franz kafka etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
franz kafka etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mart 2022 Pazartesi

Şiir Nerede Başlar? (19) - Bir Köy Arabası / Franz Kafka

İçinde üç kişi bulunan bir köy arabası bir yamacı yavaş yavaş tırmanıyordu.Karşıdan gelen bir yabancı adamlara seslendi.Kısa bir konuşmadan sonra adamın arabaya binmek istediği anlaşıldı.Arabadakiler yer açtılar ve onu da çekip aldılar yukarı.Ancak yeniden yola koyulduklarında sordular: "Siz karşıdan geliyordunuz; şimdi ise yine geldiğiniz yöne gidiyorsunuz, nasıl oluyor bu?" "Evet" diye cevapladı yabancı, "Önce ben de sizin tarafa gidiyordum ama karanlık beklediğimden erken bastırdı, ben de döndüm.

Şiir Nerede Başlar? (19)
Franz Kafka
Taşrada Düğün Hazırlıkları

20 Mart 2022 Pazar

Kafka'dan Özdeyişler - Taşrada Düğün Hazırlıkları

  • Doğru yol bir ip üzerinden geçer, yükseğe değil de, hemen yer üzerine gerilmiştir ip.Sanki üzerinde yürümek değil, insanı tökezletmek içindir.
  • Sen ödevsin, uzakta yakında bir öğrenci yok.
  •  İyi, bir bakıma iç karartıcıdır.
  • Eskiden soruma neden cevap alamadığımı bilemiyordum.Bugün soru sorabileceğime eskiden nasıl inandığıma aklım ermiyor.Ama inandığım da yoktu hiç; yalnız soruyordum.
  • "Belki sahip olduğum bir şey bulunmakta ama kendin yoksun" savına verdiği cevap, yalnız titreme ve yürek çarpıntısıydı.
  • Kral ve kralın habercileri olmak gibi iki şıktan birini seçmeleri istenmişti.Çocuklar gibi hepsi haberci olmayı dilediler.Dolayısıyla habercilerden geçilmiyor şimdi; sağa sola koşturuyor, yeryüzünde kral kalmadığı için anlamını yitirmiş haberleri birbirlerine söylüyorlar.Bu acınacak yaşamlarına son verebilseler, memnun olacaklar ama görevde kalacaklarına bir kez ant içmişler, bunu göze alamıyorlar.
  • Dünyada hemcinsini seven, dünyada kendisini seven biri gibidir; ondan ne daha çok, ne daha az haksız durumdadır bu davranışıyla.Ancak, bir soru kalıyor geriye ki, o da insanın hemcinsini sevip sevemeyeceğidir.
  • Aynı insanda öyle bilgiler vardır ki, birbirlerinden tamamen farklı olmalarına rağmen aynı nesneyi ele alırlar; buradan insanın ister istemez birçok özneyi içinde barındırdığı sonucu çıkarılabilir.
  • Yaşamın başlangıcında iki ödev: Çevreyi gitttikçe daraltmak ve kendini bu çevre dışında bir yerde saklı tutup tutmadığını aralıksız denetlemek.
  • Her insan içinde bir oda taşır.Hatta kulakla saptanabilir bu.Diyelim gece vaktidir ve dört bir yana sessizlik çökmüştür ve hızlı hızlı biri geçmektedir ileriden; kulak kabartıldı mı, örneğin duvara iyi tutturulmamış bir aynanın tıkırdadığı işitilecektir.
  • Küçük bir oğlana ölen babasından bir tek kedi kalmıştı, bu kedinin yardımıyla Londra'nın belediye başkanı oldu.Benim hayvanım, bana kalan bu miras beni nerelere götürecek kim bilir?Bana kalır mı hiç o dev gibi açılıp yayılan kent?
  • İçinde üç kişi bulunan bir köy arabası bir yamacı yavaş yavaş tırmanıyordu.Karşıdan gelen bir yabancı adamlara seslendi.Kısa bir konuşmadan sonra adamın arabaya binmek istediği anlaşıldı.Arabadakiler yer açtılar ve onu da çekip aldılar yukarı.Ancak yeniden yola koyulduklarında sordular: "Siz karşıdan geliyordunuz; şimdi ise yine geldiğiniz yöne gidiyorsunuz, nasıl oluyor bu?" "Evet" diye cevapladı yabancı, "Önce ben de sizin tarafa gidiyordum ama karanlık beklediğimden erken bastırdı, ben de döndüm."
  • İçinde ne var bilemem.
  • Arayan bulamaz ama aramayan bulur.
  • Ava gitme bahanesiyle evden uzaklaşıyor, evi göz altında bulundurma bahanesiyle en zahmetli tepelere tırmanıyor; ava gittiğini söylemeseydi, kendisini tutup alıkoyardık.
  • Şaşkın şaşkın kocaman ata baktık.Odamızın tavanını delip çıkmıştı dışarı.Bulutlar o devasa silüetinin çevresinde güç bela geçiyor, yelesi rüzgarda uğuldayarak uçuşuyordu.
  • Kumandanların, sanatçıların, aşıkların, zenginlerin, politikacıların, jimnastikçilerin, gemicilerin ve... oluşturduğu sis kayboluyor.
  • Mehtaplı gece gözlerimizi kamaştırıyordu.Ağaçtan ağaca kuşların ötüştüğünü işitiyorduk.Kırlarda rüzgar uğulduyordu.Toz toprak içinde sürünüyorduk, bir çift yılandık.
  • Üzerine çakılmak istenen çivinin ucunu duvar nasıl hissedersse, o da öyle şakağında hissetti.Yani hissetmedi denebilir.
  • Akıp giden suya karşı çaydan yukarı.Çalılıklar.Öğretmenin ansızın yükselen sesi.Çocukların mırıltıları.Kırmızı eriyip giden, kendi kendisini terk eden, dehşetle donakalan güneş.Çat diye kapatılan soba kapağı.Pişirilen kahve.Dirseklerimizi masanın üstüne yaslamış bekliyoruz.Yolun bir yakasında incecik fidanlar görülüyor.Aylardan Mart.Bundan ötesi can sağlığı.Mezarlarımızdan çıkıyor, bu dünyadan biz de gitmek istiyoruz; belli bir planımız yok.

  • Küçük bir kayıkta umutsuz, Ümit Burnu'nu dolaşmaya çalışıyordu.Sabahın erken saatiydi, sert bir rüzgar uğuldayıp duruyordu.Umutsuz, küçük yelkeni açıp rahatça arkasına yaslandı.Su altında kalan kısım ancak az buçuk derin olduğu sürece bu tehlikeli sularda kayaları aşarken, canlı bir yaratık gibi çevik kayıp gidene bu küçük kayıkta neden korksundu?7
  • Senden kıvrılıp bir halka olmanı istemekle işe başlayacağım.Ben kıvrıl, halka ol dedim, sen dikilip havaya kalkıyorsun.Yoksa anlamıyor musun beni.Beni anladığın yok.Oysa pek anlaşılır bir dille konuştum: Kıvrıl, halka ol!Yo, yo, ne dediğimi kavrayamıyorsun.Madem öyle, ben de değnekle şuraya çizip göstereyim sana yapacağın şeyi.İlkin vücudunla kocaman bir daire ve başka daireler oluşturacaksın.Sonunda başın havaya kalkık mı kaldı, ben bir kaval üfleyeceğim, kavaldan dökülen melodiye uyarak yavaş yavaş indireceksin başını.Ben kavalı üflemeyi bıraktım mı, sen başını dairelerin en ortadakine gömecek, sessiz kalacaksın
  • Beni alıp atıma götürdüler, ama henüz pek güçsüzdüm.Yaşam ateşiyle titreyen sırım gibi ata baktım.Ertesi sabah handaki uşak önüme bir at çekince, "Bu benim atım değil" dedim."Bu gece ahırımızda bir tek at vardı, o da sizinkisiydi" dedi uşak gülümseyerek, yani dik başlı bir biçimde gülümseyip beni süzerek, "Hayır" diye direttim, "bu benim atım değil".Heybe elimde düştü dönüp yukarı çıktım ve az önce terk ettiğim odama çekildim.
  • Her bakımdan sürücüme güvenmeye alışığım.Bir defasında yolda gidiyorduk.Yanda ve yukarıda öne doğru hafif bir kubbe oluşturan bir duvarla karşılayıp yolculuğa ara verdik ve duvar boyunca ilerledik; duvarın orasında burasında elimizi gezdirdik, sonunda sürücüm şöyle dedi, "Bu bir alın olmalı"
  • Fırtınalı bir geceydi.Küçük Cin'in çalılıktan sürünerek çıktığını gördüm.
  • Kapı kapandı, göz göze geldik.
  • İspirtizma oturumlarının birinde çıkagelen yeni bir ruhla şöyle bir konuşma geçti:
          Ruh: Özür dilerim.
          Sözcü: Kendini tanıtır mısın?
          Ruh: Bağışlayınız.
          Sözcü: Ne istiyorsun?
          Ruh: Koyverseniz gitsem.
          Sözcü: Daha yeni geldin.
          Ruh: Bir yanlışlık oldu.
          Sözcü: Hayır, yanlışlık filan yok.Geldin ve kalacaksın.
          Ruh: Fenalaştım da.
          Sözcü: Çok mu
          Ruh: Çok.
          Sözcü: Bedence mi?
          Ruh: Bedence mi?
         Sözcü: Soruyu soruyla cevaplıyorsun.İşitilmedik şey.Seni cezalandıracak çareler var elimizde,                 yani cevap versen iyi olur, az sonra koyveririz gidersin.
         Ruh: Az sonra mı?
         Sözcü: Az sonra.
         Ruh: Bir dakika mı?
         Sözcü: Bırak kendini acındırmayı.Koyvereceğiz, gideceksin işte.Yeter ki...

  • Ormanda bir koşudur, bir yarıştır başladı.Her yer hayvanla doluydu.Ben de düzeni sağlamaya uğraşıyordum.
  • Uyuyor.Uyandıramıyorum.Niye uyandıramıyorsun?Mutsuzluğum bu beniim, öte yandan mutluluğum.Mutsuzum; çünkü onu uyandıramıyor, ayağımı evinin yakıcı eşiğinden içeri atamıyor, evine giden yolu bilmiyor, yolun bulunduğu yönü tanımıyor, kendisinden gittikçe uzaklaşıyorum; sonbaharda bir yaprağın ağaçtan kopup kırık dökük uzaklaşması gibi tıpku; kaldı ki, ben bir ağaçta bulunmadım asla; sonbaharda bir yaprak ama hiçbir ağaçtan kopmuş değil.Öte yandan onu uyandırmadığım için mutluyum; çünkü doğruluverse, yatağından kalksa, ben yatağımdan kalksam, aslan yatağından kalksa ve kükreyişim korkulu kulaklarımdan içeri üşüşse ne yapardım?
  • Tırmanış.Senait.Bir sincaptı, bir sincap, yabani bir fındıkkıran, sağa sola zıplayıp, sağa sola tırmanan bir sincap ve kabarık tüylü kuyruğuyla ormanlara ün salmıştı.Bu sincapçık, bu sincapçık hep gezinip duruyor ama ne aradığını bir türlü söylemiyordu; konuşmasını bilmediği için değil; hiç ama hiç vakti yoktu.
  • Bir av köpeğiyim.Adım Karo.Herkesten ve her şeyden nefret ediyorum.Avcı efendimden, bu avcı beyden nefret ediyor, ne olduğu belirsiz bu kişi böyle bir duyguya layık olmamasına karşın ondan nefret ediyorum.
  • Balzac'ın bastonuna tutunuş: Tüm engelleri aşıp geçiyorum.
           Kendi bastonuna tutunuş: Tüm engeller beni aşıp geçiyor.
 
           Her iki cümle arasındaki ortak şey "tüm" sözcüğüdür.
  • Bir hayvan; kocaman bir kuyruğu var; uzunluğu metreleri bulan tilki kuyruğu gibi tıpkı.Kuyruğu şöyle bir elime alabilsem!Ama nasıl?Hayvan durmadan deviniyor, sürekli sağa sola atıyor kuyruğunu.Görünüşü bir kanguruya benziyor; ama nerdeyse insanlarınkini andıran yassı, ufak ve değirmi yüzüyle pek orijinalliği yok; ancak ister gizlensin, ister açıkça sergileyip gıcırdatsın, dişlerinde bir anlatım gücü saklı.Bazen beni terbiye etmek istiyormuş gibi bir duyguya kapılıyorum; öyle olmasa, elimi uzatır uzatmaz kuyruğunu kaçırmasının, sonra yine sessiz durup bekleyerek beni aynı hamleye ayartmasının, derken yine sıçrayıp kendini ileri atmasının amacı ne?
  • Hep kaybeder dururum yolumu; bir orman yolu, açıkça seçilebiliyor ama söz konusu yol bir gökyüzü parçasına benziyor, ormanın geri kalan kısmı sık ve karanlık.Durum böyleyken bu sürekli, bu insanı canından bezdiren şaşırmalar.Yoldan bir adım ayrılsam, anında ormanın bin adım içinde buluyorum kendimi, terk edilmiş, yalnız; hemen oraya yığılsam ve bir daha kalkmamak üzere serilip kalsam diyorum.
  • Nasıl da ay ışığında soluyor orman; bazen büzülüp küçülüyor ay, sıkışıp daralıyor, ağaçların boyunu olduğundan yükseklere fırlatıyor; bazense yayılıp genişleyerek tüm yamaçlardan aşağı iniyor, ağaçları bodurlaştırıp çalılığa dönüştürüyor, kendisi küçülüyor, daha puslu hale geliyor, uzak bir ışıltıdan ayırt edilmiyor.
  • Bataklık ormanların orta yerine bir nöbetçi dikmiştim.Ne var ki, şu an kimseler yoktu görünürde, sesime cevap veren yoktu.Besbelli nöbetçi yolunu şaşırmıştı, yeni bir nöbetçi dikmem gerekiyordu.Adamın zinde ve iri kemikli yüzüne baktım."Senden önceki nöbetçi kayboldu", dedim."nedenini bilmem ama, ormanın ıssızlığı nöbetçiyi ayartıp, nöbet yerinden uzaklaştırıyor.Diyeceğim, iyi kolla kendini"Adam esas duruşa geçmiş, önümde dikiliyordu.Sonra şunları ekledim sözlerime: "Ama sakınmaz ayartılara kapılırsan, olan sana olur, bataklığa gömülüp gidersin; ben de senin yerine hemen bir başka nöbetçi dikerim.Baktım o da sözüme uymadı, onun da yerine bir başkasını bulurum ve aralıksız sürer gider bu.Elime bu işten bir şey geçmese bile, bir şey de yitirmem."
  • Ölmeye hazır olanlar, yerde yatıyordu; mobilyalara yaslan19ıyor, dişleri takır tukur birbirine vuruyor, yerlerinden kımıldamaksızın ellerini yoklayarak duvarda gezdiriyorlardı.
  • Yazmak kendini benden kaçırıyor.Özyaşamıma ilşkin denemeler konusunda planlar hazırlayışım bu yüzden.Özyaşam öyküsü değil aslında, yalnız deneme ve elden geldiğince küçük özyaşamsal parçacıkların saptanması.Evi sağlam olmayıp, yanı başına sağlamını kurmayı tasarlayan biri gibi, böyle bir çabadan yola koyularak kendi kendimi kurmak niyetindeyim.Kim bilir, bunun için belki eski yapıdaki malzemeleri kullanacağım.Ancak çalışmaların tam bulunmayan bir ev yerine yarı viran yarı ayakta bir ev, yani bir hiç ortaya çıkarsa, işte o zaman kötü.Bunu izlese izlese bir cinnet izler, yani iki ev arasında Kazak dansı gibi bir şey; çizmelerinin ökçeleriyle Kazak'ın yerde bir çukur eşeleyip oyarak, bu çukur bir mezar oluncaya kadar oynamaya devam ederek yaptığı bir dans.
  • Geri dönmem gerekmiyor artık, hücrem darmadağın oldu, bir devinim içindeyim, vücudumu hissediyorum.
 
       Franz Kafka
       Taşrada Düğün Hazırlıkları

      *Not: Özdeyişler, Zafer Aracagök'ün Anti-Hamlet (1996) kitabı için seçtiği                             alıntılardan oluşmaktadır.

11 Ekim 2021 Pazartesi

Jakob Von Gunten, Robert Walser


Burada doğru dürüst bir şey öğrenilmez.Eğitmen eksiği var ve biz de Benjamenta Erkek Enstitüsü öğrencileri olarak hayatta asla başarılı olamayız.Demek istediğim, gelecekte hepimiz birilerine bağlı, küçük şeyler olacağızçAldığımız eğitimin temel amacı, bizlere ikisi de ya çok az başarı vadeden ya da hiç vadetmeyen iki özellik; sabır ve itaat aşılamak.Manevi başarılar, evet.İyi de bu tür bir başarının ne getirisi olur ki?Manevi kazanımlar insanın karnını doyurur mu?Ben zengin olmak, faytona binmek, har vurup harman savurmak istiyorum.

...

Peki ya ham düş kırıklıkları Heinrich'i, o olağanüstü duyarlı insanı, huzursuz etmekten utanmazlar mı?Ayrıca onun biraz soğuk olduğunu düşünüyorum; hareketli, meydan okuyan bir yanı yok.Belki de cesaretini kıracak birçok şeyin farkına bile varmayacak.Dikkatsizliğine çare olacak birçok şeyin yanından geçip gittiğini ise hissetmeyecek.Kim bilir belki de yanılıyorumdur.Ne olursa olsun bu tür gözlemler yapmak hoşuma gidiyor.Heinrich belli oranda anlayışsız biri aslında.Bu onun için bir şans; çok görmemek gerek.Eğer Heinrich bir prens olsa önünde diz çöküp ilk biat eden ben olurdum.Ne yazık...

...

Güzel sözler çok sıkıcı.

...

Arkamı dönmeden geri geri giderek çıktım kapıdan.Bir devrim girişimi böyle son buldu.O andan itibaren böyle asi çıkışlarım olmadı.

...

Hainlik ve kötülük elbet bir gün son bulacaktır ancak iyi ve değerli olandan ders almak zor olduğu kadar caziptir de.Hayır, beni günahlardan ziyade faziletler ilgilendiriyor.

...

İnsanlar beni zorlamalı, iteklemeli, yol göstermeli.Böylesi benim için en iyisi.Neticede son kararı yine ben veriyorum.

...

Nereye gittiğini bilmediğiniz insanlar görüyorsunuz ve nereden geldiğini bilmedikleriniz alıyor onların yerini.İnsan nereden gelip nereye gittiklerini tahmin etmeye çalışıyor.Az da olsa çözebildiği zaman seviniyor.

...

O gerçek bir çiftçi çocuğu, hani şu Grimm masallarında rastlanan cinsten.

...

Her şeyi anlıyormuş gibi davranan, bilgi ve espriyle donanmış, burnu büyük insanlardan nefret ediyorum.Uyanık ve tecrübeli insanlardan tarifsiz biçimde nefret ediyorum.Bu açıdan Peter ne kadar da iyi biri.

...

Öyle görünüyor ki onun burada, Benjamenta Enstitüsü'nde bulunmasının tek amacı o muhteşem aptallıklarıyla parlamak.Belki burada olduğundan çok daha fazla, hatırı sayılır ölçüde aptallaşacak.Bu aptallık neden kendini gerçekleştirmesin?Örneğin ben Peter'in korkunç başarılı olacağına ikna olmuş durumdayım.Gariptir ama bunu hak ettiğini düşünüyorum.Evet, daha da ileri gidiyorum.Bana öyle geliyor ki, gelecekte Peter gibi bir patronum, müdürüm ya da efendim olacak ve bu öyle rahatlatıcı, öyle hoş bir şey ki.Çünkü böyle aptallar yükselmek, iyi yerlere gelmek, iyi yaşamak ve emir vermek için yaratılmıştır ve benim gibi yeterince zeki olanlar da sahip oldukları yetenekleri başkalarının hizmetinde geliştirmek, tüketmek durumundadır.Ben, ben alçak ve küçük bir şey olacağım.Bana bunu söyleten duygu mükemmel ve kesin bir gerçek.Aman Tanrım, buna rağmen yeterince yaşama gücüm var mı?Neler oluyor bana?Sık sık kendimden korktuğum oluyor ama bu uzun sürmüyor.Hayır, hayır, kendime güveniyorum.Ama bu da garip değil mi?

...

Fuchs beceriksiz bir takla gibi konuşur ve oyun hamurundan yoğrulmuş bir insan müsveddesi gibi davranır.

...

Kraus bağlılık, hizmet ve gönüllü yardımseverliğin ete kemiğe bürünmüş hali.Kadınlar hakkında hiçbir fikri yok, onlara sadece saygı duyuyor.

...

Hile, kibir ve yalanla dönen şu dünyada Kraus gibi bir insan nasıl yaşar?İnsan Kraus'a baktığında ister istemez alçak gönüllülüğün nasıl da kurtarılamayacak derecede kaybolduğunu görüyor.

...

Uyuyor musunuz Bay Papaz?Öyleyse uyumaya devam edin.Uyumanızda bir mahsur yok.Din kültürü dersi vermekle zaten vakit kaybediyorsunuz.Görüyor musunuz, dinin bugünlerde hiçbir anlamı yok.Uykui sizin tüm o 'din' dediğiniz şeyden çok daha ruhani.İnsan uyuduğunda Tanrı'ya belki çok daha yakın.Siz ne dersiniz?

...

Ağabeyim Johann ile karşılaştım, hem de kalabalığın yoğun olduğu bir yerde..."Umarım beni tam anlamıyorsundur çünkü eğer beni anlasaydın kardeşim, bu berbat biri olduğun anlamına gelirdi."

...

Geçenlerde Kraus'a ara sıra da olsa canının sıkılıp sıkılmadığını sordum.Bana kınayan gözlerle azarlar gibi baktı, biraz düşündükten sonra: "Sıkılmak mı?Senin aklın başında değil sanırım, Jakob.Bana boş, günahkar sorular sorduğunu söylememe izin ver.Şu dünyada kim sıkılır?Belki sen.Ama ben değil, bunu sana söylemeliyim.Burada kitaptan bir şeyler ezberliyorum.Peki, sıkılmaya zamanım var mı?Ne kadar aptalca sorular bunlar.Belki asil insanların canı sıkılır, ama Kraus'unki değil ve senin de canın sıkılıyor olmalı; yoksa bu tür bir şey aklına bile gelmezdi, kalkıp buraya kadar gelerek bana bu soruyu da sormazdın.İnsan her zaman bir işle meşgul olabilir, dışarıda olmasa da en azından içinden bir şeyler yapar, mesela kendi kendine konuşur Jacob.Kendi kendime konuştuğum için uzun zamandır bana gülmek istediğini biliyorum Jakob, ama dinle ve bana yanıt ver: Neler söylediğimi biliyor musun?Sözcükler, sevgili Jakob.Kendi kendime sözcükler söylüyor ve onları tekrar ediyorum.Bunun sağlıklı bir şey olduğunu sana söyleyebilirim.Al şu can sıkıntını da defol.Can sıkıntısı, kendilerini eyleyecek şeylerin dışarıdan gelmesi gerektiğine inanan insanlarda olur.

...

Gizlenen bir hadise bazen, kazanılmış bir hadise demektir.

...

Biz öğrencilerin, şimdi terk mi edildik?Öyle görünüyor, öyle de.Fakat sen ki zamansız ölen, hatıralarımızdan asla ama asla silinmeyeceksin.Yüreklerimizde yaşamaya devam edeceksin.Senin yetiştirmiş ve hükmetmiş olduğun gençler, vefasız ve zor yaşamın her yanına yayılacak, kazanç ve başımızı sokacak bir yer bulmak için çabalayacağız, belki de birbirimizi bir daha asla ama asla görmeyeceğiz.Fakat hepimiz seni düşüneceğiz Hoca Hanım; çünkü bizlere öğrettiğin fikirler, bizlere verdiğin bilgi ve dersler her zaman sen, içimizdeki iyiliğin yaratıcısını bizlere hatırlatacak.

...

Yaşam bizden sıçrayışlar bekliyor, düşünüp taşınmalar değil.

...

Bay Benjamenta'yla çöle gidiyorum.Çölün orta yerinde de yaşam, nefes, varoluş, iyi olma ve iyi şeyler yapma arzusu var mı diye; oralarda da geceleri uyunuyor mu, rüyalar görülüyor mu diye merak ediyorum.Aman, neler söylüyorum.Artık hiçbir şey düşünmek istemiyorum.Tanrı'yı da mı?Hayır!Tanrı benimle olacak.O'nu düşünmeme ne gerek var ki?Tanrı zaten düşüncesiz insanlarla düşüp kalkar.O zaman adieu, Benjamenta Enstitüsü.


Robet Walser
Jakob Von Gunten
Jaguar Kitap
Çeviren: Gül Gürtunca

7 Mayıs 2021 Cuma

Robert Walser, İsviçreli Aylak Bir Yazar - Ahmet Uğur Nalcıoğlu


...

Burada adı geçen yazar, Stuttgart'tan Bern'e kadar yürüyen bir yazardır.22 saat hiç durmadan yürüyen bir yazardan söz ediyoruz: 

"Bir keresinde gece saat 2'de Bern'den yola çıktım.Sabah saat 6'da Thun'a vardım.Öğle vakti Niesen'e geldim, akşam üzeri Thun'daydım ve gece yarısı Bern'e geri döndüm."

...

Oğuz Demiralp'in yaptığı yorum, Walser'in durumunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır:

"Bir yazar ne denli kıyıya kenara itilmiş, köşeye atılmış, yaşarken unutulmuş olursa olsun bir gün okunacağı umuduyla ölür.Henüz basılmamış eserlerini de bu umut nedeniyle yok etmez.Elbette bu lafları Robert Walser'i düşünerek ediyorum.Yaşarken gitgide gözden kaybolan, yazısında gizlenip orada başkalarının gözünde bir yeniden doğuşu arayan bir yazar olduğunu düşünüyorum."

...

"Peri masallarının bittiği yerde Robert Walser başlar." Walter Benjamin

...

Onun hakkında yorum yapacak olan herkes şu konuda aynı şeyi söyler; hüzün dolu bir yaşamı olan bu zavallı adamı seviyoruz.Onun biyografisini anlatmak çaresizliktir.Biz onun eserlerini ve biyografisini biliyoruz, neredeyse her şeyi biliyoruz.Aslında pek bir şey bilmiyoruz.İşte onu efsane yapan da budur.

...


Kafka'yı bu denli etkileyen bir yazardan söz ediyorsak bu etkilenmenin nedenlerini ve bu ilişkinin ayrıntılarını ortaya koymakta yarar olduğu kanaatindeyiz.Walser'in Franz Kafka ile ilk bağlantısı geçmişe dayanır.1908 yılında ilk eseri yayınlandığında Franz Blei'nın şu cümlesi aradaki bağı anlatır: "Kafka, Walser değildir, bilakis Prag'da o isimde genç bir adamdır." Sonraları Walser ile Kafka birbirleriyle hiç karıştırılmadılar.Fakat iki yazarı bir arada tutma ve bağlantı kurma geleneği hep devam etti.Edebiyatın 20. yüzyılın tanınmış temsilcileri ile ünlü eleştirmenleri Kurt Tucholsky, Max Brod, Robert Musil, sonraları Walter Benjamin , Hermeann Broch, yakın zamanda ise Martin Walser ile Elias Canetti Kafka'nın Walser'den oldukça etkilendiği fikrine söylemleriyle destek verirler.Canetti olayı daha da ileri bir boyuta taşıyarak Walser'siz Kafka'nın varlığını koruyamayacağını, başarılı olamayacağını iddia eder.

Kafka ile Walser arasındaki akrabalığın var olduğuna inandırmaya çalışmak bir alışkanlık haline gelir.Yazarlar listesi hazırlanırken bile onların isimleri arka arkaya yazılır ve yayınevi kataloglarında resimleri yan yana konulur.Sadece bu gelenek Kafka ile Walser'i mukayese etmek arzusunu haklı çıkarmaz, Kafka'nın onun eserlerine olan ilgisi de buna adeta çanak tutar.Kafka'nın önceki müdürü Ernst Eisner'e gönderdiği uzun mektupta Walser'in genç kahramanlarıyla kendisini özdeşleştirdiği ortaya çıkar.Bunun örneklerini çoğaltmak mümkündür.Kafka'nın Walser'den etkilendiğini dile getirmesi konuyu özetler niteliktedir.

...

"Robert Walser okunmak istiyordu, tanınmak değil." Catherine Sauvat

...

"Robert Walser'i okuyabilirsiniz ama onun hakkında hiçbir şey okuyamazsınız." Walter Benjamin

...

Walser'in yazmasını engelleyen tek şeyin onun ruhsal sıkıntılarının var olması değildir.Klinikteki kuralların katı olması kendisini baskı altında hissetmesi, yazamamasının nedeni olarak görülebilir.Walser de Carl Seelig'e bu yönde açıklamalarda bulunur:

"Bir yazarın üretebileceği tek zemin özgürlüktür.Şartlar yerine getirilmediği sürece yazmayı kesinlikle reddederim."

...

Kliniğe yatmak üzere, herhangi bir sert tepki ya da büyük bir mukavemet göstermeden oraya giden birinin klinik girişinde kız kardeşiyle böylesi bir diyaloğu gerçekleştirmesi onun hastalığının o andaki boyutları ve bilincinin derecesi hakkında bize açık bilgiler vermektedir.Bu konuşma, daha önce tartışmaya açtığımız "doktorlar mı haklı yoksa edebiyat eleştirmenleri mi" konusunda edebiyat eleştirmenlerini haklı çıkarır niteliktedir.Walser'in biilincinin, olayları yorumlayacak derecede yerinde olduğu şüphe götürmez bir durumdur.Fakat önceden  de bahsettiğimiz "Robert'in Lisa'ya kayıtsız şartsız güvenmesi" şeklindeki görüşümüzün doğruluğu bu diyalog ile bir kez daha ortaya çıkmış oluyor.Kız kardeşine yönelttiği "Doğru mu yapıyoruz?" sorusuna cevap alamamasını 'evet' diye yorumlaması sonucunda tam itaat göstererek içeri girer.Buradaki 'itaat' aslında 'güven'in uzantısıdır.

...

Çok sevdiği annesini 22 Ekim 1984'te kaybeder.Kız kardeşine yazdığı mektuplarında hep annesinden ve ona olan sevgisinden bahseder.Bu sevgisini romanlarında kahramanları aracılığıyla dile getirir.."Die Knaben" (Erkek Çocuklar) adlı eserinden annesini kaybeden ve bu yüzden intihar eden genç bir adamı ana figür olarak karşımıza çıkarır.Eserde bu sevgi, "yaşama olan sevgim, anneme olan sevgimden daha fazla değildir ve o ölmüştür." sözleriyle dile getirir.Der Gehülfe (Yardımcı) adlı romanda ise ana figür Joseph annesini küçük yaşta kaybetmiştir ve onunla ilişkisi hatırladığı kadarıyla aktarılır.Bu aktarımlarda anne güler yüzlüdür ve dostça bakar.Geschwister Tanner (Tanner Kardeşler) adlı romanda da genç kahraman Simon; "anne her şey için bir çıkış noktasıdır." cümlesiyle anneye verdiği değeri ve ona olan sevgisini ortaya koyar.

...

Yayıncı Samuel Fischler, ona Polonya'ya veya Türkiye'ye seyahat yapmasını teklif eder.Walser, önce Polonya sonra Türkiye, ardından da Hindistan olmak üzere üç ülkeyi hedefleyen bir seyahat planı hazırlar.Fischler'in tüm masrafları üstlendiği bu seyahattan vazgeçerek tren ve gemi biletleri ile tüm çekleri geri verir.Bavullar açılır ve Walser ıhlamur ağaçları altındaki gezilerine kaldığı yerden devam eder.Walser bu durumu mizahi bir şekilde açıklar: "Odamdan ayrılamıyorum ve bavulum çok eskidi, onu uzak seyahatlere göndermek bana acı veriyor."

...

Yaşamının bir bölümünde hastalığı nedeniyle kendisini hapsettiği otel odasında kurşun kalemle ve olabildiğince küçük harflerle takvim yapraklarından tutun da vergi ödeme kağıtlarından, kartpostalların boşluklarından, mektupların boş kalan kısımlarına kadar yazdığı "mikrogram" olarak adlandırılan yazılar, Walser'in farklı yazar grubuna dahil edilmesindeki en önemli unsurların başında gelir.

...

Bu 526 mikrogramın çözülmesi yıllar almış ve ancak 1972 yılında yayımlanabilir hale getirilmiştir.O ana kadar varlığından hiç kimsenin haberdar olmadığı Robert Walser'in de hiç sözünü etmediği ünlü "Der Rauber" (Haydut) adlı romanı da bu mikrogramların arasından çıkmıştır.

...

Alkole olan düşkünlüğü artar, bunun yanı sıra kabuslar görür ve sinir krizleri geçirir.İntihara teşebbüs eden Walser'in tek başına yaşayamayacağı artık çok açıktır.Tüm bunlara bir de, deyim yerindeyse ailesinin de psikolojik hastalıklar konusunda adının çıkmış olması eklenince hasta olduğuna kanaat getirilmesi ve bunun sonucu olarak kliniğe yatırılması kaçınılmaz olur.Robert'in annesi kronik depresiftir, ağabeyi intihar etmiştir.Tüm bunlar onun Waldau'daki senatoryuma yatırılması için geçerli nedenlerdir.

...

Robert Walser karlı bir tepenin üzerinde soğuk bir Aralık günü ölü olarak bulunur.Ayak izlerinin bittiği yerde kalp krizi geçirerek hayata veda eder.


...

Esra Yalazan karda yatan Walser'i resmederken onun hem kişisel özelliklerini hem de edebi yönünü harmanlayarak gazetesinde yaptığı yorumda şu cümleleri yazar:

"Yalnızlığına eşlik eden fötr şapkası cesedinin birkaç adım ötesinde duruyordu.Sağ kolu bir ağacı işaret eder gibi yana doğru açılmış, karların üzerine kopuk bir dal gibi devrilmişti.O gün her zamanki gibi isyankâr, soylu, karmaşık düşünceleriyle mi yürüyüşe çıkmıştı?Zihninden, kalbinden akıp geçen son duygu kırıntısı neye benziyordu?

Bu soruların arasında hâlâ ağabeylerinin sesini duyuyordum: "Çok yabani bir tarafın var...Seni kırması gereken şeylerden hiçbir biçimde incinmiyorsun, dünyanın ve hayatın ahvalinden doğan, çok sıradan şeylere kırılıyorsun.Tüm insanlar gibi bir insan olmayı denemelisin, o zaman kendini kesinlikle daha iyi hissedersin."

Walser'e dönüp "Sen tüm insanlar gibi olmadığın için yazabildin ve tam da bu yüzden milimetrik harflerinle, reddettiğin toplum kurallarıyla, isyanın şiiriyle edebiyat tarihinde iz bıraktın" dedim."Biliyorum" dedi Simon'un sesiyle; "uzaklara bakmak insanı mutluluktan uçururken, böyle güzel bir günde kaygılanmak niye?"

...

Eğer Walser "Ben körüm ve her şeyi görüyorum, dilsizim ve konuşuyorum, hiçbir şeye kulak vermem ve oldukça yetenekli bir dinleyiciyimdir." şeklinde bir şey söylüyorsa paradoksta bir hassasiyeti resmediyordur.

...



ESERLERİ

Tanner Kardeşler

...

"Karşısında böyle tatlı tatlı konuşan kişinin kendisinde nasıl bir intiba bıraktığı konusunda tereddütleri varmış gibi görünüyordu.Bu konuda kesin bir hüküm veremiyordu, aklı karışıktı ve bunun verdiği bir çekingenlikle yumuşak bir ses tonuyla sordu: "Genç adam, hakkınızda münasip bir yerden malumat alabilir miyim?" "Münasip bir yer mi? Ne kastettiğinizi bilmiyorum.Hiçbir şekilde alamasanız daha münasip olurdu.Kimden bilgi alacaksınız?Hangi amaçla bunu yapacaksınız?Diyelim ki size çok iyi bir aileden geldiğimi, babamın saygıdeğer biri olduğunu, erkek kardeşlerimin becerikli olduklarını fakat istikrarlı olamadıklarını , bana umut bağlanabileceğini, bana az da olsa güven duyulabileceğini ve benzeri şeyler söylense hakkımda ne öğrenmiş olurdunuz?Hiçbir şey öğrenmiş olmazdınız ve beni dükkanınıza gönül rahatlığıyla tezgahtar olarak almak için en ufak gerekçeniz kesinlikle olmazdı.Hayır, Beyefendi, bu tip sorgulamanın genel olarak beş paralık kıymeti yoktur.Eğer size bir şeyler tavsiye etmeme izin verirseniz bunlardan uzak durmanızı tavsiye ederim.Hayır, efendim, beni kullanmayı düşünüyorsanız geçmişte çalıştığım yerdeki patronlarımdan daha cesaretli olmanızı ve benim sizde bıraktığım intibaa göre işe almanızı rica ediyorum.Ayrıca gerçeği ifade etmek gerekirse elde edeceğiniz bilgiler hakkımdaki tüm gerçekleri değil de sadece kötü olanları seslendirecektir."

...

"Annem ölünce beni bir bankaya çırak olarak verdiler.İlk sene oldukça iyi idare ettim.İkinci sene kendimi örnek-çırak gibi görüyordum ama çıraklığımın üçüncü senesinde müdür zaten kafasında beni kovmuştu çoktan.Bana emir vermeye yetkili olmayan amirlerime karşı küstahtım.Her şeyin, her mobilyanın, her nesnenin, her sözün bana acı verdiğini hatırlıyorum.Bana uzak bir şehirde iş aradılar.Oradan ayrıldım böylece.(...)Ben hala tüm insanların en işe yaramazıyım.Hayatımı bir ölçüde bile olsa düzene soktuğumu gösterecek bir takım elbisem bile yok üzerimde.Hayatta belirli bir seçim yaptığıma işaret eden hiçbir şey görmüyorsunuz bende.Hala hayatın kapısı önünde dikiliyorum, kapıyı çalıp duruyorum, pek ürkekçe tabii ve kapının sürgüsünü açmaya gelen biri var mı diye heyecan içinde kulak kabartıp dinliyorum.Bu biraz sıkı bir sürgü ve insan dışarıda durup kapıyı çalanın bir dilenci olduğunu hissederse, o kapıya bakmak istemez.Ben sadece kulak kabartan ve bekleyen biriyim, bu konuda olgunlaştım tabii, çünkü beklerken hayal kurmayı öğrendim.Kendi mesleğimi bulma fırsatını kaçırdım mı acaba?Hangi meslek olsa ancak bu kadar ilerleyebilirdim.Ben, kullanmasını bilen herkese kendi bilgimi, gücümü, fikirlerimi ve sevgimi sunuyorum.Eğer biri parmağını kaldırıp beni çağırırsa şu uluyan rüzgar gibi fırlarım, gözümü kırpmadan tüm hatıralarımı çiğneyip aşarım."

...

Yardımcı

"Uşak Joseph Marti, şüphesiz ki 24 yalındaki Robert Walser ile aynıdır."
                                                                                                        Karl Wagner

...

"Şu Allah'ın dünyasında saf bir sevinç yaşayıp zevk almam için ille de aşağılanarak kırbaç yemem mi gerekiyor?"

...

Jakob von Gunten

...

"Arkadaşımın en güzel romanı." 
                                           Franz Kafka

Jakob, birilerine düzgün ve dürüstçe hizmet etmenin tek yolunun kendi menfaatini düşünmemek olduğu fikrindedir.

"Tüm öğrenciler, Klaus, Sclacht, Schlinski, Fuchs, uzun Peter, ben ve diğer tüm öğrenciler bir konuda eşit durumdayız; tam bir yoksulluk ve bir başkasına bağımlılık ve muhtaçlık.Küçüğüz biz, onursuz olacak kadar küçüğüz.Cebinde bir Mark harçlığı olan yüce bir prense addedilir."

...

"Benjamenta enstitüsüne geldiğimden beri kendi kendime bile sır olmayı başardım.Artık kalemi bırakıyorum elimden, düşüncelerle yaşamayı da...artık hiçbir şey düşünmek istemiyorum.Tanrı düşüncesiz insanlarla gider.O halde hoşça kal Benjamenta enstitüsü."

...


Robert Walser, İsviçreli Aylak Bir Yazar
Ahmet Uğur Nalcıoğlu
Çizgi Kitabevi

4 Şubat 2021 Perşembe

Kızılderili Olmak İsteği, Franz Kafka

KIZILDERİLİ OLMAK İSTEĞİ

Bir Kızılderili olsa insan!Hemen hazır, koşan bir at üzerinde, boşlukta eğilmiş, sarsılan yer üzerinde, kısa sürelerle sarsılıp dursa, üzengilerden çekse ayağını, yani üzengi diye bir şeyin varlığını unutsa ve önünde uzayıp giden araziye dümdüz biçilmiş bir kır gözüyle baksa, derken atın bir boynu ve bir başı olduğunu unutsa.

Franz Kafka
Gözlem

2 Şubat 2021 Salı

Evin Yolu, Franz Kafka

EVİN YOLU

Fırtınanın ardından havada bu ne inandırıcı güç! Yaptığım iyi işler karşıma çıkıp üzerime çullanıyor: doğrusu, benim de buna karşı koyduğum söylenemez.

Yolu tutmuş gidiyorum: yürüyüş tempom sokağın bu başında, bu sokakta, bu semtte genellikle söz konusu tempodur. Kapılara ve masalar üzerine indirilen tüm yumruklardan, kadeh tokuşturulurken savrulan tüm nüktelerden, yataklardaki sevgili çiftlerinden, yeni yapılmakta olan binalardaki iskelelerden, evlerin duvarları arasında sıkışıp kalmış karanlık sokaklardan, genelevlerdeki sedirlerden haklı olarak ben sorumluyum.

Geçmişimi geleceğimle karşılaştırıyorum: ama ikisini de kusursuz buluyor, birini ötekisine üstün göremiyor, benim işte öylesine yüzüme gülen talihin adaletsizliğine atıp tutmaktan kendimi alamıyorum.

Ancak odama girince, biraz düşünceye kaptırıyorum kendimi: ama merdivenleri çıkarken üzerinde düşünmeye değer bir şey ele geçirdiğim için değil. Pencereyi ardına kadar açmamın ve bahçeli gazinoların birinde hala çalan müziğin pek bir yararı olmuyor.

Franz Kafka
Gözlem


26 Ocak 2018 Cuma

animasyon, bir köy hekimi (2007), koji yamamura, franz kafka

Bir Köy Hekimi 
Yönetmen: Koji Yamamura
Hikâye: Franz Kafka






...
Ah!Atların ikisi de aynı anda kişnemeye başlıyorlar, yüce bir mevkiden yönetilen bu müsamerenin konsültasyonu kolaylaştırması bekleniyor herhalde.Sonuca varıyorum sonunda: Evet, genç adam hasta, sağ böğrünün kalçaya yakın bölgesinde açılmış avuç ayası büyüklüğünde bir yara var.Rengi gül pembeliğinde, ortası daha koyu, kenarlara doğru nüans nüans açılan bir pembe; yara biraz pütürlü, bazı yeri az, bazı yeri çok kanlı; uzaktan sanki yer üzerinde açılmış bir maden ocağına benziyor bu yara.Yakından baktığımda işimin ne denli zor olduğunu görüyorum, bir ıslık koyuvermemek elde değil.Serçe parmağımın boyutlarında kurtlar, yine pembe renkli, kana bulanmış gövdeleriyle bir uçları yaranın içine girmiş, diğer yanda başları ve sayılamayacak kadar çok ayakçıklarıyla debelenip duruyorlar.Zavallı çocuğa kimse yardım edemez artık! Bu yarayı bulup çıkardım işte, bunun yüzünden ölüp gideceksin.Aile mutlu oysa, beni iş başında gördüler, kız kardeş anneye, anne babaya söylüyor, baba da pencereden içeri başlarını uzatan ve ancak pencereye kollarıyla dayanarak dengelerini bulabilen konuklara benim çalıştığımı iletiyor.Yarasında oynaşan yaşamlardan sarhoş genç, “Beni kurtaracak mısınız doktor?” diye fısıldayarak soruyor.Bu bölgedeki tüm insanlar aynı, hekimlerden beceremeyecekleri şeyleri istiyorlar.Eski inançlar yitip gitmiş, rahip evinde ayin giysilerini sıkıntıyla parçalarken, hekimin sihirli elini kullanmasını bekliyorlar.Nasıl arzu ederseniz, ben kendim gönüllü olmadım ya, beni böyle kutsal amaçlarla kullanmak istiyorsanız, pekala!Neden itiraz edeyim, hizmetçisini yitirmiş yaşlı bir köy hekimi için iyi iş.Derken aile ve köyün yaşlıları geliyorlar, öğretmenin yönetimindeki köy korosu evin karşısındaki yerini alıyor, ezgisi basit bir şarkıyı söylemeye başlıyorlar:

Soyun giysilerini, iyileştirir o zaman
Baktınız iyileştiremedi, gebertin gitsin!
Altı üstü bir hekim
Altı üstü bir hekim!
...

Franz Kafka
Bir Köy Hekimi










21 Ocak 2018 Pazar

kalda hattından anılar, franz kafka, erinnerungen an die kaldabahn


Aradan yıllar geçti, o eski günlerde, Rusya'nın derinliklerindeki küçük bir demiryolu istasyonunda çalışmıştım.Kendimi hiç o günlerdeki kadar öksüz hissetmemiştim.Burada belirtmesi gereksiz nedenlerden dolayı kendime böyle uzak bir köşe aramıştım, çevremdeki yalnızlık ne kadar büyük olursa o kadar mutlu olacağımı düşünmüştüm, işte bu yüzden şimdi şikayet etmemin yeri değil.Ne var ki, ilk günlerde kendimi avutabileceğim bir işim yoktu.Küçük demiryolunun yapım amacı belki ekonomik gereksinimlerdi ama para yetişmediğinden iş yarım kalmış, arabayla bizim buradan beş günlük yoldaki büyükçe bir kasaba olan Kalda'ya dek uzanacak hat bu ıssız çöl misali köyden öteye geçmemişti, bu köyden Kalda'ya gidebilmek için tam bir gün yol almak gerekiyordu.Oraya dek uzatılsaydı bile, önceden hesaplanması mümkün olmayanbir süre boyunca bu hattan gelir elde edilemeyecekti, çünkü hattın tasarlanışında baştan bir hata yapılmıştı.Bu ülkeye gerekli olan demiryolu değil, bildiğiniz yoldu.Şu anda bu hattın varlığını sürdürmesi olanaksızdı, her gün işleyen iki tren hafif bir arabanın ferah ferah üstesinden geleceği malları taşıyor, trenle yolculuk edenler ise, o da sadece yazın, birkaç tarım işçisini geçmiyordu.Yine de hattın çalışmasının tamamen durdurulmasına yanaşılmıyor, olur da ilerde tamamlanabilmesi için bir maddi kaynak bulunur umudu korunuyordu.İşin aslında, bence bu sonuçsuz bir umuttu, hatta bir tembellik kokusu da taşıyordu.Malzeme ve kömür bulunduğu sürece hattın çalışması isteniyor, birkaç çalışana ücretleri lütfedermiş gibi, üstelik kesintilerle ödeniyor, diğer yandan işletmenin bir an önce iflas etmesi dört gözle bekleniyordu.Görevli olduğum hat işte buydu, hattın döşendiği ilk günlerden kalma, aynı zamanda istasyon görevini de üstlenen bir barakada kalıyordum.Baraka tek odadan ibaretti, içeriye yatak olarak bir kerevet, olur da yazı işleri görülür diye bir masa konulmuş, masanın üzerine bir telgraf aygıtı yerleştirilmişti.Buraya geldiğimde ilkbahardı, trenlerden biri sabahın kör saatinde geçiyordu, sonradan bu trenin tarifesi değiştirildi, henüz uyanmadan bir yolcunun salona geldiği oluyordu o günlerde.Yazın ortalarına dek gecelerin pek serin olduğu bu bölgede, yolcu doğal olarak dışarıda beklemek istemiyor, barakamın kapısını çalmaya başlıyor, ben sürgüsünü çekerek kapıyı açıyordum, çoğu zaman yolcuyla karşılıklı geçip çene çalıyorduk.Ben kerevette yatarken konuğum yere çömeliyor, kimi zaman sözümü dinleyerek çay yapıyordu, karşılıklı bir anlaşma havası içinde bu çayı içip keyfimize bakıyorduk.Köy halkının ortak özelliği, hepsinin sakin yaradılışlı insanlar olmalarıdır.Üstlendiğim yalnızlığın kısa sürede içimdeki tasaları dağıttığını kendime itiraf etsem de safkan bir yalnızlığa dayanacak insanoğlu bulunmadığını da hemen fark etmiş, insanoğlunun daimi yalnılığa maruz kalışının ilerdeki bir felaket için ön alıştırma sayılacağını anlamıştım.Yalnızlık başka her şeyden güçlüdür, sonuçta kişiyi diğer kişilere yaklaştırır.Hiç kuşku yok, o zaman daha az üzücü olduğu varsayılan, aslında henüz bilinmeyen yollar araştırılıp bulunmaya çabalanır.

Kalda Hattında, insanların arasında umduğumdan hızlı karışmıştım.Yaptığım düzenli bir konuşup görüşme değildi elbette.Gidip gelebileceğim beş köyün hepsi, gerek istasyondan gerekse diğer köylerden birkaç saatlik uzaklıktaydı.İşimi kaybetmek niyetinde değilsem, istasyondan uzaklaşmayı göze alamazdım.En azından çalışmaya başladığım ilk zamanlarda bunu hiç istemiyordum.Bu yüzden başımı alıp köylere gitmem mümkün değildi, tren yolcuları ya da uzun yolu göze alıp ziyaretime gelenlerle yetinmem gerekiyordu.Daha işe başladığım ilk ayda böyle kişiler ortaya çıkmıştı bile ama nezaket ve güler yüzlerine söylenecek bir şey olmasa da ziyaretlerinin tek nedeninin bana bir şeyler satmak olduğu hemen anlaşılıyordu.Üstelik amaçlarını hiç gizlemiyor, gelirken yanlarında türlü öteberi taşıyorlardı.Param oldukça, önceleri getirdikleri her şeyi hiç düşünmeden satın alıyordum, gelmeleri, hele aralarından kimilerinin gelmesi beni öylesine mutlu ediyordu.Ne var ki, bir süre sonra bu alışverişe sınırlar koymaya başladım, bu sınırlamanın bir nedeni yaptığım alışverişe açıkça küçümseyerek bakmalarıydı.Üstelik yiyeceklerimi trenle de getirtebiliyordum, fakat bu yiyecekler hem kalitesiz hem de köylülerinkine kıyasla ateş pahasıydı.

Önceleri sebze yetiştirebileceğim küçük bir bahçe kurmayı, bir inek almayı, böylece kendimi diğerlerinden bağımsızlaştırmayı tasarlamıştım.Göreve başlarken yanımda bu iş için gerekli alet edevatla birlikte tohumlar da getirmiştim.Toprak istemediğin kadar çoktu, barakamın etrafında göz alabildiğine uzanıyor, üstelik küçücük bir tümsek bile barındırmıyordu.Ne yazık ki bu toprağı hale yola koyacak güçten eser yoktu bende.Toprak ilkbahara dek donmuş halde kalıyordu, inatla ucu keskin yeni kazmama direniyor, ektiğim her tohum ziyan olup gidiyordu.Bu boşa çalışma çaresizlik nöbetlerine kapılmama neden oluyordu.Günlerce kerevette uzanıp yatıyor, trenler geldiğinde bile dışarı burnumun ucunu çıkarmıyor, kerevetin üzerindeki küçük pencereden başımı uzatıp hasta olduğumu söylemekle yetiniyordum.Bunun üzerine üç kişiden oluşan tren personeli ısınmak için barakama geliyor ama içeride hiç de arzuladıkları sıcaklığa kavuşamıyorlardı, çünkü ölüme kavuşmaya dünden hazır demir sobayı yakmaya cesaret edemiyordum.En kolay yöntem olarak, eski ve kalın bir paltoya sarılıp yatıyor, üzerime de köylülerden aldığım kalın postları çekiyordum.Bana, "Amma sık hastalanıyorsun," diyorlardı, "için çürümüş senin,ü.Artık başka yere gidemez, burada ölürsün." Bunları söyleme amaçları hiç de beni üzmek değildi, ellerine her fırsat geçtiğinde gerçekleri söylemek gibi bir huyları vardı.Bunu da gözlerini faltaşı gibi açıp dimdik suratıma bakarken yapıyorlardı.

Her ay bir kez, ama hep değişik zamanlarda gelen bir müfettiş defterleri denetliyor, bilet paralarını teslim alıyor, her zaman olmasa da arada bir maaşımı ödüyordu.Her gelişi bir gün öncesinden, müfettişi bir önceki istasyonda bırakmış olan tren personeli tarafından bana bildiriliyordu.Personel bunu yapmakla sanki bana büyük bir iyilik yapmış havalarına bürünüyordu ama ben günlük işleri büyük bir düzen içinde yürütüyordum.Hem bunun için öyle büyük bir çaba da gerekmiyordu.Gel gör ki, müfettiş istasyona her geldiğinde, sanki bu kez kesin olarak bütün kabahatlerimi yakalayacakmış gibi bir yüz ifadesi takınıyordu.Barakanın kapısını bir diz vuruşuyla açıyor, bir yandan beni baştan aşağı süzerken beri yandan defteri eline aldığı gibi sözde bir kusurumu yakalıyordu.Hemen oracıkta hesap işlerine koyulup hatayı yapanın ben değil, kendisi olduğunu kanıtlamam epey zamanımı alıyordu.Orada elde ettiğim gelirden hiç memnun olmuyor, defteri sert bir hareketle kapatıp delici bakışlarla beni süzmeye devam ediyordu.Her seferinde "Bu hattı tatil etmem gerekecek," diyordu.Ben de genellikle, "Gün gelecek, bunu yapmak kaçınılmaz olacak," diye yanıtlıyordum.

Denetim sona erer ermez birbirimize davranışlarımız kökten değişiyordu.Barakamda şnaps eksik olmuyordu, yapabilirsem önceden çerezi de hazır ediyordum.Karşılıklı kadeh kaldırıyorduk.Müfettiş birdenbire pek kötü denemeyecek sesiyle bir türkü tutturuyordu.Ne var ki repertuarı iki türküyü aşmıyordu.Hüzünlü olan birinin sözleri şöyle başlıyordu: "Nereye gidiyorsun ormanda, küçüğüm?" Daha neşeli olan diğerinin ilk dizesi şöyleydi: "Ey şen dostlar, beni de alın aranıza!" Maaşımın küçüklü büyüklü taksitlerle ödenmesi, müfettiş üzerinde yarattığım izlenime bağlıydı.Söyleşmeye başladığımızda onu kuşkuyla süzerken kısa sürede ortak noktalarda buluşuyor, demiryolu yönetimine sövüp saymaya başlıyorduk.Müfettiş ileride kariyerime nasıl yararlı olacağını kulağıma gizlice fısıldıyordu.Sonra birlikte kerevete uzanıyor, neredeyse on saat kucak kucağa uyuyorduk.Sabah olduğunda yine amirim sıfatına bürünen müfettiş gitmeye hazırlanıyor, ben de peronda dikilip onu uğurluyordum.Trene binerken son kez arkasına bakıp bana şöyle diyordu: "Evet dostum, gelecek ay yine görüşeceğiz.Seni pusuda bekleyen tehlikeyi biliyorsun." Her seferinde zorlukla bana çevirdiği şişmiş yüzü hala gözlerimin önündedir, bu yüzün içerdiği her şey, yanaklar, burun, dudaklar ileri fırlamış olurdu.

Bu denetim, her ay yinelenen büyük bir değişiklikti.Bu günlerde her şeyi boşveriyor, geriye olur da biraz şnaps kalmışsa, müfettiş gider gitmez kafaya dikiyordum.Çoğu zaman trenin kalkcağını bildiren kampana çalarken içki gırtlağımdan aşağı yuvarlanmaya başlıyordu.Böyle gecelerin ardından müthiş susamış oluyordum, sanki içimde benden başka biri vardı, başı ve boynunun içimden dışarı uzatıp, içecek, n'olur, biraz içecek, diye yakarıyordu.Müfettişin içkiden yana derdi tasası yoktu, bindiği trende hiç azımsanmayacak bir içki deposu bulunurdu ama ben, ben arta kalanlarla yetinmek zorundaydım.

Fakat bundan sonra bir ay boyunca ağzıma içki sürmüyor, hatta sigara bile içmiyor, sadece görevimi yapıp başka hiçbir şey istemiyordum.Dediğim gibi, yapacak çok iş yoktu ama yapılması gerekenleri de layığıyla yapmaya çalışıyordum.Örneğin, tren hattını iki yanından bir kilometre sağ ve soluna doğru her gün temizleyip gözden geçirmek zorundaydım.Nedir, bu talimata bağlı kalmadan çoğu zaman bir kilometreden ötelere dek uzanıyordum, neredeyse biraz daha ilerlesem istasyonu göremez olacaktım.Hava açıksa istasyon beş kilometre uzaktan bile görülebiliyordu, çünkü arazi dümdüzdü.Giderek istasyondan uzaklaşıyordum, istasyon gözlerimin önünde titreşen bir nokta halini alana dek küçülüyordu, böyle anlarda gözlerim yanılıyor, bir sürü küçük kara noktanın barakama dek ilerlediği sanısına kapılıyordum.Kalabalıklar, kalabalık güruhlar.Yine de, kimi zaman gerçekten biri barakama yaklaşıyor, işte o anda elimdeki kazmayı havada sallayarak tüm yolu gerisin geri koşturuyordum.

Akşam yaklaştığında işimi bitirip daima barakama çekiliyordum.Bu saatlerde kimse ziyaretime gelmezdi genellikle, çünkü artık köye dönüş yolları güvenli sayılmazdı.Çevrede kimin nesi oldukları belli olmayan, buranın yabancısı pek çok insan dolanıyordu, kimi zaman bunlar gidip yenileri peyda oluyor ama sonradan gidenler dönüyordu.Çoğunu görmüştüm bunların, istasyonun yalnızlığı üzerlerinde bir çekim gücü oluşturuyordu, aslında tehlikeli sayılmazlardı ama sertliği elden bırakmaya gelmezdi.

İşte bunlar, uzun süren akşam alacakaranlığında huzurumu bozan tek kişilerdi.Geri kalan zamanlarda kerevete uzanıyor, ne geçmişi ne de Kalda hattını düşünüyordum.Bir sonraki tren on-on bir arasında geçiyordu.Uzun sözün kısası, hiçbir şey düşünmüyordum. Bazen, okumam için trenden attıkları eski bir gazeteyi alıyordum elime.Gazetede Kalda'da olup biten rezaletlerin haberleri oluyordu, bunlar ilgimi çekmesine çekiyordu ama gazetenin tek bir nüshasından işin içyüzünü öğrenmek mümkün olmuyordu.Ayrıca, gazetenin her nüshasında Komutanın İntikamı adlı tefrika romanın bir bölümü de yer alıyordu.Belinde hançeriyle dolanan, hatta bir keresinde hançeri dişlerinin arasına sıkıştıran bu komutan rüyalarıma bile girdi.Şunu da söylemem gerek: Uzun boylu okuduğum söylenemezdi, çünkü hava çabucak kararıyordu, gazyağı ya da mum da inanılmaz pahalıydı, almaya benim gücüm yetmiyordu.Akşamları gelip geçen tren için işaret lambasını yarım saat yanık tutmak için yönetimin verdiği gaz sadece yarım litreydi, ay sona ermeden çok önce bu yarım litreyi harcayıp bitiriyordum.Şu işaret lambasının ışığı da tamamen gereksizdi, gitgide, hele mehtaplı gecelerde lambayı hiç yakmamaya başlamıştım.Yaz bittiğinde gazyağına nasıl muhtaç olacağımı pek doğru kestirmiştim.Bu nedenle barakanın köşesine bir çukur kazdım, dibine eski bir bira fıçısını güzelce ziftledikten sonra yerleştirdim, her ay arttıtıp biriktirdiğim gazyağını bu fıçıya doldurdum, üzerini de samanla örttüm, kimsenin ruhu duymadı.Barakada gaz kokusu yoğunlaştıkça memnuniyetim de arttı, koku gün geçtikçe yoğunlaşıyordu, çünkü fıçının tahtaları eskimiş ve çürümüştü, tahtalar gazyağını emdikçe emiyordu.Nihayet fıçıyı alıp önlem olarak barakanın dışındaki bir yere gömdüm, neden derseniz, müfettiş bana hava atmak için bir kutu kibrit bulmuş, kibritleri elinden almaya kalkışınca hepsini teker teker yakıp havaya savurmuştu.Böylelikle her ikimiz de, öncelikle fıçıdaki gazyağı tehlikeye girmiş, müfettişin boğazına sarıldığım gibi elindeki kibritleri bırakıncaya değin sıkmış, tehlikeyi ancak bu yolla savuşturabilmiştim.

Kışın gerekecek ıvız zıvırı nasıl sağlayabileceğimi boş zamanımda düşünüp duruyordum.Şimdi, sıcak mevsimde bile böyle soğuktan titriyorsam, üstelik denilenlere kulak verilirse hava yıllardır hiç olmadığı denli sıcaksa, kışın başım dertte demekti.Gazyağını biriktirmem küstahça bir hevesten ötesi değildi, aslında aklımı kullanıp kış için öteberi biriktirmeliydim.Yönetimden uzun boylu bir şey beklenmeyeceğine kuşku yoktu.Yine de düşüncesizlik ediyordum.Aslında düşüncesizlik ettiğim de iddia edilemezdi, sadece bu konularda fazla emek harcamayacak kadar kendimi az düşünen biriydim.Şimdi, sıcak mevsimde durum zararsızdı, ben de büyük emek harcanacak girişimlerde bulunmuyordum.

Aklımı çelerek beni bu istasyona sürükleyen nedenlerden biri de avlanmaya çıkma umuduydu.Bu bölgenin av hayvanları bakımından çok zengin olduğu söylenmişti bana.Şimdiden alacağım tüfeği seçmiştim, biraz para biriktirir biriktirmez getirtecektim.Ne yazık ki, kısa sürede çevrede av hayvanlarından eser olmadığı anlaşılmıştı.Sadece kurtlar ve ayılara rastlanıyordu, istasyondaki ilk aylarımda bunlara bile rastlamamıştım, üstelik etrafta devasa farelerin cirit attığı buraya geldiğim ilk günlerde dikkatimi çekmişti.Fareler sanki bir rüzgarın önünde sürüklenircesine bozkırdan kopup buraya dek koşarak geliyorlardı.

Gelgelelim, sevinçle beklediğim av hayvanları görünürde yoktu.Beni yanlış bilgilendirmiş değillerdi, av hayvanın zengin olduğu bir bölge vardı ama oraya varmak için üç gün yol tepmek gerekiyordu, yüzlerce kilometre yol gidilip kimselere rastlamayacağın bu topraklarda şu ya da diğer bölgelere dair bilgilerin kesinlikten uzak olduklarını düşünememiştim.Sözün kısası, şimdilik bir av tüfeği gereksizdi, bunun için ayırdığım parayı başka yerlere harcayabilirdim.Yine de kış mevsimi için kendime bir tüfek ayarlamak zorundaydım, buna kuşku yoktu, bu nedenle bir kenara düzenli para ayırmayı sürdürüyordum.Zaman zaman yiyeceklerime saldıran farelere karşı uzun bıçağım yeterli oluyordu.

Henüz her şeye merakla baktığım ilk günlerden birinde farenin birini bıçağımla avlamış, duvarda gözüm hizasında bir yere sabitleyip hayvanı incelemiştim.Böyle küçük hayvanları ancak karşınıza, tam göz hizasına yerleştirince tam olarak seçebiliyorsunuz.Yere eğilerek baktığınızda, onlara dair tam bir izlenim edinmeniz mümkün değil.Barakamdaki farelerin en ilginç yanları pençeleriydi: Biraz yassı ama uçları yine de çok sivri, büyük pençelerdi bunlar, yeri kazmak için biçilmiş kaftandı bu pençeler.Fare son titreyişleriyle duvarda asılı dururken, herhalde fare doğasına ok aykırı biçimde pençelerini sıkıca germişti, bu pençeler insanoğluna uzanmış ellere benziyordu.

Bu hayvanların beni uzun boylu rahatsız ettikleri söylenemezdi, ne var ki, geceleri sert toprak üzerinde koşarak barakanın önünden geçmeleri beni uykumdan uyandırıyordu.Kalkıp oturur, bir de mum yakarsam, tahtaların arasındaki bir boşluktan farenin içeriye uzattığı pençelerinin durmaksızın çalıştığını görebiliyordum.Bu, sonuç vermeyecek bir çalışmaydı, çünkü arzulanan büyüklükte bir çukurun kazılması için günlerce uğraşmak gerekliydi ama gün aydınlanır aydınlanmaz fare hemen kaçıp gidiyordu, yine de amacının ne olduğunu bilen bir işçi misali çalışıp didiniyordu.Kuşkusuz iyi iş becerdiği iddia edilebilirdi, kazarken çıkardığı, havada uçuşan zerrecikler gözle seçilmeyecek kadar ufaktı ama farenin boşa pençe salladığı hiç görülmüyordu.Geceleri genellikle uzun uzun hayvanın çalışmasını izliyor, izlediğim manzaranın sessiz tekdüzeliği giderek uykumu getiriyordu.Derken mumu bile söndürmeden içim geçiyordu, yanan mumum ışığı farenin çalışmasını bir süre daha aydınlatmayı sürdürüyordu.

Sıcak bir gecede yine çalışan pençelerin sesini işiterek hayvanı görmek isteğine kapıldım, gizliden, ışık bile yakmadan dışarı çıktım.Hayvan yapabildiğince tahta duvara yaklaşabilmek, pençelerini tahtanın altındaki derinliklere alabildiğine daldırabilmek için sivri ağızlı başını toprağa tamamen gömmüş, handiyse ön ayaklarının arasına sıkıştırmıştı.Gören barakadan birinin hayvanı sıkıca yakalayıp içeri çekmeye uğraştığını sanabilirdi, hayvanın tüm gövdesi işte öylesine gergindi.İşte bu haldeyken, her şey bir tekmeyle sona ermişti, tek bir tekmeyle hayvanı cehenneme göndermiştim.Yegane mülküm olan barakamın, hem de açıkça uyanıkken saldırıya uğramasına hiçbir şey yapmadan seyirci kalamazdım.

Barakayı farelere karşı korumak için bütün delikleri ot ve kıtıkla tıkadım, her sabah dört bir yanı gözden geçirdim.Barakanın zemini tokmakla dövülerek sertleştirilmişti ama artık taban tahtalarıyla döşeyecektim, bu tahta zemin kışın da işime yarayabilirdi.İstasyona en yakın köyde oturan Jekoz adlı bir köylünün sözü vardı, bu işe uygun tahtalar getirecekti.Ben de sözüne karşılık olarak kendisini hep güzellikle ağırlamıştım.Zaten ziyaretlerinin arasını açmaz, iki haftada bir çıkar gelir, bazen de trenle bir şeyler gönderirdi.Ne yazık ki, tahtaları bir türlü getirmedi.Getirmemesi için durmadan bahaneler üretiyordu, en sık kullandığı bahane bu yükü omuzlarına yüklenemeyecek kadar kocaması, tahtaları taşıyıp getirecek oğlunun ise tarlada çalışmak zorunda olmasıydı.Söyledikleri doğruya benziyordu, iddiasına göre çoktan yetmiş yaşını devirmişti ama iri yarıydı, hala tuttuğunu koparıyordu.Beri yandan bahanelerini durmaksızın değiştiriyordu, örneğin bir kez, istediğim tahtaları sağlamanın ne kadar zor olduğunu anlatmıştı.Oysa onu tahta isterim diye zorlamıyordum, tahtalar olmuş olmamış fark etmezdi, üstelik zemini tahtayla kaplama düşüncesini aklıma sokan bizzat Jekoz'un kendisiydi, belki zemini tahtayla kaplama işi hiç yararlı olmayacaktı.Sözün kısası, bu yaşlı köylünün savurduğu palavraları kılım kıpırdamadan dinleyebiliyordum.Ona selam verirken, "Tahtalar Jekoz!" diyordum sürekli.O hemen kekelemeye başlayıp özürleri birbiri peşine diziyordu, bana müfettiş, komutan, bazen sadece telgrafçı diye hitap ediyor, bir sonraki ziyaretinde tahtaları getirmekle kalmayıp bir oğlu ve birkaç komşunun yardımıyla barakamı temelinden yıkıp yerine sağlam bir ev inşa edeceğine söz veriyordu.Söylediklerini uzun uzun dinliyor ama sonunda kulak vermekten yorulup adamı barakadan uzaklaştırıyordum.Jekoz kapıda durup onu affetmem için çok güçsüz olduğunu iddia ettiği kollarını havaya kaldırıyordu, oysa bu kolları kullanıp güçlü bir adamı rahatça boğazlayabilirdi.Tahtaları neden getirmediğini pekala biliyordum, kış yaklaştığında onlara daha çok gereksinim duyacağımı, satın almak için daha çok para ödeyeceğimi hesaplıyordu.Beri yandan, tahtaları bana teslim etmediği sürece gözümdeki değeri yüksek olacaktı.Elbette akılsız bir adam değildi, hesaplarını sezdiğimi de biliyordu ama bundan yararlanmayışımı kendisi için bir avantaj olarak görüyor, bu avantajını kaybetmek istemiyordu.

Barakayı hayvanlara karşı güvenli kılmak ve kıştan korunmak için yaptığım tüm hazırlıklar, istasyondaki ilk hizmet yılımın üçüncü ayı bitmek üzereyken ağır bir hastalığa yakalanmam üzerine yarıda kaldı.O güne dek, yıllardan beridir hastalık nedir bilmemiş, en küçük rahatsızlıklardan bile uzak yaşamıştım ama şimdi hastalanmıştım işte.Her şey şiddetli öksürükle başladı.İstasyondan arazinin içine doğru, yarım saat uzaklıkta akan küçük bir dere vardı, gerektiği kadar suyu el arabasına yüklediğim bir fıçıyla buradan taşıyordum.Yine bu derede sık sık banyo yapıyordum.Öksürük nöbetleri öyle güçlüydü ki öksürükten belim bükülüyordu,, böyle eğilip bükülüp tüm gücümü toparlamadığımda öksürüğe dayanamayacak gibiydim.Tren personeli öksürüğümü işittiklerinde korkacaklar diye düşünüyordum ama öksürük bu personele aşinaydı, onu kurt öksürüğü diye adlandırmışlardı.Nihayet, ben de kendi öksürüğümde bir kurt uluması sesi sezmeye başlamıştım.Barakanın önündeki küçük sıraya oturuyor, uluyarak trenin geçişini selamlıyor, yine uluyarak uğurluyordum.Geceleri tam yatacakken kerevette diz çöküyor, hiç olmazsa uluma sesinden kurtulabilmek için başımı postların içine gömüyordum.Gövdemdeki bir damarın ne zaman çatlayıp bu hale bir son vereceğini merak eder olmuştum.Ama olmadı bu, hatta öksürük de bir iki güne kesildi.Sözde bir çay varmış, öksürüğe iyi geliyormuş, trenin makinistlerinden biri bu çayı getireceğine söz verdi ama çayı öksürük başladıktan sekiz gün sonra içmem gerektiğini, yoksa hiçbir işe yaramayacağını uzun uzun anlatmış, gerçekten de tam sekizinci günde getirmişti çayı.Tren personelinden ayrı olarak, iki köylünün de barakama girdiğini hatırlıyorum, çünkü çay içildikten sonraki ilk öksürüğün işitilmesinin uğurlu olduğuna inanılıyordu.Çayı içmiş, ilk yudumu öksürerek köylülerin yüzüne püskürtmüştüm.Öksürük iki gündür zaten zayıflamıştı, yine de çayı içer içmez bir esenlik çöktü içime.Ne yazık ki geride ateş kalmış, bir türlü inmemişti.Ateş beni çok sarsmış, tüm direncimi alıp götürmüştü, kimi zaman alnımdan ter boşanıyor, gövdemi bir titremedir alıyor, nerde olduğuma bakmaksızın, kendime gelinceye kadar yere uzanıp yatmak zorunda kalıyordum.Sağlığım düzelmeyip kötüye gidiyordu, mutlaka Kalda'ya gidip iyileşene dek orada kalmam gerektiğini biliyordum.

Franz Kafka
Kalda Hattından Anılar
Erinnerungen an die Kaldabahn

Çin Seddi'nin İnşası (2013) , Altıkırkbeş Yayın
Çeviri: M. Kamil Utku

5 Kasım 2017 Pazar

twin peaks, 3. sezon (2017), david lynch, franz kafka


-Babam, doğum günü armağanı olarak bana Georg Trakl'ın şiirlerini almıştı.
Franz Kafka, Trakl'ın savaşın ürkünçlüklerinden kurtulmak için, ağu içerek kendi canına kıydığını söyledi bana.
"Demek ölüme kaçtı." dedim.
"Aşırı bir düş gücü vardı" dedi Kafka..
"Her şeyden çok, kocaman bir düş gücü yokluğundan ileri gelen savaşa katlanamadı bu yüzden."-














 




Twin Peaks 3. Sezon (2017)
David Lynch