yar yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yar yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Kasım 2023 Salı

Darağacında Röportaj - Julius Fuçik

...

Almanlar sistemli bir yöntemle inim inim inletirler insanları.
Bu nedenle oldum olasıya etkili sonuç alırlar.Küstahça gururları onları öyle bir duruma sokar ki, kendilerinin dışında her şeye karşı bir can alıcı gibi olurlar.
Onların bulunduğu yerde mantık hak getiredir.
Güçlerinin yettiği her yerde kıllarını bile kıpırdatmadan zulümlerini sürdürürler.

...

Ben de kaç kez kendi filmimi gördüüm bu duvarlarda.Icığını cıcığını biliyorum artık onun.Şimdi elimden geldiğince anlatmaya çalışacağım bunu.Anlatacaklarım bitmeden ip boğazıma geçse de, bu filmi "mutlu son"la sonuçlandıracak milyonlarca insan kalacak yeryüzünde.

....

Hey dostlar, canlar, sizleri gördüm mü dünyalar benim oluyor.Ama böyle bir arada değil.Bir arada olduk mu ya tahtalı köyü boylarız ya da kodesi dosdoğru.İki şey var önümüzde:Ya gizliliğin, illegalitenin kurallarına uyacaksınız ya da bir iş görmekten uzak duracaksınız.Çünkü hem kendinizin hem de başkalarının başını derde sokmuş olursunuz.

...

Beni gördükleri falan yok.İstediğim gibi ateş edebilirim, ama tabancalarını silahsız üç erkekle iki kadına çevirmiş öyle duruyorlar.Önce ben ateş edecek olsam, benden önce bizimkiler can verecek.Tabancayı kendime sıksam, kurşuna dizmeler alıp yürüyecek bu sefer.Üstelik ilk kurban bizimkiler olacak.Ateş mateş etmezsem, altı ay, bilemedin bir yıl kalırlar içerde.Sonra bir devrim falan olur çıkarlar.

...

Ama bir konuşacak olsaydım...Yo, yo, korkmayın, konuşmayacağım.İnanın bana.Ne de olsa ölüm uzaklarda bir yerlerde değildir herhalde.Şimdi bütün bu olanlar bir düş.Korkulu, hastalıklı bir düş.Hababam iniyor sopalar.Sonra kafamdan boca ediyorlar suyu.Vur Allah vur..."Konuşsana be!Konuş diyorum!Konuş!" Dan dun yine girişiyorlar.Ölemiyorum bir türlü.Hey anam-babam, ne diye bunca sağlam, dayanıklı yarattınız beni?

...

Kapının kilidi gıcırdıyor.İki adam hazırola geçiyor put gibi.Üniformalı iki SS içeri girip benim giydirilmemi emrediyor.Pantolonumun her bacağında, ceketimin her kolunda bunca acı sızı saklı olduğunu şimdiye dek hiç bilmiyordum.

...

Her şeyi bildiğinize göre ne diye konuşayım?Boşu boşuna bir ömür sürmedim ben.Boş, saçma bir hayat yaşamadım.Ölürken de buna gölge düşürmeyeceğim.

...

Ölmedi sandığımız nice insan bir de bakıyorduk ki ölmüş gitmiş.Ama öldüğüne inandığımız birisinin yaşıyor olması binde bir görülen bir şeydi.

...

Hücremiz kuzeye bakıyor.Sırf bazı yaz akşamlarında güneşin battığını görebiliyorum.O da o gün hava pırıl pırıl açıksa.Ah baba, ah, güneşin doğuşunu bir yol olsun görmeyi ne kadar isterdim!

...

"Mahpus damlarına düşmüş canlar
Ömür çürütenler buz gibi zindanlarda
Nice ırak yollar da olsa aramızda
Değiyor saçlarınız saçlarımıza"

...

Hey kokmuşlar, bir arkadaşın hayatı pahasına yaşanılan hayat da hayat mıdır yani?

...

Bu davranışla bana hiçbir kötülüğü olmamıştı onun.Ben zati düşmüştüm Gestapo'nun eline.Derdime kim dert katabilirdi daha?Üstelik tam tersi oldu.Bütün aramalar taramalar onun vermiş olduğu somut bilgilere dayanıyordu.Onun Gestapo'ya söyledikleri bir zincirin ucu gibiydi tıpkı.Zincirin öbür halkaları benim elimdeydi.Gestapo'nun isteği zinciri son halkasına kadar ele geçirmekti.Eğer sıkıyönetimden sonra benimle birlikte bizden bir yığın insan sağ kalabilmişse bu nedenledir.Gelgelelim, o görevini yerine getirseydi bizlerden hiçbirini suçlamayacaklardı.Biz onunla çoktan ölmüş olacaktık, ama öbürleri sağ salim kalıp çalışmalarını sürdüreceklerdi.Ödlek insanlar ölürken yalnız hayatlarını değil, başka şeylerini de yitirirler.O da öyle oldu.Daha başka şeylerini de yitirdi.Şanlı, şerefli bir devrimci ordusunu bırakıp kaçtı.En rezil düşmanın karşısında bile küçülttü kendisini.Daha sonra bazı şeyleri az buçuk onarmaya çalıştıysa da hiçbir arkadaşının güvenini kazanamadı.Hapishanede de olsan, başka yerde de olsan, bundan daha berbat ne olur ki?

...

Usanmayın.Zaman gelecek, bugünlere "mazi" denecek.Büyük bir dönemden, tarihi yaratan birtakım adsız kahramanlardan söz edilecek.Adsız kahraman diye bir şey olmadığını herkes bilse ne iyi olurdu.Bir zamanlar onlar da bizim gibi insandı.Adları, sanları, kendilerine göre bir görünüşleri vardı.Umut içinde yaşıyorlardı.Gönülleri bin bir istekle doluydu.En geride çarpışmanın çektiği acı, adı oldum olasıya dillerde dolaşan en ilerde çarpışanın çektiği acıdan daha az değildi.Gönül isterdi ki, dostlarımız gibi, ailemizdeki insanlar gibi, kendimiz gibi yakın olalım onlara.

...

Kitaplarımdan başka hiçbir şeyim yoktu hayatta, onun da Gestapo okudu canına.

...

Ne belalı günlerdi o günler.Ama Lido bir gün boş vermedi, yılmadan usanmadan çalıştı.Parti'nin "Üst kesimindekilerle" ilişkileri o kuruyordu.Gözünü budaktan esirgemeyerek en tekinsiz işlere girdi.İzi yitirilmiş kişilerle ilişkiler kurup canı tehlikede olanları kurtarmaya çalıştı.Direnmelerin pörsüdüğü yerlere bir yılan balığı gibi sokulup  o eski gamsız kasavetsiz haliyle işler becerdi.Ama onun bu aldırışsız halinin altında büyük bir sorumluluk duygusu yatıyordu.

...

Rus bolşevikleri iki yıl yasadışı çalışan birisinin dört dörtlük bir devrimci olacağını söylemişlerdi bir zamanlar.Ama onlar için mesele kolaydı.Moskova'da tehlike içinde misin, çek git Petrograd'a.Oradan da Odesa'ya.Hiçbir allahın kulunun seni tanımadığı milyonluk kentlerde kaybol git.Ama bizde bir Prag vardı.Bir sürü kışkırtıcının bir aray  geldiği bu kentte insanların yarısı bilir, tanırdı seni.Yıllar boyu dayandık durduk orada.Gestapo'ya yakayı ele vermeden beş yıl yasadışı eylemlerde bulunan arkadaşlarımız çıktı yine de.Çünkü çok şey öğrenmiştik.Çünkü düşman güçlü de, hain de olsa zır cahildi.Yıkıp yok etmekten başka bir bildiği yoktu.

...

"Sen benim yakaladığım en büyük balıksın" diyordu.Beni genellikle ağır toplardan biri olarak nitelendirdikleri için, koltukları kabarıyordu.Belki de bu nedenle ömrüm bir parça daha uzamış oldu.

...

Yanlışlıkla tutuklanan PTT görevlisi, aşağıda salıverileceğini beklerken, adının çağrıldığını duyup arasına katıyorlar.Sonra da kurşuna diziyorlar bir güzel.Aradan iki gün geçince görüyorlar ki, ad benzerliği olmuş meğer.Kurşuna dizilecek başkasıymış.Tabii o da kurşuna diziliyor.Böylece düzeltiliyor yanlış.

...

Renek (Josef Teringl): Sapına kadar inanmış biri.Canını verir şöyle.Petschek adliye sarayında olup bitenlere, bizim ordaki direnişimize o da katıldı.Yedikleri içtikleri bir giden canciğer arkadaşı Pepik Bervida da has, yiğit bir adam.

Doktor Milos Nedved: Gencecik.Filinta gibi yakışıklı.Saygıdeğer.Tutuklu arkadaşlarına ettiği yardımı Osvecum'da canıyla ödedi.

Arnost Lorenz: Kimseyi ele vermedi.Konuşmadı.Bu nedenle karısını kurşuna dizdiler.Bir yıl sonra "400"ün "hausarbeiter"lerini, birlikte çalıştığı tüm arkadaşlarının canını kurtarmak için tek başına idama gitti.

...

Benim rolüm de sonuna yaklaşıyor artık.Bu sonu yazamıyorum tabi.Çünkü bilmiyorum.Bu bir rol değil, yaşamanın ta kendisi.

Yaşamak denilen şeyde seyirci falan yok öyle.

İşte perde açılıyor.

...

Julius Fuçik
Darağacında Röportaj

19 Mart 2023 Pazar

Kıyı - Yuri Bonderev

...

Nikitin alaycı bir tonla sürdürdü: "Doğru ve düz bir insan oluşumu hoş görün Bayan Herbert.Benim yaşımdaki budalalar mutluluğu değişmezlikte bulabilirler, sarsması güç değişmez bir keyif bizleri pek çok şeyden, belki önce kendi kendimizden kurtarır.Ama bunu bir genelleme olarak kabul edemeyiz doğal olarak.    

...

"Heil Hitler! diye bağıranlar kimlerdi öyleyse...Tümü de nazik, iyi huylu insanla gözüküyor.Peki kim ateş etti bizlere?"

...

"Öykünü bir dergide okudum, biz orada artık sayfa arkadaşıyız, "ballad"ımı gördün mü?Oku onu!Yapıtına gelince, okudum, çok, ama çok iyi.Bir cümle var, nasıl?"Karanlıkta inleyen ışıklar..." gibi bir şey.Gerçek bir şiir dizesi bu...

...

"Hiçbir yerde çalışmıyorsunuz.Emekli subay aylığınız var mı?"

"Hayır, üniversiteyi bitirdikten sonra bir gazetede çalışmaya başladım, sonra bıraktım.Nasıl yaşadığımı açıklamak güç.Subay kaputumu, çizmemi, pusulamı rehin verdim...Daha?Ha evet, muhafız madalyonunu bir çift ayakkabıya değiştim.Daha doğrusu, onu iki yıl önce trende tüm kağıtlarını ve nişanlarını elbiseleriyle çaldıran bir arkadaşıma armağan ettim.O da buna karşılık bana bir çift ayakkabı satın aldı."

...

"Siz aydınlar, her olayda seks arıyorsunuz."

...

"Vatan", "Ulus", "Sorumluluk" gibi çarpıcı kavramlar çoktan değer kaybına uğradı..., diye söze başlayan Bay Dietzmann önündeki küçük masaya iki eliyle vurdu."Hitler bunları öylesine kötüye kullandı ki artık hiçbirinin bir köpeği etkileyecek önemi kalmadı.

...

"Atasözü, 'itiraf edilmiş bir suç cezası çekilmiş suçtur' der Teğmen Yoldaş."

"Bunun açıkçası şöyle; itiraf edilmiş suç cezası yarı çekilmiş suçtur, çekilmeyen ceza ise uzun zaman sürecektir."

...

Teğmen Kinyaşko düzen ve temizlik simgesiydi sanki; gömleğinde tek bir kırış görülmez, sarı saçları her zaman taralı durur, göğsündeki nişanlar titizlikle dizelenir, çizmeleri ayna gibi parıldardı.O anda duman rengi tüyleriyle sıska bir kediyi törenlerde şapka tutarmış gibi kıvrık sağ kolu üzerine yatırmıştı.Hayvanın pek de temiz sayılmayan bıyıklarını okşuyor, o da kısık gözlerini süzerek keyifle hırıldıyordu.

...

Alman Almandır, güç karşısında eğilit, güç onun taptığı tek şeydir.

...

"Ondokuzuncu yüzyıldan liberal bir avukat gibi konuşuyorsun.Düşünlerinde yararlı yön görmüyorum.Sen komutansın, askerlerini işin son noktasına dek götürmek zorundasın."

...

"Aramızda bir nehir var Teğmen Yoldaş.Siz bir kıyıdasınız, ben öbüründe."

...

Galina !

Sahra hastanesinden taburcu olduğum günden sora bataryaya sık sık gelişin beni çok ama çok üzüyor.Aramızda geçenlerin insan yaşamında bir kez görüleceği savunulamaz.Orada, sana karşı davranışımın öbür doktor ve hemşirelere karşı davranışımdan ayrıcalığı yoktu.Sanırım seninle söyleştiğimiz o geceyi de yanlış yorumladın...Böylece ben açık konuşmaya zorlanmış oldum.Kendimi seni sevmekle yükümlü saymıyorum, seni de aynı konuda uyarıyorum.Savaşta Romeo ve Jülyet'ler için saray bulunmuyor.Bu şakamı hoş göreceğini umarım, çünkü özellikle askeri konularda bile vermek zorunda kararlar asıl istediklerimle bağdaşmıyor.Bu nedenle de beni ille de gerçekleri söylemeye zorlama.Çünkü aslında ne olduğumu ben de bilmiyor ve kendime karşı zayıf olmaktan korkuyorum (bir satır silinmiş).O gece beni kadınları küçük görmekle, onlardan çekinmekle suçladın, dediğine bakılırsa kitaplardan edinmiştim bu inançları.Belki de..Dışarda fırtınayla kar yağar, avluyu doldururken babamın sesssiz odasındaki kanepeye uzanıp okumak, eski kitapları karıştırmak ne tatlıydı...Turgenyev'in kadın tiplerine, özellikle Nataşa Rostova'ya aşıktım adeta...Haklısın; savaşta her şey kitaplardakilerden başka oluyor...Ne yazık ki ben bir şovalye...ya da en azından adaşım Andrey Bolkanski olmak isterdim.Bunlar belki de komik gelecek sana...Şunu da bil ki cephe aşklarını, siper çamurları arasındaki ilişkileri, erlerin dedikodularını, tümen Kazanova'larının övünmelerini iğrenç bulurum.Ne isterim, ne de böyle bir şey yaparım...İki yıl önce kendi kendime onu sözü verdim (bir cümle çizilmiş)...Bütün bu nedenlerle aramızda ciddi bir ilişki olamaz.Savaş savaştır, savaşta gerçek aşka yer yoktur (olağanüstü yerinde ve güzel bir söz).Bunlar yalnız aldatıcı görüntüler, pasaklılık ve utanmazlıktır sadece.

Beni anlamanı dilerim.Ayrıca beni bekliyorlar...(Bir cümle çizilmiş.)

Teğmen Kinyaşko

...

Savaştan sonra bir portatif çadıra sarılıp yabancı bir mezarlıkta bir başkasının yerine çukura atılmıştı sanki.Toprak tabakaları çıtırdıyor, ne bir kimse görüyor, ne bir ses duyuyordu.Bağırmak, henüz yaşadığını, yanlışlıkla başkasının yerine gömüldüğünü söylemek istedi.Toprak boğuyor, nefes alamıyor, bağıramıyordu.Karanlıkta sırıtkan bir yüz belirmiş, sarı dişlerini göstererek bağırmaya, mezarın boşaltılmasını emretmeye koyulmuştu.Nikitin gücünün son kalıntısıyla inlemeye, görünmeyen askerleri yardıma çağırmaya koyulmuş, sesini duyuramamıştı.Tabaklar hışırdıyor, daha çabuk parçalanıyor, sert toprak parçaları alnına, boynuna düşüyor, ağır bir çamur kokusu soluğunu kesiyor, arada bir hıçkırık, bir kadın sesi duyuyordu.Vücuduna düşen toprak parçalarının etkisiyle mezar karanlığında avazı çıktığı kadar bağırdı.

...

"Tanrım, insan savaşta hayal kurar mı?"

...

- Günümüz dünyasına karşı görüşünüzün kökenlerdi nedir?

- Umuda ve sabra dayanıyor.

...

"Alman televizyonlarır birer aptallık kutusudur.Ağzı ve gözüyle geviş getirenler düşünemezler, değil mi Bay Nikitin?"

"Çok iyi benzettiniz; gözler için ciklet öyle mi?"

...

Nikitin güldü, Alex, Samsonov'un sırtından kadehini doldururken sözünü sürdürdü.

"Ama burada ilk kez bulunuyorsunuz.Yukardaki tüyler ürpertici gerçekleri anımsayamazsınız burada, zaman durur.Burası çılgın dünyada bir adadır.Kokmuş politikaya, kıskançlık ve kötü ulusalcılığa yer yoktur.Ben müzik, kahkaha ve şarap sunarken hiçbir İsa çarmıha gerilemez.Nefretin yerine tebessüm...Gülen insan iyidir.Tüm insanların gülerek yaşlandıkları bir dünya ne kadar mutlu olurdu değil mi?Baykuş aklın simgesidir.Neşeli baykuş neşeli akılcılıktır."

...

Yuri Bonderev
Kıyı
Türkçesi: Faruk Yener
Yar Yayınları


11 Ekim 2021 Pazartesi

Demir Tufanı, Aleksandr Serafimoviç

...

Askerler bellerindeki ipleri biraz daha sıkarak "Yiyecek bir şeyimiz olsaydı," dediler.

Bir kısmı köyü araştırırken bir gramofonla bir sürü eski plak bulmuşlardı.Gramofonu boş eyerlerden birine bağladılar, ormanın sakinlerinde, çıplak tepelerin yüzünde, beyaz toz bulutlarının üstünde, paslı insan sesi cızırdadı:

Sinek! Bir sinek! Ha, ha, ha !

Askerler ayaklarını yere vura vura, katıla katıla gülüyorlardı.Diğer plakları da koydular birbiri arkasından.Birden gramofondan bir ses yükseldi:

Tanrı Çarı korusun...

Bir kıyamet koptu bir anda.

"Canı cehenneme çarın!"

"Al onu da..."

Plağı kaptıkları gibi yola fırlattılar, binlerce ayağın altında paramparça olsun diye.

...

Hiçkimse konuşmuyor, hiçkimse gülmüyordu.Sessizliklerini peşlerinde sürükleyerek yürüyorlardı.Yorgun ayakların umursamazca sürtmesini, yorgun nalların seslerini ve arabaların ürpertiler veren gacırtılarını bu ağır ve boğucu sessizlik birbirine bağlıyordu sanki.

...

Yanına gelen yaverini bile görmüyordu karanlıkta.

"Kozhuk yoldaş!"

Sesi heyecanlıydı, adamcağız yaşamak istiyordu.

"Sonumuz geldi değil mi?"

Kozhuk'un ağzından alışılmamış bir sesle çıkmıştı bu sözler.Yaveri, "Demek sen de bizler gibisin...demek sen de yaşamak istiyorsun..." diye düşündü.

...

Gerilerde karanlığın derinliklerinde insan ve silah sesleri azaldı, destekleri olmayan Kazaklar atlarını bırakarak kaçıyorlar, evlere, arabaların altlarına saklanıyorlardı.Onunu diri diri yakaladılar ve votka kokan ağızlarını kılıçlarıyla parçaladılar.

...

Aleksandr Serafimoviç
Demir Tufanı
Yar Yayınları
Türkçesi: Mehmet Harmancı

4 Mayıs 2021 Salı

Yaşadım Diyebilmek İçin, Mitka Grıbçeva


Razmetanitsa'yı aşınca Rila gelir.Orada Rila ırmağı bulunuyor, üzerinde demiryolu köprüsü.Ne uğursuz ad!Bizden ve Dupnitsa partizanlarından otuz-kırk arkadaşın öldüğü yer.Ayaklarından biçilerek altın bir buğday demeti misali köprüye düşerken, şöyle bağırmış İnce:

-Arkadaşlar, ben gidiyorum!Hatırlayın beni!Sonra şarkıya başlamış:

Dünya yangınından bir meşaleyiz biz...

---


Cervantes'in gülüşünü doğuran bir ülkede
Şimdi vahşi bir ölüm tırpanını çekmeden...

Pleven Hapihanesi

---

Halkım benim, halkım benim, hazır ol!
Fırtınalı savaş günleri gelen.
Bu savaşın fırtınası içinde yürü,
Yürü ve inan ki:
Yeneceksin sen!

Bodrovski
Pleven Hapishanesi 1936


---

Üçüncü soru: Grıbçev'le neden evlendin?

Bu artık ilkesel bir soruydu, ona ilkesel yanıt vermem gerekiyordu:

-Çünkü ondan önce sana rastlamadım, ...yoldaş!

Dördüncü soru: Bu soruda, kuşkularının doruğu seziliyor: Nasıl oldu da bunca tehlikeli eylemlere katıldığınız halde, sağ kalabildiniz?

Gördünüz mü şimdi?Tanrı burada olsaydı da benim nasıl sağ kaldığımı söyleseydi!Mermiler dirseğimi parçaladı, kalça kemiğimi deldi, ama yüreğime isabet edemedi, kanım da akmadı büsbütün ki, şimdi benimle konuşan şu adam şaşmasın niçin nasıl kaldım diye...

---

Herkes onun yaşamından söz ediyordu.Mitko ise ölü yatıyordu yatakta.

Vardı ve bundan sonra olmayacaktı...

---

Akşam bizim köylüler
Seni görmüşler,
Dörtnala giden at üstünde
Neşeliydi, dediler.

...

Mitka Grıbçeva
Yaşadım Diyebilmek İçin
Yar Yayınları

18 Mayıs 2020 Pazartesi

Sanat Eseri, Anton Çehov


Koltukaltında gazete kağıdına sarılı bir paket tutan Saşa Smirnov, aceleci bir yürüyüşle Doktor Koşelkov’un muayenehanesine girdi.

Doktor genç adamı, “Ooo, sevgili oğlum,” diye sıcak bir sevgiyle karşıladı. “Nasılsın bakalım bugün? Ne var ne yok?”

Saşa gözlerini kırpıştırdı, elini göğsüne, kalbinin üzerine koydu, sinirli sinirli konuştu:

“Annem çok selam söyledi size ve teşekkürlerini gönderdi… Ben annemin tek çocuğuyum ve siz benim hayatımı kurtardınız… Size nasıl teşekkür edeceğimizi bilemiyoruz.”

“Aman canım, evladım, bundan söz etmeyelim artık,” diye onun sözünü kesti doktor, tatlı tatlı gülümsüyordu. “Benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı.”

“Annemin tek çocuğuyum… Yoksuluz, size emeğinizin karşılığını verebilecek durumda değiliz… Sıkılıyoruz bu yüzden. Annem de, ben de sizden bu hediyeyi… minnettarlığımızın nişanesi olan bu değerli ve nadide eşyayı kabul etmenizi rica ediyoruz.”

Doktor yüzünü buruşturdu.

“Niye zahmet ettiniz, oğlum,” dedi. “Gerek yoktu buna. Hiç ihtiyacım yok böyle bir şeye.”

“Alın, alın,” diye karşı çıktı Saşa. “Lütfen, kabul edin.”

Bir yandan paketin iplerini çözerken, bir yandan da konuşuyordu genç adam:

“Eğer kabul etmezseniz, hem annemi hem de beni kırmış olursunuz… Çok nadir bulunan cinsten bir sanat eseri bu… Antik bir bronz heykel… Babamdan miras kaldı bize. Manevi değeri büyüktü bizim için, çünkü hatıra diye saklıyordum bunu… Babam bu antika bronzlardan çok miktarda satın alır ve eski heykel meraklılarına satardı… Şimdi biz de, annemle aynı işi yapıyoruz.”

Saşa paketi açtı ve içindekini heyecanla masanın üstüne koydu. Bu, antik bronzdan, küçük bir şamdandı. Gerçek bir sanat eseriydi ve bir grup insanı temsil ediyordu. Ayak kısmında, Havva Anamız kılığında iki kadın figürü vardı. Nasıl bir poz takındıklarını burada anlatmaya terbiyem izin vermez. Yosmalar gibi gülüyordu bu kadınlar. Aslında şamdanın geri kalan kısmını destekledikleri falan yoktu, ama öyle bir pozda eğilmişlerdi ki… Sevgili okurlar, bunu düşünürken bile yüzüm kızarıyor.

Doktor hediyeyi gözden geçirdi, yavaşça başını kaldırdı, boğazını temizledi ve burnunu sildi.

“Evet, elbette, çok güzel bir sanat eseri bu,” diye mırıldandı. “Ama nasıl söyleyeyim bilmem ki! -Pek de… Yani… Burada uygunsuz kaçar… Biraz ahlaksızca, öyle değil mi sizce?.. Bilirsiniz ya hani… Şeytanca bir ayartma var bunda…”

“Niçin böyle konuşuyorsunuz?”

“İblis bile bundan daha çirkin bir şey tasarlayamazdı. Böyle kabus gibi bir şeyi masamın üstüne koyamam, evimi de bununla kirletemem.”

“Aman doktor bey, sanat konusunda ne tuhaf bir düşünceniz var!” diye bağırdı Saşa, sesi öfke doluydu. “Gerçek bir başyapıt bu! Bir bakın şuna! Ne uyumlu bir güzellik! Bakarken bile insanın ruhu kıvançla doluyor, insanın boğazına bir yumru tıkanıyor sanki. Böyle bir güzelliği gördüğünüzde, dünyayı unutursunuz… Bir bakın hele! Hayat dolu, hareket dolu, anlamlı bir şaheser bu!”

“Bütün bunları anlıyorum, sevgili oğlum,”diye onun sözünü kesti doktor. “Ama evli bir adamım ben. Küçük çocuklar çalışma odama girip çıkıyor, eve kadın misafirler de geliyor.”

“Elbette,” dedi Saşa, “salt şehvet gözüyle bakarsanız, bu şaheseri çok farklı bir ışık altında görürsünüz. Ama siz bütün bunları aşmışsınız doktor! Eğer bu hediyemizi reddederseniz, annem ve ben çok üzülürüz. Ben annemin tek çocuğuyum ve siz benim hayatımı kurtardınız… Biz de size bunun karşılığında en değerli şeyimizi veriyoruz. Tek endişem size bu şamdanın eşini hediye edemememden kaynaklanıyor.”

“Teşekkür ederim dostum, çok teşekkür ederim… Annenize selamlarımı iletin. Ama tanrı aşkına! Kendiniz görmüyor musunuz? Ayıp bir şey bu! Küçük çocuklar bu odaya girer çıkar, kadın misafirler de gelir… Neyse, bırakın bakalım! Sizinle tartışacağım da ne olacak?”

“Başka bir şey söylemeyin!” diye neşeyle bağırdı Saşa. “Şamdanı buraya, vazonun yanına koyun. Ne yazık ki, bunun eşini getiremedim size. Ne yapayım, elimden ne gelir! Haydi, hoşça kalın doktor!”

Saşa gittikten sonra, doktor şamdana uzun uzun baktı ve başını kaşıdı.

“Güzel olmaya güzel,” diye düşündü. “Atsam yazık olur… Ama burada nasıl tutayım bunu? Hımm! Kime verebilirim, kime bağışlayabilirim bunu acaba?”

Uzun uzadıya düşünüp taşındıktan sonra, arkadaşı avukat Ukov’da karar kıldı, bazı yasal hizmetlerinden dolayı kendini ona borçlu hissediyordu.

“Tamam!” diye düşündü doktor. “Çok yakın arkadaşım, para teklif edemem ona, ben de bu sanat eserini veririm… Adam bekar, neşeli, hovarda biri zaten…”

Bu düşüncesini hemen hayata geçirmek istedi. Giyinip şamdanı da yanına aldı ve Ukov’un evine yollandı.

“Günaydın, dostum” dedi doktor. “Sana eski bir hizmetinden dolayı teşekkür etmeye geldim. Para almazsın bilirim, ben de sana bu sanat eserini hediye etmek istiyorum… Bir bak hele, rüya gibi değil mi?”

Avukat şamdana bir göz atar atmaz, güzelliğiyle kendinden geçti.

“Şahane bir sanat eseri!” diye haykırdı hayranlıkla. “Tanrım, sanatçıların buluşları ne akıl almaz şeyler! Ne kadar çekici, ne kadar hayranlık uyandırıcı bir eser! Nerde buldunuz bu harikayı?”

Ama birden coşkusu söndü avukatın, kaygılandı. Gözünü kapıya dikmiş bakıyordu.

“Bunu kabul edemem, dostum” dedi avukat. “Götürün bunu buradan.”

“Neden?” diye sordu doktor.

“Çünkü, çünkü… Annem sık sık ziyarete gelir, müşterilerim de gelir gider. Hizmetçilerin gözünde bile küçük düşerim.”

“Bir kelime daha söyleme,” diye bağırdı doktor, eliyle koluyla sinirli hareketler yapıyordu. “Bu hediyeyi kabul etmek zorundasın. Bunu reddedersen nankörlük yapmış olursun. Böyle bir şaheser geri çevrilir mi? Şu pozlara bak, şu ifadeye bak… Almazsan bana hakaret etmiş sayarım seni!”

“Biraz örtülü olsaydı, hiç değilse birer incir yaprağı olsaydı kadınların üzerinde…”

Ama doktor onu daha fazla dinlemeyi reddetti. Şimdi, elini kolunu daha da hızlı sallıyordu. Ukov’un evinden koşar adımlarla çıkarken hediyeyi başından attığını sanıyordu.

Doktor çıkıp gittiğinde, avukat şamdanı dikkatle inceledi. Onu ne yapacağını, bu münasebetsiz eşyadan nasıl kurtulacağını kara kara düşünüyordu.

“Güzel bir şey bu,” diye geçirdi aklından. “Kaldırıp atmak olmaz. Saklasam da ayıp kaçar. En iyisi birisine vereyim… Hah, buldum!.. Bu akşam tiyatroya, Şoşkin’i seyretmeye gideceğim. Herif böyle şeyleri sever. Üstelik de bu gece herkesten bağış toplayacak…”

Ukov, bu düşüncesini hemen uygulamaya koydu. O gün akşamüstü, hediyesini paketleyip komedi artisti Şoşkin’in oynadığı tiyatronun yolunu tuttu.

O akşam tiyatronun giyinme odası, hediyeyi görmek için sabırsızlanan adamlarla doluydu. Bütün bu zaman içersinde oda neşeli kahkahalarla çınladı.

Kadın misafirlerden biri, oda kapısına yaklaşıp “Girebilir miyim?” diye sorsa, Şoşkin en kaba sesiyle cevabı yapıştırıyordu:

“Hayır, hayır, girmeyin. Giyinik değilim.”

Temsilden sonra, komedyen omuzlarını silkti, elini kolunu ret anlamında sallayarak:

“Ne yapayım ben bunu canım?” diye sordu. “Özel bir apartman dairesinde oturuyorum ben. Artist kadınlar da sık sık ziyaretime gelir. Bu da fotoğraf değil ki çekmecelerden birine atayım.”

“Niye satmıyorsunuz bunu?” diye sordu perukacı. “Yaşlı bir kadın var. Antik bronz eşya alıp satıyor. Adı Smirnova… Bir koşu gidip bakın isterseniz, sorarsanız oturduğu evi size tarif ederler.”

Komedyen aynen öyle yaptı…

İki gün sonra, Koşelkov başını ellerine dayamış, muayenehanesinde oturuyor, bazı maddeleri birbirine karıştırıp ilaç yapıyordu. Kapı birden açılıp Saşa içeri girdi… Mutluluktan ağzı kulaklarına varıyordu… Elinde, kağıda sarılı bir paket tutuyordu.

“Doktor!” diye seslendi nefes nefese. “Bilseniz ne kadar sevinçliyim! Şu şansa bakın, şamdanın eşini buldum! Annem de öyle sevindi ki! Annemin tek evladıyım ben, siz de benim hayatımı kurtarmıştınız.”

Saşa, minnettarlık ve sevinç içinde, şamdanı doktorun önüne koydu. Doktor bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açtı, ama hiçbir ses çıkmadı ağzından… Adamın nutku tutulmuştu…


Not: Yar Yayınları’nın Altıncı Koğuş kitabından alıntıdır. Her hakkı saklıdır.

Anton Çehov
Sanat Eseri
Altıncı Koğuş
Yar Yayınları

Numara 400, Julius Fuçik - Darağacında Röportaj, Yar Yayınları



Numara 400 (Günlük) – Julius Fučík

24 Nisan 1942 günü Çekoslovak gazeteci ve komünist parti üyesi Julius Fučík, Nazi işgali altındaki Çekoslovakya’da, Nazi gizli polisi Gestapo tarafından gözaltına alınarak Prag’daki Pankrác Hapishanesine gönderildi. Burası Hitler Almanya’sına gönderilmeden önce sorgulanacağı ve işkence göreceği bir duraktı.

Fučík işte bu süreçte Darağacında Röportaj (Darağacından Notlar) – “Reportáž psaná na oprátce” adlı eserini zor koşullar altında, sigara kağıt parçalarına yazarak oluşturdu. Bu notlar Kolinski ve Hora adlı iki gardiyanın yardımıyla dışarı çıkarıldı.

Fučík’in 1943’te idam edilmesini izleyen yıllarda bu notlar kitap haline getirildi, 70’i aşkın dile çevrildi ve büyük yankı uyandırdı.

Bu notlarından iki tanesini sizlerle paylaşıyoruz.

NUMARA 400


Kefeni yırtmak, ölümden dönüp iyileşmek, insanda tuhaf tuhaf duygular uyandırıyor. Hem o kadar tuhaf duygular ki, anlatılmıyor bunlar, tanımlanmıyor. İyi bir uyku çekmişsin, tatlı bir hava… Ohh, ne güzeldir dünya… Ama bir de ölümlerden döndükten sonra böyle bir şeyi düşün… Hava çok çok daha tatlı gelir. Hiç bunca esaslı uyku çekmemiş gibi olursun. Hayat sahnesi öyle şakır şakır bir ışık içinde görünür ki gözlerine, sanki bir ışık yönetmeni bütün parlak ışıkları bir anda yakmış, sahneyi ışığa boğmuştur tüm. Gözlerin hem mikroskop, hem teleskop gibi görür dünyayı artık. Kefeni yırtmak, ölümden dönmek, baştanbaşa bir bahardır ki, göre göre usandığın şeylerde bile sana ummadığın mutluluklar, sevinçler tattırır.

Bunun bir lokma süreceğini, seni çepçevre saran şeyin Pankrac hapishanesinin hücresi olduğunu bilsen de yaşarsın bu duyguları.

Ama bir gün birtakım insanların önüne getirecekler seni. Sorgu için çağıracaklar. Üstelik sedyeye falan koymadan. Her ne kadar yürüyeceğini aklın kesmese de yürüyeceksin.

Koridorda bir merdiven var. Dört bacak değil de iki bacak sürünüyorsun yanlara tutunup. Aşağıda, seni arabaya kadar götürecek hapishane arkadaşların bekliyor. Sonra gelip giriyorsun gezici hapishaneye. Oturuyorsun. İçerde, on, on iki kişiyle karşılaşıyorsun. İlk görüyorsun hepsini. Gülümsüyorlar sana. Sen de onlara gülümsüyorsun. Biri, bir şey fısıldıyor yavaşça. Kim bu, tanımıyorsun. Bir başkasının elini sıkıyorsun. Kimin elini sıkıyorsun, bildiğin yok. Sonra bakıyorsun, araba Petschek adliye sarayının o koca sundurmasının altına girivermiş. Arkadaşların indiriyorlar seni. Duvarları çıplak geniş bir salona giriyorsunuz. Sıkış sıkış dizilmiş beş beyaz sıraya, birtakım adamlar oturmuş. Elleri dizlerinde, gözlerini çıplak duvardan ayırmıyorlar hiç. Kıllarını kıpırdatmadan duruyorlar öyle işte dostum, senin yeni dünyanın bir parçasıdır burası. Adına “sinema” diyorlar.

MAYIS 1943

Bugün 1 Mayıs 1943. Özel olarak görevliyim. Bu arada yazı da yazabiliyorum. Bir an için de olsa sosyalist bir gazeteci olarak bir kez daha yeni dünyaların savaş güçlerinin geçit törenlerini anlatan yazılar yazabilmek ne büyük mutluluk!

Benim öyle havalarda dalgalanan bayraklardan söz edeceğimi falan sanma sakın. Dinlendikçe insanı kendinden geçiren, yüreklendiren bir takım olmuş şeyleri de anlatacak değilim. Bugün her şey olduğundan daha sadeydi. Eski yıllarda olduğu gibi binlerce insanın sıralar halinde Prag caddelerinden bir sel gibi akışını ya da Moskova’daki Kızıl Meydan’da milyonlarca insanın uçsuz bucaksız bir deniz gibi dalgalandığını görmüyordum artık. Burada öyle yüzlerce, milyonlarca insan yok. Burda görsen görsen birkaç dost, arkadaş görürsün yalnız. Ama yine de bunun az buz şey olmadığını bilirsin. Çünkü buradaki tören ölüm sınavı geçiren, yok olup gitmeyecek, üstelik çelik gibi sertleşmiş güçlerin töreni. Bilirsin, sivil elbiselerle savaşılmaz siperlerde.

Icığını cıcığını anlatıyorum her şeyin. Sen ki bunları bizimle yaşamıyor, okuyorsun yalnız. Anlar mısın, anlamaz mısın, bilmem. Ama anlamaya çalış, n’olur. Bana inan. Bir güç yaşıyor burda.

Komşu hücrenin iki tiktaklı sabah selamı bugün daha okkalı, daha törensel. Duvar daha sert geçiriyor sesi bugün.

Elimizden geldiğince iyi giyiniyoruz. Bütün hücredekiler öyle. Sabah kahvaltısında çakı gibiyiz. Hücrelerin açık kapıları önünden ekmek, siyah kahve ve su servisi geçiyor. Skorepa yoldaş iki yerine üç ekmek veriyor bize. Yüreği iyilik dolu bir insanın elle tutulur, gözle görülür selamı bu. 1 Mayıs selamı. Ekmeği alırken parmakların bir başkasının parmaklarını sıkıyor gizlice. Konuşmak yasak. Bakışların bile gözaltında.

– Ama dilsizler parmaklarıyla ne güzel anlaşırlar, değil mi?

Kadınlar yarım saatlik gezinti için bizim hücrenin altındaki avluya çıkıyorlar çabuk çabuk. Masaya çıkıp demir parmaklıklardan aşağı bakıyorum. Olur ya görürler belki. Evet, görüyorlar, yumruklarını kaldırıp selam veriyorlar. Ben de aynısını yapıyorum. Bugün aşağıdaki avluda bir cıvıl cıvıllık, her zamankinden başka bir şeyler var. Kadın gardiyanın gördüğü yok hiçbir şeyi. Görmezlikten geliyor belki de. O da bizim bu yılki 1 Mayıs törenimize katılmış oluyor.

Şimdi sıra bizde. Yarım saatliğine avluya çıkıyoruz. Ben yaptırıyorum bugün cimnastiği. Bugün 1 Mayıs canlar! Öbür günlerde olduğu gibi başlamayacağız bugün. Gözetleyiciler afallasın varsın! N’olacak? Birinci hareket: Bir, iki, bir, iki, çekiç sallama hareketi. Öbürü orakla ot biçmek…

Çekiç ile orak… Şöyle bir parça kafalarını çalıştırırlarsa; anlar bunu canlar! Sağa sola bakıyorum: Gülümsüyorlar. Canla başla yapıyorlar hareketleri. Anladılar. İşte, dostlar, 1 Mayıs gösterimiz bu bizim. Oynadığımız bu sözsüz oyun ölüme giderken bile bağlı kalacağımız 1 Mayıs andı.

Hücrelere dönüyoruz. Saat dokuz. Kremlin’in saati onu vuruyor şimdi. Kızıl Meydan’da geçit başlıyor. Yürüyoruz seninle baba. Aha Enternasyonal başladı söylenmeye. Bizim hücreden tut da, dünyanın dört bir yanında yankılanıyor ses. Şarkılar söylüyoruz. Devrimci marşlar birbirini izliyor. Yalnız kalmak istemiyoruz. Yalnız değiliz. Dışarda göğüslerini şişire şişire şarkı söyleyen, ama bir yandan da bizim gibi kavga verenlerle yan yanayız.

“Mahpus damlarına düşmüş canlar
Ömür çürütenler buz gibi zindanlarda
Nice ırak yollarda olsa aramızda
Değiyor saçlarınız saçlarımıza”


Evet, değiyor saçlarınız saçlarımıza. Biz Hücre 267’nin tutukluları, 1943 1 Mayıs töreninin artık sona erdiğini düşünüyorduk kendi kendimize. Ama sona ermiş miydi gerçekten? Kadınlar bölümünün koridorundaki görevli kadının öğleden sonra avluda dolaşarak hücrelerdeki erkek tutukluları yüreklendirmek için söylediği yiğitçe şarkılara ne demeliydi peki.

Hele o bana kağıt kalem getiren, bir yaramazlık olmasın diye koridoru gözleyen, çek polisleri gibi giyinmiş adam? Bir başkası daha var ki, benim yazıp çizdiklerimi dışarıya kaçırıyor gizli gizli. Ola ki bir gün herkes okur. Öğrenir her şeyleri. Lamı cimi yok, bu kağıt parçaları için kelleyi verebilirler onlar. Demir parmaklıklar arkasındaki bugünle, özgür bir yarın arasında ilişki kurdukları için canlarına okunabilir. Ama onlar öyle yürekten, öyle içten sürdürüyorlar kavgalarını! Herkesin bir yeri var kendine göre. Herkes kendi savaş alanında ellerindeki bütün olanakları kullanarak çaba gösteriyor. Hepsi de öylesine sade, kasıntısız ve telaşsız ki, bir ölüm-kalım savaşı verdiklerine asla inanmazsın. Üstelik bu savaşta yenmekten çok yenilmek var onlar için.

Julius Fuçik
Darağacında Röportaj
Yar Yayınları
Çeviri: İrfan Yalçın

Not: Yar Yayınları’nın Darağacında Röportaj (Darağacından Notlar) kitabından alıntıdır
.

17 Mayıs 2020 Pazar

Gökten Gelen Atlı (Bir Polonya Masalı), Yeryüzü Masalları - Bülent Habora


Gökten Gelen Atlı (Bir POLONYA Masalı) – Bülent Habora


Bir varmış, bir yokmuş…

Karkonoş’un büyük köylerinden birinde, çok ürün veren bereketli toprakları olan bir çiftçi yaşıyormuş. Ama bu adam çok pintiymiş.

Öylesine pintiymiş ki, tarladaki ürünler toplandıktan sonra artakalan başakların yoksullar tarafından alınmasına bile çok kızıyormuş. Oysa yoksulların başak toplama geleneği çok eski yıllardan beri devam edermiş.

Ambarları zahireyle(*) tıka basa dolu olduğu halde, yine de anızlığı dolaşarak, başakları toplayan çocukları, kinle, nefretle dolu gözlerle izliyormuş.


(*) Zahire: Gerektiğinde kullanılmak için saklanan tahıl.


Bu çocukların tümü de o köyün ve çevre köylerin en yoksullarıymış. Öylesine yoksullarmış ki, çoğu kez açlık yüzünden ölmekten, bu artakalan başaklar sayesinde kurtuluyorlarmış.

Zengin çiftçi, yoksulların bu durumunu çok iyi biliyormuş. Ama yine de, gözlerini para hırsı bürüdüğü için, sürekli olarak ırgatlarına, demetleri çok sıkı bağlamalarını ve düşen başakları da tırmıkla toplamalarını emrediyormuş. Bu yüzden yoksul çocuklar, onun tarlasında, diğer çiftçilerin tarlalarında buldukları başakların onda birini bile bulamıyorlarmış…

Küçük Eljbet, bir sabah erkenden, elinde bezden bir torba olduğu halde, koşa koşa tarlaların bulunduğu yere gitmiş.

Eljbet, sık sık hastalanan, iplik eğirme ve dikişçilikten elde ettiği gelirle güç-belâ geçimlerini sağlayan yoksul, dul bir kadının kızıymış.

Bir odalık kulübelerinde ana-kız birlikte yaşıyorlarmış. Henüz sekiz yaşında olan Eljbet, sürekli olarak annesine yardım ediyormuş. Odayı temizliyor, yemek yapıyor, hatta ormana gidip, çalı-çırpı, kurumuş ağaç topluyor, eve getiriyormuş…

Orak zamanı gelince, diğer günlerde olduğundan çok daha erkenden kalkıyor, torbasını alıp, tarlalara koşuyormuş. Nerede bir başak görse, onu torbasına atıyormuş.

Zengin çiftçi, bu çalışkan ve sevimli kızdan hiç hoşlanmıyormuş. Kendi tarlasında, kızın neşeli bir biçimde başak toplamasına, hatta ara vermeden şarkı söylemesine fena halde bozuluyormuş.

Elinden topladığı başakları, yanındaki çuvalını almak istiyormuş, kızın. Ama komşularının tepki göstermesinden korktuğu için bu isteğini yerine getiremiyormuş…

Bu yıl topraklar çok bereketli olmuş. Zengin çiftçinin ambarı tıka basa dolmuş. Geriye de birçok demet kalmış. Irgatlarına emrederek kalan demetleri, ambarın yakınındaki bir yere yığın yapmalarını söylemiş.

İşte o gün, küçük Eljbet de, o yığının çevresinde başak topluyormuş.

Ansızın biri onu kolundan yakalamış. Kızcağız ürkmüş birden. Başını kaldırınca, karşısında zengin çiftçiyi görmüş.

Adam, öfke dolu, ağzından köpükler çıkartarakkıza bağırmış:

“Seni gidi hırsız, seni! Yığından çektiğin başakları hemen bırak!”

Eljbet korkusundan tir tir titriyormuş. Hemen yanı başlarında olan yığını görmüş. Oraya yaklaştığını hiç farketmemiş, küçük kız.

Yığından tek bir başak almadığını bildiği için titrek bir sesle şöyle yanıtlamış adamı:

“Bu başakları tarladan topladım ben. Yığından tek bir başak bile almadım, yemin ederim.”

Çiftçi, kızcağızın doğru söylediğini bildiği halde, yumruğunu kaldırıp kıza vurmak istemiş.

Kız büyük bir korku içinde olduğundan, sürekli:

“N’olur bana yardım edin. Öldürecek bu adam beni. Kurtarın onun elinden,” diye bağırıyormuş.

Küçük Eljbet, sözlerini bitirir bitirmez, dağın tarafından, bir yel gibi hızla gelen bir siyah atlı belirmiş.

At köpük içindeymiş. Atlı, ateş bulutunu andıran bakır-kızıl renginde bir pelerinle sarılıymış. Uzun kızıl sakalı rüzgarda savruluyormuş.

Zengin çiftçi tam yumruğunu kızın sırtına indireceği sırada siyah at, tırnaklarını yere kakarak öylesine durmuş ki, bir anda çevreyi tozduman kaplamış.

Atlı, yere atlamış. Hemen çiftçiyi boynundan yakalayıp, bir tavuğu tutar gibi havaya kaldırmış.

Zengin korku içinde bir şeyler demek istiyormuş. Ama ne söylediği bir türlü anlaşılmıyormuş.

Kolları, bacakları savrulan çiftçi, bu durumuyla tam bir soytarıya benziyormuş.

Biraz sonra atlı, onu yere bırakmış.

Çiftçi yerden yavaş yavaş doğrularken, atlı bağırmış:

“İğrenç, aşağılık herif, bu kadar çok zahiren varken, yoksulların topladığı bir deste başağa mı göz dikiyorsun? Utan be!.. Anlaşılan, senin kötü adam olmanı varlığın sağlamış… Senden iyi adam olur, ama yokluğu, yoksulluğu senin de yaşaman gerekli…”

Sözlerini daha bitirmeden, pelerinini bir kanat gibi germiş. O an pelerininin altıdan kıvılcımlar çıkmış. O başak yığınını alevler sarmış. Az sonra da o koskoca ambarı da yanmaya başlamış.

Zengin çiftçi haykırarak yanan ambarına doğru koşmaya başlamış. Ama durduramamış yangını…

Öte yandan atlı, korkusu yüzüne vuran, tir tir titreyen kızı kolundan tutup, atına çekmiş. Birlikte yükselmeye başlamışlar.

Eljbet şaşkın şaşkın çevresine bakıyormuş. Uçmak gerçekten çok hoşmuş. Havada belli-belirsiz bir sis varmış. Ayrıca zaman zaman beliren büyük ve serin bulutlar küçük kızın yüzünü hafif hafif okşuyormuş.

Kız aşağılara doğru baktıkça, dağların tepelerini, o büyük şelâleyi görüyor, ormanın uğultusunu hissediyormuş.

Bir süre sonra siyah at yavaş yavaş aşağıya inmeye başlamış. Birkaç dakika geçince yere ayak basmışlar.

Atlı, onu evinin tam önüne getirmiş.

Eljbet, kendisine yardım eden atlıya teşekkür etmek için dönmüş, bakmış. Ama ne at varmış ortada, ne de atlı.

“Herhalde uyudum, evden çıkar çıkmaz. Bu gördüklerimin tümü de bir düştü, galiba,” diye düşünmüş küçük kız.

Eljbet’in geldiğini gören annesi sormuş ona:

“Eee, ne yaptın bakalım? Bütün gün kırda, tarlalarda olduğuna göre, sanırım epeyce başak toplamışsındır…”

Gününün nasıl geçtiğini tam olarak anlayamayan kız, telâş içinde boş ellerini göstererek yanıtlamış annesini:

“Hiçbir şey getiremedim, anneciğim…”

“Ya o başındaki çelenk, başak çelengi neyin nesi?” diye sormuş, annesi.

Sonra kalkıp, kendisine şaşkınlık içinde bakan kızının başından güzel ve iri başaklardan oluşan çelengi almış.

Bu garip çelengi yakından inceleyen annesi, bir de ne görsün, başaklardaki iri taneler altınmış.

Küçük Eljbet altınları görünce, bugün başından geçenlerin düş değil, gerçek olduğunu anlamış.

O, kömür gibi kapkara, ceylan gibi güzel atı ve onun cesur sahibini tüm yönleriyle annesine anlatmış.

Eljbet, ertesi sabah tarlalara gitmiş. Bir de ne görsün, zengin çiftçinin büyük demet yığınının ve ambarının yerinde bir öbek kül varmış.

Küçük kız sonraki tüm yaşamı boyunca bir daha başak toplamak için tarlalara gitmemiş. Çünkü çelengindeki altın taneleri, yoksul dul kadına ve onun çalışkan, sevimli kızına iyi, sakin ve mutlu bir yaşam sağlamış…

O yıldan sonra, yoksul ailelerin çocukları, her orak zamanında, bu çiftçinin tarlalarına gidip, rahatlıkla başak toplamışlar.

Zengin, artık bu çocuklara birşey demiyor, hatta yan gözle bile bakmıyormuş. Bir yıl yoksul ve aç yaşayınca, diğer gerçek yoksulların ne durumda olduğunu anlamış…

Ama ilginçtir, o yanan buğday yığınının yerinde yetişen başakların rengi kömür gibi kapkaraymışlar. Üstelik bunlara dokununca da, kül olup, yere dökülüyorlarmış. Bu olay, her yıl aynı biçimde sürüp, gitmiş.

Tarlalardaki diğer buğdayların altın başakları arasında, zaman zaman, siyah benek gibi duran kara başaklar da varmış. Köylüler bu başaklara, “Dağ sahibinin kara benekleri,” diye ad takmışlar. Çünkü onlar bu cesur atlının kim olduğunu anlamışlar… 


Derleyen: Bülent Habora

Not: Yar Yayınları’nın Yeryüzü Masalları kitabından alıntıdır.

17 Aralık 2019 Salı

oğlumun hikayesi, tsena çonos, yar yayınları



Yine güneşli bir gündü.Çocuklar avluya çıkmış oynuyorlardı.Ve yine, kendilerini unutmak istediğimiz, ama bizi bir türlü unutmak istemeyen kimseler geldi evimize.

...

-Dede, bize masal anlatsana.
-Masal mı?Ne masalı?Altın elma masalını anlatayım mı?..
-Kötü adamları cezalandıran kahramanlar için bir masal anlat.

...

-Babamın oğlu olduğumu anlayacaklar ve beni öldürecekler.

Hayretler içindeydim.O, titreyerek pantolonunu gösteriyordu.Anlamıştım durumu.Yüreğim yana yana ağlamaya başladım.Çünkü Malin'in pantolonları babasının eski pantolonlarından yapılmıştı.Kucağıma aldım yavrucuğumu, göğsüme bastım.Yüreği telaşla ve hızla çarpıyordu.

...

Boyan heyecanlıydı ve resimlerden birine bakıyordu.Bunda, ağır zincirlerle birbirlerine bağlanmış gençler görünüyordu.Etraflarında, tüfeklerini bu gruba yöneltmiş birkaç polis vardı...Resmin altında: "Hükümet organları tarafından yakalanan haydutlar" cümlesi yazılıydı.Haydutlar, silah karşısında böyle gururla durabilirler mi hiç?Gözlerinde böyle cesaret ışıkları parlayabilir mi hiç?Bunlar faşizme karşı savaşa katılmış genç komsomollardı!

...

Boyan* hem bedence, hem de ruhça ismi üstünde bir çocuk.

(*) Boyan savaşçı demektir.

...

Boyan okurken daima elinde kalem vardı ve ben, onun hangi cümlelerin altını çizdiğini, ne gibi şeylerin dikkatini çektiğini, hangi düşünceleri beğendiğini anlamak istiyordum.Bir gün Gorki'nin "Ana" romanının sayfalarını karıştırdım.Şöyle cümlelerin altlarını çizmişti:

"Gençlikten, yaşlılıktan söz etmeyelim.Biz, neyin doğru, neyin yanlış olduğuna bakalım."
"Analara acımamalı."
"İnsan, hakaretleri unutmamalıdır."

"Analara acımamalı" cümlesi aklıma saplanıp kaldı, doğrusunu söyleyeyim hiç de hoşuma gitmedi, hatta canımı sıktı.

...

Ben kendimi değil, seni düşünüyorum.Korkum da bu yüzden.Bültenleri sen hazırlıyorsun, partizanlarla sen buluşuyorsun, okula giden, köyleri dolaşan, askerlerle bağlantı kuran, silah işiyle uğraşan sensin!..Hep sen...diye söyleniyordum ve bunları sıralarken tüylerim diken diken oluyordu.

- Her şeyde sen varsın.Oysa bunlardan yalnız biri için seni asabilirler.

O gülümsüyordu.

-Görüyor musun? diyordu.Bunlardan yalnız bir teki için beni bir kez asabilirler.Hepsi için de yine bir kez.Yüz kere asamazlar.İsteseler de yapamazlar.

...

Ah Maçi! Boyan'ın sözlerini neden unuttun:

"Düşmanın eline düştüğün zaman başkalarının söylemiş olduğu sözler önemli değildir.Önemli olan senin söyleyeceklerindir!"



Tsena Çonos
Oğlumun Hikayesi
Yar Yayınları



21 Mart 2019 Perşembe

yarın bizimdir yoldaşlar, manuel tiago


Dostum, sen çok şey yaptın.Jeronimo arkadaşın dediği gibi, tehlikeli olan da bu işte.
---
...Fialho da hiçbir şey söylemeden durdu.Ama bu duraklamanın fazla uzun sürmeyeceğini göstermek için valizini yere koymadı, elinde tutmaya devam etti.

Afonso kendini haklı çıkarmak için:

"Valizim ağır da..." dedi.

Fialho, kara kaşlarının altından Afonso'ya hızlı bir bakış fırlattı:

"İstersen değişelim?"

Afonso gülümsedi ve kendini yorgun hissettiğinden razı oldu.Ama aynı anda kötü bir oyuna geldiğini anladı!Fialho'nun valizi sanki kurşun doluydu.

Fialho masum bir tavırla açıkladı:

"Yayınlar..."

Ve Afonso'nun yorgunluğunu farketmemiş gibi onun kıyaslanamayacak kadar hafif olan valizini eline alıp yeniden yola koyuldu.

Arkadaşına öfkelenen Afonso güçsüz görünmek istemedi.Ama yüz metre sonra, kan ter içinde, mosmor ve soluk soluğa, teslim olmak zorunda kaldı.

"Yapamıyorum..." diye inledi.

Fialho iki valizi de kaptı, aynı sert ve doğal adımlarla yürümeye başladı.Yalnızca uzayan, gerilen kolları harcadığı çabayı belli ediyordu.

Afonso bir an gelip Fialho'nun dinlenmek ya da valizlerden birini ona vermek için duracağını bekleyerek arkasından yürüyordu.Kendiliğinden hiçbir şey önermiyor, şakanın öcünü alıyordu.Sonunda Fialho'nun cezasını iyice çektiğine karar verip adımlarını sıklaştırdı ve valizini almak için yanına geldi.
---
İnsan her şeyden önce düş kurma özelliğine sahiptir.Tarihte yapılan tüm güzel şeylerin temelinde, bizim yapabileceğimiz bütün güzel şeylerin temelinde, tüm kahramanlık ve yiğitliklerin temelinde, her yerde ve her zaman düş vardır.Hepimiz düş kurarız dostum, hepimiz.Bazı kişilerin başkalarının teni ve kanıyla yaşamayacağı, çocukların makineli tüfeklerle biçilmeyeceği, insanın özgürce soluk alacağı daha iyi bir dünya düşleriz.Bu düş, kavga ve acılara katlanacak güç verir, zor yaşamımızda, bizler için her şeyden daha değerli olan şeyi kaybettiğimiz zaman bile, bizi mutlu eder.Ama bizim tek düşümüz bu değil.Eğer kişisel mutluluğu düşlediğimizi, sevgiye susadığımızı, düşmanın öldürmeyeceği çocuklarımız olmasını istediğimizi, huzur ve biraz rahat istediğimizi gizlersek başkalarını ve kendimizi aldatmış oluruz.Parti görevlileri her şeyi verirler, ama hiçbir şeyden vazgeçmek zorunda değildirler.Eğer düşü öldürürsek, kendimizi öldürmüş oluruz, olduğumuz gibi olmaktan çıkarız.
...
"Bugün kaybettiğimize üzülmeden her şeyi vermek zorundayız.Ama verdiğimiz şeyler ne kadar çok olursa olsun ağlamamalı, inanmalıyız.Gerçi, bazen başkasının üzüntüsü insana kendininkinden daha fazla acı verir, ama hepimizin önünde aydınlık bir erek vardır.Bazıları düşecek, diğerleri ona erişecek."
---
"Kavgayı sevecek kadar genç, ölümden korkmayacak kadar yaşlı..."
...
Ölmekten korkmadın mı?

Paulo'nun gözleri:

"Ölümden korkmak mı?" diye sordu.Aklına hep o cevap geliyordu: "Ben kavgayı sevecek kadar genç ve ölümden korkmayacak kadar yaşlıyım."

"Ölümden korksaydı sağ kalmazdı."
---
Öldürdüler Isabel'i,
Herkesten daha yürekli
Ve daha güzel
Çiçeğini baharın
---
...Sokağa çıkınca iki kişi daha gördü.Grili adam biraz ötede duruyordu.Hepsinin yüzünde aynı ifade vardı ve hepsi aynı hareketi yaparak ellerini sağ ceplerine attılar.Ramos tabancasını çekmedi, kuvvetle sıktı ve bir ara sokağa sapma umuduyla yürümeye başladı.

"Dur!" diye bağırdılar.

Aynı anda Ramos sanki koca bir pamuk yığını üstüne yıkılmış gibi, garip bir darbe hissetti, ayakları birbirine dolaştı ve yüzükoyun yere kapaklandı.Sol eliyle cebinden cüzdanını çıkardı, içinden not defterini aldı ve dişleriyle parçalamaya başladı.Sağ eli tabancayı çekti, ama güçsüzce toprağın üstüne düştü.Ramos yaklaşan ayak seslerini kulaklarında artan bir uğultuyla duydu.Durmadan parçaladığı kağıtlarda toprak ve kan tadı vardı.
---
..."Sen güçlüsün, ben de böylelerini severim dedi."Bununla birlikte, bazı kişilerin polisin zaten bildiği şeyleri gizlemeye çalışarak neden hayatlarını berbat ettiklerini anlamak zor.Şerefsizim ki, benim için güç anlaşılır bir şey bu."

Antonio'nun yüzü şiş berelerle, siyah ve sarı lekelerle biçimsizleşmişti, alnında iki plaster vardı, diş etleri sızlıyordu.Ama ince kırışıkların çevrelediği gözleri gene meydan okur gibi gülümsüyordu.

"Birisinin nasıl susabildiğini değil, nasıl konuşabildiğini anlamak zor" diye düşünüyordu Antonio.

Gerçekten de işkenceler ve sorgular sırasında dayanamacağı bir kez olsun aklına gelmemişti.Bunu varsaymak bile elinden gelmemişti.Bunu varsaymak bile elinden gelmiyordu.Sorgu yargıcının sözleri ona gülünecek bir şey gibi geliyordu: Nerede oturduğunu söylemek ha?Sevdiğim kadının oturduğu evi size göstermek ha?Arkadaşlarımın gelip gittiği ve belgelerin saklandığı evi, öyle mi?Bunu size, acımasız düşmanlara söylemek, öyle mi?Tutuklanışımdan bir gün sonra Ramos'un geleceği evi, ha?Arkadaşlarımın adını vereyim de onları da tutuklayın, öyle mi?Hayır, o böyle bir olasılığı hiçbir zaman gözlerinin önüne bile getirmiyor, bunu hiç mi hiç düşünmüyordu.Zamanında bu sorunu arkadaşlarıyla birçok kez konuşmuştu.Güçlü ve zayıf insanlar olduğunu, insanın uğrayabileceğinden daha katlanılmaz işkenceler olduğunu, bunlara herkesin dayanamayacağını birçok kez işitmişti.Antonio:
"Hayır, işkencenin ağırlığı değil, iradenin gücü önemli olan" diye düşünüyordu.
...

Manuel Tiago
Yarın Bizimdir Yoldaşlar
Yar Yayınları
Çeviri: Metin Alemdar

18 Ocak 2019 Cuma

yedi asılmışların hikayesi, leonid andreyev


Yaşını tahmin etmek, çürümeye başlamış bir cesedin yaşını tahmin etmek kadar güçtü.
---
Ve en beklenmedik anda, bambaşka şeyler görüşülürken, birden ayağa fırlayarak heyet başkanına dönmüş ve rica etmişti:

-Müsaade et hakim abi, size bir ıslık çalayım!
---
Bir gün, akşamüstü ışıklar yanınca, Çingene hücresinin tam ortasında elleri ve ayakları üzerine hayvan gibi çöktü ve titrek bir kurt ulumasıyla ulumaya başladı.Bunu yaparken gayet ciddiydi, çok önemli bir iş yapıyormuş gibi uluyordu.İçine bir göğüs dolusu hava çekiyor ve sonra bu havayı ağır ağır, titrek bir ulumayla salıveriyordu.Kendi sesini gözlerini yumarak dikkatle dinliyordu, nasıl oluyor diye.Sesindeki titrek notalar yapmacık gibiydi.Ama anlamsız bir bağırma değildi bu.Bu anlatılamaz korku ve hayretle dolu hayvan ulumasının her notasını itinayla bitiriyordu.
---
Ama belki ruhunda, yüreğinde taşıdığı bu özellik, belki insanlara karşı olan sonsuz sevgisi, büyük kahramanlığa her an hazır oluşu, kendi kişiliğine asla önem vermeyişi onu haklı çıkarabilirdi?Yapmak istediği ve yapabildiği şeyleri tamamlayacak zaman bulamamıştı ki, ona vakit bırakmamışlardı ki.Onu mabedinin eşiğinde, tapınağının önünde öldürmüşlerdi.

Peki öyleyse, bu doğru ise ve böyle ise ve insan yaptığı şeyler kadar yapmak istediği şeyler için de değerli olabiliyorsa, o zaman...belki de bu, fikir uğruna işkence çekme sembolü olan haleye hak kazanıyor?

Musya mahcup, düşünmeye devam ediyor.

"Acaba?Acaba layık mıyım ben?Böylesine önemsiz, böylesine gösterişsiz olan benim peşimden insanların ağlamalarına, dövünmelerine layık mıyım ben?"
---
-Hayır, Verner, hayır cancağızım!Bütün bunlar önemsiz şeyler, X'i öldürdün mü, öldüremedin mi, mühim değil.Akıllısın sen, ama nedense hayatta satranç oynuyormuş gibi davranıyorsun:Bir piyonu aldın, bir başkasını ve o zaman bakarsın, partiyi kazandın.Ama önemli olan Vernerciğim, bizim kendimizin de ölüme hazır oluşumuzdur.Anladın mı?Bu beyefendiler ne sanıyorlar?Ölümden daha korkulu bir şey yokmuş dünyada onlar için.Kendileri ölümü icat ettiler, kendileri de ondan ürküyorlar, bizi de korkutmak istiyorlar.Bana kalsa ne yapardım biliyor musun?Tek başıma bir alay askerin önüne çıkıp onlara Brovningden ateş açardım.Olsun, ben tek olayım, onlar ise binlerce kişi, kimseyi vurmayayım, bu da önemli değil.Önemli olan, onların kalabalık olmalarıdır.Ben ise tekim.Ve binlerce kişi, onu öldürmek için bir tek kişinin peşine düşerse, demek ki bu tek kişi, yeniyor davada.Vernerceğizim, inan dostum, bu böyledir.
---
Bir insanın, geceleyine vinde yalnız kalınca, bütün eşyaların birden canlanıp insanlara egemen olma gücü kazanmaları karşısında aciz kalması gibi, istediğin kadar bağır, şuraya buraya atıl, yalvar, başkalarını imdadına çağır; boşuna.Eşyalar kendi dilleriyle kendi aralarında bir şeyler konuşacak ve seni asmaya götürecekler.Ve kalan eşya da büyük bir umursamazlıkla olup bitenleri seyredecek.
---
<Sen, bütün acı çekenlerin tatlı umudu...>

Bazen zor anlarında dua etmek için değil, sadece içinden gelerek bu sözleri söylerdi, hatta bilinçaltında fısıldadığı oluyordu: "Sen, bütün acı çekenlerin tatlı umudu..."
---
O sevgim ki, denizlerden daha engin...Anlamıyor işte, hayat sahilleri!

Leonid Andreyev
Yedi Asılmışların Hikâyesi
Yar Yayınları-2006

17 Ekim 2018 Çarşamba

darağacı, vasil bıkov & voskhozhdenie, sotnikov


...Rıbak tam olarak anlamadı, ama daha sonra ortada kaygılanacak bir şey olmadığına karar verdi.Sotnikov yürüyebiliyordu, biraz öksürmesine gelince -savaşta insan soğuk algınlığından ölmezdi.
---
...Sotnikov ocağın başında oturuyor, uyanık kalmak için kendini zorluyordu.İkide bir yakasına yapışan, başını çatlatacak gibi zorlayan öksürüğün yardımı oluyordu uyanık kalmasında.Kadının anlattıkları bir kulağından girip ötekinden çıkıyordu, onun yakarışlarını anlamak istemiyordu canı.Almanlara hizmet edebilen bir insana karşı acımasızdı.Bu hizmetin şöyle ya da böyle oluşunun hiçbir önemi yoktu.Adamın bunu haklı çıkaracak nedenleri olması Sotnikov'un umurunda değildi, bu tür nedenlerin değerini biliyordu.Faşizme karşı verilen amansız savaşta bu tür inandırıcı nedenleri göz önüne almak mümkün değildi.Zafere ancak tüm nedenlere rağmen varılabilirdi.Sotnikov bunu katıldığı ilk çarpışmadan beri biliyordu, bu kanıyı her zaman korumuş, savaşın getirdiği tüm zorluklara rağmen tavrının sağlam kalışında bunun ona birçok bakımdan büyük yararı olmuştu.
---
...Dövüşerek ölmekten korkmuyordu -bu korku bir düzine umutsuz durumda, sık sık karşısına çıkmıştı.Hayata da o kadar değer vermiyordu, çünkü hayat onun için bir sevinç olma niteliğini çoktan kaybetmişti ve bir süreden beri bir yükümlülük de değildi.Yaşamak, komutan olduğu sırada, başkalarının yazgısı ve savaşın geleceği onun elindeki yetkiye bağlı olduğu sırada önemliydi.Şimdi tek başınaydı ve sadece kendisinden sorumluydu.
---
...Avuntu olsa olsa insan ruhunda gizli olan manevi olanaklarıydı.Sotnikov Almanların yazın esir kampında kır saçlı bir albayı sorguya çekişlerini hiç unutmayacaktı.Albay savaşta ağır yaralanmıştı, kolları paramparçaydı ve yaşamakla ölmek arası bir durumdaydı.Bu albay korkunun ne olduğunu bilmiyor gibiydi ve Gestapo subayının yüzüne karşı Hitler'e, faşizme ve bütün Almanya'ya verip veriştiriyordu.Alman onu bir yumrukta öldürebilir, iki saat önce piyade birliklerine bağlı iki siyasal yardımcıya yaptığı gibi, vurabilirdi.Ama bu albayı söverek de olsa aşağılamamıştı.Herhalde böylesini ilk kez görüyordu ve şaşırıp kalmıştı.Sonra telefona sarılmış, herhalde amirine ne yapması gerektiği konusunda akıl danışmıştı.Tabii albay sonradan gene de kurşuna dizilmişti, ama kurşuna dizilmeden önceki dakikalar onun zaferi, son kahramanlığı olmuştu ve bu kahramanlık savaş alanındakinden, şüphesiz, daha kolay değildi, zira yurttaşlarının onu duyacağı umudu bile yoktu.Bir rastlantı sonucu baraka duvarının dibinde duran birkaç yurttaşı duymuştu onu.
---

...Kurşuna dizilmeye götürüldükleri söyleniyordu.
Bu, doğru olabilirdi, çünkü kafile dört bin kişilk esir kampından seçilen kişilerden oluşturulmuştu: Siyasal görevliler, parti üyeleri, yahudiler ve Almanları kızdıran başka kişiler.Sotnikov kaçma girişiminde bulunduğu için kafileye alınmıştı.Besbelli onları çam korusunun içindeki kum tepelerinde kurşuna dizmek istiyorlardı, zira kafile yoldan saptıktan sonra Alman muhafızlar daha uyanık bir tavır alıp kafileye yaklaşmışlar, onları bir sürü gibi birbirine yaklaştırmak için daha çok bağırıp çağırmaya başlamışlardı.
...
...Sotnikov başını ihtiyatla çevirdi -yanında bir teğmen oturuyordu.Teğmen bacağındaki kirli sargının altından farkettirmeden bir bıçak çıkardı, gözleri o kadar kararlı bakıyordu ki, Sotnikov böyle bir insana engel olunamayacağını, onun yerinden fırlayıp çılgınlıklar yapacağını düşündü, yoksa bıçağı ne yağacaktı?Öbürü apoletsiz subay ceketi giymiş, yaşlıca bir adamdı, çekine çekine biraz ilerde duran iki muhafız birbirlerine yaklaştılar ve sigaralarını bir çakmakla yaktılar; biraz daha ötede atlı bir muhafız kitleyi kolluyordu.

Güneşin altında on beş dakika kadar oturdular, sonra tepeden bir emir geldi ve Almanlar kafileyi ayağa kaldırdılar.Sotnikov'un komşusu derhal uç tarafa geçip muhafıza yaklaştı.Muhafız güçlü kuvvetli, tıknaz bir Almandı, bütün muhafızlar gibi makinalı tabancasını göğsünde taşıyordu, ceketinin koltuk altları terden ıslanmıştı; kepinin ıslak kenarlarından hiç de ari olmayan, katran karası bir tutam saç çıkmıştı.Sakin sakin sigarasını çekiştiriyor, dişlerinin arasından tükürüyordu.O sırada esirlerden birini itip kakmak için kafileye doğru iki sabırsız adım attı.Aynı anda teğmen arkadan bir atmaca gibi onun üzerine atladı ve bıçağı sapına kadar güneşten yanmış boynuna sapladı.

Alman, bir inilti çıkardı ve yere çöktü, biraz ileriden birisi "Dikkat!" diye bağırdı, birkaç kişi kafileden koptu ve düzlüğe doğru koşmaya başladı.Sotnikov şaşkınlıktan taş kesilmişti, ama sonra kendini koruma içgüdüsünün sesini dinledi ve koşmaya başladı.Neredeyse teğmenle çarpışacaktı.O da önce koşmaya başlamış, ama sonra ayağı takılmış, Sotnikov'un ayaklarının dibinde yıkılmış ve bıçakla kendi karnını bir hamlede deşmişti.Sotnikov teğmenin üzerinden atladı.Boyu ancak bir parmak uzunluğunda olan bıçağın kanlı ağzı bir an parlayıp teğmenin elinden düşmüştü.
---
...Rıbak kötü bir insan değildi, ama kendi sağlığı gayet yerinde olduğu için hastalara karşı biraz anlayışsızdı; bazen insanın kendini nasıl üşütebileceğini, nasıl hastalanabileceğini aklı almıyordu.Savaşta hastalanmanın akla gelen şeylerin en aptalcası olduğunu düşünüyordu.
---
...Sotnikov sustu, kendini kötü hissediyordu.Yüzünü ter basmış, alaycı tavrından eser kalmamıştı.Bunun boş bir tehdit, bir şantaj olmadığını anlamıştı, bu adamlardan her şey beklenebilirdi.Hitler onlardan vicdanı, insanlığı, en basit hayat ahlakını almış, onlara canavarca bir güç vermişti.O, bu adamların karşısında sadece bir insandı.Başka insanlara ve ülkesine karşı yükümlülükleri vardı, bir şey gizlemek ve kendini haklı çıkarmak  olanağı zayıftı.Bu savaş eşitlikten uzak, düşman üstündü.Sotnikov'un getirdiği her şeyi soruşturma görevlisi kolayca bir kenara atıvermişti.
---
...Güçsüzlük Sotnikov'u kurtardı: Budzila işkenceye başlar başlamaz bayıldı.Üstüne su boca ettiler, ama bunun sadece birkaç saniyelik bir yararı oldu, ardından kendini tekrar kaybetti ve vücudu ne eyer kayışıyla dövülmeye, ne de Budzila'nın çelik bir kerpetenle tırnaklarını sökmesine tepki gösterdi.Yarım saat boşu boşuna çabaladıktan sonra iki polis onu sürükleyerek odadan çıkardılar ve muhtarın bulunduğu hücreye attılar.


---
...Savaştaki her ölüm gibi onun ölümü de bir şeyi doğrulamalı, bir şeyi yalanlamalı ve yaşamın gerçekleştiremediği şeyi olanaklar oranında gerçekleştirmeliydi. Yaşamın başka ne gereği vardı?
---
Rıbak: Hayır, bu komik herifle anlaşamayacaklardı.Hayatta olduğu gibi ölmeden önce de dikkafallı bir ilke meraklısıydı o, eh, karakter meselesiydi bu.Hayat denen kumarda en çok kazanan kişinin en kurnaz kişi olduğunu bilmeyen var mıydı?Evet faşizm dünyanın yarısını çarklarında öğüten bir makinaydı.Onun karşısına çıkıp çıplak elle onu durdurmaya mı çalışmalıydı yani?Yandan onun tekerleğine bir çomak sokmak çok daha sağduyulu bir şeydi!O zaman belki saplanıp kalır ve ona arkadaşlarının yanına sıvışma fırsatı verirdi.
---


...Babası son demetleri toplamıştı.Galiba arabanın yükü çok yüksekti, çünkü yükü bağladıkları ip neredeyse yetmeyecekti.Kol'a'nın yedi yaşındaki kız kardeşi Man'a'yla komşunun kızı L'uba demetlerin üzerine tırmanmışlardı.Rıbak yüksek yükün üstünde ileri geri sallanarak yol alıyor ve atı her zamanki gibi güvenle yönetiyordu.Kuptsova dağını geçmişlerdi, yol uçuruma doğru yaklaşıyordu.O sırada koşum takımlarına bir şey olmuş, at ürkmüş, araba yan yatmıştı.Kol'a'nın gözü uçuruma ilişmiş, korkudan buz kesilmişti.

Kurtulmak için atın başını iyice sağa çevirmesi gerekiyordu, ama korkudan bunu düşünememişti Rıbak.Arabadan aşağı atlamış, araba atıyla ve iki kızla birlikte uçuruma yuvarlanmıştı.
...
Şimdi önünde gene öyle bir uçurum vardı.Ancak bu kez arabadan atlayamıyordu, eli-kolu sımsıkı bağlıydı, üstelik kendini kurtaramaması için gözaltında bulunuyordu.
---


...Sotnikov huzurluydu.Bu serseriler silahlara ve güze sahipti, ama onun da sonuna dek elden bırakmayacağı bir şey vardı.Korkmuyordu onlardan.

Kaputun altında biraz ısındı ve uykuya daldı.
Garip, karışık şeyler gördü düşünde.

Son gecesinde özellikle bu rüyayı görmesi şaşılacak bir şeydi.Gözlerinin önünden çocukluğunun bazı görüntüleri geçiyordu.Önemsiz ve pek anlaşılmayan şeylerin arasında babasının Mauser tabancasıyla ilgili, budalaca bir sahne de vardı.Sotnikov tabancayı kılıfından çıkarmak istiyor ve yaptığı beceriksizce bir hareket sonunda  tabancanın namlusunu kırıyordu.Tabancanın namlusu çelikten değil, oyuncak tabancalarınki gibi çinkodan yapılmıştı.Korkuya kapılıyordu, oysa artık çocuk değildi.Yetişkin denecek yaştaydı, belki de henüz askeri okula gidiyordu, çünkü olay okulun silahhanesinde geçiyordu.Sotnikov tüfeklerin dizildiği piramidin önünde ne yapacağını bilmeden duruyordu.Babası her an gelebilirdi.Tüfeklerin konulduğu piramide doğru koşuyordu, ama orası tümüyle doluydu, bütün gözlerde tüfekler vardı.Sotnikov titreyen elleriyle sobanın kapağını açıyor ve tabancayı sigara izmaritleriyle dolu karanlık boşluğa sokuşturuyordu.
Bir an sonra orada ateş yanmaya başlıyordu.Kömürler kor halinde parlıyor ve korların içinde bir şey eriyordu.O ocağın başında şaşkın şaşkın bekliyordu.Yanında babası duruyordu.Ama tabancadan tek kelimeyle söz etmiyordu, oysa Sotnikov babasının biraz önce olup bitenleri gayet iyi bildiğini seziyordu.Babası sobanın başına çöküyor ve ihtiyar bir sesle, acır gibi:

"Bu bir ateşti ve dünyanın en yüce adaletiydi.." diyordu.
---


İnsan yarı ölü, yarı diri durumdaysa ve bu namussuzlara artık küfür bile edemiyorsa, ölümden beş dakika önce ne yapabilirdi?
---
...Rıbak fena bir partizan değildi, orduda da iyi bir başçavuş olduğu mutlaktı, ama hiç şüphe yok ki insan ve yurttaş olarak eksikleri vardı.Hoş, beş senelik okuldan çıktıktan sonra bir düzine doğru dürüst kitap okuduğu bile kuşkulu olan Rıbak nereden bulacaktı bunları?Sanki o ruhsal gelişiminde, ona başkalarının eylemlerini insancıllığın en yüce yasalarına göre yargılama hakkını veren ahlaksal bir düzeye erişmiş miydi?
---
...Ama eninde sonunda, dünyada insanın kendi kellesinden daha değerli şeyler de vardı.

Vasil Bıkov
Darağacı
Yar Yayınları (Temmuz, 1994)
Çeviri: Metin Alemdar

Film:
Voskhozhdenie (1977)
Larisa Shepitko