5 Temmuz 2018 Perşembe

dr. jekyll ve mr. hyde, robert louis stevenson, çizgi film: trt (1988)

Dr. Jekyll ve Mr. Hyde
Trt-1988


Tanrı eliyle bağlanmış bağları çözmemeli insan;
Çalıların ve rüzgârın çocukları olalım her zaman.
Evden uzak, ah, ikimiz için çiçeğe duru hâlâ
O güzelim katırtırnakları kuzey diyarında.
                                                                    Robert Louis Stevenson


Tanrı yasasında zamanaşımı diye bir şey yok ki.Evet, öyle olmalı; eski bir günahın hayaleti, gizlenmiş bir yüz karasının kötücül uru: Bellekte yitip gittikten ve kendine duyduğu sevgi kabahati örtbas ettikten sonra ceza ağır aksak da olsa peşinden geliyor.
---



Takımyıldızların gökyüzünden bana baktıkları avludan geçerken, uykusuz gecelerinde böyle bir yaratığı ilk kez görüyor olsalar gerek dedim kendi kendime; kendi evimde bir yabancı gibi koridordan gizlice geçtim; odama girince, Edward Hyde'ın neye benzediğini ilk kez gördüm.



---
Hyde'ın gücü Jekyll'ın güçsüzleşmesiyle birlikte artmış gibiydi.Ve besbelli, onları ayıran nefret artık her iki yanda da eşitti.O nefret Jekyll için yaşamsal bir içgüdüydü.


---
Gerçekten de, her ikimizin de tepesine çökmekte olan kaçınılmaz son, Hyde'ı daha şimdiden değiştirmiş ve perişan etmiş bulunuyor.Yarım saat sonra, yeniden ve ebediyen o nefretlik kişiliğin suretine büründüğümde, koltuğumda nasıl tir tir titreyerek gözyaşı dökeceğimi ya da bu odayı (bu dünyadaki son sığınağım) bir aşağı bir yukarı arşınlarken, hayra yorulmayacak her sese büyük bir gerginlik ve korkuyla kendimden geçerek nasıl kulak kesileceğimi biliyorum.Hyde, darağacında can mı verecek?Yoksa son anda kendinden feragat etme cesaretini gösterecek mi?Tanrı bilir; benim umurumda değil; ben ölümün eşiğindeyim, bundan sonrası benden çok başkasını ilgilendirir.Onun için, kalemi elimden bırakıp itirafımı mühürlerken, bahtsız Henry Jekyll'ın hayatına son veriyorum.



Robert Louis Stevenson
Dr. Jekyll ile Bay Hyde
Tuhaf Bir Vaka

bela tarr'ın sinema evreninde hayvan, ertesi zaman, jacques ranciere

Torino Atı (2011) Açılış Sahnesi

"3 Ocak 1889, Torino.Friedrich Nietzsche, Via Carlo Alberto 6 numaralı evinden dışarıya gezinmek ya da mektuplarını almak için, postaneye gitmek üzere çıkar.Ondan pek uzak olmayan bir mesafede, daha ziyade ondan uzaklaşır bir vaziyette taksicinin biri, inatçı atıyla cebelleşmektedir.Tüm zorlamalarına rağmen at kıpırdamamakta, direnmektedir.Bundan dolayı taksici Guiseppe ya da Carlo ya da Ettore'nin sabrı taşar ve kırbacıyla ata vuruverir.Nietzsche olayın intikal ettiği yere gelir ve o anda öfkeden köpürmekte olan taksicinin sebep olduğu bu gaddarca harekete bir nokta koyar.Sağlam yapılı ve bıyıklı Nietzsche, aniden taksinin üzerine atlar ve kolunu ağlar bir vaziyette atın boynuna dolar.Komşusu onu evine götürür...O da, 2 gün boyunca divanın üzerinde o bağlayıcı son sözlerini fısıldayana kadar sessiz bir şekilde kımıldamadan yatar."Anne, tam bir aptalım." ve uysal ve bunamış bir vaziyette, annesinin ve kız kardeşlerinin yardımıyla bir on yıl daha yaşar.

Ata gelirsek, bildiğimiz bir şey yok."






Bela Tarr evreninde hayvan, Lanet'ten itibaren, insanın sınırıyla yüzleştiği bir figürdür: Karrer'in birlikte havladığı, birikintilerden su içen köpekler; Şeytan Tangosu'nda komüniteden tasfiye edilen inekler, mezbahadan kaçan atlar ve Estike'nin işkence ettiği kedi; Karanlık Armoniler'deki korkunç balina ve son olarak Henriette'in boynunu saran tilki kürkü.Burada ise, köpeklerin su içebileceği bir birikinti yoktur, süt verilebilecek bir kedi yoktur, oradan geçen bir sirk yoktur, soylu olan her şeyin yok oluşunu bildiren bir felaket habercisi ve kuyu suyunun cezbettiği çingene kafilesi vardır sadece.Birkaç rolü bir araya getiren at vardır: O, iş için kullanılan araçtır, Ohlsdorfer ve kızı için hayatta kalma yoludur.



Ayrıca, Nietzcshe'nin delirdiği gecenin öncesinde Torino sokaklarında kucakladığı, insanlar tarafından dövülen ve eziyet edilen attır.Ama bunun yanı sıra, sakat arabacının ve kızının varoluşunun sembolüdür, Nietzsche'nin devesinin kardeşidir, her türlü yükü yüklenmek için yaratılmış varlık.Böylece, dramın üç aktörü etrafında üç ayrı zaman örülür.Bir yanda, atı, Brown'ın ölümü gibi tahtaların ardında gizli kalacak ama babanın yuları çıkardığı ve sonra kızın ahırın kapısını çarpıcı bir do minör pedal eşliğinde kapadığı üçlü finale dek yavaşça yaklaştığını atın yorgun başından ve kızın jestlerinden sezinleyeceğimiz ölüme götüren tükeniş zamanı vardır.Bu final zamanının, evin iki sakini ile suyu çekilmiş kuyu ve artık yanmayı reddeden lamba için acımasızca ilerlediğini görürüz.

d







Ertesi Zaman, Bela Tarr
Jacques Ranciere
Lemis Yayın
Çeviri: Elif Karakaya

rüzgarla yoldaş, abbas kiarostami, hamrad ba bad


Abbas Kiarostami, 
hastanede Solmaz Naraghi'den 'Nobahari'yi dinliyor.





...
iki yusufçuk biri dişi biri erkek
birbirlerinin yanından geçiyorlar
meşe ağaçlarının arasında

iki fahişenin öfke dolu karşılaşması
kiliseden çıktıkları vakit
pazar akşamında

birkaç
eski püskü otomobil lastiği
hasta bir köpek
gözcülük yapıyor
bedavaya


deprem
viran etti
karıncaların tahıl deposunu

her yüz elmadan
onu kurtlu
her kurdun payına
on elma düşüyor

küçük elma
kendi etrafında dönüyor
küçük şelalenin dökülmesiyle

sokak köpeği
kuyruk sallıyor
yoldan geçen köre

renkli meyveler
siyah giymiş yas tutanların sessizliğinde

siyah giymiş yas tutanların arasında
çocuk
hurmaya şaşkın şaşkın bakıyor


mezarcı
işe ara veriyor
bir lokma almak için
peynir ve ekmekten

iki günün emeği
örümceğin işi
viran oluyor
yaşlı hizmetçinin sopasıyla

başlıyor
örümcek
bu sefer
ağını örmeye
ipek perdenin üstünde

ay kırılıyor
pencere çerçevesinde

yeni doğmuş bir bebeğin ağlaması


birkaç okul çocuğu
kulaklarını dayamışlardı
terk edilmiş tren raylarına

yalnız bir bostan korkuluğu
başaksız bir yerde
kışın başlangıcı

kuşlar 
oyun oynuyorlar
korkuluğun ellerinin ve başının üstünde

iş sona ermiş

yüz yapraklı iki defter
sivri uçlu bir kurşun kalem
bir yığın nasihat
bir çocuk yolda

ilkokul çocuğu
eski rayda yürüyor
ve acemice taklit ediyor
trenin sesini

rüzgâr
dans etmeye zorluyor
korkuluğun yamalı hırkasını
nevruzun ilk gününde
...

Abbas Kiarostami
Rüzgârla Yoldaş

vig mihaly - kesz az egesz

       Víg Mihály - Kész az egész

ertesi zaman, bela tarr - jacques ranciere



...Mekânın bölmelere ayrılması ve yapay renkler, aksine, insan ilişkilerinin cehennemini betimlemek için oradadır.Ama seçilen araçların radikalliği, natüralizmden radikal bir kopuş ile aynı etkiyi yapar.Bela Tarr, burada pekiştirilen barok usullerden daha sonra vazgeçecektir: Rengin antinatüralist kullanımlarına gerek bırakmayan yeterince zengin bir gri skalası icat edecektir.Ve imkansız açıların, Art Deco bezemelerin gerisindeki sanatsal kadrajların veya Tiffaniy lambalar, ağır kumaşlar ve ışık haleleriyle doldurulmuş atmosferin yerine -Miklosz'un düşünceli yüzü etrafında bir tam dönüşle burada ilk örneği verilen -bedenler etrafındaki yavaş ve keskin kamera hareketinin ve plan-sekansın zamansal kaynaklarını koyar.


---

...Balonun ortasında, filmin merkezinde bulunan dört karakter arasındaki bağların kuruluşunu ve çözülüşünü görürüz.Bu dört komplocunun, şafak sökerken polis ihbarıyla mesele kapanana dek birbirlerini nasıl aldattıklarını kısa bölümler halinde görürürüz.Şeytan, onları sanki farandola dansçıları gibi dört döndürecektir.Ama şeytan, nihayetinde duvarlardan ve giysilerden geçip kalplere yerleşen sis, rüzgar, yağmur ve çamurdan başkası değildir..Bu, tekrarın yasasıdır.Bir yanda, tatil günlerinde, neşeli bir farandole'de ona teslim olan, onu taklit etmeyi göze alan sıradan insanlık vardır; diğer yanda, ondan kaçmaya çalışan hikaye kahramanları.Bir hikaye gereklidir sahiden.Ama, Kareer'in dediği gibi; bütün hikayeler, parçalanma hikayeleridir: "İçsel yğmur"a, çürüme batağına daha da saplanmak pahasına tekrar duvarının delinmeye çalışıldığı hikayeler.



Bir hikaye olması için, yağmurun ve tekrarın yasasından kaçma vaadinin olması gerekli ve yeterlidir.Lanet'te bu vaat, alıp getirmenin üç günlük bir yolculuk gerektirdiği, ne olduğu meçhul bir malın değeri üzerinden bir bar sahibinin söz verdiği % 20 komisyona karşılık gelir.













..."Kazananların" konuşmalarını ve hilelerini gülünçlüğe vardıran soru buradadır: Ne yağmura ne de tekrara karşı galip gelinir.Lanet ile Bela Tarr evrenine giren romancı Laszlo Krasznahorkai'nin yarattığı Karrer de yaratıcısı gibi Schopenhauercıdır.O, şeylerin derinlerinde yatan irade hiçliğini bilir.Yağmura, su içmek için birikintiler oluşmasını bekleyen köpekler gibi bakmak istemediğini söyler.Buna karşılık, kaçakçıya önerebileceği böyle bir köpek tanımaktadır.Bu, sevdiği kadının borca batmış kocasıdır.Sevdiği kadın, Titanik'te yarı gölgede izlediği bir kabare şarkıcısıdır, ısrarlı arpejler eşliğinde, bir alacakaranlık şarkısının aynı ölçüde ısrarlı şu sözlerini gözleri kapalı mırıldayan: "Her şey bitti.Bitti artık.Bir daha asla.Asla."




Karrer bir dörtyol ağzındadır.Kamera onun etrafında döner, yüzünün üzerinden geçer ve sırrı alıp götürür.Bir karakter olarak adlandırılmayanı ancak peçenin ardından göreblir.Böylece onu ancak ele verebilir -suç ortaklarını ele verdiği gibi- ve payına düşen tek adlandırılmayan şeyi alır: Filmin sonunda havlamalarına eşlik ettiği köpeklerin su içtiği, yağmurun oluşturduğu birikinti.


---


...Bela Tarr filmleri için eşit ölçüde gerekli iki karşıt ve tamamlayıcı özellik: Çevreyi tamamen yutma ve ona karşı bahse girme kapasitesi.Estike sahneye ilk olarak, sinemacının sevdiği bir biçimde, arkadan görünen başının ve omuzlarının geniş, gri bir alanın köşesinde oluşturduğu koyu bir leke görünümünde girer.Burada bu alan, ıssız toprağın ve alçak gökyüzünün aynı griliğe karıştığı rüzgarlı ovanın yeknesak alanıdır.Abisi, sıvası dökülmüş evden çıktığında, Estike'yi pantolonunun üzerine düşen kısacık elbisesiyle, onu korumaktan ziyade etrafını yağmur, rüzgar, sis ve çamur, evrenini adeta yoğunlaştıran aşırı uzun hırkası ve kocaman botlarıyla boydan görürüz.Çok geçmeden, o ve abisi gri çölün yuttuğu iki küçük noktaya dönüşecektir.Ama bir sonraki planda, onun bıudalalığından kaynaklanan ikinci bir meziyetin uygulama alanını görürüz: Ondaki inanma yetisi.Abisinin onu getirdiği korulukta, birlikte kazdıkları çukura, bir altın ağacı çıksın diye parasını gömer.Estike'nin budalalığı öncelikle şurada yatar: En inanılmayacak hikayelere bile inandığı gerçeğinde değil sadece, aynı zamanda her fikri düz anlamıyla anlama ısrarında.Abisinden öğrendiği "kazananların" teorisini, işkence edip fare zehriyle öldürdüğü kedisine metodik olarak uyguladığı; boş çukuru gördüğünde ve parayı ihtiyacından ötürü Sanyi'nin aldığını öğrendiğinde ise asıl kurbanın kendisi olduğunu, naifliğinden ziyade aynı teorinin kurbanı olduğunu fark ettiği bir sonraki bölüm bunu gösterir zaten.Bu bölümün geri kalanı da, Estike'yi omzuna şal niyetine attığı dantel perdeyle, sol kolunun altındaki ölü kediyle ve elbisesinin altında taşıdığıfare zehriyle yağmurun altında yürürken; ve şafak vakti, bitkilerin istila ettiği harap bir şatoda, melekler onu almaya geldiğinde hoş görünmek için saçını ve elbisesini düzelttikten ve zehrin kalanını yuttuktan sonra kollarının arasında kediyle uzanırken gördüğümüzde bunu doğrular.


---
...Gece ve şafak vakti, ıslık çalan rüzgarla ve kamçılayan yağmurla yontulan, bir gölgenin peşinden gitme kararlılığıyla yönlendirilen bu yüz bunun özetidir.İki budalalığın bu birleşimi sinematografik varlığın, bir bakışta, jestlerde, yürüyüş biçiminde aynı anda hem bütünüyle verilen, hem geri alınan varlığın özüdür.Sinematografik sanatın en müstesna yetkinliği, belki de, Edmund'un izinden giden Estike ve ilk bakışta uzak görünse de tavşan çantasıyla ve işlemeli yastığıyla Some Came Running'in Ginnie'si gibi budala figürlerinin yaratılışında yatar.Ama Bela Tarr'ın budalarının öykülerini benzersiz kılan, sisin zihinlere işlediği ve gölgenin bedenleri harekete geçirdiği ortamı, yani süreyi duyulur kılma, eylemlerin zamanına has kestirmeleri -başlangıç veya son, çıkış veya varış noktası başta olmak üzere -çekip çıkararak ona özerk bir varlık verme biçimidir.
---


...Filmin dinamiği buradadır.İnsan-örümceklerin meyhanede alkolün etkisiyle sendeleyerek ve akodeonun sesiyle salınarak dört döndükleri sırada Estike'nin çizdiği düz çizgi, yerini Irimias'ın çizdiği düz çizgiye bırakır.Sabit ve sessiz bir plan, bize kızın bedeninin uzandığı bilardo masasının ardında toplanmış köylüleri gösterdikten sonra, kamera Irimias'ın yüzünü ve onun büyük yalancı rolünü üstlendiği söylevi merkeze alır: Kızın ölümünü açıklamak; çocukların kendini öldürmesinin, komünitenin içlerindeki en zayıfları korumaktaki yetersizliğinin nedenlerini göstermek: Tüm tasarılarındaki başarısızlıklarının farkında olup bir çıkış yolu bulmaktan aciz kadın ve erkeklerin ahlaki gevşekliği.Ve her hastalık teşhisi bir tedavi önerisi sunduğundan, Irimias da bildiği tek tedaviyi belirtir: Tüm bu maddi ve ahlaki sefalete, bu güçsüzlük ve gevşeklik iklimine elveda demek, yakındaki bir köşkte örnek bir çiftlik ve gerçek bir komünite kurmak üzere oradan ayrılmak.Ne yazık ki bu tinsel ilacın dünyevi koşulu mevcut değildir: Bu tasarıyı hayata geçirmek için gerekli para.
---


...Irimias'ın söylevinde, komünizmi dünyadaki tüm sefaletin açıklanması ve tüm sefalete veda etmek için kurulması gereken gerçeklik olarak gören tüm argümanlar, imgeler, duygusal tetikleyiciler yoğun halde bulunur.Romancı, bunun alaycı bir özetini vermeyi tercih etmişti ve bu bölümü, konuşmanın mizansenini ve heyecanı gitgide tırmanan dinleyici üzerindeki etkisini gösteren bir açı-karşı açı serisi gibi kurmuştu.Ama sinemacı, sadece Irimias'ın yüzüne odaklanmak amacıyla karşı açıyı bütünüyle bırakarak, onun konuşmasını yüksek sesli bir rüyaya dönüştürerek ve bu rüyayı müzisyen Mihaly Vig'in baştan çıkarıcı sesine emanet ederek farklı bir tutum takınır.Yalancı, aynı zamanda bir hayalperesttir.Manevi tıbba başvuran düzenbaz, bedenleri ve ruhları sisin, çamurun, meslektaşlar arasındaki para meseleleriyle ilgili küçük ihanetlerin, kadınların ve bireysel veya toplu içki alemlerinin kanunlarına teslimiyetten kurtaran bir doktordur aynı zamanda.Onların yeniden "onur ve gurur" kazanmalarını sağlar.

Bu iki sözcük, bir düzenbazlığa hizmet eden tuzağı ifade etmez sadece.Bunlar Bela Tarr'ın tüm eserlerine hayat veren bir inancı belirtir: En sıradan varlıkların kendi yüceliğini ispatlama yetisi.



---
...Ertesi zaman, ne geri kazanılmış aklın, ne de beklenen felaketin zamanıdır.Bu, tüm hikayelerin ertesi zamanıdır, hikayelerin öngörülen bir son ve gerçekleşen bir son arasında kestirmeler açtığı duyusal yüzeyle doğrudan ilgilenilen bir zaman.Tüm beklentilerin boşluğunu telafi etmek için güzel cümleler kurulan veya güzel planlar çekilen bir zaman değildir.Bu, bekleyişin kendisiyle ilgilenilen bir zamandır.


---
"Bu gerçek bir hikayedir.Bu hikaye, kahramanlarımızın başından geçmedi ama geçebilirdi."
---
...Budala, algıladığını tek bir şeye, başka bir duyusal dünyaya dönüştürür.Onunla birlikte balinanın cam gözleri önünde durn seyirci, Melville'e ve kötülük sembolizmine gönderme yapıldığını düşünebilir.Ama Janos orada yalnızca, Tanrı'nın böyle inanılmaz varlıklar yaratma kudretini kanıtlayan bir mucize görür.Yarattığı, kozmosun düzenine, yani evinin duvarını kaplayan gökyüzü haritasında bakışını gridal sisteme yerleştiren ve bir bale biçiminde her akşam sahneye koyduğu düzene dahil eder.
---



...Janos'u meydana, balinanın gözüne son defa baktığı ve görünmez prensin söylediği yıkım sloganlarına kulak misafiri olduğu kamyona ve ayaklanmaya çağıran sözler kafasında yankılanırken koştuğu caddeye sürükleyen filmsel aksiyon, onların öfkesiyle meydana gelir.


Bu ayaklanma, yönetmen tarafından hem büyütülür (romanda küçük bir yer tutar) hem de gerçekdışı kılınır.Bu, Janos'u tipik denecek kadar "romantik" bir gece manzarası önünde takip eden kameranın durmasıyla başlar: Karanlığın içinde beliren, eğimli çatıları ve iki ağacın kütlesini simetrik olarak kesen kapalı pencereleri olan, ışıl ışıl aydınlatılmış iki beyaz pitoresk bina; onların arkasında, gerçek nedenini bilmiyor olsaydık bir karnavaldan geldiğini sanabileceğimiz alevler ve patlama sesleri.Biraz sonra katılımcılarını görebileceğimiz bir ayaklanma.Ama buradaki, hiç görülmemiş türde bir isyancı topluluğudur: Ne bir slogan, ne bir öfke çığlığı, ne de yüzlerine yansıyan bir nefret ifadesi; eğer ritmik adımları arasındaki uyum ve ellerindeki sopaları ortaya çıkaran ışık olmasaydı, işlek bir saatte metrodan çıktığını sanabileceğimiz bir kalabalık.Estike gibi gecenin içinde dosdoğru ilerlemeye kararlı görünürler.Ancak çok geçmeden yürüyüşün son durağı görünür: Bela Tarr'ın kamerasının karakterlerle birlikte içinden geçmeyi sevdiği o malum kapılardan birinin karanlığı delen dikdörtgeni.Alışıldığı üzere, kamera geri geri gidecektir, karanlığın içinden beliren karakterlerin tersi yönde.Ama bu sırada, ritim ışıklarla birlikte değişir: Bir hastane koridorunun kör edici beyazlığı, eşyaları parçalamak, hastaları yataklarından çıkarıp tartaklamak üzere sopalarıyla öne atılan insanları sanki yutar.Ama burada da söz konusu olan sadece jestlerdi: Kolları işini görürken gölgede kalan yüzlerinde herhangi bir nefret ifadesi, saldırdıklarına karşı bir öfke veyaz görevlerinden aldıkları  bir haz duygusu yoktur.


Yine ışığın kontrastıyla birlikte hareket durduğunda, içlerinden ikisinin yüzünü nihayet görürüz.Bu, bir duş perdesinin çekilmesiyle ortaya çıkan seramik duvarın önünde, kör edici bir beyazlık içinde duran çok zayıf, çıplak, çıkık kaburgaları ile bir mumyanın sargılarını andıran bir ihtiyarın belirdiği andır.Bu ihtiyar savunmasız ama aynı zamanda dokunulmaz bir kurbandır: Ünlü tablolardaki Limbo sakinleri veya mezarındaki Lazarus figürlerini çağrıştıran, öte dünyadan bir karakter, artık zarar vermenin veya daha fazla zarar vermenin mümkün olmadığı bir varlık.O anda, iki isyancı yüzlerini bize döner ve -yaylılar, Janos'un gezegenler dansını anımsatan piyano akorlarının eşlik ettiği bir ağıta başlarken- diğerleriyle birlikte çıkışa yönelir; ardından kareli camlar ardında göreceğimiz ve bize Mizogushi'nin filmlerindeki büyük karakterlerin bir örtünün veya bölmenin arkasından görünen gölgelerini çağrıştıran bir gölge geçidi başlar.

Ayaklanmanın seyri şöyledir: İleri doğru bir hareket, bir kreşendo ve kalabalığın herhangi bir heyecandan  yoksun olarak ve hiç bağırmadan sessizce dağıldığı yavaş bir geri çekilme hareketi.Düzenden yana olanlara nihayet her şeyi kontrol altına alma fırsatı vermekten başka bir politik -kurgusal sonucu olmayan saf maddi yıkım- bir anlamda saf sinematografik yıkım.Ama saf sinematografinin bir dizi hareketin kareografisine indirgenmesi nedensiz değildir.Bir jest silsilesi aynı zamanda belli bir duyusal dünyanın kuruluşudur.İsyancılar; vaat edilmiş yıkımı, onun korkunçluğunu ve gülünçlüğünü özetleyen yüz karşısında geri çekilirler.


---
...Filmlerinin umut habercisi olduğunu ileri sürerken Bela Tarr'ın demek istediği  muhtemelen budur.Umuttan bahsetmezler.Bizzat umutturlar.


Ertesi Zaman, Bela Tarr
Jacques Ranciere
Lemis Yayın
Çeviri: Elif Karakaya

öyle çok söyledim ki seni, mustafa köz


Göğün düşündüğüne inandırdılar bizi
ateşin iyi bir çocukluk geçirdiği söylenir
külün sevinci bundan bir daha yeşermeye
hızar gibi işliyor sözlerimiz
ben ağzınla konuşuyorum
rüzgâr rüzgârla, su suyla
belki bu yüzden şiir
bize hep küçük sokaklar getirir
bahçemize bir incir, kuşlar için
yaz gölleri gibi aydınlık, tenha
balkonlarımıza reyhanlar, hanımelleri
avlularımıza cümle kapıları, lirik güneşler

öyleydi güzelliğin, gittim geldim gün boyu
bir yağmur bir yağmura açardı ikindilerle
bir yaprak ilk görürdü ağacını
dalgın göç yolları, Piri Reis haritaları
devriamber çiçekleri, İznik evanileri, kök
                                                            kilimler

çölü üç adımda geçen yalvaçlar
taş taş üstüne koyan Lidya işçileri

(-ki kralları Krezüs'ün, deve kokusuyla
Pers bozgununa uğrayan uzun yüzlü, uzun 
mızraklı süvarilerini adlarıyla çağırdığı 
bilinir.)

bir tabletin silinmemiş son yüzü
kar altında dağ köyleri
kıyıda yıkanmış çakıllar
mor şimşekleri ellerinin

öyle çok söyledim ki seni
bir daha bir daha beyazlığın
çınlayıp durdu boşluğumda.

Mustafa Köz

still life (2013) final sahnesi






Still Life (2013)
Uberto Pasolini

çalgın, yücel kayıran


arzulanan gözün bakışında
cereyanda kalmak
imrenerek bakanın nasibi
beni izleyenler için alaydı

açık kalmış ruhun kapısından
çıkıp dolaşırdım öyle dargın
çalındım başka bir göze doğru
içimden sökülen bana salaydı

ama inmeli, ama kötürüm, ama deli

ben kendime öyle dargın dururken
bakırı çalığından koruyan kalaydı
kimse düşünmezdi pasıma yenildiğimi
sanıp eğlenerek yılışan gözler
suyun dibinde nefes alaydı

uyurdu kabın içinde büyürdü boşluk
dökülürken ben zeminde açılan delikte
kaybola kaybola içime yurt olan gayb'a
hangimiz algın diye daha sormadan
kap beni arardı

ama inmeli, ama kötürüm, ama deli

dönerdim böyle bakımsız ve hırpani
dönerdim, eve döndüğüm yer sonunda
cereyanda kaldığım yer olaydı

nasibim ıslık sesleriyle salgın
ardıma bakmazdım kap nerede diye
benden kopan bana mahsus olaydı

Yücel Kayıran
Çalgın

klaus kinski, cobra verde (1987)




"Hep bir sıradağı sırtımda taşımam gerektiğini düşümde görürüm"

Cobra Verde (1987)
WernerHerzog
KlausKinski

boşluk, akif kurtuluş - hayat, saat farkıyla


sırrı taşımaktan
daha beter bir şey var
altında kalmak sırrın

ne zaman bunu itiraf etmeye kalksam
biliyordum demenden korktum
inkâr edeceğinden, daha çok...

bir kuş sürüsü
havalanıyordu aramızdan
gölgesini unutarak avluda

sen giderken karneme baktım da
artık ben de inandım
bizi aynı sınıfa almayacaklarına

yine de isterim, bir gün, uzun bir yolda
sökülüp atılmış bir telgraf direğinin
karşılaşmak, o küçücük boşluğunda

Akif Kurtuluş
Boşluğunda
Hayat, Saat Farkıyla

Aleksey Savrasov