19 Mart 2020 Perşembe

sözler, sina akyol - şiirin seyri, haydar ergülen & ihsanimasyon (ihsan ezer)


Sözler - Sina Akyol
Okuyan: Haydar Ergülen - Şiirin Seyri

Çalışma: İhsan Ezer (İhsanimasyon)



SÖZLER

                                       Melih Ergen’e


Burda kal.Öğlen avlusunda.
Zamanın yalın diline yerleş.
Ufka bakmanın meraklısı ol.
Maviye, beyaza, gündüze çalış.

Zakkumu anla! Ağusu,
tenime sürdüğüm merhemdir
diye beni, mırıldanıp şaşırt.

Ağustos’un hummalı böceğini
onun terli şarkısını
gayret et,
Türkçeye çevir.

Taşlığı yıkamanın
asmayı budamanın
çıplak ayakla yürümenin
hayli zengin
üslubunu edin.

Burda kal. Kalıcı zamanda.
Öğlen avlusunda.

Arın gövdenden. Kendin oluncaya
kadar soyun.

Ferah sular dökün.

Derin uyu.

Sina Akyol





dünyayı taşıyor omuzların, de andrade


DÜNYAYI TAŞIYOR OMUZLARIN

Bir gün gelir, "Tanrım!" diyemezsin artık.
Toptan bir temizlik zamanıdır. 
Artık "Sevgilim!" diyemeyeceğin bir gün. 
Çünkü boşunalığı kanıtlanmıştır aşkın. 
Ve gözlerden yaş akmaz. 
Ve ancak kaba işlere yarar eller. 
Ve kuruyup kalır yürek. 

 Kadınlar boşuna çalarlar kapını, açmazsın. 
Tek başınasındır, ışıklar söndürülmüş 
ve karanlıkta parlar kocaman gözlerin. 
Belli ki acı çekmeyi bilmiyorsundur artık. 
Ve hiçbir şey istemiyorsundur dostlarından. 

Kimin umurunda yaşlanmak, yaşlılık nedir ki? 
Dünyayı taşıyor omuzların 
ve bir çocuğun elinden daha hafif dünya. 
Savaşlar, kıtlıklar evlerde aile kavgaları 
hayatın sürüp gittiğini kanıtlıyor 
ve kimsenin özgür olamayacağını. 
Bu gösteriyi acımasız bulanlar (o yufka yürekliler) 
ölmeyi yeğ tutacaklardır. 
Bir gün gelir ölüm de işe yaramaz. 
Bir gün gelir bir komut olur yaşamak. 
Yalnızca yaşamak, hiç kaçış olmadan.


Carlos Drummond De Andrade
Çeviri: Cevat Çapan

moskova önlerinde, volokolamsk şosesi, aleksandr a. bek


...

Bir makalede okuduğum şeyleri hatırlıyorum: "Savaşta insanda iki duygu çarpışır.Görev bilinci ve kendini savunma içgüdüsü.Üçüncü neden olarak da disiplin gelir.Bu olduğu zaman görev bilinci öne geçer."

...

Bir Kazah atasözü vardır.Üç kelimeden kurulu: Şeref ölümden üstündür.

...

Aleksandr Vasilyeviç Suvorov, bize şu öğüdü bırakmıştır: 'Eğitim ne kadar ağır olursa, savaş o kadar kolay olur.'

...

Daha çok şey anlatmak isterim.Savaşa nasıl hazırlandığımızı, General Panfilov'un tabura gelip askerlerle nasıl söyleştiğini ve onlara durmadan "Zafer savaştan önce kazanılır" dediğini...

...

Eğer bu olursa Yoldaş Momiş-Uli, bu tabur değil Bulat olacaktır.Bulatın ne olduğunu bilir misiniz?Bu gravürlü çeliktir.Öyle resimli bir çelik ki dünyada hiçbir şey onu silemez.Ne demek istediğimi anladınız mı?

...

Cephede gülmek en ciddi şeydir.

...


General Panfilov, pek az önceki gelişinde inatla dikkatimi bir karşı saldırıya geçme olanağına çekmeye çalışmıştı.Ama benim sekiz kilometrelik cephemde sadece yedi yüz askerim var.Tüm taburu çekip savunma bölgemi boş bırakamam ya...Şimdi size komutanın iç acısını hangi kelime ile anlatayım: Gücüm az, gücüm az...

...

"Yoldaş Momiş-Uli" dedi, "savaşta her şey sizinle konuştuğumuz gibi yürümeyebilir.Savaşanlar kalem ve harita değil, insanlardır."

...

"Bugün düşman sizden elli kilometrede.Bu, kimse karşı koymadığı sürece çok yakındır; ama her ormancıkta, her ağaç ardında, her tümsekte bir karşı koyan varsa çok uzaktır."

...

Konuşmalarımızda vatan ve Moskova sözcükleri geçmedi.Onlar sözcüklerin arkasına gizlenmişlerdi; içimizdeydiler.

...

Savaş görmüş kişiler beni anlayacaktır.Böyle anlarda kin karşısında öbür bütün duygular ölür.

...

Ve birden kafamda çoktan beri aradığım kelimeler parıldadı.Psikolojik vuruş...En sonunda kendim için savaşın esrarını, zaferin esrarını isimlendirebilmiştim.

Psikolojik vuruş.Beyne, ruha...

...

Almanların kalkanları yokmuş.Onlar saldırıya karşı kalkanla değil, karınlarına dayadıkları mavzerlerle karşı koymayı, onlarla saldırmayı o anda öğrenmişler.Umutsuzlukla mı?En kritik anda işe el koyan komutanın etkisiyle mi?Neden bilinmez, bir anda kendilerine öğretilenleri anımsamışlar.Ateş açarak bizimkilerin üzerine saldırmışlar.

Bir anda her şey başkalaşmış.Savaşın yalın bir yasası harekete geçmiş.Çoğunluk ve silah üstünlüğü yasası.İki yüzden çok, öldürmek isteği ile dolu kızgın asker, bizimkilerin üstüne geliyormuş.Bizimkiler ise orada bir avuç insan, yarım takım.Yirmi beş kişi.

Daha sonra anladığıma göre savaş planında esasta bir hata yatmaktaymış: Büyük güçlere karşı az güçle savaştığın zaman, onu sarmaya, çember altına almaya çalışmadan savaşmalı.Bu acı bir ders oldu.


...

Demek onu şu anda görev değil, disiplin değil, daha ulvi daha büyük bir şey yönetiyordu.

...

Dünya arkadaşların dayanışması üzerinde duruyor.Arkadaşlık için içelim arkadaşlar.Savaş arkadaşlığı için.

...

Yine kopmuştuk.Ekmeksiz, bağlantısız ve mermisiz...Bütün tabur bir paket sigaraya sahipti.Yürüyor...yürüyorduk.

...

Boş söz değil: Felaket yalnız gelmez.Bunun en gerçeği savaşta görülür.

...

Bizim topraklarımızda yürüyoruz.Bizim topraklarımızda yürüyor, ama her adımda Kızıl Ordu'dan uzaklaşıyoruz.

...

Buna yetkim var.Biz dört yüz elli er, ordudan koparıldık.Taburumuz düşmanın aldığı topraklar içinde bir ada durumunda.Bu adada da en büyük yetki bende.Tabur komutanı olarak, burada tüm Sovyet Rusya yönetimini temsil ediyorum.Burada ben...-artık tutturup gittim- burada ben tüm genel komutanım.Bu küçücük toprakta, sağda, solda, ardımızda ve önümüzde düşman var; burada benim...-sözcük bulamıyordum- Ben...Ben Sovyet yönetimiyim.İşte kimmişim ben, kendi ordusundan koparılmış taburun komutanı.Sen ise zavallı bir korkak; hakkın ve yetkin yok diyorsun.Yalnız rütbeni atmaya değil, seni kurşuna dizmeye, sadece kurşuna dizmeye de değil, parça parça etmeye bile yetkim var.

...

"İşte Yoldaş Momiş-Uli, kanımc biz bir şeyi saklıyoruz: Gerçeğe karşı ihmalkarlık yaptık.O da böyle bir şeyi bağışlamıyor.Beni anlıyor musunuz?"

...

Komuta kademesinden koparılmış, kendi halinde kalmış olan kişi -parti eğitimi gördüğü için- kendi kendine kararlar alıyor, kendi gücü ve içgüdüsü ile harekete geçebiliyordu.İsterseniz örneği kendi taburunuzdan alınız.Siyasi yönetici Dordiya'ya kim buyruk verdi?

...

Şaşkınlıkla ona baktım.Bu "Koruyucu Melek" de ne demekti?

Panfilov, açıkladı:

"Kendini savunanın koruyucu meleği zamandır.Bu sözleri kimin söylediğini biliyor musunuz?Tanınmış bir Alman." Panfilov düşündü, sonra yineledi: "Alman milleti...Siz Yoldaş Momiş-Uli, Almanlara ırk olarak kin duymuyorsunuz değil mi?O kadar alçalmadınız değil mi?"

"Hiçbir zaman" dedim."Eğer kırık haçlı esaret bayrağı altına kardeşim Kazah girip oturursa ondan nefret ederim."

Panfilov birden anımsadı:

"Ben size Lenin'in çekilme konusundaki sözlerini söylemedim değil mi?O çekilme sanatının da, saldırı kadar önemli olacağını düşünüyormuş..."Çekilme deneyiminin elde edilmesi gereklidir" diye yazmış.Anladınız mı Yoldaş Momiş-Uli."

...


"Biz komünistler zor insanlarız."

Lenin, daha halk savaşının ilk günlerinde bu sözleri yazmış: Biz köylüler için zor insanlarız...

...

Birbirimizi yarım sözcüklerle bile anlayamayız.

...

-Bu öyküyü sizin için anlatmıyorum.
-Bana değil mi?
-Hayır, size değil.Gelecek kuşaklara.Öyküme kendi yaşantımın girmesi saçmalık olur.

...

"Düşmanı yok etme amacında hedefe ulaşmayan değil, sorumluluk korkusuyla hareketsiz kalan ve elindeki tüm gücü gerektiği sırada kullanamayan, cezalandırılmayı hak eder..."

...

"Çünkü size inanıyorum arkadaşlar.Her birinize ayrı ayrı inanıyorum.Siz de bana inanıyorsunuz.Bakın bir şey var.Ölmek o kadar güç değil...Ama yaşamak gerekli."

...

-Yoldaş Momiş-Uli, hiç duydunuz mu, çöl tavşanı kartalın saldırısına karşı koyar.

-Evet, ben çöl adamıyımdır.Duydum bunu.

-Görüyorsunuz ya uydurmamışım.Bana şöyle anlatmışlardı.Kartal, yukarıdan tavşanı gördüğü zaman bakışlarıyla dalacağı yönü kararlaştırır ve hayvanın üzerine dalarmış.Eğer tavşan bu sırada kaçmaya kalkarsa süzülür ve onu yakalarmış.Ancak çöl tavşanı kartalın onu gördüğünü anlayınca durur beklermiş.Kuş da gözleriyle nişan alır, bir taş gibi sanki onun üzerine düşermiş; işte hayvan o anı, kuşun artık yön değiştirmek için zamanı kalmadığı anı kollar, o zaman tabanları yağlarmış.

...

Yeter derecede yüreğimiz var Yoldaş Kombat.

...

Biz Kazahların bir atasözü vardır: "Eğer kalbin dağılması yazılmışsa hemen dağılsın."

...

Böyle dayanırsak, dayanamayacağız demektir.

...

"Biz düşmanın üzerine atılmak üzere hazırlandık.Sense beklemediğini yenmişsin.Sen aklını kaybetmemiş, sürprizi yenmişsin."

...

Moskova Önlerinde
Volokolamsk Şosesi
Alkesandr A. Bek
Yordam Edebiyat
Türkçesi: Naime Yılmaer

sarhoş gemi, arthur rimbaud & corto maltese


Sarhoş Gemi / Arthur Rimbaud

Duygusuz sularından inerken nehirlerin
Gördüm, değildim artık yönetiminde yedekçilerin:
Bağrışan Kızılderililer hedef yapmışlardı kendilerine,
Çırılçıplak çivileyerek onları alacalı direklere.

Hiç umurumda değildi tayfalar,
Ne Felemenk buğdayları veya ne de İngiliz pamukları taşıdığım.
Bu gürültüler de kesilince yedekçilerimle beraber,
Bıraktılar beni nehirler gitmeye istediğim yere.

Gelgitlerin kudurmuş çalkantılarında, geçen kış,
Koştum! çocuk beyinlerinden daha sağır!
Ve yerlerinden ayrılıp kopmuş yarımadalar
Rastgelmedi böylesine coşkulu bir patırdıya.

Denizde, uyanışlarımı kutsadı fırtına.
Kurbanlarının sonsuz yuvarlayıcıları denen
Dalgalar üzerinde ben,
Dans ettim on gece bir mantardan daha hafif,
Özlemeden budala gözünü deniz fenerlerinin!

Çocukların bayıldığı mayhoş elmaların etinden
Daha tatlı olan yeşil su, işledi çam tekneme,
Savurarak her yere ne varsa çapa, dümen;
Yıkadı beni lekelerinden
Kusmukların ve mavi şarapların.

Ve o zaman, dalgın ve hayran,
Bazan, düşünceli bir ölünün indiği
O yeşil mavilikleri yutan denizin,
Yıldızların parıldadığı süt beyaz
Şiiri içinde yıkandım durdum.

Gündüzün parıltıları altında, birdenbire renklendirerek,
Mavilikleri, coşkuları ve ağır ses uyumlarını,
Alkolden daha güçlü, flütlerimizden daha engin,
Sevginin acı kızıllıkları mayalanır orada!

Şimşeklerle çatlıyan gökleri, kasırgaları,
Patlayan dalgaları ve akıntıları bilirim:
Ve akşamı, bir güvercin sürüsü gibi birden
Havalanan şafağı bilirim ben,
Ve bazen, gördüm insanın gördüğünü sandığı şeyi!

Uzaklarda, kendi pancur titreşimlerini yuvarlayan dalgaları,
Çok eski dram oyuncuları gibi
Uzun mor ışık pıhtıları ile aydınlatan,
Gördüm, o gizemli korkularla lekeli
Alçakta asılı duran güneşi!

Gördüm ışıldayan karları ile yeşil gecenin düşünü,
Denizin gözlerine ağır ağır yükselen öpücüğü,
Özsuların işitilmedik dolaşımını,
Sarı ve mavi uyanışını şarkı söyleyen fosforların.

Azizelerin ışık saçan ayaklarının, açabileceğini düşünmeden
Soluğan Okyanusların burunsallıkla tıkalı burunlarını,
Azgın boğalar gibi ardından gittim aylarca
Kayalara saldıran dalganın!

Çiçeklere insan derili panter gözleri karıştıran
Bilir misiniz, inanılmaz Florida'lara gidip çarptım gövdemle!
Ve maviye çalan yeşil renkli sürüler için, denizlerin ufkuna gerilmiş
Dizginlerdi ebem kuşakları!

Sazlar arasında, koca bir Devin kokup çürüdüğü,
Mayalanan uğursuz geniş bataklıkları gördüm!
Durgun denizlerin ortasında açılıp yarılan suları,
Ve girdaplara çağıl çağıl dökülen uzaklıkları!

Buzulları, gümüş güneşleri, sedef renkli dalgaları, kor kor yanan gökleri!
Kapkara kokularla eğri ağaçlardan sarkarak düşen,
Böceklerin kemirdiği dev yılanların kaynaştığı,
Karanlık körfezlerin dibine, korkunç oturmalarını gemilerin!

Mavi dalganın bu kırmızı renkli balıklarını,
Bu altın balıkları, bu şakıyan balıkları
Göstermek isterdim çocuklara.
- Sürüklenirken koylardan engine,
Sallandım çiçekten köpüklerin beşiğinde
Ve zaman zaman kanat açtım anlatılmaz rüzgarlara.

Bazan, kutuplara ve kıtalara kanıksamış şehit düşmüş bir ölüydüm ben,
Hıçkırığı dalgamı yumuşatan deniz,
O sarı çekmenli gölge çiçeklerini sunardı bana
Ve diz çökmüş kadın misali kalakalırdım orada...

Bordalarımda kavgaları çalkandıran yarımada,
Ve sarışın gözleri ile yaygaracı kuşların pislikleri.
Ve ben, dolaşıyordum enginde tek başıma,
Çürük iplerimden geri geri,
Boğulmuş ölüler inerken uyumaya...

Ya da koyların saçları altında kaybolmuş,
Kuşları olmayan havaya fırlatılmış bir gemiydim fırtınada
Savaş gemileri ve Hanza kadırgaları
Benim suyla sarhoş cesedimi artık yeniden
Çekip çıkaramayacaklardı denizden.

Özgür, buğu buğu tüten ve mor sislerle örtülü,
İyi ozanlar için tatlı bir reçel olan
O güneş yosunlarını ve lacivert ağdaları taşıyan
Bir duvarı deler gibi deliyordum kızaran göğü.

Ufacık, ışıklı süsleri ile leke leke teknemle,
Koşuyordum yağız deniz atlarının eşliğinde,
Döverken kalın sopalarla temmuz güneşleri
Yakıcı hunileri ile deniz ötesi gökleri;

Mavi hareketsizlikleri sonsuza dek eğiren
Karanlık burgaçların ve azgın canavarların
Titriyordum duyarak uzak iniltilerini
Özlüyordum eski kaleleri ile Avrupa'yı!

Gördüm yıldız yıldız serpilmiş takım adalarını!
Ve çılgın gökleri gezgine açılmış adaları;
- Milyonlarca altın kuş, Ey Geleceğin Gücü!
Bu dipsiz gecelerde mi uyuyorsun sen,
Oraya mı sürgün ediyorsun kendini? -

Ama gerçekten çok ağladım ben! Şafaklar üzücü,
Aylar acımasız ve güneşler acı;
Buruk aşk, sarhoş edici uyuşukluklarla doldurdu ruhumu.
Ah! Omurgam çatlasın, Ah! denize gideyim!

Bir Avrupa suyunu özlüyorsam eğer,
Kokulu alacakaranlığına doğru akşamın,
Yere çömelmiş üzüntülerle dolu bir çocuğun,
Bir mayıs kelebeği denli dayanıksız bir gemiyi
Saldığı, soğuk ve kara
Bir su birikintisidir bu.

Sizin yorgunluklarınızda yıkandım, ey dalgalar,
Artık silemem izlerini pamuk yüklü gemilerin,
Delip geçemem gururunu bayrakların, flamaların,
Ne de bundan böyle yüzemem
Korkun gözleri altında dubalı köprülerin.

"Le Bateau Ivre", Arthur Rimbaud (1854-1891)
Çeviren: Orhan Ülkülü.

Arthur Rimbaud
Fransız Şiirleri Antolojisi, hazırlayan ve çeviren: Orhan Ülkülü


gürgen kralı, goethe - animasyon, oxford lieder - franz schubert

Music by Franz Schubert. Poem by Johann Wolfgang von Goethe (see below for translation).Created by Oxford Lieder: www.oxfordlieder.co.uk 
Taken from the album 'Schubert Year by Year'

Daniel Norman - TenorSholto Kynoch - Piano 
Jeremy Hamway-Bidgood - Director & designer





GÜRGEN KRALI

Kim bu süvari, gece yarısı fırtınada giden?
Bir Baba ve çocuğu, atın üstünde binen
Oğlanı kollarıyla emince sarmış
Sımsıkı ve sımsıcak tutmuş, sormuş; 

Oğul, neden korku içinde suratını gizlersin?
Sen Baba, Gürgen Kralı'nı görmez misin?
Gürgen Kralı’nı, tacı ve şanıyla?
Oğlum, o sadece bir sis kuşağı. 

Gel Çoçuk, gel, benimle gel!
Güzel oyunlar oynarım seninle, gel;
Sahilde kimi rengarenk çiçekler var,
Annemin kimi altın sarısı elbisesi var. 

Baba, babacığım! Duymaz mısın,
Bana Gürgen Kralı neler söylüyor?
Sakin ol, uslu kal, aman evladım;
Kuru yapraklarda yeller fışıldıyor 

‘Benimle, Şeker Oğlan, sen gelmek ister misin?
Kızlarım seni beklesinler, birbirinden güzeller;
Kızlarım gecelerin Reihn’ini sürerler,
Ve seni sallar, okşar, şarkılarıyla ser severler. 

Baba, Babacığım! Görmez misin orada
Gürgen Kralı’nın kızlarını karanlıkta?
Oğul, Oğlum, tabii ki görüyorum,
Çorak çayırlar bayağı sol ışıldıyor. 

‘Seni seviyorum, endamın beni deli ediyor;
Gönüllü vermezsen, zorla alırım! ’ diyor
Baba, Babacığım! Şimdi bana dokunuyor!
Gürgen Kralı bana acı veriyor! 

Babanın hali perişan, aha nal toplayacak,
Kucağında çocuk, inim inim inliyor ancak,
İşte vardı, ulaştı son kıvraklığıyla, sefil;
Kuçağında çoçuk, ölmüş, zavallı rezil. 


Johann Wolfgang von Goethe
Çeviren: Musa Aksoy 


Not: Gürgen Kralı bir Babanın geceleyin atla seyrini anlatır. Çocuğunun yüksek ateşi vardır, ve kabuslarında ‚Gürgen Kralı’nın endamını görür, ondan babasına sığınırcasına endişelenir. Baba oğluna teselli vermeye çalışır ve onun hayallerini gerçeklere benzetmeye uğraşır, misalen sis, yaprakların hışırtısı, ağaçların pırıltısı… gibi. Lakin çocuk gitgide huzursuzlaşır, ateşinden fantezilerindeki mahluklardan iyice korkar. Bu kuşkulu suretler – ‘Gürgen Kralı ve Kızları’ - çocuğun bakış açısından şekillendirilir ve dolayısıyla hakikiymişcesine gözetlendirilir. Neticesinde oğlan bir çığlıkla tamamen çaresizliğini belirtmeye çalışır.Baba tümüyle çilelenir ve nal toplarcasına atı tepikler, yurduna varmaya can atar. Sonunda anlar ki, çocuğu çoktan ölmüştür. 

Alman edebiyatında tartışmasız yerini almış bu balat, sayısızca yeniden bestelendirilmiş ve/ya seslendirilmiştir: Franz Schubert, Ludwig van Beethoven, Carl Loewe…



ahraz, deniz gezgin


















Sen Vaktin İsrafilisin; doğruca kalk da kıyametten önce bir kıyamet kopar!
(Mesnevi)


Bir bebek ne kadar susabilir bilmiyordu Adile, oyuncak bir bebeği bile olmamıştı daha önce.Kimsenin bebeğini sevmemiş, kavruk dünyasında bebeklere hiç yer açmamıştı.Kendi bir bebek olmuş muydu onu da bilmiyordu.Annesini tanımıyordu, bir tek  o vardı ve Adile içten içe bir kadından değil de ondan doğduğuna inanıyordu.

Yavrusunu yutan hayvanlar gibi, o da Adile'yi önce doğurmuş, sonra da yutmuştu.

Bu dünyadan gitmeden evvel, yuttuklarını bir bir Adile'nin rahmine geri koymuştu da sözleri ve sesleri unutmuştu meğer.İsrafil'in dili-kulağı, kapkara bir dumanla uçup gitmişti onun peşinden.

...

Sesleri tanımayan biri için sessizlik diye bir şey de yoktur.Ancak gözleriyle duyan İsrafil için karanlık sessizliği doğuran dişi bir canavardı.Gölgeleri saklayan oydu; her şeyi muğlaklaştıran, İsrafil'i kocaman bir boşluğun içinde etrafsız bir yalnızlığa terk eden.

...

İsrafil, içindeki zifiri kusmayı keşfettiğinde, henüz yedi yaşında bile değildi.Yaşadığı evde hiçbir zaman elektrik olmamıştı.Geceleri yattığı odanın penceresinin önündeki sokak lambasının beyaz floresan ışığı, içerideki karanlığı soğuk bir dokunuşla öteliyordu.Fırtınalı gecelerdeyse sokak lambaları da yanmazdı ve İsrafil geceyle, odanın duvarları arasında sıkışır kalırdı; karanlık sağırlıktı.Böyle bir gecenin uykusu zehirli olurdu.

...

Dillerine dolanan lanetin neyle ilişkili olduğunu bile unutmuşlardı, sadece bir günah keçisi arıyorlardı ve bu kasabada buna en uygun kişi, İfrit'ten doğan ahraz oğlandı.

...

Adile'nin kurşuni gözlerinden İsrafil'e uzanan, kirpiklerinin arasında sakladığı sözcükleri...Adile'ye sancı, İsrafil'e nefes veren maziyi...İkisinin mazisini...Adile o bağı çoktan koparıp attı, İsrafil'se onu bulup yuttu; unutmamak için.

...

İsrafil, yılanın süt kardeşi olduğundan habersizdi; istiyordu ki bütün suç onun olsun, cinayet ondan bilinsin.Gizlice melek olmak, ayağıyla hain başını ezmek istiyordu yılanın.Büyüyordu İsrafil, erkek oluyordu, huzursuzluğu tanıyordu, unutmayı, hatırlamayı ve reddi.Ve ellerini görüyordu artık, büyüyen ellerini, tanık ellerini, onlarla yapabileceklerini.İyi bir şekilde ellerini aklamalıydı bir an önce.Yanına bir karga konsun diye yakarmalıydı belki Tanrı'ya.Ona ölüsünü örtmeyi öğretecek, kardeş kanını gizleyecek bir kılavuza muhtaçtı şimdi.

...

Unutmak sağ çıkmaktı, bunu yapamazsa o kuyuya yuvarlancaktı; kendi karanlı kuyusuna.

Yusuf'un da düşmekten korktuğu bir kuyusu var mıydı acaba?

...

Yusuf'un da hayalleri vardı, bir zamanlar onları gerçekleştirmek için, şimdiyse kaybetmemek için anlatıyordu durmadan.

...

Kim bilir belki sen de bir balığın dölüsündür, kökün sulardadır...çırpınışın, ışığın, ahrazlığın bundandır, ölüsüne yandığın o balık kardeşindir belki de.

...

Yüzüme bile bakmamış anam...makası açmış, tek seferde saplanmış şahdamarına, dakikalarca çırpınmış da can verememiş.Kadınlar feryat figan bağırıp koştururken beni unutmuşlar, kim bilir ne kadar zaman karasakız anamın üzerinde, aramızdaki bağdan kan çekilip de ruh suyu gelinceye dek kalmışım öyle.

...

"Bu kasabada ağaçlarla ilgili bir söylence dolanır; vakti zamanında bütün ağaçlar birlik olmuş içlerinde en görmüş geçirmiş olan zeytin ağacının başına toplanmışlar.Gel demişler bize lider ol, kuralları sen koy, topumuzu sen yönet.Zeytin daha en başından 'olmaz' deyivermiş, 'yağımı, dermanımı bırakayım da sizinle mi uğraşayım, krallığınız sizin olsun, benim zenginliğim bana yeter', kovup savmış hepsini...

Ağaçlar bakmışlar ki böyle başsız izansız olmayacak bir de kökleriyle başa çıkılmaz İncir'e gitmişler, bu kez incire methiyeler düzüp arzuhallerini sona saklamışlar.Ama gel gör ki incir zeytinden de fena çıkmış, 'ballı meyvelerimi bırakıp sizi düzene sokmakla mı uğraşayım' demiş, sırtını dönmüş.

Ağaçlar çaresiz en son asmanın önünde eğilmişler.Şarabı, pekmeziyle, dipdiri meyvesiyle dünyayı mest eden asma, kıytırık bir ağaç krallığına kanar mı o da ötekiler gibi kapısından kovmuş sefil ağaçları.

Derler ki meydanı boş bulan, işe yaramaz karaçalı fırsat bilip kral tahtına kuruluvermiş ve o gün bugündür, ağaçlara hükmedermiş."

...

Gözyaşları her şeyin ötesindeydi, bir damlası bile İsrafil'in ruhunu tufan yerine çevirmeye yeterdi.

...

Ne garip bir kadındı bu; nasıl bir yara insanı bu kadar uzağa savururdu ki?

...

Tanrı bizim kusur sandıklarımızı seçtiklerine dağıtmıştır; taşıyabileceklere, kendi çarmıhını sırtlanan Mesih gibi.

...

Üzerindeki elbiseyi herkes yattıktan sonra sobaya tutarak kuruturken, eteğinde küçücük bir yanık deliği açılmıştı.İsrafil'in gözü bu deliğe takılıyordu durmadan, hoşlanmamıştı bu delikten, huzursuz olmuştu.Bebekken böyle yanıkları olan sert tüylü bir battaniyeye sarıldığındandı belki de.

...

İlk ne zaman kimden duymuştum bilmem, benim bir ağaç kökünün dölünden geldiğimi söylemişlerdi.Toprağın içinde kollu bacaklı bir bitki köküymüş yani babam.Ondan sonra ağaçlara, bitkilere yakın durdum hep.Okul yerine, yaşlı bir tekne ustasının yanına çırak verdiler beni.Gaddarlığın hasını da ondan öğrendim, ağaca şekil vermenin inceliğini de.Sedirden düzdüğü sopayla döverdi beni ustam, ağaçların en sağlamını da böylece belledim, o bırakıncaya, sinirini çıkarıncaya kadar başımı eğer, sessiz soluksuz beklerdim.Bak şu parmağa, o günlerden hatıra kaldı, öyle kırılmış ben de ses etmeyince eğri büğrü kaynamış işte.Bükülmez etmez ama işime de engel olmaz.Çocukluğum da delikanlılığım da o bir lokma tersanede geçti, kasabada hiç kimseyle gerektirdiğinden fazla münasebete girmedim...

...

-İyi de o kadar yüksek kuleyi yapmak kolay mı?

-Kölen bolsa niye olmasın; aynı dili konuşuyorlarmış ama diğer insanların Nemrut'un gözünde zerre kadar değeri yokmuş.Kulenin tepesine harç götüren adamlardan olur da biri düşüp ölecek olsa Nemrut adamın canına değil de ziyan olan malzemeye acıyormuş.Neyse, kule epey yükseldiğinde, okçular tepeye çıkıp cennete nişan almışlar.Lakin cennet melekleri burada hazırlıklıymış; adamların kafasını karıştırmak için, okları yakalayıp uçlarına kan bulayarak tekrar aşağıya geri göndermişler.Nemrut'un adamları da bu kanlı okları görüp cennetteki herkesi öldürdük diye zafer çığlıkları atıyorlarmış.İşte insanlar böyle zıvanadan çıkınca, Tanrı meleklerini toplayıp 'hadi şunların dillerini karıştıralım da birbirlerini anlamasınlar, her biri yeryüzünün başka bir yerine dağılsın' diye emretmiş ve aşağıdakileri yetmiş ayrı dile bölmüş.Bir anda kimse kimseyi anlamaz, ustalar işçilere emir geçiremez olmuş, ortalık karışmış, anlaşamayınca, herkes birbirinin üzerine saldırmış, inşaat da böylece yarım kalmış.Bu pek meşhur Babil kulesinin bir yarısını yer yarılıp içine almış, zirvesini de cennetin alevleri yutmuş.

-Yani günaha karışmayanlar da ahraz mı olmuş?

-Bilmem belki de.

...

Belki de hiçbirinin bir aile ağaçları olmayışındandı tüm bunlar.Vasil'in beklediği bir Mesih vardı, Yusuf'un kökünü aradığı ağaçları, Marika'nın sakinlikle nemlenmiş mevsimsiz çiçekleri ve İsrafil'in içinde boğulmaktan kaçınmayacağı düşleri.

...

Tıpkı yaz gibi, renkler de Marika'yla beraber gitmişti.

...

Hiç doğmamışa ölü denebilir miydi?

...

Kasabanın delikanlıları İsrafil'in akranıydılar, zamanında bir misket yüzünden onu tekmeleyenler şimdi de en öndeydiler, yetişkinler ve hatta ihtiyarlar da peşlerindeydi;

Belki de en ateşlileri bir başkasının günahına en çok ihtiyaç duyanlarıydı.

...

Bundan yıllar evvel, evlerin taştan değil de kamıştan olduğu, asmadaki nektardan yalnızca keçilerin tattığı, bol tanrılı dönemlerde de günah bu toprakların en zehirli yılanıydı.Şeytan kılık değiştirerek bir yabancı kılığına bürünür, sürünerek insanların ayaklarına dolanır, kalplerini kötülükle lekelerdi.Bazen günahlar öylesine birikir, yerkabuğuna o kadar ağır bir yük bindirirdi ki ölüler ülkesinin tanrılarını rahatsız eder, onlar da yukarıya en azılı zebanilerinden birkaçını, günahkar avına gönderirdi.İşte bu yüzden ölümlüler için yükte ağır olan günahlar başa belaydı.Kötülüğü tükürmenin de elbet bir kılıfı vardı.Tepelerde sarhoş gezen keçilerin en karası bulunur, şimdi İsrafil'in kulesinin olduğu bu yerdeki geniş çayırlığa getirilirdi.Böylece büyü başlar, insanlar kendilerine ağır gelen günahları bu keçiye yükleyip onlardan kurtulurdu ve sonra ellerine sopaları geçirip günah keçisini döve döve sınırın ötesine geçirinceye kadar kovalayıp kaçırırlardı.Ta ki günahlar gözden yitinceye, yenileri için yer açılıncaya dek.

...

Deniz Gezgin
Ahraz
Sel Yayıncılık

kate, toby & küçük jack, this is us


Kate, Toby & Küçük Jack
This is Us 4. Sezon

masal kahramanları & jack pearson, this is us


"Her masal, bir şeylerin peşinde koşan bir kahramanla başlar."

Jack Pearson, This is Us 4. Sezon

lighthouse (2019), robert eggers

Lighthouse (2019) - Robert Eggers


"Kendine yalan söylüyorsun,  ama bunu göremiyorsun.
Şu hâline bir bak, yakışıklı delikanlı. 
Gözlerin bir kadınınkiler kadar parlak.
Ama kayaya gelip sert adam rolleri kesiyorsun.
Bu sahte inatçılığın beni güldürüyor.
Sessiz kalarak gizemli biriymiş gibi davranıyorsun.
...ama ortada gizem falan yok.
Açık kitap gibi ortadasın.
Hatta tıpkı bir resim gibisin.
Sahne ışıkları altında çığlık atan bir aktris.
Yalnızca doğduğu için arzu edilmek isteyen bir kaniş...
Sana kalması gereken miras için ağlayan biri gibisin."








veranda, herman melville, toplu öyküler


...

Birkaç mil sonra tepelerin yakınına vardım; ancak bulunduğum yerden onları göremiyordum.Kaybolmadım, çünkü yol kenarındaki altın renkli filizlerin kılavuz kaptanlar gibi bana altın pencereye giden yolu gösterdiklerinden kuşkum yoktu.Onları takip ederek birilerinin ancak uyurgezer, günün telaşına rağmen uyanmamış tembel davarlarıyla geçebileceği, üzerinde ot bitmiş yolların bulunduğu tenha ve uyuşuk bir yere vardım.Otlamamışlardı, zira efsunlular asla yemek yemez.En azından gelmiş geçmiş en bilge filozof olan Don Kişot böyle der.

...

Her gece perdeler kapandığında karanlıkla beraber, gerçek de çöker.Dağda ışık oyunları artık olmaz.Marianna'nın ve başka pek çoğunun yüzü, gerçek bir hikayedeki gibi beni büyülerken verandamda bir ileri bir geri yürürüm.


Herman Melville
Veranda
Toplu Öyküler
Everest Yayınları
Türkçesi: Burcu Erdoğan