6 Temmuz 2015 Pazartesi

wong kar-wai ve kawaii kültürü, filmler ve rüyalar, thorsten botz-bornstein



...Wong Kar-wai'nin filmlerini hangi mantığa (veya hangi kültürel uzama) mal edebiliriz?Benim bu soruya verdiğim yanıt şöyle: dandylik yanlısı pan-Asyacılık mantığına.Bu kültürde kapitalizm parodileştirilmiştir, iyiler ve kötüler kendilerinin klonlanmış hayali ikizleri gibidir ve Asya da sadece mnem'den, yani yönetmenin "Asya"ya dair kendi kişisel belleğinden süzülerek canlandırılır.

 ...
Wong Kar-wai ne Asyalı ne de batılı sayılır; Japon felsefeci Naoki Sakai'ye göre, "somutlaştırılamayan bir tedirginlik 'hissi' veya haz ilkesinin yönetimindeki bir uzamsallaşmış zaman ekonomisinin içermesinin mümkün olmadığı bir tekinsizlik hissi tarafından belirlenen tuhaf bir kültürel farklılığın tam ortasında yer alır.Bunun, çağdaş "pan-Asya" kültürünün ayırt edici özelliklerinden biri olduğunu düşünüyorum.

...
Wong'un ayrıntılara yoğunlaşması, hikayelerin serbest montajı görüntülerle deney ve karakterlerin belli bir dramatik yapıya yerleştirilmemesi, birbirinden kopuk olması, bu filmin rüyaya benzemesini sağlar.Paul Valery "Rüyalar sadece başlangıçlardan müteşekkildir." demiştir.Wong öyküler anlatmaz, sadece farklı hayat biçimlerinden bölük pörçük parçalar gösterir.


Wong, hiçbir zaman "gerçek" olma şansını yakalayamamış insan ilişkileri ağına, "gerçek hayata" ait unsurların sızmasına bazen izin verir: örneğin vahşi gangster hayatı.Ama bu bile gerçek gibi görünmez.Dövüş sahneleri ağır çekim olduğu için değil, bir mekanda geçmediği, belli bir yere ait olmadığı için rüya sekanslarını andırır.Filmin tesis ettiği özdüşümsellik, bize bunun sadece bir sahne olduğunu düşündürür.Wong'un melodramı soyuttur: Bizatihi melodram olmayı veya metafizik bir statüye sahip bir melodram olmayı hedefler.


Wong-Kar-Wai ve Kawaii Kültürü
Filmler ve Rüyalar (Tarkovski, Bergman, Sokurov, Kubrick ve Wong Kar-Wai)
Thorsten Botz-Bornstein

puslu kıtalar atlası, ihsan oktay anar, ilban ertem


Puslu Kıtalar Atlası / İhsan Oktay Anar
İlban Ertem Çizgileriyle...



İlban Ertem, Puslu Kıtalar Atlası, Çizim Serüveni


suda balık yan gider, nevzat karakış


 Suda Balık Yan Gider / Nevzat Karakış



Erzurum/Hınıs-Hayriye Temizkalp-Muzaffer Sarısözen
---
Suda Balık Yan Gider, Yandım Aman Aman Aman.
Açma Yarem Kan Gider.
Yaralıyam Bana Değme,
Baygınam Gel Gönlümü Eyle.

Buna Tabip Neylesin, Yandım Aman Aman.
Ecel Gelmiş Can Gider.
Yaralıyam Bana Değme,
Baygınam Gel Gönlümü Eyle.

Su Başı Duman Oldu, Yandım Aman Aman Aman.
Hallerim Yaman Oldu.
Yaralıyam Bana Değme,
Baygınam Gel Gönlümü Eyle.

Bana Dert Açan Dilber Yandım Aman Aman Aman.
Ellere Derman Oldu.
Yaralıyam Bana Değme,
Baygınam Gel Gönlümü Eyle. 


ikiilebir, reha çamuroğlu

Bir tek bizim kültür kuşağımızda var şu mahut narkotiğe 'esrar' denilmesi.Esrar yani sırlar.Sırları çözmenin yolu onları yakmaktan geçiyor kısacası.Bütün bu sarmalandığım anlamsızlık içinde hiç korkum yok.Bütün tehlikelere girer, esrarı yakarım.Yakar ve yok ederim.Ya da yanar ve yok olurum.
---
Seni kölelikten koruyamayan irfanı ben yemem oğlum!
---
Bozkırı bölen, Tanrı'nın çayırlarının ortasına duvar kuran bu şehirleri, bendini dağıtan bir su gibi dümdüz edip geçtiğimizde, içimizden gelen ulumanın, sesine olsun dayanabilir miydi?
---
Bağdat Kütüphanesi'nin ve içindeki binlerce kitabın yakılışını anlatmıştı Büyük Baycu."Sanki" diyordu, "yakılan her kitap yaprağı ayrı bir ses çıkarıyor, hatta çığlık atıyor, içine hapsedilmiş ruhu serbest bıraktığımız için bize teşekkür ediyordu...Kopuz çaldık başlarında, çökür çaldık, kımız içtik.Neşelerini paylaştık.Onlar değil, sanki biz yükseliyorduk göklere.
---
Bin yılda hapsettiklerini bir günde serbest bırakmıştık.Küller yüzüme, bıyığıma sakalıma sürtünüp geçiyor, sanki hoşça kal demeden önce beni okşuyorlardı.
---
İlk gençliğim miydi, yoksa çocukluğumun son günleri miydi, tam hatırlamıyorum, işte o yıllarda gördüğüm ve hiç unutmadığım, unutamadığım birkaç kare fotoğrafı yeniden hatırlamamdı utanma nedenim.Vietnam Savaşı'nın son yıllarıydı yanlış hatırlamıyorsam.Saygon'da bir meydanda çekilmiş birkaç kare fotoğraf.Bu derviş-rahiplerden birini gösteriyordu.Meydana gelişini, Buddha gibi oturuşunu, sürüp gitmekte olansavaşa karşı birkaç basit ve sakin söz söyleyişini, arkadaşlarının onun üzerine bidonlarla benzin döküşünü...Sonra bir göz işaretiyle kibrit çakışlarını...Alevler içinde oturuşuna devam edişini...Canı kalmayana kadar verişini...Artık sadece kömürleşmiş bir kalıp olduğunda, sanki o kalıp dahi iradesinin emrindeymişcesine, yine Buddha oturuşunu bozmaksızın yana devrilişini...Devrilmiş bedenden etrafa yayılan kıvılcımları...Senelerce bu sahneler üzerinde düşünmüştüm.Her aklıma gelişinde farklı "ben"ler olarak farklı yönlerinden düşünmüştüm.İlk gördüğümde bu birkaç kareyi, bir Marksist'tim.Din üzerine herhengi bir kafa yormuşluğum yoktu.Metafizik ise lanetli bir kavramdı benim için.Pekşi ne oluyordu da bu din adamı "bizim kavgamız" için kendisini bu kadar kahramanca, bu kadar mütevazi bir tavırla feda ediyordu?Vietnam Savaşı'nı yakından izliyordum.Bu, her Marksistin görevi olmalıydı.Amerika Birleşik Devletleri'nin bu savaşta bir Vietnam direnişçisi öldürebilmek için bir milyon dolar harcadığını da biliyordum."Kendini yakacağına gerillaya katılsaydı ya!" böyle diyordum...Sonra ben değiştim.O değişemezdi.O "Nirvana"sındaydı.Onun için değişim bitmişti.Bitmiş miydi?Neyse bu başka bir bahis.Evet, ben değiştim, en azından bunu biliyorum.Artık, "Gerillaya katılsaydı ya!" demiyordum.Biliyordum ki o Amerikalıları kınıyordu -daha ağır bir sözcük değil, sadece kınamak, bunu bilerek isteyerek kullanıyorum- ama Vietnam direnişçilerini de kınıyordu.O öldürmek istemiyordu.Kınadığını söylemek istiyordu, insanlık denilen bu durumu kınadığını söylemek...İki tarafa da benzemek istemiyordu.Onun kendi yolu vardı.Bin gerilla gücünde bir barış ejderhasının kendi insanlığını yakarak yaptığı bir kınamaydı bu.Evet, sadece bir kınama.
---
Biz kötü bir şey yapmadık Baba, biz sadece Gök Tanrı'nın çayırlarında at koşturduk.Bize 'giremezsiniz' dediler, girdik.'Bozamazsınız' dediler, 'Siz bozmadınız mı?' dedik ve bozduk.Ezelden beri, binlerce senedir atalarımız çayırlarda at koşturur, görülmüş müdür bir taşı diğerinin üzerine koydukları?Bozan kim biliyor musun?Bozan, taşı taşın üzerine koyandır.Biz geldik ve eski haline getirdik.
---
Burada yaşayan insanların belki de tek suçları toprağın karnını yarmak olmuştu.
---
Kierkegaard diye bir arif vardır.Kırk iki yaşına gelince bütün yazabileceği eserleri yazdığını hisseder ve ölmeye yatar.Onun gibi bir şey.Ne söylediklerim yeni, ne de yaptıklarım.Üstelik yaptığım ya da söylediğim anda hepsi daha da anlamzsız geliyordu.
---
"Hep yeni tepelere yürüdüm biliyorsun" diyerek kestim sözünü."Hep yürüdüm.Hayyam'ı bilir misin bilmem.Geldi mi bu taraflara sözleri?Ama onun dediği gibi yaptım bir müddet sonra.'Tam yatmasın aklın hiçbir şeye' dedim kendi kendime.Aklımın kölesi olmamaya çalıştımYeni tepelerin arkasını kurcaladım.Yeni seyirlere koştum durmadan.Her seferinde ilk yavuklumun elini ilk kez tuttuğumda duyduğum gibi bir heyecan duydum.Bedenim titremelere tutuldu.Sonra yoruldum galiba.Evet!Evet!En doğru kelime bu.Yoruldum Barak.Yoruldum yahu!

İkiilebir
Reha Çamuroğlu

hans miklas, mephisto (1981), ıstvan szabo


Herkesin 
önünden sıvışmayı sevdiği kapıları 
kırmaya cesaret et!
Goethe/Faust










 Hans Miklas




Mephisto (1981)
Istvan Szabo

der himmel über berlin (1987), wings of desire, wim wenders


"Çocuk, çocukken 
kollarını sallayarak yürürdü.
Derenin ırmak olmasını isterdi...
ırmağın da sel...
ve şu birikintinin de deniz olmasını.
Çocuk çocukken...
çocuk olduğunu bilmezdi.
Her şey yaşam doluydu.
Ve tüm yaşam birdi.

 
Çocuk çocukken...
hiçbir şey hakkında fikri yoktu.
Alışkanlıkları yoktu.
Bağdaş kurup otururdu.
                                                             Sonra koşmaya başlardı.
                                                       Saçının bir tutamı hiç yatmazdı,
                                                  ve fotoğraf çektirirken poz vermezdi."




 
                   " Zaman her yarayı iyileştirir.Ama ya zamanın kendisi bir hastalıksa?"


"Mississippi deltası.Stromboli.harlottenburg'un eski evleri.Albert Camus.Sabah güneşi.
Bir şelalede yüzebilmek...Yağmurun ilk damlalarının lekeleri.Güneş.Ekmek ve şarap.
Sek sek oyunu.Paskalya.Yaprakların damarları.Rüzgarda dalgalanan otlar.
Taşların renkleri.
Bir derenin dibindeki taşlar..."



Der Himmel Über Berlin (1987)
Wings of Desire
Wim Wenders

sokak köpekleri & nihat genç


Birkaç yıl önce, kendisine benzetemediği herkesin ölümünden sonra, "Bunların namazı da kılınmaz" lakırdısı yapanlar vardı da, Nihat Genç çıkıp "Bırakın lan, sokak köpekleri çıkar gelir cenazemize, o yeter!" diye bağırmıştı epey.Enseyi karartmamak lazım.

dağların adamı barnabo, dino buzzati

O kayaların birisinin zirvesinde Berton'un şapkası hala asılı duruyor.Rüzgarda bir sağa bir sola oynayan tüy, şapkanın üzerinde.Az sonra kopup gidecek, iyi bakın kopup gidecek.
---
Gölgeler ormanları doldurdu, kayalıklara doğru yükseliyor; az miktardaki bulut, gökyüzünün maviliğinde ortadan kayboluyor.Vadilere de karanlık çöktü ve gece esen rüzgarlar seslerini duyurmaya başladı.Dallar oynaşıyor.Ufacık otlar bile uyuma hazırlığı içinde gıcırdıyor.Kuş sesleri durdu.
---
Barnabo şimdi de geçen zamanı ona hatırlatan, yüksek tepelerden bir şeyleri içinde taşıyan her ne olursa olsun telaşla ve kör bir ümitle arıyor.Baş parmağındaki yaraya bile sevgi duyuyor; zirvedeki kayalar yaralamıştı onu.Çoktan kapanmış ve kurumuş yaraya bakıyor.Bu iz hemen yok olursa çok yazık olacak.Bu yüzden yaranın iki kenarını açıyor, deriyi çekip kopartıyor ve birkaç damla kan çıkmasını sağlıyor.İki gün önce, Polveriere Tepesi'nin kayalıklarında olduğu gibi.Yarayı yeniden açmakla geçmişe döndüğü, zamanı geri çevirdiği, hala geçmişte olduğu izlenimini yaşıyor: Kimselerin gidip görmediği zirveden dönen muzaffer Barnabo!
---
Barnabo kargayı omzuna aldı.O zavallı hayvancık dağları hatırlatacaktı.O da dağları iyi biliyordu, uçsuz bucaksız kayalıkları...Ah şu karga keşke konuşabilseymiş!
---
Unuttuğu o ayıbı kalbinde yeniden belirtmişti.Barnabo kırlara, yeşil ovalara sığınmıştı ve belki de hayatını bezgin bir nafile bekleyiş içerisinde tüketmesi gerekecekti.
---
Her şey zaman içerisinde yok olacaktı; aptalca utancı, karga, Bersaglio Kasabası, Berton'un yola çıkışı...Her sabah güneş dağları aydınlatacaktı.Sonbahar gelecek, kar yağacak, sonra da ilkbahar şarkıları söylenecekti.

Rahatlıkla temizleyebileceği dört düşmanı birkaç metre uzaklıkta; oysa Barnabo, kılını kıpırdatmaksızın durduğu yerden, hayatını dolduran o nafile kederleri düşünüyor.Boş kalan yeni evi, lambasının ışığında huzur içinde geçirdiği akşamları ve günlere eklenen günleri düşünüyor; ağaçlar arasında yankılanan rüzgarı bile duyar gibi oluyor.

Dağların Adamı Barnabo
Dino Buzzati

yanlış hayat & tolstoy'un vicdanı, sessizin payı, nurdan gürbilek

"Elimi kolumu bağlayan bu yalanı neye mal olursa olsun parçalayacağı, her şeyi itiraf edeceğim, herkese gerçeği söyleyeceğim ve doğru olanı yapacağım" dedi.

Tolstoy, Diriliş




"Doğru hayat gerçekten mümkün mü, yoksa 'yanlış hayat, doğru yaşanamaz' iddiasıyla mı yetineceğiz?"

Adorno, Ahlak Felsefesinin Sorunları

 
...Tolstoy, son otuz yılını "yalan üzerine kurulu yaşamı"nı  dönüştürmeye çalışarak geçirdi.Çabanın uzun yıllara yayılmasının nedeni, dönüştüreceği hayatın artık yalnızca kendi hayatı olmamasıydı...

..."Belki de söylenebilecek tek şey" der Adorno son derste, "bugün doğru hayatın, en ileri zihinlerin iç yüzünü görüp eleştirel olarak teşrih ettikleri yanlış hayat biçimlerine direnmekten ibaret olduğudur." Son dersin son cümlesi şudur: "Bugün ahlak dediğimiz her şey dünyanın organizasyonu meselesiyle iç içe geçer.Hatta doğru hayat arayışının doğru siyaset biçimi arayışı olduğunu bile söyleyebiliriz."

Bu derslerden geriye, Adorno'nun elli yıl önce öğrencilerine sorduğu, bugün bizi de uğraştırmaya devam eden sorular kaldı: Bazen adaletsizliğin tam da kendini doğru, başkalarını yanlış gördüğümüz noktada ortaya çıkabileceğini fark etmemiş olabilir miyiz?Kendi sınırlarımız üzerinde düşünerek bizden farklı olanların hakkını vermeyi öğrenebilecek miyiz?Bir de yanlış hayat üzerine ahlak felsefesine yol gösterebilecek bazı saptamalar: Dünyayı değiştirmek için ona bulaşmamız gerekir; ona bulaşmaksa yanlışın bize de bulaşması demektir.Ne kadar radikal olursa olsun ahlaki eylem kendi imkansızlığını gizliyorsa yalan içerir.Bütünün çıkarıyla bireyinki arasındaki uzlaşmazlığı görmezden gelen bir ahlak kaçınılmaz olarak barbarlığa varır.Ahlaki davranış pekala gizlenmiş bir bencillikten, bir cezalandırma arzusundan, hatta düpedüz hınçtan kaynaklanabilir.Vicdan bizi her zaman vicdanlı bir yere götürmez."Bir vicdanımız olmalıdır, ama kendi vicdanımız üzerinde ısrar etmeyebiliriz."

Bugün vicdanı konuşurken keşke karşımızda Tolstoy kadar kuvvetli bir figür, o kadar rahatsız bir vicdan olsaydı.Madem yok, onunla tartışacağız.Yalnızca sadeliği ararken fazla gürültü çıkardığı için değil, yokluğu ulaşılması gereken bir varlıkmış gibi gösterdiği, ahlak probleminin, "dünyanın organizasyonu"yla iç içe geçtiğini görmezden geldiği için de doğruya uzak düşmüştü Tolstoy vicdanı.Keşke gerçeklerle doğrular arasındaki bağı koparıp atmasa, estetikle ahlakı birbirinden bu kadar uzaklaştırmasa, yeni bir dinsel öğreti kurmak yerine kendi doğrusu olmayan yanlışına Anna Karenina'nınkine baktığı gibi dimdik bakabilseydi Tolstoy.

"Evsizlere Sığınak"ta kendi evimizi ev olarak görmemenin ahlakın bir parçası olduğunu söylüyordu Adorno.Tolstoy için eklemek gerekir: Kendi evsizliğimizi ev olarak görmemek ahlakın bir parçasıdır.Bir çözüm değil, problem cümlesiydi Adorno'nunki: Yanlış yaşam, doğru yaşanamaz.

Yanlış Hayat, Tolstoy'un Vicdanı
Sessizin Payı
Nurdan Gürbilek

thirty-two short films about glenn gould , glenn gould hakkında otuz iki kısa film, francois girard


Glenn Gould Plays Bach

"Bir gece aradığında konuşup duruyordu.Saat gece 1 civarlarıydı.Ben uykuma yenik düşmüşüm tabii.Aslında uykuya dalmadan önce halını üstünde uzanmış, telefonu şöyle koymuştum.Çünkü otura otura ağrı girdiği için uzanayım demiştim.Dur durak bilmeden konuşup duruyordu.İşte o sırada uyumuşum.Gözlerimi açtığımda oğlum odaya girmiş, ayaklarımdan dürtüyor."Uyansana, telefonda biri var." diyordu.Telefondaki Glenn'di ve hâlâ konuşuyordu.Ne kadar uyudum bilmiyorum.Ne anlatıyor onu da bilmiyordum.O sadece...kelimeler ardı ardına çıkıyordu ağzından."


"Çok aşırı şekilde kendisine bulaşmıştı.Kendini, kendi yaptıkları, kendi uğraşları yolunda tüketiyordu.Malının yarısını HEÖT'e bırakmıştı.Hayvan Eziyetini Önleme Topluluğu.
Diğer yarısını da Kurtuluş Ordusu'na.

Thirty-Two Short Films About Glenn Gould 
Glenn Gould Hakkında Otuz İki Kısa Film
Francois Girard