19 Mart 2020 Perşembe

ahraz, deniz gezgin


















Sen Vaktin İsrafilisin; doğruca kalk da kıyametten önce bir kıyamet kopar!
(Mesnevi)


Bir bebek ne kadar susabilir bilmiyordu Adile, oyuncak bir bebeği bile olmamıştı daha önce.Kimsenin bebeğini sevmemiş, kavruk dünyasında bebeklere hiç yer açmamıştı.Kendi bir bebek olmuş muydu onu da bilmiyordu.Annesini tanımıyordu, bir tek  o vardı ve Adile içten içe bir kadından değil de ondan doğduğuna inanıyordu.

Yavrusunu yutan hayvanlar gibi, o da Adile'yi önce doğurmuş, sonra da yutmuştu.

Bu dünyadan gitmeden evvel, yuttuklarını bir bir Adile'nin rahmine geri koymuştu da sözleri ve sesleri unutmuştu meğer.İsrafil'in dili-kulağı, kapkara bir dumanla uçup gitmişti onun peşinden.

...

Sesleri tanımayan biri için sessizlik diye bir şey de yoktur.Ancak gözleriyle duyan İsrafil için karanlık sessizliği doğuran dişi bir canavardı.Gölgeleri saklayan oydu; her şeyi muğlaklaştıran, İsrafil'i kocaman bir boşluğun içinde etrafsız bir yalnızlığa terk eden.

...

İsrafil, içindeki zifiri kusmayı keşfettiğinde, henüz yedi yaşında bile değildi.Yaşadığı evde hiçbir zaman elektrik olmamıştı.Geceleri yattığı odanın penceresinin önündeki sokak lambasının beyaz floresan ışığı, içerideki karanlığı soğuk bir dokunuşla öteliyordu.Fırtınalı gecelerdeyse sokak lambaları da yanmazdı ve İsrafil geceyle, odanın duvarları arasında sıkışır kalırdı; karanlık sağırlıktı.Böyle bir gecenin uykusu zehirli olurdu.

...

Dillerine dolanan lanetin neyle ilişkili olduğunu bile unutmuşlardı, sadece bir günah keçisi arıyorlardı ve bu kasabada buna en uygun kişi, İfrit'ten doğan ahraz oğlandı.

...

Adile'nin kurşuni gözlerinden İsrafil'e uzanan, kirpiklerinin arasında sakladığı sözcükleri...Adile'ye sancı, İsrafil'e nefes veren maziyi...İkisinin mazisini...Adile o bağı çoktan koparıp attı, İsrafil'se onu bulup yuttu; unutmamak için.

...

İsrafil, yılanın süt kardeşi olduğundan habersizdi; istiyordu ki bütün suç onun olsun, cinayet ondan bilinsin.Gizlice melek olmak, ayağıyla hain başını ezmek istiyordu yılanın.Büyüyordu İsrafil, erkek oluyordu, huzursuzluğu tanıyordu, unutmayı, hatırlamayı ve reddi.Ve ellerini görüyordu artık, büyüyen ellerini, tanık ellerini, onlarla yapabileceklerini.İyi bir şekilde ellerini aklamalıydı bir an önce.Yanına bir karga konsun diye yakarmalıydı belki Tanrı'ya.Ona ölüsünü örtmeyi öğretecek, kardeş kanını gizleyecek bir kılavuza muhtaçtı şimdi.

...

Unutmak sağ çıkmaktı, bunu yapamazsa o kuyuya yuvarlancaktı; kendi karanlı kuyusuna.

Yusuf'un da düşmekten korktuğu bir kuyusu var mıydı acaba?

...

Yusuf'un da hayalleri vardı, bir zamanlar onları gerçekleştirmek için, şimdiyse kaybetmemek için anlatıyordu durmadan.

...

Kim bilir belki sen de bir balığın dölüsündür, kökün sulardadır...çırpınışın, ışığın, ahrazlığın bundandır, ölüsüne yandığın o balık kardeşindir belki de.

...

Yüzüme bile bakmamış anam...makası açmış, tek seferde saplanmış şahdamarına, dakikalarca çırpınmış da can verememiş.Kadınlar feryat figan bağırıp koştururken beni unutmuşlar, kim bilir ne kadar zaman karasakız anamın üzerinde, aramızdaki bağdan kan çekilip de ruh suyu gelinceye dek kalmışım öyle.

...

"Bu kasabada ağaçlarla ilgili bir söylence dolanır; vakti zamanında bütün ağaçlar birlik olmuş içlerinde en görmüş geçirmiş olan zeytin ağacının başına toplanmışlar.Gel demişler bize lider ol, kuralları sen koy, topumuzu sen yönet.Zeytin daha en başından 'olmaz' deyivermiş, 'yağımı, dermanımı bırakayım da sizinle mi uğraşayım, krallığınız sizin olsun, benim zenginliğim bana yeter', kovup savmış hepsini...

Ağaçlar bakmışlar ki böyle başsız izansız olmayacak bir de kökleriyle başa çıkılmaz İncir'e gitmişler, bu kez incire methiyeler düzüp arzuhallerini sona saklamışlar.Ama gel gör ki incir zeytinden de fena çıkmış, 'ballı meyvelerimi bırakıp sizi düzene sokmakla mı uğraşayım' demiş, sırtını dönmüş.

Ağaçlar çaresiz en son asmanın önünde eğilmişler.Şarabı, pekmeziyle, dipdiri meyvesiyle dünyayı mest eden asma, kıytırık bir ağaç krallığına kanar mı o da ötekiler gibi kapısından kovmuş sefil ağaçları.

Derler ki meydanı boş bulan, işe yaramaz karaçalı fırsat bilip kral tahtına kuruluvermiş ve o gün bugündür, ağaçlara hükmedermiş."

...

Gözyaşları her şeyin ötesindeydi, bir damlası bile İsrafil'in ruhunu tufan yerine çevirmeye yeterdi.

...

Ne garip bir kadındı bu; nasıl bir yara insanı bu kadar uzağa savururdu ki?

...

Tanrı bizim kusur sandıklarımızı seçtiklerine dağıtmıştır; taşıyabileceklere, kendi çarmıhını sırtlanan Mesih gibi.

...

Üzerindeki elbiseyi herkes yattıktan sonra sobaya tutarak kuruturken, eteğinde küçücük bir yanık deliği açılmıştı.İsrafil'in gözü bu deliğe takılıyordu durmadan, hoşlanmamıştı bu delikten, huzursuz olmuştu.Bebekken böyle yanıkları olan sert tüylü bir battaniyeye sarıldığındandı belki de.

...

İlk ne zaman kimden duymuştum bilmem, benim bir ağaç kökünün dölünden geldiğimi söylemişlerdi.Toprağın içinde kollu bacaklı bir bitki köküymüş yani babam.Ondan sonra ağaçlara, bitkilere yakın durdum hep.Okul yerine, yaşlı bir tekne ustasının yanına çırak verdiler beni.Gaddarlığın hasını da ondan öğrendim, ağaca şekil vermenin inceliğini de.Sedirden düzdüğü sopayla döverdi beni ustam, ağaçların en sağlamını da böylece belledim, o bırakıncaya, sinirini çıkarıncaya kadar başımı eğer, sessiz soluksuz beklerdim.Bak şu parmağa, o günlerden hatıra kaldı, öyle kırılmış ben de ses etmeyince eğri büğrü kaynamış işte.Bükülmez etmez ama işime de engel olmaz.Çocukluğum da delikanlılığım da o bir lokma tersanede geçti, kasabada hiç kimseyle gerektirdiğinden fazla münasebete girmedim...

...

-İyi de o kadar yüksek kuleyi yapmak kolay mı?

-Kölen bolsa niye olmasın; aynı dili konuşuyorlarmış ama diğer insanların Nemrut'un gözünde zerre kadar değeri yokmuş.Kulenin tepesine harç götüren adamlardan olur da biri düşüp ölecek olsa Nemrut adamın canına değil de ziyan olan malzemeye acıyormuş.Neyse, kule epey yükseldiğinde, okçular tepeye çıkıp cennete nişan almışlar.Lakin cennet melekleri burada hazırlıklıymış; adamların kafasını karıştırmak için, okları yakalayıp uçlarına kan bulayarak tekrar aşağıya geri göndermişler.Nemrut'un adamları da bu kanlı okları görüp cennetteki herkesi öldürdük diye zafer çığlıkları atıyorlarmış.İşte insanlar böyle zıvanadan çıkınca, Tanrı meleklerini toplayıp 'hadi şunların dillerini karıştıralım da birbirlerini anlamasınlar, her biri yeryüzünün başka bir yerine dağılsın' diye emretmiş ve aşağıdakileri yetmiş ayrı dile bölmüş.Bir anda kimse kimseyi anlamaz, ustalar işçilere emir geçiremez olmuş, ortalık karışmış, anlaşamayınca, herkes birbirinin üzerine saldırmış, inşaat da böylece yarım kalmış.Bu pek meşhur Babil kulesinin bir yarısını yer yarılıp içine almış, zirvesini de cennetin alevleri yutmuş.

-Yani günaha karışmayanlar da ahraz mı olmuş?

-Bilmem belki de.

...

Belki de hiçbirinin bir aile ağaçları olmayışındandı tüm bunlar.Vasil'in beklediği bir Mesih vardı, Yusuf'un kökünü aradığı ağaçları, Marika'nın sakinlikle nemlenmiş mevsimsiz çiçekleri ve İsrafil'in içinde boğulmaktan kaçınmayacağı düşleri.

...

Tıpkı yaz gibi, renkler de Marika'yla beraber gitmişti.

...

Hiç doğmamışa ölü denebilir miydi?

...

Kasabanın delikanlıları İsrafil'in akranıydılar, zamanında bir misket yüzünden onu tekmeleyenler şimdi de en öndeydiler, yetişkinler ve hatta ihtiyarlar da peşlerindeydi;

Belki de en ateşlileri bir başkasının günahına en çok ihtiyaç duyanlarıydı.

...

Bundan yıllar evvel, evlerin taştan değil de kamıştan olduğu, asmadaki nektardan yalnızca keçilerin tattığı, bol tanrılı dönemlerde de günah bu toprakların en zehirli yılanıydı.Şeytan kılık değiştirerek bir yabancı kılığına bürünür, sürünerek insanların ayaklarına dolanır, kalplerini kötülükle lekelerdi.Bazen günahlar öylesine birikir, yerkabuğuna o kadar ağır bir yük bindirirdi ki ölüler ülkesinin tanrılarını rahatsız eder, onlar da yukarıya en azılı zebanilerinden birkaçını, günahkar avına gönderirdi.İşte bu yüzden ölümlüler için yükte ağır olan günahlar başa belaydı.Kötülüğü tükürmenin de elbet bir kılıfı vardı.Tepelerde sarhoş gezen keçilerin en karası bulunur, şimdi İsrafil'in kulesinin olduğu bu yerdeki geniş çayırlığa getirilirdi.Böylece büyü başlar, insanlar kendilerine ağır gelen günahları bu keçiye yükleyip onlardan kurtulurdu ve sonra ellerine sopaları geçirip günah keçisini döve döve sınırın ötesine geçirinceye kadar kovalayıp kaçırırlardı.Ta ki günahlar gözden yitinceye, yenileri için yer açılıncaya dek.

...

Deniz Gezgin
Ahraz
Sel Yayıncılık

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder