29 Temmuz 2017 Cumartesi

yeri değildir, nasreddin hoca fıkraları, pertev naili boratav


Bir gün Hoca'ya mescid içinde: "Hay Hoca! Kerem eyle, 
bize bir aşir Kur'an okuyuver." dediler.
Hoca bunlara: "Yeri değildür." dedi.

Nasreddin Hoca
Pertev Naili Boratav

ya hû, hüseyin & ali rıza albayrak, harabi


Hüseyin & Ali Rıza Albayrak-Ya Hû
Harabi


Ya Hü Burda Olan Muhibbana bak
Öyle Sarga Burga Kardaş Değildir
Edebinle Otur Yahut Burdan Kalk
Herkes Senin Gibi Kalleş Değildir

Hak Yüzüdür Burda Gördüğün Yüzler
Velakin Göremez Kör Olan Gözler
Bezm-i Erenlerde Söylenen Sözler
Hakkın Esrarıdır Haşhaş Değildir

Muhibim dervişim demesi güçtür
Demirden leblebi yemesi güçtür
Tarikat libasın giymesi güçtür
Çünkü o ipekli kumaş değildir

Söylenen Sözlerin Cümlesi Hoştur
Dolulara Dolu Boşlara Boştur
Harabi Kemteri Sanma Sarhoştur
Yer İçer Zevk Eder Ayyaş Değildir

Harabi


v.m. varga, fargo


V. M. Varga
David Thewlis
Fargo



infaza çağrı, vladimir nabokov


"Ama yanlış anlama" dedi Cincinnatus ve bir kahkaha patlattı.Kalktı ve sabahlığını, gece takkesini, terliklerini çıkarttı.Keten pantolonuyla gömleğini çıkarttı.Bir perukmuşçasına başını çıkarttı, pantolon askılarıymışçasına kürek kemiklerini çıkarttı, göğüs zırhıymışçasına göğüs kafesini çıkarttı.Kalçalarını ve bacaklarını çıkarttı, demir kolluklarını andıran kollarını çıkarttı ve bir köşeye attı.Kendinden arda kalan ne varsa havada hemen hiç iz bırakmadan çözünüp eridi.Cincinnatus önce serinliğin keyfini çıkarttı; sonra gizli ortamına gömülüp özgürce, mutluluk içinde...
---
Kimileri kalemlerini patates soyar gibi kendilerine doğru yontarlar, kimileri de bir sopayı sivriltircesine kalemi kendilerinden öteye açarlar.Rodion bu sonunculardandı.Birkaç bıçaklı ve tirbuşonlu eski bir çakısı vardı.Tirbuşon çakının yanında yatardı.
---
"Bugün sekizinci gün" diye yazdı Cincinnatus boyunun üçte birinden fazlasını yitirmiş olan kalemle "ve ben yalnızca hayatta olmakla kalmıyorum, yani özbenliğimin küresi hala varlığımı sınırlandırıp gölgede bırakmakla kalmıyor, herhangi bir ölümlü gibi öleceğim zamanı da bilmiyorum ve kendime herkes için geçerli bir formülü uygulayabiliyorum: Bir geleceğin olasılığı kendi kuramsal erişilmezliğine ters orantılı olarak azalır.
---
Belki gelecek yüzyılın bir vatandaşı, zamansız bir konuk (ev sahibi henüz yataktan kalkmamış!) belki de yalnızca umarsızca şenlikli, sırıtkan bir dünyada bir karnaval maskarası olarak acı dolu bir yaşantı sürdürdüm -bu acıyı sana tanımlamak isterdim- ama zamanımın yetmeyeceği korkusunu içimden atamıyorum.
---
Bildiğim bir şey var, bildiğim bir şey var, bildiğim...Daha çocukken, beni ve yüzlerce başka çocuğu, yaşıtlarımın hiç zorlanmadan, acı çekmeden dönüşüverdikleri yetişkin birer kukla olarak güvenli var olmayışa hazırladıkları kocaman, kanarya sarısı, soğuk bir evde yaşarken; daha o zaman, o kahrolası günlerde, bez kitaplar, alacalı bulacalı okul gereçleri, ruhu donduran cereyanlar arasında bilmeden biliyordum, şaşmadan biliyordum, kişi kendini nasıl bilirse öyle biliyordum, bilinmesi olanaksız olanı biliyordum -üstelik bugünden daha büyük bir açıklıkla bildiğimi bile söyleyebilirim, çünkü hayat beni yıprattı: Sürekli tedirginlik, bilgimi gizlemek, yalan içinde yaşamak, korku, düşkırıklığı yaratmamak, avaz avaz ilan etmemek için bütün sinirlerimin acılı zorlanışı...Bugün bile belleğimde bu çabanın başlangıcının-yani bana doğal görünen şeylerin gerçekte yasak, olanaksız olduklarını, onları düşünmenin bile suç sayıldığını anlamama neden olan ilk olayın- kazındığı bölgede bir sızı duyarım.
---
Öyle gevşedim, öyle pelteleştim ki işimi bir meyve bıçağıyla bitirebilecekler.
---
Birden Cecilia C.'nin gözlerindeki anlatımı ayırt etti -bir an, yalnızca bir an- ama sanki gerçek (her şeyin kuşku konusu olduğu şu dünyada) kuşku götürmez bir şey dışa vurmuştu, sanki bu korkunç yaşamın bir köşesi kıvrılmış ve bir an astar görünmüştü.
---
...hani gecenin bir yarısında haykırarak uyanırsın ve dadının "Şışşt, şışşt" diyerek geldiğini duyduğunda bile haykırmayı sürdürürsün ya, işte böyle korkmalısın Marthe, beni pek az sevsen de anlamalısın, hiç değilse bir an anla, sonra dilersen yine unut.
---
"Duymuş olmalısın" dedi Cincinnatus, "yarından sonra beni yok edecekler.Artık başka kitap almayacağım."
"Almayacaksın" dedi kütüphaneci.
Cincinnatus sürdürdü: "Bir iki zararlı gerçeği kökleyip ayıklamak isterdim.Biraz zamanın var mı?Kesin bilgi sahibi olduğum şu anda şunu söylemek isterim...Beni öylesinw bunaltan o bilmezlik ne hoşmuş...Kitaplara paydos..."
---
-Şu küçük ciltler...Arapça, değil mi? Ne yazık ki doğu dillerini öğrenecek zamanım olmadı!
"Yazık" dedi kütüphaneci.
-Boşver, ruhum bu açığı kapatır.
---
Uyumaya çalıştım, uyuyamadım, yalnızca iliklerime dek üşüdüm ve şimdi güneş doğuyor.
---
Her şey yerine oturdukça beni uyuttu, her şey.

İnfaza Çağrı
Vladimir Nabokov

la fin absolue du monde


puşkin tepeleri, sergey dovlatov


Yaşam uçsuz bucaksız bir mayın tarlasının çevresinde yayılıyordu.Ben ortadaydım.Bu mayın tarlasını bölümlere ayırmak ve işe başlamak gerekiyordu.Dramatik durumlar zimcirini kırmalı, parçalamalıydım.Çöküş duygusunu gözden geçirmeliydim.Her bir etmeni ayrı ayrı incelemeliydim.
---
On okurun var.Tanrı daha da azaltsın...
Para ödemiyorlar sana, ne berbat bir şey.Para, özgürlüktür, genişliktir, kapristir...Paran varken yoksulluğa katlanmak ne kadar kolaydır.
---
Yaşamak mümkün değil.Ya yaşamak gerek, ya yazmak.Ya söz, ya iş.Ama senin işin söz.İlk harfi büyük yazılan her İş sana iğrenç geliyor.İş'in çevresinde ölü bir alan var.Orada İş'e engel olan her şey ölür.Orada umutlar, hayaller, anılar ölür.Orada tatsız, karşı çıkılmaz; tek anlamlı bir materyalizm hüküm sürer.
---
Mişa'nın konuşması genel olarak ilginçti...Konuşması, klasik müzikle, soyut resimle ya da saka kuşunun ötüşüyle hısımdı.Duygular apaçık bir biçimde anlamın üstüne çıkardı.
---
Virajlarda radyonun sesi duyuluyordu:

"Armağan et ateşi, Promete gibi
Armağan et seçmeden,
Ve insanlar için acıma
Ruhunun ateşine"
---
Her şey korkunç görünüyordu, ama ben hala hayattaydım.Ve belki de insanın içinde ölecek en son şey alçaklıktı.
---
Sevgi gençler içindir.Askerler ve sporclar için...Oysa burada her şey çok daha karmaşık.Burada artık sevgi değil, yazgı söz konusu...

Puşkin Tepeleri
Sergey Dovlatov 

ve bir pars hüzünle kaybolur, faruk duman


"Ama, yaralı ve hüzünlü bir pars nereye gider?"

Aklım parsta kalmıştı.Belki ondan yeni bir iz görecektim.Bir ayak izi, bir parça kan, kırılmış bir dal, yarım bırakılmış bir ceylan belki.
---
Hava kapalıydı.Bulutlar kararıp kararıp dağılıyor, yağmur sanırsın bir evsiz; yağacak yer aranıyordu.İnsan nasıl da bağımlıdır böyle şeylere.Ruh halimiz, bana kalırsa, kapanan havanın, huzursuz yaprağın peşinde yürür.Toprağa sinmiş nem kokusuna, çürüyen bitkinin yaydığı yeniden doğma arzusuna.Bunlara da bağımlıdır biraz.Herhalde, çürüyen bir şey, çok geçmeden hayat bulacaktır.
---
Zaman zaman kendimi onun yerine koyduğum oluyordu.Pars, parçalanmış bir hayvandır.Geceleri ormanda dolaştığı zaman.Vücudunun her bir parçasını, orada onun adına gözlerini dört açsınlar diye ormanın dört bir tarafına bırakırdı.Sözgelimi, bir tüy bir çalılığa takılır, hayvanın geçip gitmesinden sonra orada ansızın gözlerini açarak.Karanlığı onun adına süzmeye başlardı.Bu, yalnızca tüyün kendi çabasıyla oluşan bir şey değildi elbette.Her yanıyla görmeye, duymaya, koklamaya alışmış bir parsın, kendi parçalarına verdiği bir armağandı bu.Böylece ormanı ele geçirir, gölgesinden ürkülen korkunç bir hükümdara dönüşürdü.

Yine de, eninde sonunda bir parçalanma haliydi bu.Parsa acı verirdi.Kendisini yeryüzüne çivilenmiş gibi hissetmesine neden olurdu.Hele yalnız bir pars için bu durum daha korkunç bir hal almıyor muydu?

Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur*
Faruk Duman

*1974'te, Beypazarı'nda vurulan son Anadolu Parsı'na adanmıştır.


duvbo'nun gizli dünyası, ex-workers'collective


"Duvbo, ufak bir çocuğun kaybolabileceği kadar 
büyük bir kasabaydı 
ama 
kısa sürede bulunup eve getirileceği kadar da küçüktü."



Duvbo'nun Gizli Dünyası
Ex-Workers'Collective
Kaos Yayınları


Çeviri: Hira Doğrul
Resimleyen: Öznur Aksoy

haydut, robert walser


Uzun zamandır ölü olduğunu söyleyebiliriz.Dostları ona acıyorlar ve ona karşı bir merhamet duygusu hissettikleri için de kendilerine acıyorlardı.
---
Yani insan kötülüğünden değil, keyifsizliğinden ötürü intikam alır ve aramızda keyifsizlik çekmeyen hiç kimse yoktur.
---
Sonuçta biz müşterek gayretlerimizin  üzüm bağlarında ter döken birer ırgattan başka neyiz?
---
Kasaplara kasaplık yapmayı, fırıncılara ekmek fırınlamayı , çilingirlere kilit açmayı, hayattan tat alanlara hayatın tadını, sofulara sofuluğu ve çocuklara çocukluğu hatırlatmanın gereği var mıdır?Bu, meslek sahiplerini mesleklerinden soğutmanın ve neşeli insanların neşesini kursaklarında bırakmanın yoludur.Gençlerin dikkatini özellikle gençliklerine çekmek şart mıdır?Gerekir mi bu?Bir mizahçı bütün gün boyu hep neşeli olmak zorunda mıdır?
---
Haydutun çevresinde sümkürülen burunlardan yana bir yokluk yaşanmıyordu.Neden önünden geçtiği bunca insan, hiç üşenmeden mendilini çıkarıp sanki sümkürük sesleriyle ona, "Yazık ettin kendine" demek istercesine, uzun uzun burnunu temizliyordu?
---
"Sahili döven dalgaların ortasındaki bir kayalık gibi sevecen ve sessiz ol."
---
Haydut eline bir baktı ve şöyle dedi: "Evet, aşağılanmanın acısını çekmek iyilere düşüyor."
---
Sağlıklı insanlara aşağıdaki çağrıyı yöneltmek isterim: Şu sağlıklı kitapları okuyup durmayın yalnızca , hastalıklı diye anılan edebiyatla da daha yakından tanışın; belki de bu edebiyat ruhunuza hatırı sayılır bir gıda sağlar.Sağlıklı insanlar, deyim yerindeyse daima bazı riskleri göze almalıdırlar.Yoksa hangi kahrolası akla hizmet için sağlıklı olur ki insan?
---
Kendinize böyle katlanmayı nasıl başarıyorsunuz?
--
Okul dediğimiz şey, yaşam ruhu uğruna eğitim ruhunu terk etti.Bu eğitim ruhu, sanki bir zamanlar olduğu şey olma cesaretini gösteremiyor artık.Öğretmenler artık gerçek birer öğretmen olmaktan ziyade, hayata yakın olmak istiyorlar.Hayatın karşısına eğitsel bir yaklaşımla çıkmaya çekiniyorlar, oysa hayat bundan kazançlı çıkmış gibi görünmüyor, hatta belki kaybettiği bazı şeyler bile vardır.Okullar deyim yerindeyse hayata dalkavukluk etmeye başladılar.Peki ama, ya bu okullu dalkavukluk, hayatın umurunda bile değilse?Dalkavukluk bizi çoğu zaman olsa olsa tiksindirir.Hayat ne kadar hoş, sevimli, iyi, büyüleyici, önemli olduğunu durmadan duymak istemez.Gelgelelim okul, hayata hizmetini böyle sunuyor işte, ona neredeyse her bakımdan dehşetli bir yakınlık gösteriyor, ki muhtemelen bu da hayatın sadece hırçınlaşmasına gösterilen lütufkarlıkla onursuzlaştırıldığını hissederek bu hizmetleri geri çevirmesine neden oluyor.Hayat diyor ki: "Sizin işgüzarca yardımlarınıza ihtiyacım yok, siz kendi işinize bakın."Ve bu konuda haklı olduğunu sanıyorum: Okul kendi işine bakmalı, her bakımdan  -yani sadece- okul olmaya çalışmalı.Sonuçta hayatın son derecede kendine has bir tabiatı, ebediyen özel kalacak, asla kolayca açıklanamayacak bir kaderi var.Okulun görevi, hayatı anlamak ve onu tedrisatın içine sokmak görevi değildir.Sonuçta hayat dersini hayat veriyor zaten, hem de yeterince erken bir dönemde.Eğer okul kendi amaçlarına hizmet eder, çocukları yalnızca eğitsel bir ruhla yetiştirirse, hayat da bu çocukları çok daha ilginç bulacak ve belki onları kollarına alacak, hayatın zenginlikleriyle daha çok tanıştıracaktır.Zira hayat, okullarını bitirmiş öğrencileri bir de kendi ruhuyla eğitmek için yanıp tutuşuyor.Bu çocuklar daha okuldayken hayatın ruhuyla yetiştirilirse, daha sonra hayat onları çok can sıkıcı bulur.Şöyle der esneyerek: "Bırakın da uyuyayım.Siz benim işimi elimden aldınız.Bu çocuklar her şeyi biliyorlar zaten.Onlara ne öğreteceğim.Bunlar hayatı benden daha iyi biliyorlar." Sonra her şey yoluna girer ancak tıpkı bir rüyadaki gibi, her şey yerinde saymaktadır.Hayat yalnızca ona güvenenlere açar kendini.Okul çocuklarını hayata dair bilgilerle donatmak bir tür ödlekliktir ve bunca ihtiyati tedbirlerle fazla uzun yol alınmaz.
---
Hepsi de yaşama sanatından dem vuruyorlar karşımda; ama sahip oldukları tek şey sanat, ben değilim.

Haydut
Robert Walser

neden, bir değini, thomas bernhard

Tek sürekli etkileyici düşünce olarak intihar, kimsenin kendine ait düşüncesi değildi; herkeste sürekli olarak bu düşünce vardı, bazıları bu düşünce tarafından hemen öldürüldü ve diğerleri yalnızca sakatlandı, üstelik yaşamları boyunca sakat kaldılar; intihar düşüncesi ve intihar üzerine hep konuşuldu ve tartışıldı ama bu hep sessizce yapıldı; içimizden tekrar tekrar gerçek bir intiharcı çıktı, çoğunun adlarını artık bilmediğim için anmayacağım, oysa hepsini de dehşet vericiliğin kanıtı olarak asılı ve paramparça halde gördüm.
---
Dünyaya getirilir ama yetiştirilmeyiz.Bizi dünyaya getirenler, yarattıkları yeni insanı yok etmek için gereken her türlü beceriksizliği ve akılsızlığı yaparlar.Doğuştan gelen her türlü potansiyelini daha hayatının ilk üç yılında mahvetmeyi başarırlar, üstelik bu başarılarıyla mümkün olan en büyük suçu işlediklerinin farkında değildirler.Hiç düşünmeden ve sorumsuzca dünyaya getirdiklerinden başka onun hakkında hiçbir şey bilmezler.Bizi dünyaya getirenler, yani ebeveynlerimiz tam bir cehalet ve alçaklık içinde bizi dünyaya getirmişlerdir.
---
Deli muamelesi görme pahasına da olsa, ebeveynlerimizin tıpkı kendilerinden öncekiler gibi dünyaya getirme suçu işlediğini ve bu suçun mutsuzluk yaratmak, giderek mutsuzlaşan bir dünyanın mutsuzluğunu artırmak için başkalarıyla işbirliği yapmak anlamına geldiğini söylemekten korkmamalıyız.
---
Ruhum çalkantılıydı, çevremdeki şeyler hakkında kendi hükmümü veriyor ve onlara kimsenin yardımı olmadan kafa yoruyordum.İnandıklarımdan biri, hakikatin hiçbir koşulda baskıya ve şiddete yenilmeyeceğiydi.
---
Öğretmenlerin kendileri, duyumsadığım üzere, zavallı ve mahvolmuş ruhlardı, nasıl olur da bana söyleyecek bir şeyleri olabilirdi?Öğretmenlerin kendileri, güvensizlik, tutarsızlık ve zavallılıktı, onların anlattıkları nasıl olur da benim için az da olsa faydalı olabilirdi?
---
Bir topluluk olarak okulun daima kurbanları olur; benim zamanımda da lisedeki kurbanlar bu ikisi, mimarın kötürüm oğlu ile coğrafya öğretmeniydi, toplumun tüm zalimliği ve alçaklığı her gün bir hastalık gibi bu ikisine yansımış, onlarda patlamıştı.

Neden
Bir Değini
Thomas Bernhard