18 Kasım 2012 Pazar

ulrike meinhof


Kadınların, çocukların ve yaşlıların üzerine napalm bombaları yağdırmak değil, buna karşı çıkmak canilik oluyor...Köyleri haritadan sildiren ve kentleri bombalatan politikacıları onaylamak değil, bu politikacılara pudding ve lor peyniri atmak kabalık oluyor.

Ulrike Meinhof

futbolun tekniğe sığmayan dili: özkan sümer


 *** Özkan sümer, zannedersem Zonguldak'ta antrenörlük yaparken, takımın bitmek bilmez gol sıkıntısini çözmek üzere, zamanın kalburüstü forvetlerinden biri, Ayhan olabilir ismi, epey de bir para dökülerek alınır.Ama futbol iste, bekleneni veremez."Bu maçta patlayacak, olmadı diğerinde patlayacak" derken, neredeyse ligin sonu gelir.Ayhan bir türlü patlayamaz.Son maçlardan birine çıkarken Ayhan, Özkan Sümer'in yanına gelir:

”Hocam” der, “gerçi şimdiye kadar pek iyi gitmedi, ama merak etmeyin, bu maçta yüzünüzü güldüreceğim.”

Sümer bir öksürür ve yapıştırır:

- Oğlum Ayhan, ben ligin başından beri sana gülüyorum zaten.

*** Bir maç esnasında maçın sonlarına doğru yedek kulübesinden birisine ısınması için el eder.İlgili futbolcu (Küçük Soner olabilir) ısınmak için oturduğu yerden kalktığı anda Özkan hoca şöyle bir cümle kurar: "ulan amına koyim sen de işe yarasan zaten yedek kalmazdın ya, neyse"

dünyanın sonu, samuel beckett



Bir zamanlar dünyanın sonunun geldiğini sanan bir deli tanırdım.Resim yapardı.Çok severdim onu.Onu görmeye akıl hastanesine giderdim.Elinden tutup pencereye sürüklerdim.Baksana! İşte! Boy atmış onca buğday! Orada da! Bak! Balıkçı yelkenlileri! Bütün bu güzellikler! Elimden sıyrılır, korku içinde köşesine dönerdi.O sadece küller görmüştü..Bir tek o kurtulmuştu.Unutulmuştu...

Samuel Beckett

bir acıya kiracı, metin altıok, yunus dişkaya

Yunus Dişkaya-Bir Acıya Kiracı


sen ey kendiyle yetinen;
fosforun yeri gece.
ne yapar gecesiz ateşböceği?
belki anlamsız ve delice
kumrunun inanılmaz yuvası
bir direğin tepesinde.
ama boşluktur biraz da
bir kuşu biçimleyen.
bence böyle seni bilemem.

sen ey kendiyle yetinen;
ne derlerse desinler
su eğimine gidecek.
sen şaraba banılmış ekmek;
deltasıyız bütün sözlerin
ve söz sonunda bak nasıl
senle bana gelecek.

sen yarım kalmış bir aşkın
kaçınılmaz sürgünü,
katlanan göğsündeki kayaya
sen orda şimdi bir hüznü köpürt,
ben bir çocuğa su vereyim burda.
ben ki kiracıyım bir acıya

sen imzalarsın sabah akşam
defterini bensizliğin,
bense kanla öderim
kirasını kaldığım evin.
bir takvimi tersten açardık
eğer isteseydin.

sen ey kendiyle yetinen;
artık suyumuz bulanık,
bir güneş bile olsa sonunda
yolumuz kırık, önümüz karanlık
ve ağır tuğrası alnımızda
padişah yalnızlığın
ama yine de umudumuz kalabalık

Metin Altıok

biz içindeyken yetişemiyoruz. keçecizade izzet molla'dan...

Bir ramazan günü, iftardan sonra topluca teraviye kalkılmış.Ama imam iki secdeyi bir edecek kadar hızlı kıldırıyormuş namazı.Daha beş dakika olmadan, onuncu rekat tamamlanmış.Tam o sırada aceleyle dışarıdan gelen birisi, "hazır abdestim varken, ben de cemaate yetişeyim" diyerek safa gireceği sırada, cemaat selam verince, İzzet Molla adama dönmüş:
"Be adam" demiş, "Biz içindeyken yetişemiyoruz.sen dışarıdan geldiğin halde, nasıl yetişeceksin?"

sefiller, nihat genç


Dün öğrendim bir hafta önce ölmüş, kimsesizler mezarlığına kaldırılmış hurdacı Özcan ağbi. Özcan ağbi elli kilo var yok Ankara’nın en hırpani adamı, suratı eski tozlu kısmen kurtlanıp yırtılmış kararmış eski kağıtlar gibi. İki büklüm sakallı bir sinek kadar zayıf, tam bir dilenci. Bu yazın meşhur elli derece sıcağında dahi çıkartmadı kirden kararmış paltosunu yağlanmış bir kat tozlu kalın ciltli kitaplar gibi. Ne zaman sahafa gitsem kalın paltosu içine sivrisinek kadar küçücük başını çekmiş, sigarasını içiyor oluyordu.

Daha iki hafta önce Kızılay’da yıkılan Fransız Kültür inşaatının cadde tarafı kaldırımında yere birkaç kağıt mendil koymuş satıyordu. Eski topçu menecer arkadaşlarla önünden geçiyorduk, çömeldim, kulaktan kulağa sağda solda bir şey var mı diye konuştuk, arkadaşlar bir yazarın bir dilenciyle kulaktan kulağa böyle hararetli dakikalarca ne konuşur sorusuna, bizim de menejerlerimiz bu hurdacılardır, şakayla karışık geçiştirdim.

Hangi işi yapsa sırtındaki palto ve ağzındaki marlboro sigarası üniforması gibiydi, hangi iş, her iş’in bir fırıldağı, her fırıldağın bir nam salmış ustası vardır, hurdacıdan ne bekliyorsunuz tiyatroya kokteyle giden beyler gibi giyinemezdi, çek senet tarih imza kravat banka kredileriyle çalışamazdı.

Özcan ağbi öldü onu tanıyanların hafızasında meşhur kaskatı kirli paltosu ve fırıldak dümen hikayeleri hiç ölmeyecek. Hurdacılığında kitaptan anlarım havasıyla ağır bilmiş konuşup kılığından çok başka bir soyluluk verirdi, en çok da bir zamanlar neymişiz havası, insan hayal edemeyeceği yere palavralarıyla kestirmeden gidebilirdi, ağzın laf yapabiliyorsa bir hurdacıyı soylu bir İngiliz lorduna dönüştürebilirdi, bu lafların ne kadarını yiyorsan o kadar kerizinden müşteri namzeti değilse dinleyicisi olabiliyordun.

Sahaflara, sabahları sokak sokak topladığı kitapları çuval hesabı torba hesabı üç-beş liraya satardı. Müşteriliğin de bir ahlakı vardır, Özcan ağbi’den kitap almaz satmasını bekler sonra sahaftan alırdım. Bir roman dolduracak kadar öğleye doğru henüz kapısı açılmamış sahaf önlerinde sıkılmışlığım laflamışlığım çoktur, konuşmaları 60’lı yılların Türk sineması saflığında kalmış, yarısı palavra, yarısı sıkı hikaye, yarısı boş hayaller, yarısını yemiş yarısını yutmuşumdur, yarısı kaymış bir hayatın iltihabı, uflar puflarla zehir gibi çaylarla deşip irin irin patlatmak gibi, ama neyi anlatsa hala fare avlayan bir sinsi tezgah kurgusu çakal tuzağı kokusu doluydu.

7 Kasım 2012 Çarşamba

fahriye abla, özdemir erdoğan


 
Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın,
Hâlâ dağları karlı Erzincan'da mısın?

                                                                                             Ahmet Muhip Dıranas

tek yön, walter benjamin


Pulların üstünde ülkeler, denizler sadece vilayetlerdir; krallar sadece renkleri hoşlarına gittiği gibi üstlerine boca eden rakamların paralı askerleridir.Pul albümleri büyülü başvuru kitaplarıdır, monarşilerin ve sarayların, hayvanların ve alegorilerin ve devletlerin sayıları tespit edilmiştir içlerinde.Postanın dolaşımı bunların uyumu üzerine kuruludur, nasıl ki göksel sayıların uyumu üzerine gezegenlerin dolaşımı kuruluysa.

***

Pullar büyük devletlerin çocuk odasında takdim ettikleri kartvizitlerdir.

***

Suçlunun öldürülmesi ahlaki olabilir- öldürülmesinin haklı çıkarılması asla.

***

Bütün insanları besleyen Tanrı'dır, yetersiz besleyen ise devlet.

***

Para ile yağmur sıkı sıkıya ilintilidir.Havanın kendisi bu dünyanın durumunun bir göstergesidir.Rahmetirahman ise bulutsuzdur, hava şartlarından haberi yoktur.Üzerine hiçbir paranın yağmayacağı bir mükemmel mallar memleketi de gelecektir.

***

Banknotların üzerindeki rakamların etrafında oynaşan masum yavrular, tanrıça kılığında elinde kanun levhaları tutanlar ve kılıcını kınına sokan zırhlı kahramanlar-kendi başına bir dünyadır bu: cehennemin cephe mimarisi- 

***
Morötesi ışınları gibi hatırlayış hayatın kitabında herkese, uzgörü olarak metni tefsir etmiş o görülmez yazıyı gösterir.Ama maksatları değiş tokuş etmek, yaşanmamış ömrü birçabuk yaşayıp bitiren, aşındıran, kirletilmiş halde bize geri veren iskambil kağıtlarına, ruhlara, yıldızlara teslim etmek cezasız kalmayacaktır; bedeni dolandırıp onu kaderin cilveleriyle kendi toprağında boy ölçüşerek onlara galebe çalma gücünden etmek cezasız kalmayacaktır.

***

Sevene sevilen hep yapayalnız görünür.

Tek Yön
Walter Benjamin

saçayağı, ahmet uluçay

resim: ahmetcoka
1980'lerin başında yayınlanmıştır.
Ahmet Uluçay'ın 1980'lerin başında yayınladığı bir hikayesi...                        
SAÇAYAĞI 

Bizim mahallede seksenini aşmış üç tane dul komşu vardı. (Onları senin de tanımanı isterdim.) Bunlar, daracık, çıkmaz bir sokağın en dibinde, yerden bir karış yükseklikteki sekiye otururlar, kirmanlarını döndürerek peygamberlerden, melâikelerden konuşurlardı. Arada bir de, sokağın tozları içinde oynayan torunlarına göz kulak olurlardı.Bu kadınların öyle güzel muhabbetleri vardı ki!.. Kulakları ağır işittiği için, içlerinden birisi konuşurken diğer ikisi başlarını ona uzatırlar, saçayağı gibi olurlar; sonra gülümseyerek geri çekilir, kirmanlarını döndürmeye devam ederlerdi. Onların bu hâllerini gören, gizli bir şey konuştuklarını sanabilirdi.Bir gün bu kadınlardan biri hastalandı. İki gün hasta yattı. Üçüncü gün de, sessiz sedasız ölüp gitti. Çocukları, torunları, “Yaşı yetmiş işi bitmiş” diyerek ardından pek ağlamadılar. Geri kalan diğer iki kadın da, sanki önceden üç kişi değillermiş, hep iki kişilermiş gibi onun eksikliğini duymadan kirmanlarını döndürmeye devam ettiler. Bir ayağı kırılan saçayağı, ne sendeledi, ne yıkıldı.Gün geldi, bu kadınlardan biri daha yatağa düştü. Zâten bu da beklenen bir şeydi. Kimse telaşlanmadı. Onu köy evlerindeki toprak tabanlı; loş, el kadar bir pencereyle aydınlanan odadaki yer yatağına yatırıp öleceği günü beklemeye koyuldular.Saçayağının dikilen son ayağı, gece gündüz hasta arkadaşının başındaydı. İdâre lambasının sarı, cılız ışığı altında, yarı görmez gözlerine işkence ederek Kur’an okudu; üfledi; onu ölünceye kadar bir ân olsun yalnız bırakmadı.Zâten hasta kadının fazla yatmasına gerek kalmadı. Bir kuşluk vakti, iyice kötüleşti. Yarı bayılıyor, yarı Kelime-i şehâdet getiriyor; Yemen’de şehit düşen kocasını sayıklıyordu. Uzak-yakın, hını-hısımı başındaydılar. Kur’an sesleri arasında, içleri burkularak ona bakıyorlardı.Bir ara hasta, güç-belâ, nefes nefese, yüksek bir yere yetişmek ister gibi, dirseğinin üstünde doğrulup kolunu yukarı uzattı. Başından örtüsü kaydı. Sütbeyaz, seyrek, örgülü saçları yastığının üstüne döküldü. Sonra uzandığı yerden bir yiyecek almış gibi ağzına alıp gevelemeye başladı. Hiç dişi olmadığından, geveledikçe çenesi burnuna değer gibi oluyordu. Şaşkın bakışlar altında, bu hareketi birkaç kere tekrarladı. Daha sonra, sağ yanına, duvara döndü. Avucunu oluk gibi yaparak gırtlağı yukarı gide gele, hayalî bir çeşmeden su içti. Elinin tersiyle ağzını silerek, bir “Oh!” çekti.Saçayağının dikilen son ayağı, elindeki Kur’an’ı katlamış, hasta arkadaşına gülümseyerek bakıyordu.-Kız, dedi; sen neler yapıyorsun öyle?Hasta Bin bir zahmetle gözlerini ona çevirdi:-Cennet meyvesi yiyorum, dedi; cennet ırmaklarından su içiyorum.-Kız azıcık da bana versene! Hep kendin mi yersin, kendin mi içersin?Hasta kadın, kendine eziyet ederek gene yukarı uzandı; hayâlî meyvelerden koparıp arkadaşına verdi. Sonra sağ yanına döndü; hayâlî su dolu avucunu arkadaşının ağzına götürdü. O da tıpkı hasta gibi, meyveyi yedi; gırtlağı gurk gurk ede ede suyu içti. Önce dudaklarını yaladı; sonra ısırdı. Başını iki yana sallayarak:-Pek tatlıymış kız! dedi.Bu onun son sözü oldu. Kimsenin yüzüne bakmadan ağaya kalkıp kapıya doğru yürüdü. Kapıda durup arkadaşına bir daha baktı. Onun kendisine güç-belâ ama içten gülümsediğini görünce, kapıyı açtı; çıkıp gitti.Hastanın yanındakiler, onların bu hallerini, kendilerine has bir şaka sanıp gülümseyeceklerdi ki, gülümsemeleri dudaklarında donuverdi. Hasta, hemencecik, Kelime-i şehâdet getirip ölmüştü. Ağzına bir bardak suyu yetiştiremediler.Ölü yıkandı;kefene sarıldı, tabuta kondu. Sonra köyün en kenarındaki musalla taşında namazı kılındı. Ardından ağladılar; ağıta benzeyen bir iki şey söylediler. Saçayağının dikilen son ayağı hiç ağlamadı. Evde kalmış kart kızların, düğün alayının arkasından bakması gibi, cenazenin ardından baktı. Dişsiz ağzını geveleyerek dilinin ucuyla, dudaklarında, o hayâlî meyvenin tadını aradı.Akşam karanlığı çökmüştü. Köy bir garip kederli sessizlik içindeydi. Aradılar; saçayağının dikilen son ayağını bulamadılar. Yatsıdan sonra çıkıp geldi. Tarladan dönen köylüler, onu Gökçepınar’ın başında otururken bulup getirmişlerdi. Orada ne aradığını sordular; ağzından bir kelime çıkmadı. Artık onun için, “herhalde bunadı.” dediler.İkinci gün, gene ortalıkta görünmedi. Bu sefer köyden epeyi uzaktı. Kırlarda, kuru otların dikenlerin arasında, kendini bilmez bir şekilde gezinirken buldular. Kollarından tutup köye getirdiler. Duymuyor, konuşmuyordu. Boyuna dişsiz ağzını geveliyor, uzaklara bakıyordu.Onun bu hâlini arkadaşının ölümüne yordular. “Kırlarda başına sıcak geçmiştir, kendine gelir” umuduyla, serin bir odaya yatak serip yatırdılar. Aynı gün ikindiye doğru,ortalığı hiç telaşa vermeden, dudaklarında hayâlî meyvenin tadını arayarak o da öldü; unutuldu gitti.

Ahmet Uluçay

karacaoğlan, cem karaca

Karacaoğlan - Cem Karaca