ki o sakin bakışların ardında bir romanın yazılmamış üçte birlik kısmını düşünen endişeli bir ruh dolaşıyordu.Ne olacak, diyordu, nasıl çıkacağım bu labirentten, benim romanım (üzerinde henüz adımın bile yazmadığı o roman) nasıl olup da nefes kesici bir esere, tamamlanmış, bütünlüklü, mükemmel bir esere dönüşecek?Nasıl olup da efsanevi bir yaşama hak kaanacağım ben?Nasıl olup da Dostoyevski gibi bir dev olacağım -daha doğrusu Tolstoy gibi? Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar, işte geliyor Yurdaer, büyük fikirlerin ve büyük anlatıların ustası.Bir gün böyle diyecekler mi benim hakkımda?

...

Yurdaer kısa serzeniş konuşmasını yaparken gözlerimi kaçırmaktan kendimi alamadım.Bana olan samimi ve haklı kızgınlığını açıkladığı o birkaç dakika boyunca bakışlarımı karşımdaki kitap raflarının arasında gezdirip durdum.Hep adını duyduğum ve okumak istediğim birtakım yazarlar...Carlos Fuentes, Philip Roth, Nahit Sırrı Örik...Yurdaer cümlelerinin arasında durduğunda onu onaylarcasına başımı sallıyor, hatta belli belirsiz, evet öyle, gibi şeyler diyordum.Şimdi düşünüyorum da, galiba Yurdaer de konuşurken gözlerimden ziyade arkamdaki kitap raflarına bakıyordu.Sanki ikimiz de kitapların arasında kaybolup odayı sessizliğe boğmak istiyorduk.Ancak yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu; insan olarak varolmanın işkencesine katlanmak durumundaydık.Birer  kitaba dönüşmemiz en azından şimdilik mümkün görünmüyordu.

...

Ancak ben, diye bitirdi sözlerini, bazen karşımda gerçek bir dünya bulamıyorum.

Sustuk.Bu derin düşünceler için bir dakikalık saygı duruşunda bulunmalıyız, diye geçirdim içimden.Derken ruhum derin endişelerin saldırısına uğradı; hani neredeyse bir genç adam gibi ürperdim.Alaya aldığım bütün bu düşüncelerin fevkalade ciddi, hatta hayati olması ihtimali beni altüst etti.Karşımızda gerçek bir dünya bulamıyor muyduk acaba? (Ne demekti ki bu?) Gerçek dünyayı aldılar mı elimizden? (Güzel bir soru.) KİM aldı peki?Nereye götürdü?Mesela Onur...Onur gerçek bir dünyada mı yaşıyor?Biz onunla gerçek bir dünya hakkında konuşabiliyor muyuz?Yürüyüş gerçek mi?Yürürken ayaklarımızı gerçek bir dünyaya basabiliyor muyuz?Ayaklarımızla da olsa temas edebiliyor muyuz dünyaya, dünya denen şu kara parçasına?

...

Aslında biz, diye düşündüm, roman ruhunun peşinde iki kayıp romancıyız.

...

Yaptıklarımızla ilgileniyorlar, yapamadıklarımıza hiçbir kıymet vermiyorlar.Üçte ikilik roman yazanlara on puan...Roman yazıp bir güzel çöpe mi attınız?On puanınızı tutmakla kalmıyor, bu cesur eyleminizden dolayı efsane katsayıyısıyla çarpıyoruz, iki çarpı on, ediyor size yirmi.Roman yazıp ölene kadar sandıkta tutanlara üç çarpı on.Uğraşıp didinip tek satır bile yazamayanlardansanız eğer, üzgünüz, bütün puanlarınızı sıfırla çarpıyoruz.Bu bozuk düzene isyan edesim geliyor ey dünya.Lütfen çabalarımız gözardı edilmesin.Roman yazamamakla muhasebeci olamamak nasıl aynı puan olur.Yurdaer?Sayın Maurice Jacquet, yapılan haksızlığı gözlerinizle gördünüz, değerlendirmeniz nedir?Kitabımı dikkatle okuyunuz Mösyö Selim, her şey açık ve seçik biçimde belirtilmiş orada.


...

Sayın Maurice Jacquet, sizce bir romancı ateşin içinden geçebilir mi?Lütfen en kısa zamanda yanıtlayınız.(Lütfen yanıtınızda Tolstoy'dan, Proust'tan ve Dostoyevski'den örnekler veriniz.) Anlaşılır bir dille yazınız, açık olunuz.Açık açık söyleyiniz Sayın Jacquet, her şeyin sonuna mı geldik, her şeyin ötesine mi geçiyoruz, yoksa her şey aynı mı kalacak?Yurdaer felsefeci olacakmış, öyle dedi bana rakı içerken, Amerika'da doktora yapacakmış, bir açıdan sevindim, demek ki henüz felsefenin sonuna gelmedik.Tabii benim için artık çok geç, felsefeci filan olamam.Olmak ister miydin, diye sorsanız, cevabım evet olmaz, hayır da olmaz, cevap vermek istemem böyle sorulara.Ama şunu söyleyebilirim: Büyük düşüncelerim olsun isterdim  Sayın Jacquet, büyük düşüncelerim büyük hadiselere yol açsın isterdm.Ama artık umudum kalmadı.Neden derseniz, büyük düşünceler hadiselere yol açmıyor artık, hadiseler kendiliğinden gelişiyor, düşüncesizce...Tamam, belki biraz düşünce vardır, ama fazlasına gerek yok, azıcık düşünceyle büyük hadiseler meydana geliyor.Düşünceleri yeterince hissedemiyoruz, ama hadiseler başka, onları iliklerimizde hissediyoruz, bazen bizi öldürecek kadar da güçlüler, ama düşünceler öyle değil, düşünceler cılız ve zayıf.Dayanmak zor, Maurice, dayanmak zor.

...

Kerem Eksen
Buradayız
Roman
Alef Yayınevi

20 Mart 2023 Pazartesi

Sağlam Adam, Bir Maskeli Geçit - Herman Melville


...

Merhamet uzun süre acı çeker de yine iyilikle mukabele eder.

...

"Görünüş başka, gerçekler başka" diye yapıştırdı cevabı beriki; "varsayıma gelince, bir alçak hakkında, alçak olduğundan başka ne varsayımda bulunabilirsin?"

...

Ben hazin meczuplarla dolu ne tımarhaneler gördüm, ve orada şüphenin sonunun nereye vardığını gördüm: Kinayelerle konuşan kişi, bir köşede cezbeye kapılmış gibi kendi kendine söylenir durur; yıllar yılı orada öylece sabit duran bir nesnedir; kafası öne düşmüş, kendi dudağını kemirir, kendi kendinin akbabasıdır; karşı köşedeki budala ise durup durup ona kaşlarını çatar.

...

New Orleanslı Fransız'ın biri, cüzdanı kendisinden daha şişkin yaşlı bir adam, bir akşam tesadüffen tiyatroya gitmiş, oyunda sanki gerçek gibi canlandırılan sadık bir eş karakterinden öylesine etkilenmiş ki evlenmekten başka bir şey düşünemez olmuş.Böylece Tennessee'den güzel bir kızla evlenmiş.İlk dikkatini çeken şey, kızın özgür davranışları olmuş, ardından kızın akrabaları da onun serbest bir eğitim aldığını, hal ve tavırlarının rahat olduğunu söyleyerek methetmişler.Övgülerin bini bir paraymış ama hepsi boş çıkmış.Çünkü çok geçmeden dedikodular hanımefendinin rahat tavırlarının başka bir anlama geldiğini kanıtlamış.Gelgelelim, pek çok Benedictlinin kesin kanıt kabul edeceği bir sürü vaka yaşlı Fransız'a arkadaşları tarafından aktarıldıysa da, adam karısına öylesine güveniyormuş ki anlatılanların tek kelimesine itibar etmemiş, ta ki bir gece, bir seyahatten beklenmedik bir biçimde dönmek zorunda kalıp da evine girdiğinde kuytu bir köşeden fırlayan bir adama rastlayana kadar: "Dilenci!" diye bağırmış Fransız, "işte şimdi şüphelenmeye başlıyorum."

...

Aziz Pavlus gayet anlamlı bir biçimde, "Bir mümin için kimse ölümü göze almaz, ama gün gelir, iyi bir adam için ölümü bile göze alacak biri çıkar."

...

Ayıklık nöbetindeki sarhoş, insanların en can sıkıcı olanı ise, mantık nöbetine girmiş coşkulu bir kişinin de pek iç açıcı olduğu söylenemez.Hakkını yemeyelim, anlayış yetisi bu sırada, önceki haline göre hayli ilerleme katetmiştir; çünkü coşku eğer çılgınlığın zirvesiyse, umutsuzluk da akilliğin en uç biçimidir.

...

Gerçek dost olabilmek için insanın durmadan dostça sözler sarfetmesi gerektiğini sanmak, batıl bir inançtır, sürekli dostça hareketlerde bulunmasını beklemek de öyle.Hakiki din gibi hakiki dostluk da edimlerden bağımsızdır bir bakıma.

...

Avustralya'da bulunan ördek gagalı sincap ilk kez doldurulup İngiltere'ye getirildiğinde, doğa bilimciler ellerindeki sınıflandırmalaa dayanarak, gerçekte böyle bir yaratığın var olmadığını ileri sürmüşlerdi.Modelin üzerindeki gaga, sonrada insan eliyle takılmış olmalıydı.

Fakat doğa istediği kadar doğabilimcileri hayrete düşüren ördek gagalı sincaplar üretsin, okuru ördek gagalı karakterlerle şaşırtmak naçizane bir yazarın ne haddine, diye düşünenler olabilir.Yazarlar insan doğasını muğlaklık içinde değil, daima şeffaflık içinde göstermelidirler, çoğu romancının izlediği yol da zaten budur ve böylelikle bazı durumlarda insanlığı onurlandırdıkları düşünülebilir.

...

Antik Yunan'da yaşamış bir soyguncu olan Procrustes, kurbanlarını işkence yatağına sığdırmak için bedenlerine zorla şekil verirdi.

...

Cimri, sıska, yaşlı bir adamdı, tuzlanmış morina balığını andıran kupkuru derisi tutuşmaya hazır gibiydi; kafası, bir ağaç budağından budalanın teki tarafından yontulmuştu sanki; yayvan, kemikli ağzı, akbaba burnuyla çenesi arasına sıkışmıştı; inatçı bir ihtiyarınkiyle bir gerizekalınınki arasında gidip gelen ifadesiyle karşılık vermedi.Gözleri kapalıydı, başının altında duran, rulo yapılmış köstebek derisinden eski, beyaz bir paltoya yasladığı yanağı, çamurlu bir kar birikintisi üzerindeki buruşuk bir elmayı andırıyordu.

Sonunda canlanarak yardımcısına doğru eğildi ve öksürükten kırılan bir sesle, "Ben ihtiyar ve sefilim, bir ayakkabı bağı kadar değeri olmayan zavallı fukaranın tekiyim- ama size borcumu nasıl ödeyebilirim?" dedi.

...

Dürüstlüğün en güvenilir makbuzu dürüst bir yüzdür.

...

Güvenin peşinden umudun gelmesi gerekir, peki umut nereden doğacak?

...

Yalan söylüyorsun! Bazı ağrılar uyuşturmadan dindirilemez ve insanı öldürmeden de iyileştirilemez.

...

İşte, al bakalım, bu arada, hazır kalkmışken git de vücudunun geri kalanına da sargı sardır.Duydun mu?Kendini tepeden tırnağa bir burnun üzerindeki bir yara gibi düşün ve defol git.

...

Sanatın mı?Kırık çıkıkçı -doğal bir kırık çıkıkçı olduğunu söylememiş miydin?Git de zıvanadan çıkmış dünyayı yerine oturt, sonra gelip benim kemiklerimi düzeltirsin.

...

Benim deneyimim -ki otuz beş çocukla çalıştım- bana ergenliğin doğal bir alçaklık durumu olduğunu kanıtlıyor.

...

İnsan doğasının genç bireyinde alçaklığın akıllara durgunluk verici sonsuz çeşidini bulabilirsiniz.

...

Bu tür oda hizmetçisi işlerine tenezzül etmiyordu beyefendi.Kasti ihmallerinin ardı arkası gelmiyordu.Üstelik, görevini suistimal ettikçe daha da kibarlaştı.

...

Her neyse, yeter: Kibar ya da laubali çocuklar, beyaz çocuklar ya da zenci çocuklar, zeki çocuklar ya da tembel çocuklar, Kafkasyalı çocuklar ya da Moğol çocuklar -hepsi birer alçak.

...

"Kabaran denize karşı, ıslak bir bez parçasıyla!" 

"Ve beyefendi, şimdi anlıyorum ki aslında sözlerinizin tamamı, dalgalı denizde ıslak bir bez parçasından başka bir şey değil; kuvvetli esen başıboş bir rüzgar; benim sözlerime tam bir tezat teşkil ediyor.

...

Ama hakikat bir çim biçme makinesi gibidir, hassas mizaçlar onun yolundan çekilmeli.

...

Şeytan çok bilgedir.Gidişata bakılırsa insanı, Yaratan'dan bile daha iyi anlamış gibi görünüyor.

...

Kinaye öylesine adaletsizdir ki, kinayeden asla haz etmem; şeytani bir yan vardır kinayede.Tanrı beni kinayeden korusun ve onun can dostu hicivden.

...

Köstebek için olduğu gibi orman adamında da içgüdüler, ilkelerden önce gelir.

...

Etrafında pek az can yoldaşı vardır, kaçınılmaz kaderi olan yalnızlığa göğüs gerer -hafife alınacak bir iş değildir bu, çünkü yalnızlık, doğru biçimde katlanıldığında, ölümü saymazsak, dayanıklılığın belki de en çetin sınavıdır.Fakat orman adamı yalnızlığa razı olmakla kalmaz, çoğu durumda yalnız kalmak için didinir.On kilometre ötede tüten bir baca, bulunduğu yeri terk ederek ormanın bir adım daha içine doğru ilerlemesi için kışkırtır onu.İnsanın, her ne olursa olsun, evrenin tamamı olmadığına, zaferin, güzelliğin, iyiliğin insanla sınırlı olmadığına mı inanır?İnsanın varlığı kuşları nasıl ürkütürse, kuş misali düşünceleri de kaçırdığını mı düşünür?Her halükarda, orman adamının mizacı incelikten hepten yoksun değildir.Kıllı bir Tarzan gibi görünse de Shetland foku gibi, onun da dikenlerinin altında belki de kürkü gizlidir.

...

Şefin keskin zekası onu olsa olsa daha zalim kılıyor.

...

Hatırlıyorum da, Sicilya'nın huysuz tiranı Phalaris'in bir keresinde gülüşü bir atın anırmasını andırıyor diye zavallı bir adamın kellesini binek taşında kestiğini anlatır.

...

Bu sürüngenin güzelliğiyle büyülendiğiniz vakit onun yerine geçmek hiç aklınızdan geçmedi mi?Bir yılan olmak nasılmış görmek?Çimenin üzerinde fark edilmeden süzülmek?Bir dokunuşla sokmak, öldürmek; güzel bedeninizin tamamı ışıltılı, ölümcül bir hançermiş gibi?Kısacası, kendinizi bilgiden ve vicdandan muaf hissetmek ve bir süreliğine tümüyle içgüdüsel, kayıtsız, sorumsuz bir yaratığın tasasız, keyifli yaşantısını sürmek arzusu hiç içinizden geçmedi mi?

...

Şu anda çıngıraklı yılan olsaydım insanlarla samimiyet kurmam söz konusu olamazdı -insanlar benden korkar, ben de çok yalnız ve mutsuz bir çıngıraklı yılan olurdum.

...

İşte İncil'deki o mühim paragraf da bu yüzden nail olmuştur; "Yılan oynatıcıyı yılan soktuğunda ona kim acır?"

"Ben acırım" dedi gezmiş-görmüş adam, sanki bir parça damdan düşmüş gibi.

"Peki ama" diye karşılık verdi diğeri, sakin tavrını elden bırakmayarak, "peki ama, doğanın acımasız olduğu yerde insanın merhamet etmesi bir parça kibirli bir tavır olmaz mı sizce?"

"Dil cambazları ne isterlerse desinler, merhamete yürek karar verir."

...

"Evet, ne olmuş" Ben tutarlı olmayı nadiren dert edinirim.*Felsefi bakış açısından, tutarlılık, her zaman belli bir düzeydedir, insanın aklındaki bütün düşüncelerde bu düzey korunur.Fakat doğa hep inişli çıkışlı olduğuna göre insan bilginin içinde doğal olarak ilerlerken, bu sürecin içerdiği doğa eşitsizliklere boyun eğmekten başka ne gelir elinden?Bilgide ilerlemek büyük Erie Kanalı'nda ilerlemeye benzer, çevrenin özelliğinden dolayı seviye değişikliği kaçınılmazdır; mütemadi tutarsızlıklarla bir yükselir bir alçalırsınız, yine de durmadan yol alırsınız; bütün bu rotanın en sıkıcı kısmı ise denizcilerin "uzun düzlük" dedikleri kısmıdır. -durgun bataklıklardan geçen, altmış mil boyunca tutarlı dümdüz bir yüzey."

...

*Ralph Waldo Emerson'ın "Kendi Ayakları Üzerinde Durma" (1841) başlıklı denemesinde geçen "Tutarlılık, dar kafalıların üzerimize saldığı bir öcüdür." sözüne nazire.

...

Egbert benim hem müridim hem de şairim.Çünkü şiir, mürekkep ve kafiyeyle değil, düşünce ve eylemle yazılır; her kim onu nerede ararsa, ancak bu yolla, yararlı bir eylem yoluyla bulur onu.

...

Herman Melville
Sağlam Adam
Bir Maskeli Geçit
İletişim Yayınları
Çeviren: Ayşe Deniz Temiz