10 Nisan 2016 Pazar

sınırlanmış bir uzam: bela tarr, yvette biro, sekans dergisi


Bela Tarr, zamana hapsolmuş bir adam olarak adlandırılır. Aşılmaz zaman, bir kez sınırlanmış ve artık sırrına erişilemez zaman; onun kendi ufkunu tanımlamak için incelikle seçtiği boyut budur. Bu boyutta yaşayan insanlar başka zamanların gölgeleri olabilirler ama aynı zamanda güçlü bir biçimde çağdaştırlar. Bu erkekler ve kadınlar, sıradan gündelik hayatlarını yaşıyor olmalarına karşın her anı iliklerinde hissederler; dünya üzerindeki varlıkları her nasılsa, inkar edilemez kadere mahkumdur. Ne yaparlarsa yapsınlar veya başlarına ne gelirse gelsin, onlar cansızdırlar. Bu boyut onların hapishanesi ise eğer, duvarların veya parmaklıkların nerede olduğunu da göremezsiniz. Aksine sınırsızdır, sonsuzdur ve dört bir yanı benzer özelliktedir.

Bu bakış açısı bizi başka bir kavrama götürür: uzam. Eğer bu insanların zaman deneyimi ve tabii bizimki de bu kadar yoğun, hacimli, yavaş deviniminde birden fazla katmanlı ise, bu yaklaşım belli bir uzam duyumu ile
birlikte gider. Tarr’ın filmlerinde uzam her zaman kederli, az sayıda ancak yinelenerek ortaya çıkan güçsüz nesnelerden oluşur: uzaklarda yıkık dökük evler, çıplak ağaçlar, gerekli donanımıyla aşırı mütevazi bir mutfak, kulede dar bir çalışma odası, havasız, boğucu konaklama yerleri ve verimsiz ıslak topraklarda tek başına dolanan hayvanlar… Tüm manzaralar aynı duyguyu yayar, kimsesiz boş araziler, dillendirilmeyen bir tehlike ile bu hale gelmiştir; daha sonra açığa çıkacak gizli bir tehdit ile.

Sanatçının kendisi de gizemli bir insandır. Ketum, gergin, ister ciddi ister karamsar olsun, uzlaşmaz tavrı dillere destandır. Tartışmalara her zaman derin bir ciddiyetle müdahil olur. “Jusqu’au boutisme” (en acısından aşırı yoğunluk) hissi yaratır. Ödün vermez, boyun eğmez ama inatçı da değildir. Bir tür farklılaştırma, bir değişiklik yapılabileceğine ikna olursa, bu yeni düşünceyi izlemeye, farklı çözüme yönelmeye hazırdır.

Hakiki doğaya, çevreleyen dünyanın duyumsal gücüne takıntılı biçimde odaklanması sayesinde biricik içeriği bir arada tutan şey dokudur. Yaratılan uzam son çivisine kadar, nesnelerin şekli ve yerleştirmesine, ışık ve gölge ile aydınlatılması veya kuşatılmasına kadar öylesine dakik inşa edilmiştir ki- her daim içimizi titreten gizemli bir ton hüküm sürer. Yapaylık ve teatralli tamamen dışlanmış olsa da hiçbir şey “doğal” değildir. Her detay, fiziksel etkisi sayesinde nefes kesici ruh haline katkı yapmaktadır.

Geniş, terk edilmiş yerler ve aşırı kalabalık alanlar birbirini izleyen imgeleri tamamlar veya dönüştürür. Her ikisi de bize aynı şeyi söyler: yalnızlık ve terk edilmişlik, hüzünlü bir armonikanın neredeyse monoton müziği ile yorulmak bilmez bir şekilde vurgulanarak bizlere seslenmektedir.

Gelin, Tarr’ın yönettiği, NY Film Festivali’nin açılışı için ısmarlanan, ne yazık ki neredeyse hiç bilinmeyen, oldukça kısa, 5 dakikalık filmi Prolog’u (2004) anımsayalım. Bu siyah beyaz film, elbette kesintisiz tek bir çekimden oluşmakta, açıkça yoksul ve yoksun, muhtaç ama onurlu sayısız genç ve yaşlı adamı ve birkaç kadını bir arada göstermektedir. Bizim göremediğimiz bir şeye doğru bir kuyrukta yavaşça ilerlemektedirler. Her şey, görünmeyenin hatırı sayılır önemde olduğunun habercisidir.


 Varsayılan vaade doğru rahatsız edilmeden, ısrarla ilerledikçe adımları daha da sabırlı ve kararlı hale gelir, merakımız daha da artar. Feci bir şeyler olmasını beklemeye hazırlanmışızdır ancak büyük sürpriz tam tersidir: korkunç bir skandal yoktur ortada. Ne bir şiddet, ne de öfke veya hiddet patlaması olur, tam tersine: ulaştığımız, nazik bir genç kadının bekleyenlere bir dilim ekmek ve bir bardak süt dağıttığı ufak, yarı açık bir penceredir. Biri diğerinin peşi sıra.
On üç kez.

Ani dönüm noktası ne kadar övülse azdır. Şaşırtıcı bir doruk noktasıdır ve tam da bu “şevk kırıcı” özelliği nedeniyle bu denli sersemletici bir etki yaratmaktadır. Bir patlamayı, kaba bir yıkımın izlemiyor oluşu gerçeği- daha önceki Karanlık Armoniler’de gördüğümüz gibi, kızgın ve güçsüz insanların öfke içinde, tüyler ürpertici ve akıldışı bir şekilde hastane koğuşlarındaki mobilyaları parçalara ayırdığı, zalimliklerini insanlardan da esirgemedikleri zaman olduğunun aksine- çıkış yolunu daha az etkileyici yapmamaktadır. İnsanların yalnızca bir parça ekmek ve süt için inanılmaz derecede uzun bir süre beklemeye zorlandığı gerçeğini anlamak durumunda kaldığı zamanki izleyici deneyimi gerçekten şok edicidir. Kapanış sahnesinin sembolik gücünü vurgulamaya gerek bile kalmaz. Ekmek ve süt bizim gündelik yaşam desteğimizdir.

Uzun çekim inanılmaz bir yavaşlıkta gerçekleşir, sonu gelmeyen kuyruğu izleriz; sessizce, özel ifadeler taşıyan yüzlere dikkat ederek, onların benzersizliğini, kişisel özelliklerini- farklı yaş, sosyal ve etnik özellikleri olan
yüzlerini. Yine de onları bir araya getiren mükemmel benzerliklerine dair bir his, güçlü bir etki yaratır. Adı konmamış hedef, beklenti çevresinde oluşan aura durumun ağırlığına tam anlamıyla katkı sağlar - sabırla-sabırsızlıkla çözümün, o bilinmeyen “son”’un, açığa çıkmasını bekleriz.

Tarr’ın hicviyesi, güçlü mesajını nihayetinde her bir anı dolduran tek bir metaforda taşır. Bu kadar disiplinli, sakin enerji -ne için? diye sorabiliriz. Ne için? Zavallı bir hiç için.

Yalnızca “bedel” böylesine basitlik ve acıyla vurgulanmamış, kısa filmin tamamı ve belirsiz bırakılan algımızın ağır akan süresi de aynı basitlikle çerçevelenmiştir. İzleyen kamera, gözlerimiz önünde kayan ve hemen hiçbir yüz ifadesi veya jest sunmayan kadın ve erkeklerin yarım profilden fazlasını görmemize izin vermez. Ancak fazlasıyla indirgenmiş bu tasarım, kameranın yavaş ve hipnotik hareketiyle etkili bir şekilde güçlendirilmiştir. Kamera bir yandan insanların başlarına hafifçe değecek derecede yakın dururken, diğer yandan hiç kesilmeyen eşliği, yürüyüşe büyük bir önem atfeden, gayretli ve yılmaz bir özellik taşır. Her karaktere odaklanabilmemiz noktasında fazlasıyla sınırlandırılırız ve onların görünmez kaderleri hakkında daha derin bir sezgi geliştiririz. Dahası, hipnotize olmuş bakışımız gittikçe değişen arka planı gözlemlemeyi ihmal eder: tuğla duvar, bir köşe ve en sonda pencere çerçevesi ancak geriye dönük bir dikkatle görülebilecektir. Dikkatin yoğunluğu sahnenin nihai gücünü askıda tutar ve sonrasında da herhangi bir doyurucu açıklama gelmeyecektir. Aksine suskunluk, artan bir gerilim yaratır. Derin bir sessizlik hüküm sürer.


Bununla beraber, bu yalın-şiirsel cümlede bir diğer önemli bileşen, daha duygu dolu ve incelikli bir rol oynamaktadır: müzik. Yönetmenin daimi ve sadık bestecisi Mihaly Vigh, birkaç hoş tını ile karakteristik ve bilindik tarzını katmıştır filme. Ambiyansı fevkalade melankolik ve hafiftir, işaret edilen bir karanlık veya vurgulanmış bir üzüntü, bir acı içermez- uzaklardaki yoksul ülke hanlarına ait bir atmosfer uyandıran, yorucu düzeyde yineleyen, hep aynı melodi, yeniden ve yeniden çembalo (pour zymbalon) ve armonika ile icra edilir.

Hiç kuşkusuz mekan, hareket ve müziğin ritmi birbiri içine geçer. Hepsi eşit oranda çok katmanlı dokuyu zenginleştirir, küçük öyküyü büyütür. Beş dakika ve kutsala sövme niyeti olmaksızın, bu filmi tüm gece süren (7 saat) şaheserin -Satantango- seviyesine yerleştirmek hakkımızdır.


SINIRLANMIŞ UZAM: BELA TARR, PROLOG
Yvette Biro
Çeviren: Seda Usubütün
Unspoken Journal 2009, Sayı 10


Sekans Dergisi http://www.sekans.org/index.php/tr/

sebastian knight'ın gerçek yaşamı, vladimir nabokov

Ülkedeki her insan, eğer zorba değilse tutsaktı.İnsan ruhu ve insan ruhuna ilişkin her türlü hak kişinin elinden alındığından, insanı yönetip, yönlendirmekte bedensel acıların çektirilmesi yeterli sayılageldi...Zaman zaman devrin denen bir olay olur, tutsaklar zorbaların yerini alırdı, sonra yine tersi, bu hep böyle giderdi...Karanlık bir ülke, cehennem gibi bir yer, beyler.Kesin olarak bildiğim bir şey varsa o da yaşamım boyunca sürgünlüğümün özgürlüğünü anavatan deneno berbat soytarılığa değişmeyeceğimdir...
---
Sebastian için öylesine üzüldüm ki, ona gerçek bir şeyler, kanatları, yüreği olan bir şeyler söylemek istedim, ne var ki arayıp da bulamadığım o kuşlar ancak çok sonra, tek başıma kalıp da artık sözcüklere gerek duymadığımda geldiler, birer birer omuzlarıma, başıma kondular.
---
Sana anlatılanın aslında üç aşamalı olduğunu unutma; önce anlatan tarafından biçimlendiğini, sonra dinleyen tarafından yeniden biçimlendiğini, öyküdeki ölmüş adamın her ikisinden de sakladığı şeyler olduğunu.
---
Öykülerden ilki (Bay Goodman bu öykünün "savaş sonrası üniversiteli yaşamının"  en tipik örneklerinden biri olduğu kanısında) Sebastian'ın Londra'dan gelen bir kız arkadaşına Cambridge'in görülecek yerlerini gezdirmesiyle ilgili."Bu da rektörün penceresi" dedi; sonra pencere camını taşla kırarak ekledi: "Bu da rektörün kendisi." Sebastian'ın Bay Goodman'la matrak geçtiğini söylemeye gerek yok; öykü üniversitenin kendisi kadar eskidir.


İkinci bir öyküye bakalım.Almanya'ya yaptığı kısa bir yolculuk (1921-1922) arasında Sebastian bir gece sokaktaki bağırış çağırışlardan rahatsız olarak gürültü çıkaranlara aralarında bir yumurta da olmak üzere çeşitli şeyler atmış.Derken polis kapıyı çalmış ve yumurta dışında attığı her şeyi kendisine geri vermiş.

---
Bilimsel bir kesinlikle konuşmak istiyorum.Gerçeği ararken yolumun üzerine çıkan bir deste süprüntü gözümü köreltti diye gerçeğin tek bir kırıntısından bile yoksun kalmaya razı olamam.Sebastian Knight'dan söz eden kim?Eski sekreteri.Birbirleriyle dost muydular?Hayır-Yakında göreceğimiz gibi.İstekli ama güçsüz bir Sebastian'la zalim, yorgun bir dünya arasındaki karşıtlıkla gerçek ya da olası bir yan var mıdır?Tek bir şey bile yoktur.Acaba başka türden bir uçurum, çatlak ya da kopukluk mudur söz konusu olan?Evet.
---
Sebastian hangi çağda doğmuş olursa olsun, kukla seyrederken ertesi gün gideceği dişçiyi düşünen bir çocuk gibi eşit derecede neşeli ve mutsuz, sevinçli ve duyarlı olacaktı.
---
Çevremin renklerine uyma konusunda giriştiğim, korkunç başarısızlıklarla sonuçlanan çabalarımda yalnızca renkkörü bir bukalemuna benzetilebilirdim.
---
Çoğu beyinlerin pazar tatili vardır, benimkine ise yarım günlük bir tatil bile çok görülüyordu.Kötü olan sadece bu sürekli uyanıklık durumunun kendisi değil, doğurduğu sonuçlarıydı da.
---
 Clare onun yaşamına kapıyı vurmadan girdi; kişi kendi odasına benzerliğinden ötürü nasıl yanlış bir odaya girerse öyle...Çıkış yolunu unutup o odada kaldı, usul usul orada bulduğu tuhaf yaratıklara alıştı, şaşılası biçimlerine karşın onları sevip okşadı.Mutlu olmak ya da Sebastian'ı mutlu etmek gibi bir amacı yoktu.
---
 Kapı açılır.Sebastian çalışma odasında, yerde kolları iki yana açık, uzanmış yatmaktadır.Clare ise masadaki daktilo edilmiş kağıtları derleyip toplamaktadır.İçeriye giren kişi kalakalır.

"Hayır, Leslie" der Sebastian yattığı yerden."Ölmedim.Bir dünya kurmayı daha yeni bitirdim, Tanrı gibi yedinci günde dinleniyorum."
---
Mutluluk en tamam olduğu anda bile kendi geçiciliğinin maskarası olmaktan ileri gitmiyor ki.
---
Doktor, kalbimin bedenime göre çok küçük olduğunu söylediğinde haklıydı.
---
Clare'e gelince, o iyi niyetli saflığıyla Sebastian'ın yaşamının gün ışığıyla bezeli bir köşesinde eğlenip durmuştu, oysa Sebastian orada bir an bile durmamıştı.Şimdi Clare geride kalmıştı, ona yetişmeye çalışsın mıydı yoksa onu geri çağırmaya mu kalkışsındı bilemiyordu.
---
"Lokantalardaki insanların" diye yazar Sebastian Knight Kayıp Eşya'da, "kıpır kıpır çevrede dolanan, kendilerine yemek getiren, paltolarına numara veren, kendilerine kapıyı açan esrarengiz insanlara hiç dikkat etmediklerini düşündükçe hep üzülürüm.Bir keresinde bize şapkalarımızı veren kadının kulaklarına pamuk tıkalı olduğunu söylemiştim.Şaşırmış görünmüş ve kadını görüp görmediğini bile hatırlamadığını söylemişti.Acele bir yere yetişmesi gerektiği için taksi şoförünün tavşan dudağını göremeyen kişi benim gözümde kendine saplantılı bir manyaktan başka bir şey değildir.Çoğu zaman kalabalığın arasındaki çikolata rengi bir kızın belli belirsiz aksayan ayağına dikkat edenin ben, sadece ben olduğumu fark ettiğimde körlerle deliler arasında yaşadığımı düşündüğüm olmuştur."
---

Yaşam böyle sürüp gidecek.Bürodaki çocuklarla şakalaşıp midem ekşiyinceye kadar öğle yemeklerinin tadını çıkaracak, romanlar okuyacak, şiir yazacağım, bir gözüm hep tahvil fiyatlarında olacak -genel olarak her zaman davrandığım gibi davranmayı sürdüreceğim.Ama sensiz mutlu olacağım anlamına gelmiyor bu.
---
So, son.Hepsi gündelik yaşamlarına (Clare de mezarına) geri dönüyor -ama baş oyuncu kalıyor; çünkü ne kadar çabalarsam çabalayayım rolümden sıyrılamıyorum.Sebastian'ın maskesi yüzüme yapışıyor, benzerlik silinip gitmeyecek.Ben Sebastian'ım ya da Sebastian ben ya da belki biz ikimiz ikimizin de tanımadığı bir başkasıyız.

Sebastian Knight'ın Gerçek Yaşamı
Vladimir Nabokov

ak taş diye belediğim, nefesh


 Ak Taş Diye Belediğim - Nefesh
 
NEFESH:
Çiğdem Kılınçer (Turkey)
Vokal; Tahir Palalı (Turkey)
Kopuz, bağlama; Raphael Roginski (Poland)
Gitar; Peter Ole Jorgensen (Denmark)
 ---


 Güneydoğu Anadolu-Selahattin Sarıkaya-Muzaffer Sarısözen

Ak Taş Diye Belediğim
Tülbendime Doladığım
Tanrıdan Dilek Dilediğim
Mevlam Şu Taşa Bir Can Ver

Tarlalarda Olur Yaba
Savururlar Gaba Gaba
Merzifon'da Piri Baba
Mevlam Şu Taşa Bir Can Ver

Yoldan Geçen Yolcu Gardaş
Ben Kimlere Olam Sırdaş
Kırşehir'de Hacı Bektaş
Mevlam Şu Taşa Bir Can Ver

Bebeksiz Oldum Divane
Hep Ağlarım Yane Yane
Konya'da Ulu Mevlane
Mevlam Şu Taşa Bir Can Ver

Yüksekte Şahin Yuvası
Alçakta Avşar Ovası
Gelsin Yavrumun Babası
Emzireyim Nenni Nenni

Bebek Uyandı Bakıyor
Sevinci İçim Yakıyor
Gözlerimden Yaş Akıyor
Emzireyim Nenni Nenni


  Aktaş Diye Belediğim / Halk Türküsü / RUHİ SU
Aktaş diye belediğim,
Tülbendime doladığım,
Hak'tan dilek dilediğim,
Mevlam şu taşa can versin!
 Bebeksiz oldum divane,
Ben ağlarım, yana yana,
Konya'da yüce Mevlana,
Mevlam şu taşa can versin!

 Yoldan giden yolcu kardeş,
Ben kimlere olam sırdaş?
Kırşehir'de Hacı Bektaş,
Mevlam şu taşa can versin!

 Tutulmaz güneşin dalı,
Sorulmaz yoksulun hali,
Tanrı'nın arslanı Ali,
Mevlam şu taşa can versin!

 Bebek uyandı bakıyor,
Kundağ içinde yatıyor
Gözlerinden yaş akıyor,
Ürgülerim nenni, nenni.

 Gözlerinden yaş akıyor,
Emzireyim, nenni nenni.