20 Mayıs 2020 Çarşamba

Ev'in Bahçesi, David Constantine, Midland Oteli'nde Çay



EV’İN BAHÇESİ 


Bir süre eski mezbahadaki işlerin ucundan tuttu Ev. Mü- dür akıl etmişti bunu. Ne yaptıklarını duyunca, Sana da iş çıkar orada Ev, dedi. İlk gün Ev fazlasıyla heyecanlı olduğundan Müdür de eşlik etti ona. Sonraki günlerde hep tek başına gitti. Buradaki ortamı da insanları da seviyordu. Eski kötü günler- de mezbahanın kanı doğruca nehre boşalırdı, sonra kan koku- suna nehrin yukarısından martılar, korunun oradansa kargalar üşüşür, derken martılarla kargalar mezbahanın çirkefinden bir pay kapabilmek uğruna cehennemdeki ruhlar gibi gırtlak gırt- lağa gelirlerdi. Neden sonra bina mezbaha olarak kullanılmaz oldu ve içindeki sıçanlar sayılmazsa boş halde kalakaldı. Belediye Meclisi eski mezbahayı ne yapacağını bilemiyordu, göz zevkini bozan çirkin bir binaydı üstelik. Mısır Tohumu diye bir grup, bir sebze ve meyve kooperatifi açmak üzere burayı kullanıp kullanamayacağını sorduğunda, buna dünden razı meclis üyeleri topluca derin bir oh çekti, Lütfen buyurun, hiç durmayın! yanıtını yapıştırdı.

İşte Ev, bu kooperatife yardımcı oluyordu. En başından beri işin içinde olmuş, mezbahanın boşaltılmasına, temizlenmesi- ne, kan lekeleriyle kaplı duvarların badana yapılmasına yar- dımcı olarak üzerine düşeni yapmıştı. Kooperatif atacağı her bir önemli adımı tartışmak üzere bir toplantı yapıyor, bu toplantılarda herkes serbestçe söz alıp fikrini söyleyebiliyordu. Ev hiç söz almamış da olsa bu toplantıların hepsinde bulun- muş, parıl parıl parlayan gözlerini bir konuşmacıdan öbürü- ne çevirerek insanları takip etmiş, konuşulanların hepsini din- lemişti. Örneğin, hayvanların baş aşağı asıldıkları kancaların sökülmektense yerinde bırakılmasına, temizlenip gökkuşa- ğı renklerine boyanmasına ve sonra da kancalara sebze mey- ve dolu koca koca sepetler asılmasına karar verilmişti. Ufak ve yerel bir mezbahaydı burası, bir zamanlar kesim işleminin ya- pıldığı ve tavandaki raylar üstünde hareket eden kancalı siste- min bulunduğu uzun taş baraka kooperatifin ana satış alanı- na dönüştürüldü, sehpalı masalar mekânın bir ucundan diğer ucuna boylu boyunca uzanıyor ve arkalarında, hepsi de genç, hepsi de güler yüzlü, hepsi de birbirinden ilginç, kızlı erkek- li Mısır Tohumu çalışanları duruyordu. Açılış günü utana sı- kıla içeri süzülen, maden kazası konulu bir filmden fırlamış figüranlar gibi üstleri başları dökülen, gözlerinin feri kaçmış zavallı düşkünlerevi sakinleri, o gençlere bakmak bile insanın içini açıyor, demekten alamamışlardı kendilerini. Dışkılayan hayvanların kamyondan indirilip kapatıldığı ön oda, doyuru- cu çorbalar sunan küçük bir kafeye dönüştürüldü. Ah ne gü- zel! Meclis’in yüzü gülüyordu. Ne var ki Meclis çok geçmeden, bir kâse çorbayı mideye indirip çevresine şöyle bir göz gez- dirdikten sonra orada Mısır Tohumu’nun aklından hayalinden geçmemiş bir potansiyel gören bir müteahhide satıverdi eski mezbahayı, müteahhit birazcık sıkıntıya girip basında hakkın- da çıkan bir iki kötü haberi savuşturduktan sonra kooperatifi oradan tahliye ettirdi.

Eski mezbahada çalışırken, avurtları çökmüş solgun yüzü- ne, dibine kadar kemirilmiş tırnaklarına bakanların kendisin- den hiç ummayacağı derecede büyük bir mutlulukla dolmuştu Ev’in içi; oradaki işi elden gidince ise öylesine ufak tefek, öylesine narin bir yaratığa kimsenin konduramayacağı ölçüde bü- yük bir üzüntüye kapıldı bu kez.

Böylece Ev, Papaz Evi –düşkünlerevini halen bu isimle anı- yorlardı– ile metruk okul arasındaki eski mekânına geri döndü ve çoğu sabah hiçbir şey yapmadan, yalnızca etrafına bakarak orada öylece oturdu. Bazısı kırık dökük halde topraktan dışarı uğramış mezar taşlarının bulunduğu, her yanı yabani otlarla ve haddinden fazla büyümüş bitkilerle istila edilmiş bir setti bu- rası. Burada çok dikleşen yokuşun üstünden batı yönü tabak gibi görünürdü; ticareti geliştirmek adına transit araç trafiğine yeniden açılmış olan bu fazlasıyla dik otoyoldan gelip geçen araçlar yokuşu tırmanırken öylesine zorlanırdı ki dükkânların vitrinleri, hatta onların yukarısında ve arkasında kalan Ev’in takıldığı teraslı mezarlık dahi âdeta deprem olmuşçasına zan- gırdardı. Karşı tarafta, sokağın öbür ucunda, yeni yeni kapan- mış olan Majestic vardı. Sigortadan para aldıkları ya da ellerine üç beş kuruş geçtiği günlerde, Papaz Evi’nden dört beş ada- mın bir torba içkiyle çıkagelip mezarlıkta kafa çekmeleri görül- memiş şey değildi. Adamların Ev’e kasten bir kabalık ettikleri yoktu, ama birkaç bira devirdikten sonra sahiden çok gürültü yapmaya başlıyorlar, sistemde ve dünyada ha bire kusur bul- maya girişiyorlardı ve bu da mekânın Ev’in gözündeki büyü- sünü bozuyordu. O da sokağın ve nehrin ötesinden kasabayı ta en batı ucuna, hatta daha da ilerideki ıssız tepelere ve gök- yüzüne varıncaya dek görebildiği, Papaz Evi’nin en üst katın- daki odasına geri dönüyordu.

Ne yapacaksın Ev? Böyle boş boş nereye kadar, diye sordu Müdür. Ev’i severdi, en azından sorun çıkarmıyordu ve yemek saatlerinde kimse onun yanına oturmaktan kaçınmıyordu. Bil- mem ki Bay Sykes, diye yanıtladı. Derken Müdür’ün gözleri- ni Ev’e diktiği, Ev’inse yüzünü buruşturduğu bir sessizliğin ardından, Ölüler için bir bahçe yapabilirim belki, dedi Ev. Mezarlığı onlar için güzelleştirebilirim.

Kendi de çoğun umutsuzluğun kıyısında duran Müdür hiç tereddüt etmeden, Göster bakalım, dedi. Ev adamın önüne düştü, Müdür’ü kendisiyle sarhoşların, Papaz Evi’nin metruk bahçesindeki ısırganlar, çalılar, yer mürverleri ve çit sarmaşık- ları arasında açtıkları yoldan geçirerek, bahçeyle mezarlığı ayı- ran tuğla duvardaki bir gediğin önüne çıkardı. Duvarın öbür yanına geçip Majestic’in hizasında duran Müdür geçen tırla- rın sarsıntılarını hissederken bir kez daha yıkıma duyduğu günahkâr aşkın kıskacında buldu kendisini, Batsın bu dünya, diye mırıldandı, beni de, bana bel bağlamış bütün bu talihsiz garibanları da yanına alsın. Ama Ev, döke saça ekmek yiyen bir adamın gözünün içine bakan bir serçe misali, ağzından düşe- cek o kırıntıyı dört gözle bekleyerek bakıyordu yüzüne. Dün- ya kadar iş var burada, dedi Müdür. Bira kutularından birini tekmeledi. İçki âlemlerini okulda yapmaları gerekecek bu du- rumda. Kaç kere söyledim bunu onlara. Umarım o âlemlerden birinde başlarına çöker o okul. Ama neden olmasın? Quaker (1 17. yüzyıl ortalarında, İngiltere’nin kuzeybatısında ortaya çıkmış bir Hı- ristiyan mezhebi. Mevcut mezheplerden memnun olmayanlar tarafından kurulmuştur. Arkadaşlar ya da Religious Society of Friends olarak da ad- landırılır. (e.n.)
) mezarlığı burası. Babam da Quaker’dı, ama ben mezhebimden bile yakayı sıyırmayı başardım. Quaker’lar öldükten sonra ce- nazelerine ne olduğuna aldırmazlar pek. Bildiğimiz Protestan mezarlığı, Müslüman mezarlığı ya da o Haleluyacı güruhun mezarlığı olsaydı o zaman işimiz işti, kıyameti koparırlardı.

O akşam çay saatinin ardından Müdür, aralarında Ev’in mezarlığı güzel bir bahçeye dönüştürmesine yardımcı olmaya gönüllü kimse olup olmadığını sordu. Tek bir gönüllü bile çıkmadı. Teşekkür ederim, dedi Müdür. Yalnızca Quaker bile ol- salar, Efendimiz Hıristiyan ölülerine el uzatmaya kalkan herkesi çarmıha gerer, dedi Sliv. Mezarlıkta içki içmek, işemek, haydi bunlara amenna, ama kutsal toprağa el uzatırsanız kaşı- nıyorsunuz demektir, belanızı bulursunuz işte o zaman. Başka hiç kimse bir şey demedi. Teşekkür ederim, dedi Müdür bir kez daha. Kale’ye telefon edeceğim.

Kale, Papaz Evi’nin yukarısında, çok sağlam bir tepenin üzerinde yükseliyordu ve yedi yüz, sekiz yüz yıl boyunca yal- nızca bir kale olmakla kalmıştı: Başta kuşkusuz devasa ve ala- bildiğine çirkin olan ama aydınlanmanın gelişimiyle göze gi- derek daha az çirkin gelen, son zamanlardaysa turistlerin merakını cezbeden, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın sorum- luluğunda olan gayet zararsız bir yapıydı. Ne var ki ihtiyaç ağır basmış ve Kale mecburen de olsa Birleşik Krallık Hapishane- leri şirketine satılmıştı. Tam da Ev’in Quaker mezarlığını gü- zelleştirme hayalleri kurduğu sırada Kale, nehir ağzındaki hur- da bir gemiden ibaret şimdiki konaklama yerlerinin bu amaç için uygunsuz bulunması üzerine, beş yüz mülteciyi barındır- mak üzere bir tadilattan geçirilmekteydi. BK Hapishaneleri’nin Kale’de halihazırda bir ofisi vardı ve bu ofisi, belli bir bedel karşılığında aşağıdaki sivil topluma çeşitli hizmetlerde bulu- nan Alternatifler adlı kardeş şirketle paylaşıyordu.

Müdür, elindeki kısıtlı bütçeyle ancak düşük kaliteli perso- nel tutabileceğini adı gibi bildiği halde onlara telefon etti. Er- tesi pazartesi gönderilen altı işçi şirketin kırmızı tiril tiril üni- formasını –sırtlarında yazan slogan: Disiplinli ve Adil; logoları: içlerine gülen surat çizilmiş kelepçeler– giyiyordu, ama ger- çekte bu üniformanın yüz karasıydılar. Onları getiren Ustaba- şı da bu konuda gayet açık sözlüydü. Ne kadar ekmek o kadar köfte, dedi, bunlardan ucuzunu arasan da bulamazsın zaten. Prangalara ihtiyacın olacağını sanmam ama gerekirse bana bir telefon aç.

Ev, Alternatif işçilerin önüne düştü, Müdür en geriden izledi onları. Rutubetli bir gündü. Alternatiflerin, Papaz Evi’nin balta girmemiş ormanı andıran bakımsız bahçesi içinden o kır- mızı üniformalarıyla geçişi, Kale’nin cephesine kurulmuş iske- lede çalışmakta olan işçilere ve Majestic’in çatısında toplantı halindeki bir grup şehir planlamacısına, hayat damarından sü- zülerek akmakta olan kan gibi görünmüştü belki de. Ev’in ve âlemcilerin aşmakta asla zorlanmadıkları göçük duvara vardık- larında ilk itiraz yükseldi. Halen 373 saatlik kamu hizmeti ce- zası bulunan Finn, onun gibi dizlerinde sorun olan bir adamın bu duvara tırmanmasını beklemenin saçma olduğunu söyledi. Onun ancak düz arazide çalışabileceğini herkes bilirdi. Nell (93 saat cezalı) ve Ali (773 saat) de itiraz etti, ilki psikiyatrik nedenlerden dolayı, ikincisi ise ilkesel olarak. Hiç şaşırmayan Müdür fazla uzatmadan, İtiraz kabul edilmiştir, dedi. Bu sabah mezarlığın girişini temizleyeceğiz. Tuğlaları şu yana yığın. İle- ride çok işe yarar bunlar. Ardından tuğlaların on sekizinci yüz- yıldan kalma gibi göründüğünü ekledi.

Genç bir adam olan Ali hınçla doluydu. Yoksulluğun içi- ne doğmuş, hırsızlığa başladığında da yoksul evlerinde doğru düzgün güvenlik önlemi olmadığından ve kıymetli birkaç par- ça eşyayı nerede bulacağını kendi evinden bildiğinden, yine yoksul evlerini soymuştu. Gayet güzel geçinip gitmiş, asla ya- kayı ele vermemişti. Derken bir gün, aşağılık bir hayat sür- düğünü, yoksulları ve kendi konu komşusunu soymanın ce- hennemde yanmasını kaçınılmaz kılacak bir günah olduğunu yüzüne vuran bir dervişle karşılaşmıştı yolda. Hemen ertesi gün bir barda kendisine, ev soymanın aptalların işi olduğu- nu, asıl kimlik hırsızlığına girmesi gerektiğini söyleyen baş- ka bir adamla tanışmıştı, bu iş için zenginlere ait birkaç fatu- radan başka hiçbir şeye gerek yoktu adamın dediğine göre. Bu fikir Ali’nin aklına yatmıştı. Ne var ki ertesi gün zengin bir mu- hitte, katedral manzaralı şatafatlı caddelerden birinde, kafasını kâğıtlarla dolu bir çöp bidonunun içine sokmuş halde enselen- mişti. Kamu hizmeti cezası bu yüzden o kadar kabarıktı. Ce- zaya çarptırılınca dünyası başına yıkılmıştı. Islah olmaya karar verdiği an yakalanıp cezalandırılması haksızlık değil de neydi? Akıl sır erdiremiyordu bu duruma. Onun hayat hikâyesini din- leyen Müdür, Ali’nin ümitsiz bir vaka olduğu anlamakta gecik- medi. Oyalanma da tuğlaları istiflemeye başla, dedi. Elbirliğiyle çalışmaya koyulduğumuzda moralin düzelir, merak etme.

Ev göçük duvarın üstünden tırmanıp mezarlığa geçti, ölü- ler arasında bir sete oturdu. Müdür’ün Alternatifleri işe koş- mamış olmasını diliyordu içten içe. Sürekli yakınmalarıyla her şeyi mahvetmekten başka bir işe yaramayacaklardı. Keşke Mı- sır Tohumu elemanlarıyla mezbahada çalışabilseydim yine, diye geçirdi içinden, asla ters bir söz çıkmazdı onların ağzın- dan, hepsi de güler yüzlüydü. O anda içinde bulunduğu ruh halini bire bir yansıtan, kanlı canlı bir heykele bürünüvermek gibi bir yeteneği vardı Ev’in, tabii buna yetenek denebilirse. Müdür onu tepede, yabani otların ve bira boşlarının arasında, çenesi avuçlarının içinde, yıkılmaya yazgılı Majestic’in üstün- den gözlerini batıya dikmiş halde oturur görünce, başını ümit- sizce iki yana salladı ve bu işkenceye daha ne kadar katlana- bileceğini merak etmekten kendini alamadı. Bir düzine battal boy çöp torbasıyla Ev’in yanına gitti. Haydi durma Ev, dedi. Şu boşları toplamaya başla ve Ali’nin ya da şehir planlamacılarının yerinde olmadığına dua et.

Böylece Ev çalışmaya koyuldu ve çok geçmeden, cezası he- men hemen tamamlanmış olan altmışlı yaşlarında, beyaz yaka- lı, yoksul bir suçlu olan Eric de ona katıldı. Adam yanında bir orakla çift kollu bir budama makası getirmişti. Bu yaptığımız büyük sevap, dedi. Belli olmaz, ahirette faydasını görürüm ba- karsın. Ev ses etmedi. Şimdiden ağzına kadar doldurduğu ilk torbayı kenara doğru sürükledi. Eric aşırı uzamış otları kese biçe kendisine yol açarak, ardında Kale tümseğinin etrafını çe- peçevre kuşatan ve Papaz Evi ile metruk okulu birbirine bağla- yan bir geçidin bulunduğu en üst duvara vardı. Tavşancılotu, dedi Eric. Çok çirkeftir. Senin icabına sonra bakarım tavşancıl efendi. Ev’in yüzü güldü. Ali, Finn, Nell, Petula ve Daft San, göçük duvarın başında, tuğlaları peş peşe kendilerine uzat- makta olan Müdür’ün önünde sıralanmışlardı.

Sabah böylece devam etti. Kahve saatinde –mutfak görevlisi Alice bir tepsiyle Papaz Evi’nin bahçesine getirmişti kahveleri– Ustabaşı duruma bakmak için uğradı, Ali hemen şikâyetlerini sıralamaya koyuldu, Ustabaşı prangaları takmayı teklif ettiy- se de Müdür kabul etmedi. Keyfin bilir, dedi Ustabaşı, bak- tın çalışmıyor, kamu hizmeti cezasına birkaç gün daha ekleriz olur biter. Ev bir kez daha duvarı aşıp mezarlık tarafına geçti- ğinde, çalışırken bir yandan davudi bir sesle ilahiler söyleyen Eric ile eşleşmiş olduğuna ve yeniden işinin başına döndüğü- ne sevindi. Derken akşam yemeğinden hemen önce bir kaza oldu. Kilolu bir adam olan Eric en üst setin harpuştası olma- yan bir noktasında set kıyısına biraz fazla sokuldu. Set çöktü ve adamcağız yoluna çıkan bitkileri de kökünden sökerek top- rak bayırdan aşağı on, on beş metre kaydı, ardı sıra sürüklenen döküntülerin arasına gömülmüş halde iki set aşağıda bulunan Ev’in hizasında durabildi ancak. Aşağıdaki Alternatifler hemen yuhalamaya, alaycı tezahüratlar yapmaya girişti. Hiç komik de- ğil, dedi Ev kendi kendine, zira kılı kıpırdamaksızın oturmakta olan Eric’in kucağında bir kafatası, çevresindeki kara toprakta ise bir zamanlar insan vücuduna ait olan daha başka kemikler olduğunu görmüştü.

Yukarı koşup yanlarına gelen Müdür, Zararı yok, dedi. Bun- dan kurtuluş yoktu zaten. Ne de olsa mezarlık burası, hem de- miştim ya, Quaker’ların yeniden diriliş anlayışı bedensel olarak tek parça olmalarını gerektirmiyor. Eric iki eliyle birden tuttuğu kafatasını yakından incelemekle meşguldü. Bu gibi şeyler hakkında bir dolu şiir biliyorum, dedi, hem şiir hem düzya- zı olarak bir sürü alıntı var ezberimde, böyle şeyleri konu eden epeyce şarkı da biliyorum. Birini söylememi ister miydin? Ölü- ler hakkında mı, dedi Ev. Quaker’ların bir başka tuhaflığı da, diye söze girdi Müdür, hızlı hızlı konuşarak, haftanın günlerini ya da yılın aylarını Paganların verdiği adlarla anmayı reddetme- leridir. Joseph Harrison’ın mezar taşına baksanıza: 1818 yılının ilk ayının üçüncü gününde öldü. Tesadüfe bakın, annemle tı- patıp aynı günde, aynı ayda ölmüş adam, dedi Eric. Beni baba- mın zalimce hırslarından sakınmak için elinden geleni yapmış- tı annem, ama sonunda tabii ki yine babamın dediği oldu ve babam büyük bir masrafın altına girerek kendi mezun olduğu okula yolladı beni, yolladı da ne oldu derseniz işte sonuç kar- şınızda. Çoktan istimini almış Sliv, yakıtının devamını elinde- ki torbada taşıyarak yanında Müdür’ün tanımadığı iki adamla birlikte duvardaki göçükten geçip onlara doğru geldi. Eric’in kucağındaki kafatasını ve kökünden sökülmüş keçiayağından dışarı uğrayan diğer kalıntıları görmesiyle birlikte Sliv’in yüzü kireç kesildi, Geri basın çocuklar, dedi. Oturup huzur içinde bir iki kutu bira devirebileceğimiz bir yer olmaktan çıkmış bu- rası. Size söylüyorum, sonumuz yakındır. Tanrı gün doğma- dan biletini keser bu kâfirlerin. Burada içki içmenize zaten izin yoktu ki, dedi Müdür. Sidik Geçidi’nin etrafından dolanıp oku- la gidin, ne halt yiyecekseniz orada yiyin bir zahmet. Aman dikkat edin de okul siz içerideyken başınıza çökmesin.

Ustabaşı döndü, Eric’ten yana bakmasıyla adamlarını geri çekeceğini söylemesi bir oldu. Mahkûmlara toprakta insan ke- mikleri eşeletmek uğruna işini tehlikeye atacak değildi. Ya ima- na gelip bir anda dinle kafayı bozarlarsa, çık çıkabilirsen işin içinden. O zaman Alternatiflere ne hayırları dokunurdu ki? Eric iç çekti, kafatasının göz çukurlarının içine baktı ve devrilmiş bir mezar taşının üzerine saygıyla koydu onu. Özür dile- rim, dedi Ev’e. Nereye gitsem uğursuzluk getiriyorum. Ustaba- şı onu önüne katıp duvardaki göçükten geçirdi, diğer adamları da alıp uzaklaştı.

Ev fena halde asık bir suratla, sesini çıkarmadan yedi ye- meğini. Yetti surat astığın, neşelen biraz tatlım, dedi oradaki yontulmamış arkadaşlarından biri. Her şey olacağına varır. Ev kuşkusuz iyi niyetli olan bu tesellinin sahibine şimşekler ça- kan gözlerle baktı, yemeğini bitirip tabağını mutfak pencere- sinden Alice’e verir vermez doğruca dışarı çıktı ve Eric’in aşa- ğı düştüğü en üst sette oturdu. Kale’nin etrafını dönmekte olan alçalmış güneş, şimdi her yanı yabani otlarla sarılmış bayı- rı usulca aydınlatıyordu ve Ev eski mezbahada Mısır Tohumu ile çalışmaya başladığı o ilk günküne benzer, kararlı bir iyim- serlik duydu içinde yeniden. Eline bir siyah çöp torbası daha aldı, en tepeden başlayıp yalnızca boş şişelerle teneke kutula- ra odaklanarak yeniden işe koyuldu ve bütün setleri bu şekilde bir bir dolanarak nihayet, bir zamanlar bir matbaaya ait olan ve ön cephesi işlek caddeye bakan boş mülke bitişik en alt du- vara ulaştı. Teneke kutular ve şişelerle ağzına kadar dolu yedi adet battal boy çöp torbasını, Alternatiflerin homurdanmakla geçirdikleri o üç saati cezalarından indirmeyi başardıkları du- varın oraya sürükledi.

O akşam Papaz Evi’nin kapısını bir polis çaldı ve Müdür’e, Topraktan insan kalıntıları çıkardığınız ihbarını aldık, dedi. Eh, zaten hazırlıklıydık buna, dedi Müdür. Bir mezarlığı ıslah ediyoruz, yaşını başını almış sakinlerimiz yaz akşamları orada oturup manzaranın tadını çıkararak hayatlarının muhasebesi- ni yapabilsin diye bir hatıra bahçesine dönüştürüyoruz orayı.

– Bunun için izniniz var mı? – Doğrusunu isterseniz yok. Ama bir Quaker mezarlığı burası, on dokuzuncu yüzyılın başıyla or- tası arasındaki bir dönemden kalma ve ben de bir Quaker’ım.

Hiçbir Quaker, naaşının kazara ya da çoğunluğun iyiliği uğru- na topraktan çıkarılmasına aldırmaz. Hem yüzeye çıkan bü- tün kalıntıları gereken saygıyı göstererek yeniden defnedece- ğiz. Adli Tıp bir kemik örneği istiyor, dedi polis, ne kadar eski olduğuna bakmak ve yakın geçmişte cinayete kurban giden bi- rilerine ait olmadığından emin olmak amacıyla. İki saniye ve- rin bana, dedi Müdür. Elinde pis bir kavalkemiğiyle geri dön- dü ve polis memurunun yüzündeki tiksinme ifadesini görünce incelik göstererek kemiği evvelsi günkü Sun gazetesinin üçün- cü sayfasına sardı. İşte oldu, dedi. Adli Tıp işini bitirince lüt- fen iade edin kemiği. Quaker olsun olmasın, o mezarlığın sa- kinlerini bir arada tutmayı manevi bir borç sayıyorum. Ertesi sabah Ev’i kahvaltı masasında gördü ve, Sen işine bak Ev, dedi ona. Bizi rahatsız edeceklerini sanmam. Teşekkürler Bay Sykes, dedi Ev. Boşları topladım. Bugün şırıngalar ve kaputlarda sıra. Eldiven tak ha, dedi Müdür. Sonra her şeyi olduğu gibi duva- rın dibine bırak. Alf ile Chloë’yi gönderir, aldırırım onları.

Burası çok güzel bir yer olacak, dedi Ev yüksek sesle. Mart başıydı ve Kale sabah saatlerinin büyük bölümünde güneşin önünü kesiyordu ama şırınga ve prezevatif avına koyulan, bul- duklarını kalın plastik bir torbaya dolduran Ev, sık çalıların ve keçiayaklarının arasında nefes almak için savaşan kurtbo- ğanlar ve kardelenler gördü. Sakın pes etmeyin ha, diye mırıl- dandı. Ev imdadınıza yetişecek. Trafik gürültüsüne boğulmuş caddeden gelen zangırtıya inat, envai çeşit kuş cıvıltısı seferber olup öne atıldı. Bir çıt kuşu dikenli, bodur bir çalılıktan ha- vaya fırlayıp 1857 yılının üçüncü ayının dördüncü gününde, 83 yaşında ölen Mabel Evans’ın mezar taşına kondu ve oradan korkusuz bir hışımla cırlamaya koyuldu. Kahve saatinde Alice ayağına kadar getirdi kahvesini. Akşam yemeği vaktinde Mü- dür onu çağırmak için bizzat yanına geldiğinde, Ev matbaanın arka cephesine kadar inmiş, anlık zevklerle dolu torbayı ağzı sıkıca bağlanmış ve duvarın dibinde boşlarla dolu diğer çöp torbalarının yanındaki yerini almış halde Chloë ile Alf’in yük- lenip götürmesi için hazır etmişti bile.

Yemekten sonra Ev, Eric’in düşmeden önce kullandığı çift kollu budama makasını ve orağı yanına alarak mezarlığa geri döndü. Bu iş yorucuydu. Mor böğürtlen çalıları neredeyse ka- valkemiği kalınlığındaydı ve nicedir bir parçası oldukları o do- laşıklığın içinden kesilmek suretiyle koparılıp atılmaya fena halde içerliyorlardı. Başlarına buyruk serpilmiş filizlerin kimi on metre, hatta daha bile fazla uzamış olabiliyordu ve kök- lerin kendisine gelince, onlar çoktan rahmete kavuşmuş Qu- aker’ların arasında, yerin dibindeydiler ve sonsuza dek yaşa- maya kararlıydılar. Isırganlar da böğürtlen çalılarından farklı değildi: İsterseniz orakla en diplerinden biçin, aynı tavuk ba- cakları gibi cılk sarı kökleri toprağa sıkı sıkıya yapışıp kalıyor- du. Ve en tepedeki duvarın bitişiğinde, boyu çoktan duvarı aş- mış olan ve içkicilerin metruk okula uzanan o fazladan yüz metresini huysuz troller misali ayak sürüye sürüye kat ettikleri Sidik Geçidi’ne tepeden bakan uğursuz tavşancılotu âdeta ız- bandut gibi dikiliyordu. Şimdi bir erkek olsaydı fena olmazdı işte, dedi Ev yüksek sesle – ve bu dileği âdeta merhametli bir tanrının buyruğuymuşçasına bir anda, iş eldivenleri, diz koru- yucular ve sarı bir baret takmış, eli kolu türlü çeşitli alet ede- vatla dolu Eric belirdi duvarın göçük yerinde. Kendim olarak buradayım, diye bağırdı. Alternatif olarak değil. Müdür tamam dedi. Sana da uyar mı?

Eric, Ev’in bulunduğu sete tırmanmaya koyuldu. Sağlam bas, yavaş yavaş Eric, diye mırıldandığını duydu Ev adamın kendi kendine. Geldim, dedi Eric. Bu yaramazlar var ya –dirse- ğiyle üç metrelik tavşancılotunu işaret ediyordu– dün gece ak- lıma düştüler, onları söküp yerlerine günebakanlar diksek ne güzel olur diye düşündüm sabaha kadar. Bir düşünsene Ev! Fırıncılar gibi işimizi sağlama alıp bir düzine yerine on üç tane dikeriz, sırtlarını şu iğrenç çıkmaza veririz, yüzleri Majestic’in yukarısından, ilerideki boş araziye dönük olur ha. Ev kısacık perçeminin altından gözlerini adama dikti, gülmesi sanki ya- sak edilmiş gibi dudaklarını sımsıkı birbirine kenetledi. Eric, bu bitkilerin zehrinin tehlikesini bilenlere özgü bir ihtiyatla, budama testeresini tavşancılların kalın köklerine usulca indir- di. On dakika içinde hepsini kesip devirmişti bile ve sonra on- ları teker teker, büyük bir ihtiyatla duvardaki göçüğün oraya sürükledi. Tavşancılların yerleri süpüren kocaman ölü çiçekle- ri, kendilerini koruma güdüsüyle birkaç galaksi dolusu tohum halinde çevreye saçıldı. Yine de Eric köklerini topraktan ka- zıp çıkardı ve onları duvarın üstünden Sidik Geçidi’ne fırlattı. Ben küçükken, dedi Eric, babamın beni yatılı okula yolla- masından hemen önce, babamın üstüne inşaat yapıp değerini ikiye katlamak niyetiyle vaktiyle satın aldığı bir tarlada gizlen- meyi âdet edinmiştim. Ladywell Tarlası diyorlardı oranın adı- na, orta yerinde taştan, eski bir süs havuzu vardı ve dokundu- ğunda insanın tenini dalayıp kabartan tavşancılotundan başka hiçbir bitki yeşermezdi üstünde. İşte ben kimselere görünme- den o kuruyup kalmış süs havuzunun içine girer, üç katım bo- yundaki o zehirli bitki-yaratıklar sayılmazsa tamamen bir ba- şıma, oturup Biggles çizgi romanları okurdum. Çocuk aklımla, kimsenin gelip de beni orada aramayacağı sonucuna varmış- tım; böyle düşünmemin birinci nedeni tarlanın özel mülk oluşuydu (bir sürü tabelada yazıyordu bu), ikinci nedeniyse üstündeki yegâne yaşam belirtisinin zehirli olmasıydı. Bu yüz- den, dev tavşancılotuna oldum olası karışık hisler beslemişim- dir. Tek hayali annesiyle birlikte bir Sopwith Camel’e atlayıp uzaklara uçmak olan o küçük çocuk, eminim gudubet tavşan- cıldan çok daha iyi arkadaşlara layıktı ya neyse. Ya sen Ev? Ba- banla iyi miydi aranız? Hiç babam olmadı, dedi Ev. Anam da olmadı. Beni bir tuvalette bulmuşlar, hemşire adımı Ev koy- muş. Ne güzel işte, bunun Tanrı’nın bir lütfu olmadığını kim iddia edebilir ki, dedi Eric.

Çay saati geldiğinde, Eric ile Ev en üst seti yabani otlardan tamamen arındırmışlardı. Güzel şeylere bir şans vermek lazım, dedi Ev. Eric yıkılmış üç mezar taşını çıkmaz sokağın duvarına dikine yasladı. Günebakanların ayakları altında göz kamaştıra- cak bunlar, dedi. Her bir setin bir istinat duvarı ve bacalardan çıkan dumandan kararmış kumtaşından bir harpuştası vardı, ama yılların etkisiyle toprakta yer yer kaymalar olmuş, tüm- sekler oluşmuş ve setten dışarı taşmalar olmuştu. Buna dikkat etmemiz lazım, dedi Eric. Geçen günkü düşüşü, bazı mezarla- rın yavaş yavaş aşağı doğru kaymakta olduğu bir göçüğün pa- tikasını derinleştirmişti. İşin doğrusu mezarlığın tamamı, te- raslamanın doğasında zaten var olan, hep mümkün olduğunca daha aşağı kayma ve aşağı doğru yerleşme eğilimindeydi.

Polis memuru yeniden uğradı. Kemiği aynı gazete kâğıdına sarılmış olarak Müdür’e iade etti, Adli Tıp’takiler 1825 civarın- dan kalma olduğunu tahmin ediyorlar, dedi, ama daha başka ihtimalleri de dışlamıyorlar. Tuhaf bir şey bulursanız hemen bize telefon edin. Hiç merak etmeyin, dedi Müdür. Kahvaltı- da kemiği Ev’e uzatarak, Bize yeşil ışık yaktılar Ev, dedi, gönlü- nüzce kazın eşeleyin artık. Eric nasıl, iyi mi?

Ev kavalkemiğini Eric ile birlikte bir köşede topladıkları yı- ğına ekledi. Uzman olmadıklarından bu yığına kaç naaşın kat- kıda bulunduğunu kesin olarak bilmiyorlardı; yine de her bir kemiğe eşit saygı gösteriyor, geceleri yığının üstünü muşam- bayla örtmeyi ihmal etmiyorlardı. Ev ne zaman Eric’i bir kafa- tasıyla mırıl mırıl konuşurken görse, kafatasını usulca adamın elinden alıyordu. Eric’in melankolik bir damarı olduğunu fark etmişti. En iyisi onu lafa tutmak –konuştuklarında Eric’e cevap vermesi gerekmiyordu nasılsa– ya da bildiği onca ilahiden birini söylemeye teşvik etmekti.

İç açıcı günler. Ev mezbahada çalışırken olduğundan bile daha mutluydu, çünkü bu bahçe onun kendi fikriydi. Eric asla onu yarı yolda bırakmıyordu, arada sırada Müdür de yar- dımlarına koşuyordu ve Papaz Evi sakinlerinden birkaçı, ba- zen Lanky, bazen Onbaşı Bob ya da Tek Diş Ethel bazı öğle- den sonraları göçük duvarın başında sigara içiyor, Ev ile Eric’e bahçe düzenlemesi konusunda akıllar veriyordu. İçkici trol- ler Sidik Geçidi’nden metruk okula gitmeye devam ediyor, çay saatinde eski şarkıları naralarla, dilleri dolaşarak söyleyip bir yandan Tanrı’ya söverek geri dönüyorlardı. İskeledeki işçiler Kale’yi giydirmeye devam ediyor; Batı Yokuşu’nun trafiği, artık olağan hale gelen kazalarla akmayı sürdürüyor, yokuşu oflaya puflaya çıkan ve yokuştan aşağı aşırı bir süratle kendilerini sallandıran araçların neden olduğu zangırtı, Majestic’in çatısında hemen her gün bir iki saat toplanmayı âdet edinen Şehir Planlamacılarının ödünü koparmaya devam ediyordu.

Bir sabah, Sidik Geçidi’nin duvarının üstünde Mısır Tohumu’ndan Smiff’in başı ve omuzları belirdi. Selam Smiff, dedi Ev. Bayağı boy atmışsın! Selam Ev, diye yanıtladı Smiff. Boy atmadım, Tibbs’in sırtında duruyorum şu anda. O da mer- haba diyor sana. Burada bir işler yaptığınızı duyduk. Gelip ne olduğunu görmek istedik. Bahçe düzenlemesi yapıyorsunuz ha? Evet, dedi Ev – ölüler için. İyi fikir Ev, dedi Smiff. Biz de bahçe işindeyiz bu aralar. Artık Mısır Tohumu değil, Bulamaç oldu adımız. Elden düşme birkaç gübre serpme makinesi aldık ve içlerini otoyolların kenarını yeşillendirmek için kullandık- ları tohumlarla doldurduk, yabani çiçek tohumlarıyla filan, bir çeşit tohum salatası yaptık anlayacağın. Makineleri bisikletlerimize bağlayıp otoyolları dolaşıyor, gözümüze kasvetli görünen yerlere tohum salatamızı boca edip ortalığı biraz şenlendiriyo- ruz. Bir gece sen de katılsana bize, çok güzel olur.

Ev’in bahçesi yavaş yavaş şekillenmeye başlamıştı. Dik duran ya da şairane bir biçimde yan yatmış olan mezar taş- ları kendi haline bırakılıyor, devrilmiş mezar taşları kaldırılıp destekleniyor, kırılmış olanların parçaları toplanıyor ve Mü- dür bizzat kendi yaptığı bir karışımla kırık taşları olabildiğin- ce onarıp yekpare hale getiriyordu. Müdür mezar taşlarındaki isimleri ve tarihleri okumaktan pek hoşlanıyordu. İnsanların yaşam sürelerine duyduğu ilgiyi Eric ile paylaşmadan edeme- di. Bak kadınlar ne kadar uzun yaşamış, diyordu. Mary Hem- mings, 87. Alice Beveridge, 93. Üstelik o zamanlar sağlık hiz- metleri filan da yoktu. Oysa erkeklerin ellilerine geldiler mi bitmiş işleri. Hâlâ da öyledir tabii. Sen kaç yaşında varsın Eric? Altmış yedi, dedi Eric. Ve hâlâ bahçıvanlık yapıyorsun, dedi Müdür. Ev bol bol şarkı söylediğini söyledi bana. Belki de buna borçlusundur zindeliğini.

Ev en üst sette Eric ile Müdür’ün arasında, bacaklarını har- puştanın sağlam görünen bir yerine uzatmış, akşamüstü güne- şinin alnında keyifle oturuyordu. Önceden ona gün yüzü gös- termeyen o yabani otların sökülmesi sayesinde, çuhaçiçekleri, kuş otları ve yabani sümbüllerden oluşan hatırı sayılır bir gü- zellik şimdiden ortaya çıkmıştı bile. Ayrıca Ev toprağın dört bir yanına pazardan aldığı daha başka tohumlar da ekmişti. Ne var ki orada burada, ışığa doğru itişe kakışa uzanan sür- günlerin ve çimlenen tohumların arasından dışarı uğrayan ke- mikler vardı halen. Son zamanlarda Ev’in bu kalıntılarla ilgi- li olarak izlediği politika –ki Eric de bu konuda katılıyordu ona– köstebeklerin eşelemek suretiyle havalandırdığı toprağı kemiklerin üstüne yığmak, sonra da bu ufak tümsekleri gelin- cik tohumlarıyla tıka basa doldurmaktı. Güzel olur herhalde, diyordu. Epeyce renkli olacağı kesin. Fakat Ev ile Eric çoktan toprağın yüzeyine itelenmiş ya da toprak karılırken gün yüzü- ne çıkmış daha uzun ve daha büyük parçaları defnetmek üze- re ikinci setin ortasına yeni bir çukur kazmışlar ve bu mezarın çevresine en azgın sarmaşıkları, tırmanıcı ve sürüngen bitkileri ekmişlerdi. Bunu yaparken, sarmaşıkların coşup dört bir yanı saracağı, toprağı bütünüyle istila ederek set kenarından aşa- ğı salkım saçak sarkacağı ve renkleri, kokuları ve biçimleriyle alabildiğine karmakarışık ve çeşitli olmaları sayesinde parça- ları dört bir yana saçılıp sonra yeniden toplanan insan hayat- larının hem çeşitliliğini, hem de biricikliğini en doğru şekilde yansıtacağı ve böylelikle onların hakkını vereceği düşüncesin- den yola çıkmışlardı. Şimdiden görür gibi oluyorum, dedi Mü- dür, âdeta bir çağlayan gibi olacak! Majestic’in çatısından kim bilir nasıl şahane görünecek! İyisi mi Planlamacılara çıtlatayım bunu, zaten doğru düzgün fikir üretmekten âcizler. Çatıyı gü- venli hale getirin ve bırakın insanlar oraya çıkıp Ev’in bahçe- sinin ihtişamını seyretsinler! Ev gülmemek için elini ağzının üstüne götürdü, ama Müdür böyle ümitle konuştuğunda top- rağın kendisi sanki bizzat bağrına dolmuşçasına gülmek için bastırılamaz bir arzu duyuyordu içinde.

Müdür eğilip son birkaç haftadır “biraz keyifsiz” olan; çu- kurda, cehennemde, cehennemin dokuzuncu halkasında, bu- zun içinde, kafası buzun karanlığına hapsolup kalmış, ruhu sıkıştırılıp kurşundan olma kara bir topun içine tıkılmış, sesi tekdüzeleşmiş, duygulardan mahrum kalmış olan, ama Müdür’e kalırsa yeniden geri dönme ihtimali bulunan Eric’e döndü. Sen ne dersin Eric, diye sordu. Ev’in bahçesi sence de Majestic’in çatısından çok güzel görünmeyecek mi? Eric başı- nı salladı. İntihar ettiği için babamı suçlamıyorum, dedi. Her- kesten çalıp çırparak göz göre göre köşeye kıstırmıştı kendini, başka ne yapabilirdi ki? Ama Biggles çizgi romanlarımı, hamsterim Sam’i ve annemi de beraberinde götürdüğü için bal gibi de suçluyorum onu, hatta suçlamak az kalır, bu yüzden lanet ediyorum ona. Yeni öğretim yılının başlamasına bir iki hafta vardı, daima kötü bir dönemdir bu zaten, babam okul ücretini ödeyemeyeceğini, okula geri dönemeyeceğimi çoktan biliyor olmalıydı ama bana söylememişti. Söylemiş olsaydı, kesinlik- le annemle Sam’in yanında evde olur, onlarla birlikte ölürdüm. Oysa bunun yerine, elimde Biggles İşi Çözüyor kitabıyla Lady- well Tarlası’nda dev tavşancılların arasında saklanıyordum, yangının patladığı anki kükremeyi ve onu izleyen itfaiye ses- lerini de orada duydum. Bir süre sonra, ne olduğunu merak ederek saklandığım yerden çıktım ve yangını güvenli bir uzak- lıktan izledim. Sonra geri dönüp tekrar suyu çekilmiş süs ha- vuzuna saklandım, geceyi orada geçirdim ve ancak ertesi gün akşama doğru karakola gittim. Polislere kim olduğumu söyle- yince şaşırıp kaldılar, onlar çoktan kül olduğumu varsaymış- lardı haliyle, sonra ben orada değilmişim gibi başımın üzerin- den birbirlerine, bu olayın sarsıntısını asla atlatamayacağımı, hiçbir çocuğun böyle bir travmayı atlatmayı başaramayacağını söylediler. Doğrusu bilmiyorum. Altmış yedi yaşındayım, top- luma olan borcumu geri ödedim ve senin dediğin gibi Müdür, halen bahçıvanlık yapıyorum. Her neyse, atlatmak ne demek onu da bilmiyorum ya. Tekrar tekrar gördüğüm bir rüya var, rüyada daracık bir yarığın içinde sürünerek ilerliyorum, kor- kudan altıma yapmak üzereyim, elimde olsa geri döneceğim ama dönemiyorum da ve yarığa sığabilmek için kendimi yas- sıltmaya ve inceltmeye çabalayarak sürünmeye devam etmek zorunda kalıyorum. Sanırım ilk gittiğim ruh doktoru, ona rü- yamı anlatınca, Ha bunda endişelenecek bir şey yok, milyon- larca insanın gördüğü bir rüya bu. Doğmak istemediğiniz anla- mına geliyor yalnızca, ama doğruya doğru kim ister ki dünyaya gelmeyi? Elimizde olsa hangimiz caymaz, gerisingeri annemizin sıcacık karnına kaçıp bir güzel kıvrılmazdık ki? yorumun- da bulundu. Bazılarına göre bu deneyimin sarsıntısını kimse asla tam olarak atlatamazmış, bütün bunları hesaba katınca o kadar da çuvallamış sayılmam bence, ama anneme çok düş- kündüm, benim için elinden gelenin en iyisini yapmıştı o, ha bu güzel akşamda Ev’in bahçesinde neden tutup bu eski def- terleri açıyorum diye soracak olursanız, hiçbir fikrim yok.

O gece Ev uykuyla imtihanına girişmeden önce, çoğu za- man yaptığı üzere şükür dualarını etmeye koyuldu; ilk koru- yucu annesinden başladı, Bayan Evans diye bir kadındı bu, Bay Sykes’e, Alice’e, Mısır Tohumu üyelerine şükrederek de- vam etti, oldum olası epeyce uzun gelmişti ona bu liste, şim- di bir de Eric eklenmişti sonuna ve tabii bahçe de. Bahçeye Ev’in bahçesi diyorlardı, ama onun nezdinde ölülerin bahçe- siydi orası, öyle bile olsa, bahçeye şükretmekle kendisine de hayırdua almış sayılırdı kuşkusuz. Papaz Evi’nin en tepesinde- ki tavan arası odasında uyuyamadığı zamanlarda Kale, Papaz Evi, mezarlık ve eski okul arasında geceleyin kol gezen bay- kuşlara ve tilkilere kulak verirdi Ev. Kimseye bir zararı yoktu onların. Dik yokuştan çoğun bağırış çağırışlar, kırılan şeylerin şangırtıları, sirenler ve en ölü saatlerde dahi daima transit yol- dan geçen bir iki ağır vasıtanın gürültüsü işitilirdi. Baykuşla- rı ve tilkileri bin kere tercih ederdi bu gürültülere Ev. Yağmur- lu gecelerde ise yağmur kesildiğinde trenlerin sesini duyardı açık seçik bir şekilde, ağır ağır ilerleyen uzun yük katarlarının sesini; bir de o eşsiz gece ekspresini, uzun kuyruğuna uyuyan insanlarla onların düşlerini takmış o kuyrukluyıldızı duyardı. Ama Eric’in hayatta kalışının hikâyesini anlattığı o günün gece- sinde, Ev bu kez kesinlikle uyumayı başaracağını hissetti. Şü- kür dualarını etmek, Eric’in neşesini kısa sürede yerine geti- receğinden hiç kuşku duymadığı bahçeyi düşürmüştü aklına yeniden; neşesi bir kez yerine gelince, adam her gün kendisiyle arkadaşlık etmeyi sürdürecek, belki de sonsuza dek arka- daşı olarak kalacaktı. Kimsenin onu duyamayacağı odasının mahremiyetinde, tıpkı Bay Sykes çiçeklerden olma o çağlaya- nın Majestic’in çatısından bakanlara ne kadar güzel görünece- ğini söylediğinde ağzının ucuna kadar gelene benzer, tuhaf bir kıkırdama koyverdi bu düşünceyle, sonra da katılıp kalmışça- sına çekti nefesini. Nasıl müthiş bir manzara olacaktı! Bir şe- lale; hanımelilerin, akasmaların, obrizyaların, kaya güllerinin, bezelye sarmaşıklarının, sarmaşık güllerinin ve bu güzelliğin bir parçası olmayı renkleriyle, mis kokularıyla aralarına katıla- rak kendilerine bizzat can veren ölüleri mest etmeyi arzu eden daha nice bitkinin bir setten bir sete, kat kat, salkım saçak dö- külen fırfırları. Ev’in bahçesi! Toprağa dikilmiş, can suyu ve- rilmiş, daha şimdiden çimlenmeye, yeşermeye, tomurcuklan- maya, çiçek açmaya başlamış olan ve salkım saçak dökülerek çoğalmaya hazırlanan bu hayatın hayaliyle, yüzünde bir tebes- sümle uykunun sularına süzüldü Ev.

Birkaç saat sonra, Ev’in rüyaları arasında, dev granit ka- yalardan oluşan dokuz adet bloku Shap’ten doğu sahilinde- ki rıhtım ve dalgakıran inşaatına taşımakta olan römorklu bir kamyon Batı Yokuşu’ndan aşağı inerken kontrolden çıktı. Rö- mork, yokuşun yarı yolunda çekici kısmından ayrılarak dik açıyla yana savruldu ve savrulmanın etkisiyle römorkun en ar- kasına yüklenmiş olan granit bloklardan ikisi korkunç bir hız- la eski matbaanın cephesine fırladı. Kopan gümbürtü, Sliv ha- riç Papaz Evi’ndeki herkesi uykusundan uyandırdı. Her daim eli kulağında bir kıyametin beklentisiyle yaşayan Sliv ise isti- fini bozmadan uyumayı sürdürdü. Korkudan dilleri tutulmuş olan diğerleri, bir ölüm sessizliği içinde ne olduğuna kendi- lerince bir anlam vermeye çalıştılar; ne var ki bu görece ba- sit çabalarında adamakıllı bir mesafe kaydetme fırsatı bulama- dan işin gerisi geldi. Başta ağır ağır gelişti her şey; bir titreme, bir sürünme sesi, hoyrat bir hışırtı gibi sessizce tırmandı. Bu aşamada tavan arasındaki Ev’den bodrum katında içki damıt- ma imbiğinin etrafına kıvrılmış Onbaşı Bob’a kadar uykusun- dan uyanmış olan herkes az sonra olacaklara dair anca birta- kım tahminler yürütüp korkulu bir bekleyişe geçtiğiyle kaldı. Bunu izleyen kıyamete ise hiç kimse hazırlıklı değildi: Sidik Geçidi’nden matbaaya kadar uzanan o koca bayır çatırdayarak, gümbürdeyerek, kükreyerek olduğu gibi çöküp kaydı; bütün o setler, bütün o kemikler ve mezar taşları, tek parça halin- de kalmayı başarmış ya da çoktan paramparça olup dört bir yana dağılmış bütün o iskeletler, kumtaşları kararmış o har- puştalar ve istinat duvarları, toprağın bağrına onca emekle gö- mülmüş bütün o tohumlar, ekilip biçilmiş, daha yeni yeni fi- lizlenmiş onca bitki, bereketli onca toprak ve humus, yüzyıllar boyunca kendini tuttuktan sonra sanki rahatlamışçasına baş aşağı sokağa kapaklandı. Eşyanın tabiatında olan, izin verildi- ği takdirde olabildiğince aşağı düşme eğiliminin buyruğunda- ki birtakım artçı sarsıntılarla, ufak tefek artçı göçüklerle, inat- la direnenlerin ve sona kalanların gürültüsü ile yer yer bozulan bir sessizlik çöktü yeniden. Ve hepsi bu kadardı. Uykuların- dan uyanmış, rüyaları yarıda kesilmiş olanlar üstlerine alelace- le bir şeyler geçirip dışarıya, ayın altına çıktılar; römorklu bir kamyonla, Shap granitiyle, yıkılan matbaanın molozlarıyla ve Ev’in ölülerin ruhuna adadığı bahçenin yüzlerce tonluk enka- zıyla boydan boya tıkanmış haldeki sokağa bakakaldılar.

Toprakta bir kıpırdanma oldu, kamyon şoförü elleri ve diz- leri üstünde toprağı sıyırıp doğrulmaya çalışıyordu. Belini doğ- rultmayı başarınca ayağa kalktı. Üstünden bir kafatası ile sarı omurga parçaları yuvarlandı. Adam şapkasını başından çıkarıp yere çaldı, düğmelerini çözdüğü gibi tulumunu ayağından çı- kardı. Giysi parçaları ölü deri misali yatıyordu yerde. Ardından şahitlerden yana başını sallayıp sağ işaretparmağıyla burnuna vurarak yokuştan yukarı seğirtti ve gözden kayboldu.

Şehir Planlamacıları günün ilk ışıklarıyla birlikte Majestic’in çatısında toplandılar. Kimsenin söyleyecek pek bir şeyi yok- tu. Zamanında iyi filmler seyretmiştik burada, dedi Planlama Amiri, ayağını usulca yere vurarak. Mesela bir Neşeli Günler, bir Maymunlar Gezegeni. Karımla buraya gelmek pek hoşumu- za giderdi. Çatının kenarına gitti, planlama heyeti de peşinden. Çekici kısmı kırık boyundan sarkan bir baş gibi arkaya kaykıl- mış olan kamyon yolu baştan aşağı tıkamıştı. Sokağa devrilen granit blokları bu barikatı iki misli aşılmaz kılıyordu. Ve me- zarlık bütün bunların üstüne tüy dikmişti. Planlamacılar kar- şılarındaki manzaraya baktılar: Duvarından mahrum kalmış Sidik Geçidi, artık boşluğun üstünde, bir uçurumun kıyısın- da uzanıyordu. Planlamacılar Papaz Evi’ne gözlerini diktiler – oranın bunca yıl dayanmış olmasına hayret ettiler; daha yuka- rıdaki Kale’ye baktılar – daha da büyük bir hayrete düştüler. Bir şeyin bir asır, hatta yedi ya da sekiz asır boyunca ayakta kal- mış olması, illa sonsuza dek ayakta kalacağı anlamına gelmez ki. Derken içlerinden biri aşağıyı işaret etti. Sıçanlar, dedi. Ba- rikatın aşağısında, kasaba tarafında, sayılamayacak kadar çok sıçan okulun devasa arsasının arkasındaki dar çıkmazdan dı- şarı kaçışıyor, dükkânların ön cepheleri arasından sokağa üşü- şüyordu. Çıkmazın sonunda beliren sıçanlar, tıpkı pissu gibi hiç tereddüt etmeden sola sapıyor ve yokuş aşağı büyük bir hızla pazaryerine doğru akın ediyorlardı. O kadar çoktular ki! O okulun sıralarından yıllar içinde geçmiş bütün öğrencilerin toplamından katbekat çoktular, isterseniz öğrencilerin sayısı- na okul kapanalı beri orada kafayı çekmiş, nara atmış ve bö- lük pörçük uykular uyumuş ayyaşlarla serserileri de ekleyin, bu ikisinin toplamından da katbekat çoktular, bütün bir kasa- ba nüfusuna bedeldiler âdeta, yeraltındaki dünyalarından kopup gelmişler, kararlı bir şekilde pazaryerine ve nehir boyunca inşa edilmiş yeni sitelere doğru yöneliyorlardı. Derken gözden kayboldular. Yokuşlu sokak, sabahın masum ve gaddar ışığı al- tında bomboş kaldı. Bu da ne demek oluyor acaba, merak et- tim şimdi... diye mırıldandı Planlama Amiri.

Okul çöktü. Majestic’in çatısından bir anda kendini koy- verdiğini gördüler. Bina tek parça halinde çekti teslim bayrağı- nı, korkunç bir gümbürtüyle kendi içine göçtü, yere kapaklandı ve kendisinin kocaman, neredeyse elle tutulur hayaletinin bu kez toz halinde yükseldiği bir sessizliğin içinde yere seri- lip kaldı. Bir an duraksayıp, Bu iş buraya kadar, dedi Planlama Amiri. Göreceğimizi gördük, hem de fazlasıyla.

Papaz Evi istimlak edildi. Neyse ki Belediye Meclisi’nin eli- nin altında boş birkaç papaz evi daha vardı ve haziran başında güneşli bir sabah Müdür, başında geniş kenarlı basık bir Qua- ker şapkası, elinde bastonuyla sorumluluğu altındaki kişilerin –ki kimileri tekerlekli sandalyedeydi– önüne düştü, onları yo- kuştan yukarı çıkararak yeni yuvalarına götürdü. Bu arada bir- kaç parçadan ibaret eşyaları da bira fıçıları taşımakta kullanılan bir yük arabasıyla arkadan geliyordu. Yeni papaz evinin Ev’e ayrılmış olan tavan arası odası batıyı eskisinden de kapsamlı bir biçimde görüyordu ve bir bayıra yayılmış, metruk, güzel- ce bir bahçesi vardı; hatta Müdür neşesi biraz olsun yerine gel- sin diye, Bu bahçeyi de pekâlâ güzelleştirebiliriz, dedi Ev’e bir ümit. İşin aslı Ev fazlasıyla keyifsizdi, odasından hiç çıkmıyor, devamlı yatıyor, manzaraya bile dönüp bakmıyor, yemek sa- atlerinde aşağı inmiyordu. Müdür Ev’i ziyaret etsin diye Eric’i papaz evine kadar getirdi ama Ev, Eric’le dahi görüşmeyi red- detti. Ölüleri düşünüyordu, o pis sokağa saçılmış onca zavallı ölüyü. Hali hal değil, durduğu yerde eriyip gidiyor, dedi Mü- dür. Batı Yokuşu’nun tamamen kapatıldığı haberi geldi. Senin bahçe hep çiçeğe durmuş, cennet gibi olmuş Ev, dedi Müdür. Planlamacılar o kazanın Tanrı’nın bir lütfu olduğunu söylüyor.

Müdür o anda dahi kendi dediğine inanmakta zorlanıyor, içten içe korkmaktan kendini alamıyordu, tam da korktuğu gibi, bir hafta sonra Belediye Meclisi’nin Ev’in bahçesini kültürel miras ilan ettiği ve Bloomers diye bir şirkete sattığı haberi geldi. Mü- dür bunu Ev’e nasıl söyleyebilirdi ki? Zamanında bir papazın ufacık odası olan yazıhanesinde oturdu ve dilediği an gelip ca- nını alabileceğini fısıldadı Çaresizlik’e.

Smiff kapıyı vurmadan palas pandıras içeri daldı ve Ev’le görüşmek istediğini söyledi. Kimseleri görmek istemiyor, du- varlarla konuşuyor yalnızca, dedi Müdür. Haksız mı sanki, kim onu suçlayabilir ki? Saçmalığın dik âlâsı, dedi Smiff. Ardından merdivenleri üçer beşer çıkarak Ev’in tavan arasına girdi, Kalk oradan Ev. Sana ihtiyacımız var, dedi. Gözleri kor gibi parıldı- yordu ve sarı saçları yoğun bir statik elektriğe maruz kalmışça- sına havaya dikilmişti. Bloomers’ın adamları yarın sabah saat altıda senin bahçenin etrafını telle çevirecek – en azından on- lar öyle zannediyor. Ama o iş o kadar kolay değil. Sen Tibbs ile birlikte Jumbo’ya binip güney tarafını tutacaksın. Ben de Pe- der Jeez ile Baba’nın sırtında kuzeyi tutacağım. O piç kurula- rına bulamacımızı öyle bir püskürteceğiz ki neye uğradıkları- nı şaşıracaklar, burun deliklerinden gelincikler fışkıracak bak gör. Planımız bu. Çuvallamamız imkânsız. Basını da davet et- tik. Gün saat beş yirmi beşte doğuyor, saat üç buçukta orada olman lazım, anlaştık mı? Anlaştık, dedi Ev.

Smiff odadan çıktı. Ev giyindi, Alice bir kâsede biraz çor- ba çıkardı ona. Alice ile birlikte aşağıya indiklerinde Müdür’ü telefonun başında buldular. Smiff beş dakika içinde adamı o sefil çaresizliğin pençesinden alıp coşkun bir devrimci özgü- venin kucağına savurmuştu. Alice ile Ev’i öptü, Benim güzel yoldaşlarım, dedi onlara ve bastonuyla döşeme tahtalarına vur- du. Müzik işini çözdüm, dedi. Yaklaşık dörtten itibaren bari- katın tam üstünde bir cazbant çalacak. Onu fanfar izleyecek, altı kişilik bir topluluk bu, köylerden geliyorlar, saat altıdan sonra Bloomers’cıların ensesine arkadan çökecekler, çok zeki- ce bir plan bu, herifleri hem kuzeyden hem güneyden kuşat- mak: Hiç kaçışları yok, Baba ile Jumbo bak nasıl dürecek def- terlerini. Smiff bana bir liste verdi. Hetton-le-Hole’de Kazıcılar, Pity Me’de Düzleyiciler olacağı hiç gelir miydi aklına? Bal gibi de var işte, anarko-sendikalist Morris folklor ekibi mi istersin, Tai chi’ci Pırasa Yetiştiricileri mi istersin, Barış Yanlısı Yıldız Çi- çekleri mi, yok yok... Çarşaf gibi liste var elimde. Şimdi Dinler Arası Diyalogcuları arayacağım. Bulamaç üyeleri bisikletle kapı kapı dolaşıyor mahalleleri. Ev, Müdür’e bakakalmıştı. Bir tuhaf olmuşsunuz Bay Sykes, dedi. Hele sabret Ev, bak neler olacak, diye yanıtladı Müdür. Bak gör, neler neler olacak. Yarın sabah saat üçte bizimkiler yokuş aşağı yürüyüşe geçecek, onlara biz- zat ben önderlik edeceğim. Şimdiden on üç gönüllü buldum bile, gönüllü olmayanları da tekerlekli sandalyelere bağlayaca- ğız, ha herru ya merru. Bu bahçe kimin, diye soracaklar. Bizim, diye haykıracağız. Sliv bile ağız değiştirdi, Tanrı’nın hikmetin- den sual olunmayacağını hep söyledim ben, diyor şimdi, bah- çenin başından beri kendi fikri olduğunu iddia ediyor. Onbaşı Bob, O bahçeyi o hale getirmek için kıçımı yırttım ben, diyor. Müdür’ün hayalinde her şey gün gibi açık seçikti: Sabaha karşı düşen çiyle, kuşların ilk cıvıltısıyla, günün gümüşi-gri ilk ışığının ona buna peşkeş çekilmiş o pis kasabanın üstüne merhamet gibi saçılmasıyla birlikte, göğün pamuksu çisentisi- ni yere saldığı o duraklama ânında, barikatın üstünden usulca caz yükselmeye başlar. Gün doğar ve Ev’in bahçesinin bereketi gözler önüne serilir. Elleriyle can verdiği o yeşil çağlayan yeni- den ışığa kavuşmanın yolunu bulmuş, sokağın hem kuzeyine hem de güneyine salkım saçak dökülmektedir. Ölüler çiçeğe durmuştur. Dört bir yan gelinciklerle sarılıdır, göz alabildiği- ne kırmızı bir zaferdir bu. Akabinde, bahçeyi doldurup taşıran o çiçekleri aratmayan bir insan kalabalığı toplanır alanda; itaatsizlerdir bunlar, her şeye rağmen hayatta kalmayı başaran- lar, çatlaklarda ve gölgelerde yaşayan canlar, aykırılar, zapt edi- lemeyenler, davetsizlerdir; kalkınmayı bekleyen mahallelerden gelirler akın akın, terk edilmiş arsalardan sökün ederler, yer- le bir edilmiş köylerin birer anıdan ibaret kalmış türkülerinin izinden giderek doluşurlar alana.

Eric de gelecek, dedi Müdür. St. Bridget’in Çiçek Hanım- ları da. East Hedley Hope’ta halen bir İhtiyarlar Kulübü oldu- ğundan haberin var mıydı? Onlar da geliyor. Yiyecek işi Sey- yar Aşevi’nde. Bu savaşı kaybetmemiz sahiden imkânsız. Fırsat bu fırsat neden mezbahayı da geri almıyoruz ki, dedim Smiff’e. Her şeyin bir sırası var, demez mi. Tibbs ile Smiff pedal basa- cak. Sen Peder Jeez ile hortumdasın. Hortumu idare etmeyi be- cerirsin değil mi Ev? Aşağı nişan al ve tam üstlerine fışkırt, di- yor Smiff. Öyle yaparım, merak etmeyin Bay Sykes, dedi Ev ağzına kadar gelen kahkahayı yumruğuyla bastırarak.

David Constantine
Ev'in Bahçesi
Midland Oteli'nde Çay
Notos Kitap
Çevirmen: Aylin Üçler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder