karanlık armoniler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
karanlık armoniler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Temmuz 2018 Perşembe

bela tarr'ın sinema evreninde hayvan, ertesi zaman, jacques ranciere

Torino Atı (2011) Açılış Sahnesi

"3 Ocak 1889, Torino.Friedrich Nietzsche, Via Carlo Alberto 6 numaralı evinden dışarıya gezinmek ya da mektuplarını almak için, postaneye gitmek üzere çıkar.Ondan pek uzak olmayan bir mesafede, daha ziyade ondan uzaklaşır bir vaziyette taksicinin biri, inatçı atıyla cebelleşmektedir.Tüm zorlamalarına rağmen at kıpırdamamakta, direnmektedir.Bundan dolayı taksici Guiseppe ya da Carlo ya da Ettore'nin sabrı taşar ve kırbacıyla ata vuruverir.Nietzsche olayın intikal ettiği yere gelir ve o anda öfkeden köpürmekte olan taksicinin sebep olduğu bu gaddarca harekete bir nokta koyar.Sağlam yapılı ve bıyıklı Nietzsche, aniden taksinin üzerine atlar ve kolunu ağlar bir vaziyette atın boynuna dolar.Komşusu onu evine götürür...O da, 2 gün boyunca divanın üzerinde o bağlayıcı son sözlerini fısıldayana kadar sessiz bir şekilde kımıldamadan yatar."Anne, tam bir aptalım." ve uysal ve bunamış bir vaziyette, annesinin ve kız kardeşlerinin yardımıyla bir on yıl daha yaşar.

Ata gelirsek, bildiğimiz bir şey yok."






Bela Tarr evreninde hayvan, Lanet'ten itibaren, insanın sınırıyla yüzleştiği bir figürdür: Karrer'in birlikte havladığı, birikintilerden su içen köpekler; Şeytan Tangosu'nda komüniteden tasfiye edilen inekler, mezbahadan kaçan atlar ve Estike'nin işkence ettiği kedi; Karanlık Armoniler'deki korkunç balina ve son olarak Henriette'in boynunu saran tilki kürkü.Burada ise, köpeklerin su içebileceği bir birikinti yoktur, süt verilebilecek bir kedi yoktur, oradan geçen bir sirk yoktur, soylu olan her şeyin yok oluşunu bildiren bir felaket habercisi ve kuyu suyunun cezbettiği çingene kafilesi vardır sadece.Birkaç rolü bir araya getiren at vardır: O, iş için kullanılan araçtır, Ohlsdorfer ve kızı için hayatta kalma yoludur.



Ayrıca, Nietzcshe'nin delirdiği gecenin öncesinde Torino sokaklarında kucakladığı, insanlar tarafından dövülen ve eziyet edilen attır.Ama bunun yanı sıra, sakat arabacının ve kızının varoluşunun sembolüdür, Nietzsche'nin devesinin kardeşidir, her türlü yükü yüklenmek için yaratılmış varlık.Böylece, dramın üç aktörü etrafında üç ayrı zaman örülür.Bir yanda, atı, Brown'ın ölümü gibi tahtaların ardında gizli kalacak ama babanın yuları çıkardığı ve sonra kızın ahırın kapısını çarpıcı bir do minör pedal eşliğinde kapadığı üçlü finale dek yavaşça yaklaştığını atın yorgun başından ve kızın jestlerinden sezinleyeceğimiz ölüme götüren tükeniş zamanı vardır.Bu final zamanının, evin iki sakini ile suyu çekilmiş kuyu ve artık yanmayı reddeden lamba için acımasızca ilerlediğini görürüz.

d







Ertesi Zaman, Bela Tarr
Jacques Ranciere
Lemis Yayın
Çeviri: Elif Karakaya

ertesi zaman, bela tarr - jacques ranciere



...Mekânın bölmelere ayrılması ve yapay renkler, aksine, insan ilişkilerinin cehennemini betimlemek için oradadır.Ama seçilen araçların radikalliği, natüralizmden radikal bir kopuş ile aynı etkiyi yapar.Bela Tarr, burada pekiştirilen barok usullerden daha sonra vazgeçecektir: Rengin antinatüralist kullanımlarına gerek bırakmayan yeterince zengin bir gri skalası icat edecektir.Ve imkansız açıların, Art Deco bezemelerin gerisindeki sanatsal kadrajların veya Tiffaniy lambalar, ağır kumaşlar ve ışık haleleriyle doldurulmuş atmosferin yerine -Miklosz'un düşünceli yüzü etrafında bir tam dönüşle burada ilk örneği verilen -bedenler etrafındaki yavaş ve keskin kamera hareketinin ve plan-sekansın zamansal kaynaklarını koyar.


---

...Balonun ortasında, filmin merkezinde bulunan dört karakter arasındaki bağların kuruluşunu ve çözülüşünü görürüz.Bu dört komplocunun, şafak sökerken polis ihbarıyla mesele kapanana dek birbirlerini nasıl aldattıklarını kısa bölümler halinde görürürüz.Şeytan, onları sanki farandola dansçıları gibi dört döndürecektir.Ama şeytan, nihayetinde duvarlardan ve giysilerden geçip kalplere yerleşen sis, rüzgar, yağmur ve çamurdan başkası değildir..Bu, tekrarın yasasıdır.Bir yanda, tatil günlerinde, neşeli bir farandole'de ona teslim olan, onu taklit etmeyi göze alan sıradan insanlık vardır; diğer yanda, ondan kaçmaya çalışan hikaye kahramanları.Bir hikaye gereklidir sahiden.Ama, Kareer'in dediği gibi; bütün hikayeler, parçalanma hikayeleridir: "İçsel yğmur"a, çürüme batağına daha da saplanmak pahasına tekrar duvarının delinmeye çalışıldığı hikayeler.



Bir hikaye olması için, yağmurun ve tekrarın yasasından kaçma vaadinin olması gerekli ve yeterlidir.Lanet'te bu vaat, alıp getirmenin üç günlük bir yolculuk gerektirdiği, ne olduğu meçhul bir malın değeri üzerinden bir bar sahibinin söz verdiği % 20 komisyona karşılık gelir.













..."Kazananların" konuşmalarını ve hilelerini gülünçlüğe vardıran soru buradadır: Ne yağmura ne de tekrara karşı galip gelinir.Lanet ile Bela Tarr evrenine giren romancı Laszlo Krasznahorkai'nin yarattığı Karrer de yaratıcısı gibi Schopenhauercıdır.O, şeylerin derinlerinde yatan irade hiçliğini bilir.Yağmura, su içmek için birikintiler oluşmasını bekleyen köpekler gibi bakmak istemediğini söyler.Buna karşılık, kaçakçıya önerebileceği böyle bir köpek tanımaktadır.Bu, sevdiği kadının borca batmış kocasıdır.Sevdiği kadın, Titanik'te yarı gölgede izlediği bir kabare şarkıcısıdır, ısrarlı arpejler eşliğinde, bir alacakaranlık şarkısının aynı ölçüde ısrarlı şu sözlerini gözleri kapalı mırıldayan: "Her şey bitti.Bitti artık.Bir daha asla.Asla."




Karrer bir dörtyol ağzındadır.Kamera onun etrafında döner, yüzünün üzerinden geçer ve sırrı alıp götürür.Bir karakter olarak adlandırılmayanı ancak peçenin ardından göreblir.Böylece onu ancak ele verebilir -suç ortaklarını ele verdiği gibi- ve payına düşen tek adlandırılmayan şeyi alır: Filmin sonunda havlamalarına eşlik ettiği köpeklerin su içtiği, yağmurun oluşturduğu birikinti.


---


...Bela Tarr filmleri için eşit ölçüde gerekli iki karşıt ve tamamlayıcı özellik: Çevreyi tamamen yutma ve ona karşı bahse girme kapasitesi.Estike sahneye ilk olarak, sinemacının sevdiği bir biçimde, arkadan görünen başının ve omuzlarının geniş, gri bir alanın köşesinde oluşturduğu koyu bir leke görünümünde girer.Burada bu alan, ıssız toprağın ve alçak gökyüzünün aynı griliğe karıştığı rüzgarlı ovanın yeknesak alanıdır.Abisi, sıvası dökülmüş evden çıktığında, Estike'yi pantolonunun üzerine düşen kısacık elbisesiyle, onu korumaktan ziyade etrafını yağmur, rüzgar, sis ve çamur, evrenini adeta yoğunlaştıran aşırı uzun hırkası ve kocaman botlarıyla boydan görürüz.Çok geçmeden, o ve abisi gri çölün yuttuğu iki küçük noktaya dönüşecektir.Ama bir sonraki planda, onun bıudalalığından kaynaklanan ikinci bir meziyetin uygulama alanını görürüz: Ondaki inanma yetisi.Abisinin onu getirdiği korulukta, birlikte kazdıkları çukura, bir altın ağacı çıksın diye parasını gömer.Estike'nin budalalığı öncelikle şurada yatar: En inanılmayacak hikayelere bile inandığı gerçeğinde değil sadece, aynı zamanda her fikri düz anlamıyla anlama ısrarında.Abisinden öğrendiği "kazananların" teorisini, işkence edip fare zehriyle öldürdüğü kedisine metodik olarak uyguladığı; boş çukuru gördüğünde ve parayı ihtiyacından ötürü Sanyi'nin aldığını öğrendiğinde ise asıl kurbanın kendisi olduğunu, naifliğinden ziyade aynı teorinin kurbanı olduğunu fark ettiği bir sonraki bölüm bunu gösterir zaten.Bu bölümün geri kalanı da, Estike'yi omzuna şal niyetine attığı dantel perdeyle, sol kolunun altındaki ölü kediyle ve elbisesinin altında taşıdığıfare zehriyle yağmurun altında yürürken; ve şafak vakti, bitkilerin istila ettiği harap bir şatoda, melekler onu almaya geldiğinde hoş görünmek için saçını ve elbisesini düzelttikten ve zehrin kalanını yuttuktan sonra kollarının arasında kediyle uzanırken gördüğümüzde bunu doğrular.


---
...Gece ve şafak vakti, ıslık çalan rüzgarla ve kamçılayan yağmurla yontulan, bir gölgenin peşinden gitme kararlılığıyla yönlendirilen bu yüz bunun özetidir.İki budalalığın bu birleşimi sinematografik varlığın, bir bakışta, jestlerde, yürüyüş biçiminde aynı anda hem bütünüyle verilen, hem geri alınan varlığın özüdür.Sinematografik sanatın en müstesna yetkinliği, belki de, Edmund'un izinden giden Estike ve ilk bakışta uzak görünse de tavşan çantasıyla ve işlemeli yastığıyla Some Came Running'in Ginnie'si gibi budala figürlerinin yaratılışında yatar.Ama Bela Tarr'ın budalarının öykülerini benzersiz kılan, sisin zihinlere işlediği ve gölgenin bedenleri harekete geçirdiği ortamı, yani süreyi duyulur kılma, eylemlerin zamanına has kestirmeleri -başlangıç veya son, çıkış veya varış noktası başta olmak üzere -çekip çıkararak ona özerk bir varlık verme biçimidir.
---


...Filmin dinamiği buradadır.İnsan-örümceklerin meyhanede alkolün etkisiyle sendeleyerek ve akodeonun sesiyle salınarak dört döndükleri sırada Estike'nin çizdiği düz çizgi, yerini Irimias'ın çizdiği düz çizgiye bırakır.Sabit ve sessiz bir plan, bize kızın bedeninin uzandığı bilardo masasının ardında toplanmış köylüleri gösterdikten sonra, kamera Irimias'ın yüzünü ve onun büyük yalancı rolünü üstlendiği söylevi merkeze alır: Kızın ölümünü açıklamak; çocukların kendini öldürmesinin, komünitenin içlerindeki en zayıfları korumaktaki yetersizliğinin nedenlerini göstermek: Tüm tasarılarındaki başarısızlıklarının farkında olup bir çıkış yolu bulmaktan aciz kadın ve erkeklerin ahlaki gevşekliği.Ve her hastalık teşhisi bir tedavi önerisi sunduğundan, Irimias da bildiği tek tedaviyi belirtir: Tüm bu maddi ve ahlaki sefalete, bu güçsüzlük ve gevşeklik iklimine elveda demek, yakındaki bir köşkte örnek bir çiftlik ve gerçek bir komünite kurmak üzere oradan ayrılmak.Ne yazık ki bu tinsel ilacın dünyevi koşulu mevcut değildir: Bu tasarıyı hayata geçirmek için gerekli para.
---


...Irimias'ın söylevinde, komünizmi dünyadaki tüm sefaletin açıklanması ve tüm sefalete veda etmek için kurulması gereken gerçeklik olarak gören tüm argümanlar, imgeler, duygusal tetikleyiciler yoğun halde bulunur.Romancı, bunun alaycı bir özetini vermeyi tercih etmişti ve bu bölümü, konuşmanın mizansenini ve heyecanı gitgide tırmanan dinleyici üzerindeki etkisini gösteren bir açı-karşı açı serisi gibi kurmuştu.Ama sinemacı, sadece Irimias'ın yüzüne odaklanmak amacıyla karşı açıyı bütünüyle bırakarak, onun konuşmasını yüksek sesli bir rüyaya dönüştürerek ve bu rüyayı müzisyen Mihaly Vig'in baştan çıkarıcı sesine emanet ederek farklı bir tutum takınır.Yalancı, aynı zamanda bir hayalperesttir.Manevi tıbba başvuran düzenbaz, bedenleri ve ruhları sisin, çamurun, meslektaşlar arasındaki para meseleleriyle ilgili küçük ihanetlerin, kadınların ve bireysel veya toplu içki alemlerinin kanunlarına teslimiyetten kurtaran bir doktordur aynı zamanda.Onların yeniden "onur ve gurur" kazanmalarını sağlar.

Bu iki sözcük, bir düzenbazlığa hizmet eden tuzağı ifade etmez sadece.Bunlar Bela Tarr'ın tüm eserlerine hayat veren bir inancı belirtir: En sıradan varlıkların kendi yüceliğini ispatlama yetisi.



---
...Ertesi zaman, ne geri kazanılmış aklın, ne de beklenen felaketin zamanıdır.Bu, tüm hikayelerin ertesi zamanıdır, hikayelerin öngörülen bir son ve gerçekleşen bir son arasında kestirmeler açtığı duyusal yüzeyle doğrudan ilgilenilen bir zaman.Tüm beklentilerin boşluğunu telafi etmek için güzel cümleler kurulan veya güzel planlar çekilen bir zaman değildir.Bu, bekleyişin kendisiyle ilgilenilen bir zamandır.


---
"Bu gerçek bir hikayedir.Bu hikaye, kahramanlarımızın başından geçmedi ama geçebilirdi."
---
...Budala, algıladığını tek bir şeye, başka bir duyusal dünyaya dönüştürür.Onunla birlikte balinanın cam gözleri önünde durn seyirci, Melville'e ve kötülük sembolizmine gönderme yapıldığını düşünebilir.Ama Janos orada yalnızca, Tanrı'nın böyle inanılmaz varlıklar yaratma kudretini kanıtlayan bir mucize görür.Yarattığı, kozmosun düzenine, yani evinin duvarını kaplayan gökyüzü haritasında bakışını gridal sisteme yerleştiren ve bir bale biçiminde her akşam sahneye koyduğu düzene dahil eder.
---



...Janos'u meydana, balinanın gözüne son defa baktığı ve görünmez prensin söylediği yıkım sloganlarına kulak misafiri olduğu kamyona ve ayaklanmaya çağıran sözler kafasında yankılanırken koştuğu caddeye sürükleyen filmsel aksiyon, onların öfkesiyle meydana gelir.


Bu ayaklanma, yönetmen tarafından hem büyütülür (romanda küçük bir yer tutar) hem de gerçekdışı kılınır.Bu, Janos'u tipik denecek kadar "romantik" bir gece manzarası önünde takip eden kameranın durmasıyla başlar: Karanlığın içinde beliren, eğimli çatıları ve iki ağacın kütlesini simetrik olarak kesen kapalı pencereleri olan, ışıl ışıl aydınlatılmış iki beyaz pitoresk bina; onların arkasında, gerçek nedenini bilmiyor olsaydık bir karnavaldan geldiğini sanabileceğimiz alevler ve patlama sesleri.Biraz sonra katılımcılarını görebileceğimiz bir ayaklanma.Ama buradaki, hiç görülmemiş türde bir isyancı topluluğudur: Ne bir slogan, ne bir öfke çığlığı, ne de yüzlerine yansıyan bir nefret ifadesi; eğer ritmik adımları arasındaki uyum ve ellerindeki sopaları ortaya çıkaran ışık olmasaydı, işlek bir saatte metrodan çıktığını sanabileceğimiz bir kalabalık.Estike gibi gecenin içinde dosdoğru ilerlemeye kararlı görünürler.Ancak çok geçmeden yürüyüşün son durağı görünür: Bela Tarr'ın kamerasının karakterlerle birlikte içinden geçmeyi sevdiği o malum kapılardan birinin karanlığı delen dikdörtgeni.Alışıldığı üzere, kamera geri geri gidecektir, karanlığın içinden beliren karakterlerin tersi yönde.Ama bu sırada, ritim ışıklarla birlikte değişir: Bir hastane koridorunun kör edici beyazlığı, eşyaları parçalamak, hastaları yataklarından çıkarıp tartaklamak üzere sopalarıyla öne atılan insanları sanki yutar.Ama burada da söz konusu olan sadece jestlerdi: Kolları işini görürken gölgede kalan yüzlerinde herhangi bir nefret ifadesi, saldırdıklarına karşı bir öfke veyaz görevlerinden aldıkları  bir haz duygusu yoktur.


Yine ışığın kontrastıyla birlikte hareket durduğunda, içlerinden ikisinin yüzünü nihayet görürüz.Bu, bir duş perdesinin çekilmesiyle ortaya çıkan seramik duvarın önünde, kör edici bir beyazlık içinde duran çok zayıf, çıplak, çıkık kaburgaları ile bir mumyanın sargılarını andıran bir ihtiyarın belirdiği andır.Bu ihtiyar savunmasız ama aynı zamanda dokunulmaz bir kurbandır: Ünlü tablolardaki Limbo sakinleri veya mezarındaki Lazarus figürlerini çağrıştıran, öte dünyadan bir karakter, artık zarar vermenin veya daha fazla zarar vermenin mümkün olmadığı bir varlık.O anda, iki isyancı yüzlerini bize döner ve -yaylılar, Janos'un gezegenler dansını anımsatan piyano akorlarının eşlik ettiği bir ağıta başlarken- diğerleriyle birlikte çıkışa yönelir; ardından kareli camlar ardında göreceğimiz ve bize Mizogushi'nin filmlerindeki büyük karakterlerin bir örtünün veya bölmenin arkasından görünen gölgelerini çağrıştıran bir gölge geçidi başlar.

Ayaklanmanın seyri şöyledir: İleri doğru bir hareket, bir kreşendo ve kalabalığın herhangi bir heyecandan  yoksun olarak ve hiç bağırmadan sessizce dağıldığı yavaş bir geri çekilme hareketi.Düzenden yana olanlara nihayet her şeyi kontrol altına alma fırsatı vermekten başka bir politik -kurgusal sonucu olmayan saf maddi yıkım- bir anlamda saf sinematografik yıkım.Ama saf sinematografinin bir dizi hareketin kareografisine indirgenmesi nedensiz değildir.Bir jest silsilesi aynı zamanda belli bir duyusal dünyanın kuruluşudur.İsyancılar; vaat edilmiş yıkımı, onun korkunçluğunu ve gülünçlüğünü özetleyen yüz karşısında geri çekilirler.


---
...Filmlerinin umut habercisi olduğunu ileri sürerken Bela Tarr'ın demek istediği  muhtemelen budur.Umuttan bahsetmezler.Bizzat umutturlar.


Ertesi Zaman, Bela Tarr
Jacques Ranciere
Lemis Yayın
Çeviri: Elif Karakaya

10 Nisan 2016 Pazar

sınırlanmış bir uzam: bela tarr, yvette biro, sekans dergisi


Bela Tarr, zamana hapsolmuş bir adam olarak adlandırılır. Aşılmaz zaman, bir kez sınırlanmış ve artık sırrına erişilemez zaman; onun kendi ufkunu tanımlamak için incelikle seçtiği boyut budur. Bu boyutta yaşayan insanlar başka zamanların gölgeleri olabilirler ama aynı zamanda güçlü bir biçimde çağdaştırlar. Bu erkekler ve kadınlar, sıradan gündelik hayatlarını yaşıyor olmalarına karşın her anı iliklerinde hissederler; dünya üzerindeki varlıkları her nasılsa, inkar edilemez kadere mahkumdur. Ne yaparlarsa yapsınlar veya başlarına ne gelirse gelsin, onlar cansızdırlar. Bu boyut onların hapishanesi ise eğer, duvarların veya parmaklıkların nerede olduğunu da göremezsiniz. Aksine sınırsızdır, sonsuzdur ve dört bir yanı benzer özelliktedir.

Bu bakış açısı bizi başka bir kavrama götürür: uzam. Eğer bu insanların zaman deneyimi ve tabii bizimki de bu kadar yoğun, hacimli, yavaş deviniminde birden fazla katmanlı ise, bu yaklaşım belli bir uzam duyumu ile
birlikte gider. Tarr’ın filmlerinde uzam her zaman kederli, az sayıda ancak yinelenerek ortaya çıkan güçsüz nesnelerden oluşur: uzaklarda yıkık dökük evler, çıplak ağaçlar, gerekli donanımıyla aşırı mütevazi bir mutfak, kulede dar bir çalışma odası, havasız, boğucu konaklama yerleri ve verimsiz ıslak topraklarda tek başına dolanan hayvanlar… Tüm manzaralar aynı duyguyu yayar, kimsesiz boş araziler, dillendirilmeyen bir tehlike ile bu hale gelmiştir; daha sonra açığa çıkacak gizli bir tehdit ile.

Sanatçının kendisi de gizemli bir insandır. Ketum, gergin, ister ciddi ister karamsar olsun, uzlaşmaz tavrı dillere destandır. Tartışmalara her zaman derin bir ciddiyetle müdahil olur. “Jusqu’au boutisme” (en acısından aşırı yoğunluk) hissi yaratır. Ödün vermez, boyun eğmez ama inatçı da değildir. Bir tür farklılaştırma, bir değişiklik yapılabileceğine ikna olursa, bu yeni düşünceyi izlemeye, farklı çözüme yönelmeye hazırdır.

Hakiki doğaya, çevreleyen dünyanın duyumsal gücüne takıntılı biçimde odaklanması sayesinde biricik içeriği bir arada tutan şey dokudur. Yaratılan uzam son çivisine kadar, nesnelerin şekli ve yerleştirmesine, ışık ve gölge ile aydınlatılması veya kuşatılmasına kadar öylesine dakik inşa edilmiştir ki- her daim içimizi titreten gizemli bir ton hüküm sürer. Yapaylık ve teatralli tamamen dışlanmış olsa da hiçbir şey “doğal” değildir. Her detay, fiziksel etkisi sayesinde nefes kesici ruh haline katkı yapmaktadır.

Geniş, terk edilmiş yerler ve aşırı kalabalık alanlar birbirini izleyen imgeleri tamamlar veya dönüştürür. Her ikisi de bize aynı şeyi söyler: yalnızlık ve terk edilmişlik, hüzünlü bir armonikanın neredeyse monoton müziği ile yorulmak bilmez bir şekilde vurgulanarak bizlere seslenmektedir.

Gelin, Tarr’ın yönettiği, NY Film Festivali’nin açılışı için ısmarlanan, ne yazık ki neredeyse hiç bilinmeyen, oldukça kısa, 5 dakikalık filmi Prolog’u (2004) anımsayalım. Bu siyah beyaz film, elbette kesintisiz tek bir çekimden oluşmakta, açıkça yoksul ve yoksun, muhtaç ama onurlu sayısız genç ve yaşlı adamı ve birkaç kadını bir arada göstermektedir. Bizim göremediğimiz bir şeye doğru bir kuyrukta yavaşça ilerlemektedirler. Her şey, görünmeyenin hatırı sayılır önemde olduğunun habercisidir.


 Varsayılan vaade doğru rahatsız edilmeden, ısrarla ilerledikçe adımları daha da sabırlı ve kararlı hale gelir, merakımız daha da artar. Feci bir şeyler olmasını beklemeye hazırlanmışızdır ancak büyük sürpriz tam tersidir: korkunç bir skandal yoktur ortada. Ne bir şiddet, ne de öfke veya hiddet patlaması olur, tam tersine: ulaştığımız, nazik bir genç kadının bekleyenlere bir dilim ekmek ve bir bardak süt dağıttığı ufak, yarı açık bir penceredir. Biri diğerinin peşi sıra.
On üç kez.

Ani dönüm noktası ne kadar övülse azdır. Şaşırtıcı bir doruk noktasıdır ve tam da bu “şevk kırıcı” özelliği nedeniyle bu denli sersemletici bir etki yaratmaktadır. Bir patlamayı, kaba bir yıkımın izlemiyor oluşu gerçeği- daha önceki Karanlık Armoniler’de gördüğümüz gibi, kızgın ve güçsüz insanların öfke içinde, tüyler ürpertici ve akıldışı bir şekilde hastane koğuşlarındaki mobilyaları parçalara ayırdığı, zalimliklerini insanlardan da esirgemedikleri zaman olduğunun aksine- çıkış yolunu daha az etkileyici yapmamaktadır. İnsanların yalnızca bir parça ekmek ve süt için inanılmaz derecede uzun bir süre beklemeye zorlandığı gerçeğini anlamak durumunda kaldığı zamanki izleyici deneyimi gerçekten şok edicidir. Kapanış sahnesinin sembolik gücünü vurgulamaya gerek bile kalmaz. Ekmek ve süt bizim gündelik yaşam desteğimizdir.

Uzun çekim inanılmaz bir yavaşlıkta gerçekleşir, sonu gelmeyen kuyruğu izleriz; sessizce, özel ifadeler taşıyan yüzlere dikkat ederek, onların benzersizliğini, kişisel özelliklerini- farklı yaş, sosyal ve etnik özellikleri olan
yüzlerini. Yine de onları bir araya getiren mükemmel benzerliklerine dair bir his, güçlü bir etki yaratır. Adı konmamış hedef, beklenti çevresinde oluşan aura durumun ağırlığına tam anlamıyla katkı sağlar - sabırla-sabırsızlıkla çözümün, o bilinmeyen “son”’un, açığa çıkmasını bekleriz.

Tarr’ın hicviyesi, güçlü mesajını nihayetinde her bir anı dolduran tek bir metaforda taşır. Bu kadar disiplinli, sakin enerji -ne için? diye sorabiliriz. Ne için? Zavallı bir hiç için.

Yalnızca “bedel” böylesine basitlik ve acıyla vurgulanmamış, kısa filmin tamamı ve belirsiz bırakılan algımızın ağır akan süresi de aynı basitlikle çerçevelenmiştir. İzleyen kamera, gözlerimiz önünde kayan ve hemen hiçbir yüz ifadesi veya jest sunmayan kadın ve erkeklerin yarım profilden fazlasını görmemize izin vermez. Ancak fazlasıyla indirgenmiş bu tasarım, kameranın yavaş ve hipnotik hareketiyle etkili bir şekilde güçlendirilmiştir. Kamera bir yandan insanların başlarına hafifçe değecek derecede yakın dururken, diğer yandan hiç kesilmeyen eşliği, yürüyüşe büyük bir önem atfeden, gayretli ve yılmaz bir özellik taşır. Her karaktere odaklanabilmemiz noktasında fazlasıyla sınırlandırılırız ve onların görünmez kaderleri hakkında daha derin bir sezgi geliştiririz. Dahası, hipnotize olmuş bakışımız gittikçe değişen arka planı gözlemlemeyi ihmal eder: tuğla duvar, bir köşe ve en sonda pencere çerçevesi ancak geriye dönük bir dikkatle görülebilecektir. Dikkatin yoğunluğu sahnenin nihai gücünü askıda tutar ve sonrasında da herhangi bir doyurucu açıklama gelmeyecektir. Aksine suskunluk, artan bir gerilim yaratır. Derin bir sessizlik hüküm sürer.


Bununla beraber, bu yalın-şiirsel cümlede bir diğer önemli bileşen, daha duygu dolu ve incelikli bir rol oynamaktadır: müzik. Yönetmenin daimi ve sadık bestecisi Mihaly Vigh, birkaç hoş tını ile karakteristik ve bilindik tarzını katmıştır filme. Ambiyansı fevkalade melankolik ve hafiftir, işaret edilen bir karanlık veya vurgulanmış bir üzüntü, bir acı içermez- uzaklardaki yoksul ülke hanlarına ait bir atmosfer uyandıran, yorucu düzeyde yineleyen, hep aynı melodi, yeniden ve yeniden çembalo (pour zymbalon) ve armonika ile icra edilir.

Hiç kuşkusuz mekan, hareket ve müziğin ritmi birbiri içine geçer. Hepsi eşit oranda çok katmanlı dokuyu zenginleştirir, küçük öyküyü büyütür. Beş dakika ve kutsala sövme niyeti olmaksızın, bu filmi tüm gece süren (7 saat) şaheserin -Satantango- seviyesine yerleştirmek hakkımızdır.


SINIRLANMIŞ UZAM: BELA TARR, PROLOG
Yvette Biro
Çeviren: Seda Usubütün
Unspoken Journal 2009, Sayı 10


Sekans Dergisi http://www.sekans.org/index.php/tr/

13 Ekim 2013 Pazar

karanlık armoniler, bela tarr


"Siz Barbaros'un Preveze'deki
Müthiş yalnızlığının
Evcilini görmelisiniz bir de bendeki!"
Metin Altıok