3 Şubat 2014 Pazartesi

uyuyan adam


sana geldiler, kolundan tuttular seni...kendi şehrinde kaybolmuş bir yabancı olduğun için, sadece diğer yabancılarla görüşebilirmişsin gibi...yalnız olduğun için, üzerine gelen diğer yalnızları takip etmeliymişsin gibi...o hiç konuşmayanlar, kendi kendine konuşanlar, yaşlı kaçıklar, ayyaşlar, sürgün yiyenler...ceketinin etekleri yapışıyor, nefeslerini yüzüne veriyorlar...o güzel gülümsemeleriyle, ellerindeki kitapçıklarıyla, bayraklarıyla sana yanaşıyorlar: büyük davaların zavallı savaşçıları, arkadaşları için para toplayan hüzünlü şarkıcılar, tabak altlığı satan sömürülmüş yetimler, hayvanları koruyan sıska dullar...sana yaklaşanlar, seni alıkoyanlar, sana pençesini geçirenler, o iyi niyetli gerçeklerini gözüne sokanlar...ebedi sorularını, hayır işlerini, kendi bildiklerini yüzüne tüküren herkes... taşıdıkları pankartlarla dünyayı kurtaracak olan imanlı insanlar, soluk benizliler, yakası yıpranmışlar...sana hayatını anlatan, hapishanede, tımarhanede, hastanede geçen günlerini anlatan kekemeler...hecelemeyi bir düzene oturtmaya çalışan eski öğretmenler, stratejistler, su falcıları, üfürükçüler, aydınlananlar...takıntılarıyla yaşayan herkes...kaybedenler, yorgun düşenler, barmenlerin dalga geçmek için sonuna kadar doldurduğu kadehlerini dudaklarına götüremeyen zararsız canavarlar...marie brizard'ını kafasına dikerken bile oturaklı gözükmeye çalışan kürklü moruklar ve onlardan da beter olanlar... kendini beğenmişler, çok bilmişler, benciller, bildiğini sananlar...şişmanlar ve hep genç kalanlar, sütçüler ve süslü püslüler...sefahat düşkünü alemciler, briyantinli gençler, kokuşmuş zenginler, aptal piç kuruları... haklılıklarından aldıkları güçle senden açıklama bekleyen, tanıklık etmeni isteyenler..geniş aileli, çocukları ve köpekleri de canavar olan canavar aileler...trafik ışıklarında sıkışan binlerce canavar...kafa şişiren dişi canavarlar...bıyıklı, yelekli, askılı canavarlar... berbat anıtların önünde dağılan bir otobüs dolusu canavar...pazar kıyafetlerini giyen canavarlar, canavar kalabalık...

Un Homme Qui Dort
Georges Perec

sözünü tamamlamışlar gibi, nar kitabı, faruk duman


Ah, Haliç'te eski bir balıktım ben.Akşamüzerleri karanlık nasıl çökerdi, çocuklar kıvrım kıvrım uzanırlardı deliklerinde.Taşlar öyle büyürdü, yorgunluk parmaklarımın ucunda böylece, bir taş olup ağırlaşırdı benim.Eski günlerde, ağırlığımın beni çıkarıp dalgaların sesinde, kıyıya öyle ağır ağır çarpan sesinde dolaştırabileceğini düşünürdüm.Olmazdı tabii, olmazdı, kaygıyla akanların arasında bir yerim olabileceğini ise hiç düşünmezdim.Yorgundum çok.Acıların etimi sertleştirdiğini bilirdim elbette, ama o yalnızlık, o kimsesizlik duygusu, alıp giderdi benliğimi.Böyle miydi, böyleydi en çok.O yorgun öğleden sonraları düşünürdüm bunu ben, hem, kollarımda artık beni taşıyacak bir gücün de kalmadığını, hiç mi hiç kalmadığını, rüzgar nasıl usulca, alaycı rüzgar.Eserdi. Sen o hafta sonlarında, yağmurluğunu sırtına geçirip gelirdin.

Eve gelmişsiz.
Basamakları ayakuçlarımızda çıkıyoruz.
Çoraplar dışarı.
Paçalar yukarı.
Dereyi görmediğimiz için.
"Uyur idik uyardılar, diriye saydılar bizi"yi çalıyor ıslıkla.Bu anlaşılıyor.
"Ne zaman bitti," diyorsun, "yahu anlatsana"
"Bu sabah" diyor, "nesini anlatayım, hadi başlayalım artık"
"Bırak" diyorum, "amma meraklısın ha"
"Sen sus" diyorsun, "sana ne"
"Olur mu" diyorum.
Gözlerimi deviriyorum sonra.
Sözünü tamamlamışlar gibi.

Faruk Duman
Sözünü Tamamlamışlar Gibi
Nar Kitabı

ne kitapsız ne kedisiz, bilge karasu


Bir gün gelir, yenilik diye görünen değişikliklerin birçoğu, belki birtakım yenilikler de, insana bir yürek acısı verir hale gelir; alışılmış (kendini uyarlamanın yolu bulunmuş), sevilmiş (gönül bağları kurulmuş), içinde (ne çabalar pahasına)yerleşilmiş durumlarda iç sızlatıcı, ürpertici gedikler açar bunlar.Dünyayı bir açılma olanağı, bir çeşitlilik kaynağı olarak gören çağın karşısında, insanın kendi içine kapanmağa, gedikleri elden geldiğince yamamağa, büzülerek, dünyaya açtığı yüzeyi daraltmağa, azaltmağa çalıştığı bir çağdır bu.

Bilge Karasu
Ne Kitapsız Ne Kedisiz

miguel, alfredo gomez cerda, walt whitman

Anne babaların çocuklarına sıklıkla söylediği bir tembih sözüdür; ‘sakın yabancılarla konuşma!’ Kahramanımız Miguel, eğer anne babasının sözünü dinleyen bir çocuk olsaydı, bu kitap kesinlikle çok sıkıcı olurdu. Şimdi bildiğiniz tüm tembihleri unutun ve akıllı, duyarlı, tatlı yürekli Miguel’le tanışın!
Sıradan bir çocuktur Miguel; en azından hikayenin başında. Arkadaşlarıyla top oynar, televizyon izler, bilgisayar oyunlarına bayılır ve her haftasonu ailesiyle alışveriş merkezine gider. Annesiyle babası, açıkçası pek de ilginç kişilikler değildir. İş hayatının yoğunluğunda sürekli koşturan, rutinle beslenen insanlardır… Ama Miguel’in hiçbir şeyi eksik değildir. Hatta babası seyahate giderken ondan ne isteyeceğini bilemeyecek kadar çok eşyası olduğunu farkedip şaşırır! Tam da bu döngünün ortasında bir gün alışveriş merkezinde kaybolur ve ailesini ararken karşısına yaşlı, garip bir adam çıkar. Üstü başı dökülen, yiyecek bir parça ekmek bulmak için çöpleri karıştıran bu adam, cebinden Amerikalı ünlü şair Walt Whitman’a ait bir şiir kitabı çıkararak büyülü bir dünyanın kapılarını aralar. Kitaptan okuduğu üç satır, Miguel’in hayatını değiştirecektir:

‘Her gün dışarı çıkan bir çocuk vardı
 Ve baktığı ilk şeyde
 Dönüşüverirdi o nesneye.’
Bu satırları duyduktan sonra dünyası tepetaklak olan fakat bir taraftan da sıkıcı ve sıradan yaşamından sıyrılarak etrafını fark etmeyi öğrenen Miguel, empati kurma konusunda hayranlık uyandırıyor. Evde çalışan Perulu Casilda, trafik ışıklarında su dolu kovalarla bekleyen Chiqui ve Loren, sırlarla dolu Mario, dilsiz küçük kız Afrika ve öğretmen Don Alfonso, Miguel için çok daha anlamlı hale geliyor. Dönüştükçe dönüşüyor, büyüyor Miguel! Gündelik hayatın akışında yanlarından geçip gittiği insanların aslında ne kadar zor koşullarda yaşadıklarını, geçmişlerinde ve hatta bugünlerinde büyük acılar barındırdıklarını öğreniyor, biraz canı yansa da… Ama büyümek böyle bir şey işte… Güle ağlaya olgunlaşıyor Miguel. Sizi de biraz ağlatıyor, benden söylemesi!
İspanyol yazar Alfredo Gómez Cerdá’nın daha önce başka kitabı Türkçeye çevrilmemiş. Oysa yüze yakın kitabı bulunuyor. Çocuk ve gençlik kitaplarıyla, tiyatro oyunlarıyla birçok ödül almış. Fransa, İtalya, Meksika, Norveç, ABD ve Kore kıymetini kavrayıp birçok kitabını yayımlamış. İletişim Yayınları sayesinde Türkiye de bu ülkeler arasına girdi. Üstelik Miguel, kısa sürede ikinci baskıyı yaptı. Orijinal adı; Cuando Miguel no fue Miguel. İspanyolca bilen bir arkadaşıma sordum ‘Miguel, Miguel olmadan önce’ anlamına geldiğini söyledi. Onun yalancısıyım. Ama bu açıklamayla kitap daha da güzelleşti. Dilerim çocuğunuzun dünyası da Miguel’le güzelleşir. Artık bu ayrımları yapmak çok zor biliyorum ama 9 yaş ve üstünün kitabı daha iyi kavrayacağına inanıyorum.
Son olarak; kapaktaki o yaşlı, sakallı, şapkalı adamın Walt Whitman’a ne kadar benzediğini söyleyip gidiyorum. İyi okumalar…

Gökçe Gökçeer

zahrada (1995), martin sulik/rousseau, wittgenstein


"Hepimiz sahte bir onurun kurbanlarıyız.
                                 Yaptıklarımıza ötekilerini inandırmaya çalışırken, yaşayamıyoruz."



                      
                             "Bu lüks, kutsal masumiyeti yok etmeye cesaret ettiğimiz için verilen bir ceza."


          "Bence bugünlerdeki eğitim, acıya katlanma gücünü azalttı.Bugün, çocuk orda iyi zaman
geçiriyorsa, okul iyi okul demektir.Acıya katlanma gücü umursanmıyor bile.İşe yaramayacağı düşünülüyor."




Not: Jacob'un seyr-i süluk'una şahitlik etmemize vesile olan, Selim Rıza Yüksel'e teşekkür ile...

İzleme Linki : http://politikfilm.net/1051-bahce-zahrada-the-garden-filmi-izle.html

7 Aralık 2013 Cumartesi

teori ve pratik üzerine bir tartışma, theodor w. adorno, max horkheimer

İnsanlığın neden bu atomist medeniyet evresinden geçmek zorunda olduğunu açıklayacak bir şeyler söylememiz gerekiyor.Günümüzde insanlar "bize iyi muamele ederseniz verimlilik artar." diyor..Bunun açık açık söylenmesi başlı başına önemli bir şey...Horkheimer 
---
Çalışmanın başarısı çabayla sorunlu bir ilişki içindedir.Çalışma kesin, garantili bir biçimde çalışanların hayatını yeniden üretmiyor, onları çalışmaya ikna edenlerin hayatını yeniden üretiyorsadece.İnsanları çalışmaya razı etmek için emeğin kendinde şey olduğu safsatasını yutturmaya çalışıyor...Adorno
 ---
Çalışma kavramı....Bizi uygarlıktan önceki, insanın çalışmaktan çocukluğuna kaçmayı bir ölçüde başardığı evreye dönmemizin mümkün olmadığına ikna etmek için Marksizm de burjuva dünyası da elinden geleni yaptı...Horkheimer
---

Geriye ne iyi kalır ne de kötü, ama kötünün ayakta kalması daha olasıdır...Horkheimer
---
Horkheimer: "Özgürlük birikim yapabilmek değil, bilakis biriktirmeye ihtiyacımın olmamasıdır."
Adorno: Marks da söylemişti bunu.Marks, çalışmaktan kurtulmayı tahayyül ediyordu bir yandan.Diğer yandan, toplumsal emeğin üzerine muazzam bir parıltı kondurdu.Bu iki moment doğru dürüst formülleştirilemiyor Marks'ta.Marks emeğin ideolojisini eleştirmedi, burjuvaziyle hesaplaşabilmekk için emek kavramına ihtiyacı vardı çünkü."
Horkheimer: "Burada bir diyalektiğe ihtiyacımız var.İnsanlar kendilerini işten uzaklaştırabilecek kaotik düşünceleri bastırıyorlar ve böylece çalışma onlar için kutsal bir şey haline geliyor."
---
Adorno: "Karl Kraus insanın tüketici ya da üretici olarak yaratılmadığını, insan olarak yaratıldığını söylüyordu.
Horkheimer: "Bugünlerde daha ziyade işçi-işveren birliklerinden bahsediliyor.
Adorno: "Bütün karşıtlıklar aynıkefeye konuyor.
Horkheimer: "Biz kaotik olanın tarafındayız, henüz dahil edilmemiş olanın."
---
Adorno: "Dünya sadece delirmiş değil, hem deli hem rasyonel."
Horkheimer: "Karamsarlığını yalancı çıkaracak tek şey, bugün hala düşünmeye devam ediyor oluşumuz.Bütün ümit düşüncede.Ama bunun da yok olacağını gayet iyi tahayyül edebiliyorum."
---
Adorno: "İnsanlar her konuda hayvanlardan çok daha dehşet verici; buna raağmen her şeyin başka türlü olabileceğini de sadece insanlar düşünüyor."
Horkheimer: "Tek tek insanlar, insanlık değil."
---
Horkheimer: "Eklenmesi gereken bir ara bölüm: Hapishane: Bir cezalandırma biçimi olarak kullanıldığında, çalışmanın mutluluğa dönüşmesini engellemek çok zordur.Çalışmayı olabildiğince nahoş kılmak gerekir."
Adorno: "Bir iş ne kadar gerksizleşirse, o kadar kötüleşir, o kadar ideolojiye dönüşür."
Horkheimer: "Ve bir o kadar yanlış uygulanır.İnsanlar aç kalmaya devam ettiğine göre, bütün çalışma gereksizdeğil demektir.Çalışma saptırılmıştır.Otomasyon.Başkalarına yardım etmeyi, doğru malları kişilere ulaştırmayı, hastalıklara çare bulmayı daha çok dert edinmemiz gerekiyordu.Bugün çalışma yanlış bir biçimde ortadan kaldırılıyor."
---
Babama kitle kültürünün yalan yanlış olduğunu söyleseydim, "Ama benim hoşuma gidiyor." derdi...Adorno
---
Düşüncenin hakikiliğinin alametifarikası, kendi menfaatinin dolaysızlığını reddetmesidir.Hakiki düşünce haklı kalmak istemeyen düşüncedir...Adorno
---
Bir toplama işlemi yapmanın, bir müzik parçasını dinlemekle aynı anlamda bir faaliyet olduğunu söyleyemezsin.Nasıl ki bir sandalyeyi bir yere itmekle sandalyeye oturmak arasında bir fark varsa, bu ikisi arasında da bir fark vardır.Dinlenme, bakma momenti teori tarafındadır...Horkheimer 
---
Dünya bugün olduğu gibi kaldıkça her şeyin yanlış olacağını biliyorum...Adorno
---
Horkheimer: "Devrimci olmayan bir durumda, devrimci yazılar yazıyor ve kültürün pozitif veçheleriyle ilgilenmiyorsan, yazdığın her şey umutsuz bir görünüm alır."
Adorno: "Ama Marks hiç de umutsuz grünmüyordu."
Horkheimer: "Marks'ın sekter bir tarafı yoktu.Bu toplumda yaşadığımızı ve bu toplumun bir parçası olduğumuzu inkar eden tek bir sözcük bile yazmamalıyız."
---
Biz pratiği değil, buyurmayı reddediyoruz.Hala yaşayabildiğimiz için, bir şeyler yapmakla yükümlüyüz...Horkheimer

Teori ve Pratik Üzerine 
Bir Tartışma (1956)
Theodor W. Adorno & Max Horkheimer

kafka ile konuşmalar, gustav janouch

Harald Groven

Babam, doğum günü armağanı olarak bana Georg Trakl'ın şiirlerini almıştı.
Franz Kafka, Trakl'ın savaşın ürkünçlüklerinden kurtulmak için, ağu içerek kendi canına kıydığını söyledi bana.
"Demek ölüme kaçtı." dedim.
"Aşırı bir düş gücü vardı" dedi Kafka.."Her şeyden çok, kocaman bir düş gücü yokluğundan ileri gelen savaşa katlanamadı bu yüzden.
---
Bana önerdiğiniz, su katılmamış bir ruh cambazlığı" dedim.
"Doğru" diye başını eğdi Kafka."Bu her günkü cambazlık.Kişi genellikle pek göremediği için tehlikelidir.Ama bu cambazlık yüzünden, kişinin boynu değil, doğrudan doğruya ruhu kopabilir.Kişi bundan ölmez,ancak değerli bir hayat emeklisi olarak sürdürebilir varlığını.
---
"İnsan kendinden öte göremez..Karanlıktadır."
---
Bir gün bana şöyle dediğini hatırlıyorum: "Kulakların belli bir öykü için olgunlaşması uzun yılların geçmesini gerektirir çoğu kez.Ama insanlar -anamız babamız, genel olarak, sevdiğimiz ve korktuğumuz her şey- biz onları iyice anlayamadan, ölmek zorunda kalırlar."
---
Derdi ki: "Kaygılı bir incelikle birleşmiş güçlülük; en ufak şeyleri en zor bulan güçlülük."
---
"Hiçbir sözleşmeyi tam yerine getirememHep geçkalırım.Vaktinde olmayı aklıma korum, sözleşmeyi olduğu gibi yerine getirmek için iyi niyetim vardır; gelgelelim koşullar ve gövdem, bana kendi güçsüzlüğümü göstermek için, hep yokeder bu niyeti.Belki de sayrılığımın kökü burdadır."
---
"Zenginlik, kişinin elinde bulunan şeylere ve ele geçireceği yeni şeylere olan bağlılığı demektir.Yeni yeni bağımlılıklar demektir.Maddeleşmiş güvensizliktir sadece.Ama bütün bunlar babamındır, benim değil."
---
"Çek anarşistlerini ciddiye alıyor musunuz?"
Kafka, özür dilercesine gülümsedi.
"Çok güç.Kendilerine anarşist diyen bu insanlar, öyle hoş, öyle cana yakın oluyorlar ki, kişi söyledikleri her şeye inanmak zorunda kalıyor.Aynı zamanda -ve aynı niteliklerden dolayı- onların böyle, ileri sürdükleri gibi, gerçekten dünyayı yıkacak kişiler olduklarına inanamıyor kişi."
---
"Kendimi, bedence bir rahatsızlıkla açıklamak çok kolay olurdu.Ne yazık ki öyle bir şey yok.Ne zaman sevinecek olsam, hemen baş gösteren, ölesiye bir yorgunluk ve boşluk yer alıyor içimde.Belki de bende hiç düş gücü yok.Nesneler uçup gidiyor.Yalnız o kurşuni, avuntusuz hücre kalıyor."
---
"Rus Devriminin daha geniş çapta yayılacağına inanmıyor musunuz?"
Kafka bir an sustu, sonra dedi ki: "Sel yayıldıkça, su sığlaşır, kirlenir.Devrim buharlaşarak, sadece yeni bir kırtasiyeciliğin çamurunu bırakır geride.İşkence çeken insanlığın zincirleri, daire kağıtlarından yapılır."
---
"Kendi kafanızı kullanmak onu yitirmenin en kolay yoludur çoğu kez."

Kafka ile Konuşmalar
Gustav Janouch

tatar çölü, dino buzzati

Carla Massimetti
Tronk, dünyanın bir yerlerinde kendisine benzeyen, üniforma giymeyen, kentte gezebilen ve akşamları  arzularına göre ister sinemaya, ister kabareye gidebilen milyonlarca insan olduğunu hala anımsıyor muydu acaba?Hayır, Tronk'un diğer insanlara ilişkin hiçbir şey anımsamadığını ve onun için kale ve iğrenç yönetmelikleri dışında hiçbir şeyin mevcut olmadığını anlamak için yüzüne bakmak yeterliydi.Tronk, genç kızların seslerindeki tatlı tınıyı, bahçelerin, ırmakların ve kale çevresindeki sıska ve seyrek çalılıklar dışındaki ağaçların neye benzediğini unutmuştu.Tronk, gerçekten de kuzeye bakıyordu ama Drago'yla aynı halet-i ruhiyeyle değil, o sabit gözlerle, yeni tabyaya giden patikaya, uçurum ve yamaca bakıyor, bakışıyla vahşi kayaları, o gizemli ova parçasını ya da neredeyse tamamen kararmış gökyüzünde hareket eden bulutları değil ulaşım yollarını inceliyordu.
---
-Doktor, belki bilmiyorsunuzdur ama ben buraya yanlışlıkla gönderildim.
-Herkes buraya yanlışlıkla gönderilir sevgili çocuğum...Hatta kalanlar bile.
---
Başlangçta hep böyledir.Yeni gelenler kazanır.Herkes için durum aynıdır, insan gerçekten güçlü olduğunu zanneder ama bu yalnızca yeni gelmiş olmanın yarattığı bir durumdur, sonunda diğerleri de sisteminizi öğrenir ve günün birinde bakarsınız hiçbir şey yapamıyorsunuz.
---
Kendisi dışında herkesin umutlanmak için öyle ya da böyle az ya da çok bir nedeni vardı.
---
Gerçekten de en büyük düşman Giovanni Drago'ya doğru ilerliyordu.Bu kendisine benzeyen, onun gibi çöllerin ve sancıların acısını taşıyan, yaralanabilen bir etten yapılmış olan, yüzüne bakılabilecek bir insan değil, çok güçlü ve kötü bir düşmandı; artık surların tepesinde, top sesleri ve coşku veren çığlıklar arasında, lacivert bir bahar göğü altında dövüşmek söz konusu değildi, çevrenizde gördüğünüzde cesaretini artıracak dostlarınız, barutun kekre kokusu, ateş ve zafer vaatleri yoktu.Her şey bilinmeyen bir han odasında, mum ışığında, tam biryalnızlık içinde olup bitecekti.Artık, güneşli bir sabah, genç kadınların güşüleri arasında, boynunda çiçeklerle her şeye yeniden başlamak için çarpışılmıyordu.Bakan, alkışlayan kimse yoktu.
---
Ya her şey bir yanlışlıktan ibaretse?

Tatar Çölü
Dino Buzzati

6 Aralık 2013 Cuma

tahta at, soren kierkegaard, meseller


İçsel acı çekme, dışarıdakiler tarafından yanlış anlaşılmasını nasıl deneyimler?

Eski zamanlarda, bir ordu çok zalimce bir cezayı, bir tahta atı sürmek olarak uyguladı.Talihsiz adam, çok keskin bir sırtı olan tahta atın üzerine ağırlıklarla oturtuldu.Bu cezanın uygulamaya konulduğu bir keresinde, suçlu acıyla inlerken, surda yürüyen bir köylü geldi ve suçlunun cezasını çekmete olduğu tatbikat yapılan yere bakmak için durdu.Acı içinde kıvranan ve böylesi bir mankafanın görüntüsünden rahatsızolan talihsiz adam köylüye bağırdı: "Neye bakıyorsun sen öyle?" Ama köylü şöyle cevap verdi: "Eğer kimsenin sana bakmasına dayanamıyorsan, başka bir sokakta sürebilirsin atını." Tıpkı suçlunun atını sürmesi gibi, şimdiki yıl da benimle koşuyor.

Tahta At
Meseller
Soren Kierkegaard

minare gölgesi, engin ergönültaş

"Ben aslında öldüm anne..."
                                        Abdulkadir

Yanık yanık okunan sela, damlara sürtünüyor, selvilere...Yokuşlardan Haliç'e doğru akıyor.Kurban kanı gibi.Ilık ılık.Her şeyin, taşların bile ölümlü olduğunu, "aman irkilmesinler" demeden, hiçbir şeyi saklamadan, apaçık, ama her şeyin, taşların bile başlarını teker teker okşaya okşaya, derin bir merhametle anlatıyor.Meryem her şeyin öleceğini anlayacak yaşta değil.
---
Fırsatmış...Benim hayatım tamamen fırsat...Hepsi kaçıcak.Gel seyret bak nasıl kaçıyorlar.
---
Atilla bak bak...kuşlara bak!" dedi Gülnur.Kafasını gökyüzüne kaldırmıştı.Atilla "gördüm" dedi, kafasını kaldırmadan..Su birikintilerinde görmüştü...
---
Akşam ezanıyla bütün renkler, turuncular, kavuniçiler, tozpembeler, firuzeler, kan kırmızıları, hepsi birbirlerine bulaşa bulaşa, sıra sıra gökyüzüne konup konup, göçtüler.Sonra kainatın esas rengi arz-ı endam etti.
Zengüle Hacı mahallesine karanlık çöktü.
---
Sultan abla, bitmiş sela'nın ardında bıraktığı boşlukta, istediği şeyin, 'ölmek' olmadığını, ölmekten korktuğunu idrak ediyor.Aslında, ansızın yok olmak istediğini, ölmek değil.Ölüm zor iş.Yıkamasınlar, çenesini bağlamasınlar.Mezarlar, kefenler falan olmasın.Birdenbire yok olsun.Kediler de kendisiyle beraber yok olsun.Ölürse onlara kim bakacak.Arkasında hiçbir şey kalmasın..Eşyalar da; elbiseler, çamaşırlar, ayakkabılar, eski resimler..Hepsi yok olsun.Ev tertemiz, bomboş kalsın.Yeni kiracılar taşınsın.Ama, burada bi kadın varmış falan da demesinler.Hiç kimse hakkında konuşmasın.
Birdenbire yok olmaktan da daha fazlası, hiç doğmamış olmak esas istediği şey.Doğmadan önce neredeyse, orada olmak.Hiç yaşamamış olmak,  hatırasız, hiçbirşeysiz.Ne kendi tanıdığı, ne onu tanıyan...
Ruhu muhu da olmasın.Ölümden sonraki hayat da olmasın.En çok ondan korkuyor.Cehennemden değil, cennet de olsa, bir daha bir şey görmek istemiyor.İyi şeyler de olacaksa, onları da istemiyor.İyi anılarını da hatırlamak istemiyor.Hepsini unutsun.
--- 
Sanki karlar burada biraz daha yavaş düşüyorlar.

Minare Gölgesi
Engin Ergönültaş