4 Şubat 2014 Salı

anlam onu yitirene lazımdır, hurufi


Teke zortlatmasından söz ediyordum Remzi'ye, Karadeniz'de Lazların, Akdeniz'de Yörüklerin hastalıklı bir neşeyle son derece basit bir melodiye son derece basit figürlerle saatlerce nasıl eşlik edebildiklerini, hatta bu oyun havalarının yarattığı coşkuya karşın ( ikide de gel, üçte de gel, dörtte de gel, beşte de gelirsen eve almam vs. ) ne denli anlamsız sözlere sahip olduğunu anlatıyordum.
 - " Anlam onu yitirene lazımdır " dedi....

Hurufi

3 Şubat 2014 Pazartesi

çare kiyarüstemi, günseli ışık

Jean Luc Nancy, Abbas Kiyarüstemi filmlerini incelediği çalış-masında İranlı yönetmenin dünyasını farklı yönlerden anlamaya çalışıyor. Kiyarüstemi sinemasına güzelleme niteliğindeki kitabın en vurucu bölümü ise sonda yer alan söyleşi.
 
Yaşlı dünyamız hadi neyse de daha gençliğinin baharında diyebileceğimiz, sanatların en küçük kardeşi sinemanın da her şeyi görüp geçirdiği düşüncesine inanmak zor. Hani moda tabirle, insan gerçekten hayret ediyor! Fransız filozof Jean Luc Nancy ise bu şaşırma eşiğini çoktan aşmış ve durumu kabullenmiş görünüyor. Aksi halde, Abbas Kiyarüstemi sinemasına güzelleme niteliğindeki Filmin Apaçıklığı adlı kitabında şu satırlara yer vermezdi: “Artık onunla ilgili bir şeyler keşfetmeyeceksiniz; büyülü fenerin önünde çocuklar gibi şaşıracak da değilsiniz. Zaten çok sayıda sinema türünü ve mitini meydana getirdiniz ve sonra da yıktınız. Sinemanın gerçeklikle ve yanılsamayla, tarihle, rüyayla ya da efsaneyle ilişkisi üzerinde çok çeşitli biçimlerde oynadınız; imge, filmleştirme, filme alma ve montaj teknikleri üzerinde de. Kullanım şekli ve zamanla birlikte, tüm temsil olanaklarını kat ettiniz. Fakat böylelikle artık tam olarak ne temsil üzerine ne de temsili bir bakış olan bir bakışın olanağını da yavaş yavaş ortadan kaldırdınız.”

Minyatür-sinema ilişkisi
Mevlana’nın “Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” sözünün bu sözler içindeki muhtemel yerini şimdilik bir yanda tutalım ve Nancy’nin sözlerinin izini sürelim. Başta da dediğimiz gibi, sinemanın çok kısa sayılabilecek bir süre içinde dilini geliştirme arayışı bakımından hızla mesafe aldığı, neredeyse ‘denemedik şey bırakmadığı’ bir gerçek. İşte bu sebeple Nancy, Kiyarüstemi’nin ‘kendiliğinden’ diyebileceğimiz bir bakışın davetçisi olmasını anlamlı ve ayırt edici buluyor. Bakışın cazibedar ısrarlarla davet edildiği değil, çelindiği ve sadece gösterilmek istenen tek bir noktaya odaklandırıldığı -daha basit söylersek resmen manipüle edildiği- bir medium’da bakışın serazat olup gezinmesinin önemi, dikkat çekmek istediği. Bu düşüncesini savunurken de çok isabetli bir biçimde minyatüre işaret ediyor. Gerçi onun işaret sebebi, bir imge benzerliği daha çok. Kiyarüstemi filmlerinin zikzaklı yolları ve tepedeki tek yalnız ağaçlarıyla minyatür görselliği arasındaki benzerlikten bahis açıyor. Bahsin satır aralarında ve Nancy’nin, Kiyarüstemi filmlerinde bakışa sunulan geniş alandaki unsurlardan tek tek bahsedişinde ise minyatürle asıl benzerliği yakalayabilirsiniz; hem de tam yazarın ısrar ettiği ‘bakışın işlevi’ noktasından. Farklı zaman ve mekânları tek satıhta birleştirebilen ve bu esnada gözü yönlendirmeyip her bakışta yeni bir şey görme imkânı veren fakat bu şekilde de gözün, her şeyi bir çırpıda görüp hâkimiyet kuramayacağını hatırlatarak bir göz/bakış terbiyesi sunan minyatürlerle Kiyarüstemi filmlerinin hemen hemen aynı işlevi üstlenen kareleri...

    Sadece görsel yönden değil hikâyeleştirme açısından da kurulabilecek bir paralellik bu. Ama isterseniz buradaki benzetmeyi görsel değil de edebi sanatlardan yapalım. Şöyle diyelim mesela; Yunus’un sözlerinin ilk anda çok basit algılanması fakat aslında derin bir imbikten geçirilip söylenmiş olmasındaki kıymet. Ya da “Zannetme ki şöyle böyle bir söz/ Sen dahi söyle böyle bir söz”deki incecik ayrıntı... Karşılığında mesela Arkadaşın Evi Nerede? filminde, arkadaşının yanlışlıkla kendi çantasına karışan defterini verebilmek için çalmadık kapı bırakmayan Ahmed’in yolculuğu, klasik hikâye anlatımına göre bir neticeye varmaz. Ancak bu, yolculuğu yorumlamamıza engel midir?

    Nancy’nin, bir deneme niyetiyle başlayıp sonradan kitaplaştırdığı çalışma, bu ve buna benzer sorular çevresinde; bakış, gerçeklik, yuvarlanan şey, apaçıklık, saygı gibi başlıklarla ilerliyor. Yönetmenin ‘Koker Üçlemesi’nin ikinci filmi olan Hayat Devam Ediyor’a ayrılan bir bölümün de olduğu kitapta en vurucu kısımsa sondaki mülakat. Zira burada ilginç bir biçimde depremle ilgili filmlerin, Nancy’nin aklına Zilzal suresini getirdiğini, buna mukabil Kiyarüstemi’nin bunu hiç düşünmediğini söylediğini görüyoruz. İşte film yorumlamanın güzel yanı da bu.

Günseli Işık
Zaman Gazetesi

bay muannit sahtegi'nin notları, vüs'at o. bener

Yine öldürgen bir intihar sabahı, yirmi miligram nobraksin almama karşın, ellerimin titremesini önleyemiyorum; kaydın bay Muannit Sahtegi, yapma, seni konuşmak değil, yazmak kurtarır derken, yani günlük adı altında ilk üç beş tümcenin yazıldığı günden tam üç yıl sonra, yeniden başlamayı deniyorum.
---
Kolay suçlanabilen: zaman.Beni geride bırakan, koyup giden.Ne atbaşı koşabiliyoruz, ne yarışı önde götürebiliyorum.Böylesine amansız, çılgın, yenik boğuşma.
---
Ne çok ayrıntı yaşamın canına okuyor.
---
Pki ne demeye bu çapraşık birliktelik zincirini kırıp atamıyoruz?İkimiz de ödlek, zayıf insanlarız.Birdenbire çökmedim, çökerek bu günlere geldim, hiç kimseyi hele oncağızı suçlamaya kalkışmamalıyım.Gecelerim sızıncaya dek içerek, uluya uluya ağlayarak geçiyordu, gündüzleri incelik, efendilik oyunumun aldatıcılığına sığınıyordum.Bir odalı bir sofalı evimde, inimde tek başıma gebermeliydim hiç değilse.Kendimi yönetmekten yoksun yapıma bakmadan, acımaya sarıldım.Zayıfın zayıfı kurtarması olası mı?Güçlü geçinmeye ne gerek var?Hoş güçlü kişiliğine, görüntüsüne inandığım, imrendiğim nice insan tanıdım, daha büyük gürültüyle yıkıldılar.Benim yapımdakiler taze rik dalı misali kırılmıyor kolay kolay.Gerektiğinde acındırarak, edepsizleşerek, dahası saldırarak yaşamlarından kopamıyorlar.Kendimi yok etmenin her çeşidini imgeledim sadece.
---
Köleler piramidinin ustaları da, işçileri de, taşları da biziz.
---
Kaç türkümüz iyimser?Ağıt yakmaktan, diz dövmekten hiç kurtulduk mu?İyi ki, folklor ekiplerimiz çoğaldı da, bol ayak oyunlarıyla gönlümüz şenleniyor.
---
Yarın uğrayacağım bankaya, arkamdan birkaç canıyanığın teneke çaldırmasına karşın, pak alınla çekilip gittiğim devlet memuriyetinden bağlanan üç aylığın üçte birini alıp Fatoş'çuğun bir haftalık tatil giderini sağlayacağım.Aman ne büyük özveri!Oldu olacak, "Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm" deyiver bari.
---
İnşallah ayrın tepeüstü gider, yere çakılır uçağımız.Kimseye değil, kendime acırım.Acımaya zaman kalırsa.Oysa biliyorum, sağ salim ineceğiz yere, döneceğiz.Yapılacak toplantıda bilgi akrobatlığımın nice şaşırtıcı olduğunu kanıtlamaya çalışacağım.Yoksa sünepe, sümsük, ağzını açmaz birileyin oturakalırsam, çabuk dürerler defterimi.'Bugüne dek verdiğiniz başarılı hizmetlerden dolayı...'
---
Gözlerimin altı torbalandı.Ölüm nasıl beklenir?Param yeterse rakı içerek, gece-gündüz birbirine karışır...Aragon'du yanılmıyorsam bu yöntemi benimseyen.Ben de ne Aragon'um ya!Alkışlarla alkışlarla geçivermedi hayat!

Vüs'at O. Bener
Bay Muannit Sahtegi'nin Notları

söz ve anlam üzerine, andrei tarkovsky




Söze karşı her birimiz suçluyuz. Söz, hakikatli olduğunda güçlü bir etki bırakıyor. Günümüzdeyse düşünceleri gizlemek için kullanılıyor. Afrika’da yalanı bilmeyen bir kabile bulmuşlar. Beyazlar, onlara yalanı anlatmaya çalışmış ama anlamamışlar. Böylesine yaratılışların mükemmelliğini görmeye çalışın, o zaman başlangıçta neden sözün olduğunu anlayacaksınız. Sözle onun manası arasındaki mesafe artık büyüyor. Çok ilginç, değil mi? Bir bilmece gibi!

Andrei Tarkovksy

wong kar-wai, şiirsel

 

"Cehennem acı çektiğimiz yer değildir, 
acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir."  
Hallac-ı Mansur

altın ve bakır filminden: eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa, yırtıp atın kitaplarınızı


"Bu hazineyi hayal edenler, bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar."


uyuyan adam


sana geldiler, kolundan tuttular seni...kendi şehrinde kaybolmuş bir yabancı olduğun için, sadece diğer yabancılarla görüşebilirmişsin gibi...yalnız olduğun için, üzerine gelen diğer yalnızları takip etmeliymişsin gibi...o hiç konuşmayanlar, kendi kendine konuşanlar, yaşlı kaçıklar, ayyaşlar, sürgün yiyenler...ceketinin etekleri yapışıyor, nefeslerini yüzüne veriyorlar...o güzel gülümsemeleriyle, ellerindeki kitapçıklarıyla, bayraklarıyla sana yanaşıyorlar: büyük davaların zavallı savaşçıları, arkadaşları için para toplayan hüzünlü şarkıcılar, tabak altlığı satan sömürülmüş yetimler, hayvanları koruyan sıska dullar...sana yaklaşanlar, seni alıkoyanlar, sana pençesini geçirenler, o iyi niyetli gerçeklerini gözüne sokanlar...ebedi sorularını, hayır işlerini, kendi bildiklerini yüzüne tüküren herkes... taşıdıkları pankartlarla dünyayı kurtaracak olan imanlı insanlar, soluk benizliler, yakası yıpranmışlar...sana hayatını anlatan, hapishanede, tımarhanede, hastanede geçen günlerini anlatan kekemeler...hecelemeyi bir düzene oturtmaya çalışan eski öğretmenler, stratejistler, su falcıları, üfürükçüler, aydınlananlar...takıntılarıyla yaşayan herkes...kaybedenler, yorgun düşenler, barmenlerin dalga geçmek için sonuna kadar doldurduğu kadehlerini dudaklarına götüremeyen zararsız canavarlar...marie brizard'ını kafasına dikerken bile oturaklı gözükmeye çalışan kürklü moruklar ve onlardan da beter olanlar... kendini beğenmişler, çok bilmişler, benciller, bildiğini sananlar...şişmanlar ve hep genç kalanlar, sütçüler ve süslü püslüler...sefahat düşkünü alemciler, briyantinli gençler, kokuşmuş zenginler, aptal piç kuruları... haklılıklarından aldıkları güçle senden açıklama bekleyen, tanıklık etmeni isteyenler..geniş aileli, çocukları ve köpekleri de canavar olan canavar aileler...trafik ışıklarında sıkışan binlerce canavar...kafa şişiren dişi canavarlar...bıyıklı, yelekli, askılı canavarlar... berbat anıtların önünde dağılan bir otobüs dolusu canavar...pazar kıyafetlerini giyen canavarlar, canavar kalabalık...

Un Homme Qui Dort
Georges Perec

sözünü tamamlamışlar gibi, nar kitabı, faruk duman


Ah, Haliç'te eski bir balıktım ben.Akşamüzerleri karanlık nasıl çökerdi, çocuklar kıvrım kıvrım uzanırlardı deliklerinde.Taşlar öyle büyürdü, yorgunluk parmaklarımın ucunda böylece, bir taş olup ağırlaşırdı benim.Eski günlerde, ağırlığımın beni çıkarıp dalgaların sesinde, kıyıya öyle ağır ağır çarpan sesinde dolaştırabileceğini düşünürdüm.Olmazdı tabii, olmazdı, kaygıyla akanların arasında bir yerim olabileceğini ise hiç düşünmezdim.Yorgundum çok.Acıların etimi sertleştirdiğini bilirdim elbette, ama o yalnızlık, o kimsesizlik duygusu, alıp giderdi benliğimi.Böyle miydi, böyleydi en çok.O yorgun öğleden sonraları düşünürdüm bunu ben, hem, kollarımda artık beni taşıyacak bir gücün de kalmadığını, hiç mi hiç kalmadığını, rüzgar nasıl usulca, alaycı rüzgar.Eserdi. Sen o hafta sonlarında, yağmurluğunu sırtına geçirip gelirdin.

Eve gelmişsiz.
Basamakları ayakuçlarımızda çıkıyoruz.
Çoraplar dışarı.
Paçalar yukarı.
Dereyi görmediğimiz için.
"Uyur idik uyardılar, diriye saydılar bizi"yi çalıyor ıslıkla.Bu anlaşılıyor.
"Ne zaman bitti," diyorsun, "yahu anlatsana"
"Bu sabah" diyor, "nesini anlatayım, hadi başlayalım artık"
"Bırak" diyorum, "amma meraklısın ha"
"Sen sus" diyorsun, "sana ne"
"Olur mu" diyorum.
Gözlerimi deviriyorum sonra.
Sözünü tamamlamışlar gibi.

Faruk Duman
Sözünü Tamamlamışlar Gibi
Nar Kitabı

ne kitapsız ne kedisiz, bilge karasu


Bir gün gelir, yenilik diye görünen değişikliklerin birçoğu, belki birtakım yenilikler de, insana bir yürek acısı verir hale gelir; alışılmış (kendini uyarlamanın yolu bulunmuş), sevilmiş (gönül bağları kurulmuş), içinde (ne çabalar pahasına)yerleşilmiş durumlarda iç sızlatıcı, ürpertici gedikler açar bunlar.Dünyayı bir açılma olanağı, bir çeşitlilik kaynağı olarak gören çağın karşısında, insanın kendi içine kapanmağa, gedikleri elden geldiğince yamamağa, büzülerek, dünyaya açtığı yüzeyi daraltmağa, azaltmağa çalıştığı bir çağdır bu.

Bilge Karasu
Ne Kitapsız Ne Kedisiz

miguel, alfredo gomez cerda, walt whitman

Anne babaların çocuklarına sıklıkla söylediği bir tembih sözüdür; ‘sakın yabancılarla konuşma!’ Kahramanımız Miguel, eğer anne babasının sözünü dinleyen bir çocuk olsaydı, bu kitap kesinlikle çok sıkıcı olurdu. Şimdi bildiğiniz tüm tembihleri unutun ve akıllı, duyarlı, tatlı yürekli Miguel’le tanışın!
Sıradan bir çocuktur Miguel; en azından hikayenin başında. Arkadaşlarıyla top oynar, televizyon izler, bilgisayar oyunlarına bayılır ve her haftasonu ailesiyle alışveriş merkezine gider. Annesiyle babası, açıkçası pek de ilginç kişilikler değildir. İş hayatının yoğunluğunda sürekli koşturan, rutinle beslenen insanlardır… Ama Miguel’in hiçbir şeyi eksik değildir. Hatta babası seyahate giderken ondan ne isteyeceğini bilemeyecek kadar çok eşyası olduğunu farkedip şaşırır! Tam da bu döngünün ortasında bir gün alışveriş merkezinde kaybolur ve ailesini ararken karşısına yaşlı, garip bir adam çıkar. Üstü başı dökülen, yiyecek bir parça ekmek bulmak için çöpleri karıştıran bu adam, cebinden Amerikalı ünlü şair Walt Whitman’a ait bir şiir kitabı çıkararak büyülü bir dünyanın kapılarını aralar. Kitaptan okuduğu üç satır, Miguel’in hayatını değiştirecektir:

‘Her gün dışarı çıkan bir çocuk vardı
 Ve baktığı ilk şeyde
 Dönüşüverirdi o nesneye.’
Bu satırları duyduktan sonra dünyası tepetaklak olan fakat bir taraftan da sıkıcı ve sıradan yaşamından sıyrılarak etrafını fark etmeyi öğrenen Miguel, empati kurma konusunda hayranlık uyandırıyor. Evde çalışan Perulu Casilda, trafik ışıklarında su dolu kovalarla bekleyen Chiqui ve Loren, sırlarla dolu Mario, dilsiz küçük kız Afrika ve öğretmen Don Alfonso, Miguel için çok daha anlamlı hale geliyor. Dönüştükçe dönüşüyor, büyüyor Miguel! Gündelik hayatın akışında yanlarından geçip gittiği insanların aslında ne kadar zor koşullarda yaşadıklarını, geçmişlerinde ve hatta bugünlerinde büyük acılar barındırdıklarını öğreniyor, biraz canı yansa da… Ama büyümek böyle bir şey işte… Güle ağlaya olgunlaşıyor Miguel. Sizi de biraz ağlatıyor, benden söylemesi!
İspanyol yazar Alfredo Gómez Cerdá’nın daha önce başka kitabı Türkçeye çevrilmemiş. Oysa yüze yakın kitabı bulunuyor. Çocuk ve gençlik kitaplarıyla, tiyatro oyunlarıyla birçok ödül almış. Fransa, İtalya, Meksika, Norveç, ABD ve Kore kıymetini kavrayıp birçok kitabını yayımlamış. İletişim Yayınları sayesinde Türkiye de bu ülkeler arasına girdi. Üstelik Miguel, kısa sürede ikinci baskıyı yaptı. Orijinal adı; Cuando Miguel no fue Miguel. İspanyolca bilen bir arkadaşıma sordum ‘Miguel, Miguel olmadan önce’ anlamına geldiğini söyledi. Onun yalancısıyım. Ama bu açıklamayla kitap daha da güzelleşti. Dilerim çocuğunuzun dünyası da Miguel’le güzelleşir. Artık bu ayrımları yapmak çok zor biliyorum ama 9 yaş ve üstünün kitabı daha iyi kavrayacağına inanıyorum.
Son olarak; kapaktaki o yaşlı, sakallı, şapkalı adamın Walt Whitman’a ne kadar benzediğini söyleyip gidiyorum. İyi okumalar…

Gökçe Gökçeer

zahrada (1995), martin sulik/rousseau, wittgenstein


"Hepimiz sahte bir onurun kurbanlarıyız.
                                 Yaptıklarımıza ötekilerini inandırmaya çalışırken, yaşayamıyoruz."



                      
                             "Bu lüks, kutsal masumiyeti yok etmeye cesaret ettiğimiz için verilen bir ceza."


          "Bence bugünlerdeki eğitim, acıya katlanma gücünü azalttı.Bugün, çocuk orda iyi zaman
geçiriyorsa, okul iyi okul demektir.Acıya katlanma gücü umursanmıyor bile.İşe yaramayacağı düşünülüyor."




Not: Jacob'un seyr-i süluk'una şahitlik etmemize vesile olan, Selim Rıza Yüksel'e teşekkür ile...

İzleme Linki : http://politikfilm.net/1051-bahce-zahrada-the-garden-filmi-izle.html