nihat genç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
nihat genç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Temmuz 2015 Pazartesi

sokak köpekleri & nihat genç


Birkaç yıl önce, kendisine benzetemediği herkesin ölümünden sonra, "Bunların namazı da kılınmaz" lakırdısı yapanlar vardı da, Nihat Genç çıkıp "Bırakın lan, sokak köpekleri çıkar gelir cenazemize, o yeter!" diye bağırmıştı epey.Enseyi karartmamak lazım.

5 Temmuz 2015 Pazar

canlı canlı gömülmek, nihat genç


Asya toplumlarında, Çin, Hindistan, bir hanedan geleneği vardı.Padişah ölünce saray halkı da canlı canlı mezara gömülürdü.Padişahın kadınları ve tüm saray halkının canlı canlı gömülmesinin rasyonel bir dayanağı vardı: canlı canlı gömülmek istemeyen herkes padişahı yaşatmak için çaba sarfedecekti.

                                                                                                                                          Nihat Genç

9 Ocak 2013 Çarşamba

afiyet olsun kahvesi, nihat genç


...Hangi müşterinin ahududu içtiğini, hangisinin kaçıncı birasını çektiğini, hangisinin yine sigarayı almayı geç saat unutacağını, hangisinin nasıl kahve içtiğini bilmeliydim artık.Bir tokat da, içinde üç aylık sümük saklı buruşuk mendil suratlı Yaşar abinin yakın arkadaşından geldi.Tesbihi koptu, ne kopuş, büyük kopuş! Masa altlarında müşterilerin bacakları arasında gezinerek otuz iki taşı bir ipliğe dizemedim, adam neredeyse beni ufalayıp o ipe otuz üçüncü taş olarak dizecekti.İki tanesi yoktu, iki tokat yedim.Sabaha değin dizlerimin üstünde masa altlarında gezindim durdum.Bir Hititoloğun bilinmeyen bir yazıyı çözmesi gibi ayakkabı boyalarından, pantolon paçalarından, mutsuzları, pezevenkleri çıkartmaya çalıştım, bir kediyi defeder gibi böğrüme masa altlarında tekmeler yedim...


Afiyet Olsun Kahvesi/Ruhuna Fatiha Yazılır Amcalar
Dün Korkusu
Nihat Genç

18 Kasım 2012 Pazar

sefiller, nihat genç


Dün öğrendim bir hafta önce ölmüş, kimsesizler mezarlığına kaldırılmış hurdacı Özcan ağbi. Özcan ağbi elli kilo var yok Ankara’nın en hırpani adamı, suratı eski tozlu kısmen kurtlanıp yırtılmış kararmış eski kağıtlar gibi. İki büklüm sakallı bir sinek kadar zayıf, tam bir dilenci. Bu yazın meşhur elli derece sıcağında dahi çıkartmadı kirden kararmış paltosunu yağlanmış bir kat tozlu kalın ciltli kitaplar gibi. Ne zaman sahafa gitsem kalın paltosu içine sivrisinek kadar küçücük başını çekmiş, sigarasını içiyor oluyordu.

Daha iki hafta önce Kızılay’da yıkılan Fransız Kültür inşaatının cadde tarafı kaldırımında yere birkaç kağıt mendil koymuş satıyordu. Eski topçu menecer arkadaşlarla önünden geçiyorduk, çömeldim, kulaktan kulağa sağda solda bir şey var mı diye konuştuk, arkadaşlar bir yazarın bir dilenciyle kulaktan kulağa böyle hararetli dakikalarca ne konuşur sorusuna, bizim de menejerlerimiz bu hurdacılardır, şakayla karışık geçiştirdim.

Hangi işi yapsa sırtındaki palto ve ağzındaki marlboro sigarası üniforması gibiydi, hangi iş, her iş’in bir fırıldağı, her fırıldağın bir nam salmış ustası vardır, hurdacıdan ne bekliyorsunuz tiyatroya kokteyle giden beyler gibi giyinemezdi, çek senet tarih imza kravat banka kredileriyle çalışamazdı.

Özcan ağbi öldü onu tanıyanların hafızasında meşhur kaskatı kirli paltosu ve fırıldak dümen hikayeleri hiç ölmeyecek. Hurdacılığında kitaptan anlarım havasıyla ağır bilmiş konuşup kılığından çok başka bir soyluluk verirdi, en çok da bir zamanlar neymişiz havası, insan hayal edemeyeceği yere palavralarıyla kestirmeden gidebilirdi, ağzın laf yapabiliyorsa bir hurdacıyı soylu bir İngiliz lorduna dönüştürebilirdi, bu lafların ne kadarını yiyorsan o kadar kerizinden müşteri namzeti değilse dinleyicisi olabiliyordun.

Sahaflara, sabahları sokak sokak topladığı kitapları çuval hesabı torba hesabı üç-beş liraya satardı. Müşteriliğin de bir ahlakı vardır, Özcan ağbi’den kitap almaz satmasını bekler sonra sahaftan alırdım. Bir roman dolduracak kadar öğleye doğru henüz kapısı açılmamış sahaf önlerinde sıkılmışlığım laflamışlığım çoktur, konuşmaları 60’lı yılların Türk sineması saflığında kalmış, yarısı palavra, yarısı sıkı hikaye, yarısı boş hayaller, yarısını yemiş yarısını yutmuşumdur, yarısı kaymış bir hayatın iltihabı, uflar puflarla zehir gibi çaylarla deşip irin irin patlatmak gibi, ama neyi anlatsa hala fare avlayan bir sinsi tezgah kurgusu çakal tuzağı kokusu doluydu.

2 Eylül 2012 Pazar

insanoğlu kuş misali


Eskiden Miskinler Tekkesi vardı ve ağır hareket eden ya da yerinden kımıldamayanlara ‘miskinlik hastası’ teşhisi konurdu.. Aynı sedirde yan yana iki miskin oturmuş ve bir yıl sonra yer değiştirince söylenmiş bir laf.. Yani insan hareketlerindeki hızlılık ve yavaşlılık üzerine bir hiciv..

Nihat Genç

19 Ocak 2012 Perşembe

allah'ın garibi

Allah’ın Garibi

“Llahuekber!”
“-A-“ Anafartalar!
Hoca duaya geçince, en arka sırada ben de “uuu”larıma başladım, “uuu” hastalığım mı vardı, “uuu”lardan bir doktora tezim vardı, “uuu”larım tükenince, Amasya Genelgesi ve Faydalı Cemiyetler’e geçiyorum.Hepsini yüksek sesle okuyorum.Cemaatten biri dayanamayıp namazı bırakıp üstüme yürüdü.Yaka paça dışarı attı beni.İmam selam verdi, cumhur cemaat şadırvanın önüne döküldüler.İhtiyarlar , adamın elinden aldılar beni.İçlerinden biri “Bırakın şu Allah’ın garibini!” dedi.Bütün ışıklarıyla zihnimde bir pano gerildi, bu bağışlayıcı ses, bir cam parçası olup içimde kırılmıştı, gözbebeklerim keskin bir viraj alarak, “Allah’ın garibi!” diyen yaşlı dedeye baktım, “Yok yavrum, hepimiz Allah’ın garibiyiz!” dedi, üstüne yürüdüm, “Sen de mi Allah’ın garibisin!” dedim, “Evet oğlum, ben de, hepimiz Allah’ın garibiyiz!”

Abdest alanlara, tuvalete girenlere, namaz kılanlara, gelip geçene “Allah’ın garibiyim!” demeyene yol vermiyorum.Abdest alanlar, abdestlerini bozmak istemiyor, başlarıyla “evet!” diyorlar, sonra sinirle avuçlarına doldurdukları suyu yere fırlatıp, “evet oğlum, biz de Allah’ın garibiyiz!” deyip başlarından defetmek için kendilerini zor tutuyorlar.Bir zaman tuvalete su taşıdım, tıkanan tuvalet deliklerini elimle ve neşeyle açtım.Sonra bir sopam oldu, bu sopayla çok delik açtık ve çok sevdim onu!

Cımbız üstümü değiştiriyor, ağlıyor makyajı akıyor, “bir daha çıkmayacaksın dışarı, gidersen haberim olacak tamam mı?” diyor, başımı sallıyorum, “bir daha mendireğe gitmek yok, o camiye de hiç gitmeyeceksin!” diye sıkı sıkı tembihliyor.”Bak senin bir öğretmenin mi ne varmış, geçen gün buraya gelip seni sormuş, tekrar gelecekmiş?”…”Bu elbiseleri de kirletmek yok!” deyip üstümü başımı topluyor, tam önümde eğilmişken, “Aaa, senin memelerin var cımbız!” diyorum, Cımbız elime vuruyor, “tüh, sen de erkeksin..!”

“…Bugün söylemeliyim ona, bir çocuk bilmeden yakalamışsa kanatlarından kelebeği, o kelebek uçamaz artık, iğreniyorsun, hayır iğrenmiyorum, benim sopam var,

21 Aralık 2011 Çarşamba

yanaklarının günlüğü, nihat genç

...Şu tepeden, Boztepe'den bakıyorum, kaburgalarımdan bir taş daha söküyorum, minik kayanın üstünden fırlatıyorum mavinin boşluğuna, uçsuz bucaksız bir sessizlik, yani ıslığı ıssızlığın, düşüyor taş ve hafiften birkaç daire geliyor gibi oluyor, işte hep böyle oluyor, ama olmuyor, kaç kez ölçtük, sanki bir bok varmış gibi boyunu posunu bu koca atlasın, dik açılarını topladık olmadı, buharlı gemiler yaptık olmadı, hiçbiri yanaklarına kadar uzanmadı, hatırlıyorum, bundan beş yüz yıl evvel bir Ceneviz gemisi gelmişti sahile, belki de zenci bir kölesi vardı, güverteden, şimdi olduğum şu tepe bakınıyordu, bir imkansız iklimden kapkara düşler getirmişti saçlarına, yanaklarına uzanacak,, sarıldığı kadar yaşayacak bir kız vardı, olmadı, bir taş attı martıların peşine, belki de o köle benim, devam ediyoruz, inadım var kopmayacağız, bu bir sonsuzluk bekleyişi, bakalım ne çıkacak değil, çıksa da çıkmasa da bekleyeceğiz, hep birlikte nöbetini tutacağız yanaklarının...

                                                                                                                            Dün Korkusu
                                                                                                                               Nihat Genç

18 Aralık 2011 Pazar

türkan, nihat genç

Yumuşacık solucanlar, sert kayaların altında yaşar ve zıplayamazlar!

Karmakarışık sandalyeler, dumandan boğulmuş sıkışık masalar, kış günü, tıka basa dolu bu kahveye akşama doğru, simitçiler, çörekçiler, gözlemeciler akın akın gelmeye başlar, itişe kakışa kahvenin ağzı dolana kadar. Elinde tablası, sepeti, sinisi, seyyar satıcılar kahve sahibiyle, garsonla iyi geçinmek zorunda. Usulca tablasını bir kenara koyup, boş bardak toplayıp, güya küllükleri temizleyerek göze girmeye çalışırlar. Bir iki saat içinde on-onbeş kahve gezerler ve yıllarca aynı güzergâhtan ekmek paralarını çıkarırlar.

Soğuk azrailleştiğinde de durum fark etmez. Kahveye girer girmez ellerini ohalayıp sobanın yanına sokulurlar, müşteriyi rahatsız etmemek, çay dağıtan garsonun yolunu kesmemek için tedbirlidirler, asla yüksek sesle konuşmazlar, para alışverişini mümkün olabilecek bir sessizlikte yapar, hır çıkmasın, tartışma olmasın, garsonun kafasının tası atmasın diye, elli-yüz bin lira gibi küçük paralarla çalıştıkları halde, telaşla “üstü kalsın”, “canın sağolsun”, “yarın alırım ağbi” diyerek hızla, üstünkörü işlerini görürler. Kahve sahibi ya da garsonun gözüne battıklarında, iş kapısı kapanmış, felaket demek.

Soğuk bir aralık günü olmalıydı. Kahvenin boğucu pis dumanından daralıp nefeslenmek için kapıya çıktım. Üç-dört kat başörtüsü, başını örtmek için değil, kafasından ağır yaralıymış gibi sargı bezi gibi sarılmış, palto, pardesü yok, birkaç kirli hırkayı üst üste giymiş, elleri soğuktan patlıcan gibi mosmor ve yarılmış pürtük pürtük, yerleri süpüren kirli siyah eteği altında bir etek daha ve sokağın tüm çamuru dizlerine kadar sızmış, sepetinin içinde gözlemeleri soğumasın diye, kalınca havluyla bastırarak örtmüş. Yaklaşmaya cesaret edemedim, seyyar satıcılıkta çok acemi olduğu her halinden belli. Acı çeken bir utangaçlıkla ve usulca, sadece kendi duyabileceği bir sesle; “sıcacık gözlemelerim var, almaz mısınız?”. Sepetin içinden havluyu kaldırdığında sıcacık duman yüzüne dolanıyor, dört-beş gözleme çıkartıp dürüm yapıp, iki eliyle tutup, kahveye girmek istiyor. Her defasında kovulup atılıyor! Kapıda sessizce iki elinde gözleme dürümleri, kahveye rahatlıkla giren simitçi, poğaçacılara imrenerek bakıyor, garson kapıya çıktığında yalvararak: “Bir girip çıkacağım”, Garson: “Patron kızıyor, hadi, hadi, hadi!”..

Özal dönemi yeni bitti, yeni gelen liderler, her gün ekranlarda Avrupa Birliği’ni konuşuyor. Her şeyimizi kaybettik. Zehirden bir ilaç gibi hepimiz her gün ahlâkın ne kadar bozulduğunu konuşuyoruz. Bu ne ağır cümle, bir savaş sonrası gibi ceset dağlarına bakıp: Her şeyimizi kaybettik. Küçükken ıslıkla çaldığımız müziği bile hayat öyle düğümledi ki.. Dedelerimizin anlattığı patates kabuğu yedikleri yoksulluğa hazırlıksız yakalandık. Gözlemeci ablanın şu kat kat giydiği paçavralar, yoksulluğun savaş üniforması gibi. Kadının soğukta çaresiz bekleyişi. Kimsenin duymayacağı fısıltıyla “gözlemelerim var, sıcacık gözlemelerim” deyişi, kalbime inen balta gibi. “Abla bir gözleme versene!” dedim. Eli ayağına dolaştı, yavaşcacık itinayla dürüm yapıp ve o kadar sakin hareketlerle kâğıda sardı ki, sanki evine misafir gitmişim, zerafetle ikramda bulunuyor. “Abla sen bu yavaşlıkla bu işi yapamazsın!” dedim. “Kahveye alsalar, yarısını bitiririm” dedi, iddiayla. “Niye almıyorlar”, “boyları devrilsin, biz de çocuk büyütüyoruz!”.. Ciğerimi yırtan bu sert havayı dağıtmak için, şakayla: “Belki gözlemelerin güzel değil, onun için almıyorlar!” dedim!.

16 Ekim 2011 Pazar

çay, nihat genç

Kardeşlerin acısını, ölümü bastırmayı, bu köyde bir bardak çayla öğrettiler…
...
 … 
Bu topraklarda hepimizin ilk işi önce çay içmektir.Hayata girmek için tutkunun, hayatın tutkalı gibidir. 

Hepimizi aynı karakterden, Anadolu insanını mutlu gerginler yapar.Mutlu gerginlik, sadece bize has bir birleşim. 
… 
Semaverin güzelliği, köşklere yalılara değiştirilmez.Çay tutkumuz bizi imha edip kurtaracak kadar manyakçadır, kölesiyiz.