5 Mart 2013 Salı

mihman, akif kurtuluş

"Bir kaplumbağa gibi yerleşebileceğimiz kendimiz var mı?"
---
Hiç bilmediğim, adını koyamadığım, koymak da istemediğim bir yarayla karşısına oturmuştum.
---
Zerrece suçum olmadığı halde, birtakım düşler kurarak kendimi suçlu bulduğum olmuştur çoğu kez.
---
Bu artık, sezon finali  falan değildi.Bu dizinin devamı çekilmeyecekti.Kanal, dizimizi yayından kaldırıyordu.
---
Acısını, o zaman boynundaki ipe bağlı büyük bir kaya parçası gibi, gittiği yere götürebilirsin.Beceremezsen, o büyük kaya parçası gittiği yere seni sürüklüyor.Büyük surların içine, bir kuyunun ağzına, bir ırmağın taşkın sularına, Karadeniz'in içine aldığını yutan dalgalarına, fındık kabuğuna, taze bir cevizin kıvrımlarına, kılcal damarlarına, bir uçurumun ağzına...Nereye götürürse, nereye atarsa artık!
---
Çocukken, köyde bahçede erkek çocuklar öten kuşları susturmak için ceviz dallarına sapanla taş atarken, ağacın dibinde dururdum.Kuş düşer de onu yakalar, alıp koynuma atıp kaçarım.Kanadını sarar iyileştiririm diye orada bekler, bir yandan da dua ederdim, "Allsh'ım onları düşürme" Rabbim dualarımı hep kabul etti de o kuşlar hiç susmadı.
---
Şimdi geri dönüp bakıyorum da, bir elimde yorgunluğum var.
---
Çok gençken içime kapandığımda, dikenlerim sadece kendime batardı.O dikenlerle baş etmesini bir şekilde becerirdim.Acıklı sesler çıkarmadan, sevgi beklemeden, kendimden başka kimsenin nöbetçi eczane olmadığı kuytumda bör köpek gibi yalardım yaralarımı.Şimdi bunları sana yazarken, utanmıyor değilim.Şu an bile, bütün bunları abarttığıma ilişkin, yenemediğim bir şüphe yakıyor içimi...

Sonra ne mi oldu?Kötü şeyler olmaya başladı.O dikenlerle yaşamaya alıştım.Onlar benim hayatımın bir parçasıydı, ama bana sokulanı acıtıyordu..
---
Nereye gitsem geri döneceğimi bilmem, beni sandığımdan daha korkak yaptı.
---
Geçen yıl birbirimizden ayrı kaldığımız bir dönemde, "Shape of my Heart"ı meşrebimce yeniden yazmıştım...
"Dünyadan haberi olmayan
Zararını çıkarmak hırsıyla oynayan
Şanslarına küfreden kumarbazlar gibi
Kaybetmekten korkanlardan değilim
Elindeki kupa değil benim kalbim"
---
Hangimiz öbürüne gönül koyacak? Kim kimin yarasını sağacak?

Mihman
Akif Kurtuluş

ikiru (1952), akira kurosawa

İşte bu  kahramanımız.
Ama şu anda
onunla tanışmaya çalışmaya değmez.
Sonuçta,
...yaşadığı kendi hayatı değil
yalnızca zaman geçiriyor.
Bir cesetten farkı yok.
Aslında, bu adam 20 yıldan uzun bir süredir ölü.
Ondan önce de birazcık yaşıyordu.
Gerçek bir işte çalışmayı bile denedi.
Ama artık
o eski tutku ve hırsından eser yok.
Bürokrasi makinesinin ayak işleri
ve doğurduğu anlamsız meşguliyet
...onu ezdi geçti.
Meşgul,
her zaman çok meşgul.
Ama aslında bu adam kesinlikle hiçbir şey yapmıyor.
Mevkisini korumak dışında yani.
Bu dünyada makamınızı korumanın
en iyi yolu hiçbir şey yapmamaktır.
Yaşam gerçekten
bundan mı ibaret?

Yaşam gerçekten
bundan mı ibaret?

İkiru (1952)
Akira Kurosawa

bir delinin anıları, gustave flaubert

Her gün, gerçekten de , dünyayı altüst ediyorsun, kanallar kazıyorsun, saraylar inşa ediyorsun, ırmakları taşların arasında hapsediyorsun, otu topluyorsun, eziyorsun ve yiyiyorsun; gemilerinin omurgasıyla okyanusu karıştırıyor ve bütün bunların güzel olduğunu sanıyorsun; yediğin vahşi hayvandan daha iyi olduğunu sanıyorsun, rüzgarların sürüklediği yapraktan daha özgür, kulelerin üstünde süzülen kartaldan daha büyük, ekmeğini ve elmaslarını çıkardığın topraktan ve üstünde yol aldığın okyanustan daha güçlü.Ama heyhat!Yerinden oynattığın toprak geri geliyor, kendi kendine yeniden doğuyor, kanalların yıkılıyor, nehirler tarlalarını ve şehirlerini işgal ediyor, saraylarının taşları yerlerinden çıkıyor ve kendiliğinden düşüyor, taçlarının ve tahtlarının üstünde karıncalar koşturuyor, bütün filoların gelse, okyanusun sathında bir yağmur damlasından veya bir kuşun kanat çırpışından daha fazla iz bırakamaz.Ve sen de çağların okyanusunun üstünde geminin dalgaların üstünde bıraktığından daha fazla iz bırakmadan geçip gidiyorsun.Kendini büyük sanıyorsun çünkü dur durak bilmeden çalışıyorsun ama bu çalışma, zayıflığının bir göstergesi.Demek ki bütün bu gereksiz şeyleri alınterin pahasına öğrenmeye mahkumdun; doğmadan önce köleydin, ve yaşamdan önce bedbaht.Yıldızlara bakarken gururla gülümsüyorsun çünkü onlara isim verdin, mesafelerini ölçtün, sonsuzu ölçmek ve uzayı zihninin sınırları içine hapsetmek istermişsin gibi.Yanılıyorsun!Bu ışıklı dünyaların arkasında sonsuz başkaları olmadığını, ve böylece devam etmediğini sana kim söyledi?Hesapların belki de birkaç arşın yükseklikte duruyor ve o yükseklikte yeni bir olgu ölçeği başlıyor?Kullandığın kelimelerin değerini sen kendin anlıyor musun,... şümul,uzay?Onlar senden ve kürenden daha zengin.
---
Heyhat!Ebediyet önümüzde dikiliyor ve biz ondan korkuyoruz, bu kadar uzun sürmesi gerekecek olan şeyden korkuyoruz, biz ki o kadar az sürüyoruz.
---
Etrafımdaki bütün insanlar, içinde öldüğüm bir çöl yaratıyorlar.

Bir Delinin Anıları
Gustave Flaubert

isyankar sokakların günahkar çocuğu, müslüm gürses, tayfun er

İsyankar Sokakların Günahkar Çocuğu

 

İstanbul'a kar yağmayınca, Türkiye'ye kar yağmadığını sanan basın Müslüm Gürses'in gücünü 1989'daki Gülhane Konseri'nde gördü. 100 bin civarındaki insanın, sadece konsere bir şarkıcıyı görmeye dinlemeye gitmesinin ötesinde o gün Gülhane'de toplumsal bir olay yaşanıyordu. Ayaklarına kapananlar, atletlerini fırlatanlar, coplara aldırmadan bir kez öpeyim diye sahneye fırlayanlarla Müslüm Gürses, bir şarkıcı kimliğinin ötesine geçip tam anlamıyla bir fenomen, bizatihi temsil ettiği değerlerle bir olay olduğunu dosta düşmana gösteriyordu.
Oysa daha 1969'da 300 bin satan "Sevda Yüklü Kervanlar" plağı vardı ama o ve dinleyicileri basının ilgi alanına girmemişti bir türlü. Yoksulluk yüzünden küçük yaşta Urfa sonrası Adana'ya göç etmesi ve sonra İstanbul'a gelmesi sadece kişisel biyografisinin ayrıntısı değildi. O gün Gülhane'de açılan pankartların birisinde yazan "İsyankâr Sokakların Günahkâr Çocukları" ifadesi sadece fanatiklerinin sosyolojik durumunu değil, özdeşleştikleri Müslüm Baba'yı da ifade ediyordu. O yüzden gencecik yaşında "baba" olmuştu çünkü o aynı zamanda ardındaki milyonlarca kitleyi temsil ediyordu.

AŞKI DA HAYATI GİBİ
"Baba" ifadesi sadece hayata karşı duruşundan değil fanatiklerinin ruh halini temsil etmesinden dolayı geliyordu. Orhan Gencebay ve Ferdi Tayfur da Anadolu'dan büyük şehirlere göçenlerin temsilcileriydi.
Müslüm Gürses de öyle ama o daha sonra yaşanan göçün artık dolmuş ve istenmedikleri şehirde büyük zorluklar çeken yeni kuşak emekçileri temsil ediyordu. Artık hayat metropollerde çok daha sertti; Gencebay hatta Tayfur bile bu sertliğin karşılığı olamıyordu. İşte Müslüm Baba tam da bu ezilmişin de ezilmişi olanların sesiydi. Hayatı, tavrı, sesi ve şarkıları bu kendisini en dibe vurmuş, yukarıya doğru çıkmayı imkânsız görenlere bir feryat çığlığı olmuştu.
Hayat arkadaşı Muhterem Nur da, Yeşilçam'ın en parıltılı dönemlerinden bir kuyruklu yıldız gibi geçmişti.
Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit ve benzerleri ayarındaydı ama bir türlü o şöhretin getirmesi gerektiği gibi hayata tutunamamıştı.
Muhterem Hanım'ın hayatı, Müslüm Baba'nın sadece eşi değil, en fanatik izleyicisinin hayatı gibi çileliydi. Baba da tercihini bu hak ettiğini bulamamış eski yıldızı severek yapmıştı. Aşkı da, hayatı ve şarkılarıyla uyumluydu.

'BABA'NIN DEĞİŞİMİ
Gencebay ve Tayfur hayranları, gitgide şehirle barışmış, ona istemeden de olsa alışmıştı. Zaten hayat Müslüm Baba'nın dönemine göre daha yumuşaktı.
Metropollerin en düşük ücretli ve en kötü işlerinde çalışanların çok daha sert ve asiydi. Onlar sadece "Batsın Bu Dünya" deyip mütevekkil bir kabul ediş ya da "susadım, çeşmeye varmaz olaydım" diye naif bir kırılganlık içinde değillerdi. Bu hayatla kavga ediyorlardı hem de çatır çatır...
Türkiye zor ve kanlı bir dönemdeydi; jiletin akıttığı kan sadece konserde kendisini "hacamat" edenlerin bireysel aşırılığı değil, her şeyin aşırısını yaşayan bir ülkenin dışavurumuydu.
Müslüm Baba, Teoman şarkılarıyla bir süre sonra bu aşırılıkla arasına bir mesafe koyuyordu. Belki de artık o Adana'dan gelen Müslüm Akbaş değildi artık. Yeni şarkıları, metropolün aşklarından hayal kırıklığı yaşayan şehirli şarkılarıydı.
Gülhane'de bedenini paralayanlarla arasındaki makas gitgide açıldı. Yine Baba idi elbette ama artık dinleyecileri değişmişti.

Tayfun Er

04.03.2013
Takvim Gazetesi

n'oldu bu gönlüm, hacı bayram veli, koptu kervan

 N'oldu Bu Gönlüm-Koptu Kervan

n'oldu bu gönlüm n'oldu bu gönlüm
derd-ü gamla doldu bu gönlüm
yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm
yanmada derman buldu bu gönlüm

yan ey gönül yan yan ey gönül yan
yanmadan oldu derdine derman
pervane gibi pervane gibi
şem'ine aşkın yandı bu gönlüm

gerçi ki yandı gerçeğe yandı
rengine aşkın cümle boyandı
kendi de buldu kendi de buldu
matlabını hoş buldu bu gönlüm

sevad-ı a'zam sevad-ı a'zam
belki oluptur arş-ı muazzam,
matlab-ı canan matlab-ı canan
olsa acep mi şimdi bu gönlüm

el fakru fahri el fakru fahri
demedi mi ol alemler fahri
fahrini fakrin fahrini fakrin
mahv-u fenada buldu bu gönlüm

bayram'ı imdi bayram'ı imdi
bayram edersin yar ile şimdi
hamd-ü senalar hamd-ü senalar
yar ile bayram kıldı bu gönlüm

Hacı Bayram Veli

13 Şubat 2013 Çarşamba

kalecinin penaltı anındaki endişesi,peter handke


Gördüğü her şeyden rahatsız oluyor, olabildiğince az şey algılamaya çalışıyordu…
--
Dışarıda hava kararmıştı.Bu kadar ayrıntı algılamaya alışkın olmayan Bloch’un başına sancı girmişti, herhalde yanındaki o bir sürü gazetenin kokusunun da payı vardı bunda.
--
Gördüğü her şey en katlanılmaz bir biçimde kesilmiş, sınırlanmıştı.Kusmak içini ferahlatmamış, tersine daha da sıkıştırmıştı.Sanki bir levye kendisini gördüğü her şeyden kanırta kanırta ayırıyordu, daha doğrusu, çevresindeki nesneler  kendisinden ayrılmış, havaya kaldırılmış gibiydi.Dolap, lavabo, seyahat  çantası, kapı: Ancak şimdi farkına varıyordu; çılgınca bir zora uğramışcasına, gördüğü her nesneye uyan kelimeyi aklından geçirmeden edemiyordu.Her nesnenin görüntüsünü hemen nesnenin adı izliyordu.Sandalye, elbise askısı, anahtar,.Ortalığa erkenden böyle bir sessizliğin çökmesi, gürültüler dikkatini artık dağıtmasın diyeydi; her yer bir yandan böyle, çevresindeki nesneleri görebileceği kadar aydınlık, öte yandan böyle, hiçbir gürültünün dikkatini dağıtamayacağı kadar sessiz olduğundan nesneleri sanki kendi reklamlarıymış gibi görüyordu.
--
Bir süre sonra Bloch, aslında hala otelin lokantasında oturup kendi kendine, dışarıda, caddede olup bitenleri saymakta olduğu halde, bilincine bir cümlenin yerleştiğini fark etti: “Çok uzun zaman aylak kaldı da ondan işte!” Cümle kendisinde bir kapanış cümlesi izlenimi uyandırdığından, aklına nereden takıldığını düşündü.Daha önce ne vardı?Evet! Ondan önce, şimdi aklına getirdiği üzere, şöyle düşünmüştü: “Şutu beklemiyordu, topu bacaklarının arasından kaçırdı.” Bu cümleden önce de kalenin arkasında durup kendisini huzursuz eden fotoğrafçıları düşünmüştü.Daha önce de: “Arkasında biri durakalmıştı; ama sonra sadece köpeğine ıslık çalmıştı.Ya bu cümleden önce…

Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi
Peter Handke

arkadaşımın evi nerede,sepehri,kiarostami


ADRES

'Dostun evi nerede?' diye sordu, günün battığı yerde süvari Gökyüzü biraz duraksadı
Dudağındaki geçici ışık dalını kumların karanlığına bağışladı ve
'Ağaca varmadan
Tanrı'nın rüyasından daha yeşil
Asma dallarının indiği bir sokak var'
Ki orda sadakatin tüyleri kadar mavidir aşk
Erişkinliğin arkasındaki o sokağın taa sonuna kadar başını çevirme
Sonra yalnızlık çiçeğine doğru yönünü değiştirir
İki adım kala güle,
Mitolojik toprağın ölümsüz fıskiyesinde durursun.
Orada yakalar seni şeffaf bir korku.
Gökyüzünün samimi akışında bir hışırtı duyarsın
Bir çocuğu görürsün
Yüksek bir çama çıkmış, 
Işığın yuvasından yavrular toplamaktayken
İşte ona sorarsın;
'Dostun evi nerede?'

Sohrab Sepehri


Çeviri: Faysal Soysal

4 Şubat 2013 Pazartesi

yedinci gün, ihsan oktay anar



…Paşaoğlu, adeta Allahu Teala’nın yarattığı güzelliği hakkıyla his ve idrak ettiği için tozutan dahi bir ressamın fırçasından çıkmış harikulade bir resme benzeyen bahçeye dudak  bükerdi.Sorbon’da tahsil gördüğü için tabii ilimlere alaka hissetmiş beyefendi için papatyalar, asteraseae, zambaklar liliaseae, güller rosaseae idiler.Kısacası adam, şair şuara takımı gibi huluskar, içli sulu zırtlak değildi ve yalıda baba parasıyla tanzim ettiği laboratuarında, binlerce şiirin on binlerce mısraında geçen, umutla yüz binlerce canana ve yavukluya takdim edilen çiçek nevilerini, bunlara gelen arı, yusufçuk, uçuç gibi böcekleri mikroskop altında inceler, hangi akla hizmetse bir de notlar alırdı.
--
Paşaoğlu kumarda kaybettiğini düşünürken Aman Baba onun, Allah aşkında kazanacağını düşünüyordu.
--
…Gömleğini üstüne bir yün aba giyen Rebaz’ın burnundan, soğuğun etkisiyle olsa gerek, bir sümük huzmesi sarkar, burnunu çekti mi huzme yukarı doğru yaylanır, ama bir türlü yere damlamak bilmezdi.Bu nedenlerle rakipleri onun ellediği taşları almak zorunda kaldıklarında, gayr-i sıhhi kalelere, sidikli atlara, kığlı fillere, sümüklü vezirlere ve bitli piyadelere dokunmaya çekinirler, ama gözlerini adamın asla mat olmamış, belki de bir Olemp ilahı kadar ölümsüz şahından da alamazlardı.
--
Cezasının bitmesine bir buçuk ay kala gardiyanlardan Kur’an-ı Kerim istedi…Ama onlar, bir ırz düşmanına Mushaf vermeyeceklerini beyan ettiler.Ne var ki o, ab-ı ru döküp ayaklarına kapanınca, insaf edip taşbaskı bir Kur’an getirdiler.O da oturdu ve günler boyunca kıraat edip sadece hatmektmekle kalmadı, bir de ezberleyip hafız oldu.O kadar yanık okuyordu ki, gardiyanlar onun iftira kurbanı bir masum olduğunu düşünmeye başladılar.Hatta bir ikisi, onun firarına göz yumacaklarını bile ima etti…
--
…Ancak bu kölelerden aceleci olan bazıları, ilahi kanunları terk edip, tabiatın kanunlarını keşfetmek için paçaları sıvadı.’Adı her ne olursa olsun, Efendimiz acaba ne demek istiyor?Onun kanunlarını bilelim ve ihlal etmeyelim de başımıza iş miş açılmasın!’ diyerek cilt cilt ilim kitapları yazdılar.İşte medeniyeti inşa eden köle ruhlular nizam ve efendi peşindeyken, hiçbir kanun tanımayan o hür Moğol, kanun nizam sallamadan bozkırlarda at koşturuyordu.Böylece kölelere aradıkları Efendi’yi, yani kendisini takdim etti.Sarayları ateşe verdi, mabetleri yaktı, Çin vazolarını paramparça etti ve şehirleri terk ettiğinde kütüphanelerin alevleri göklere yükseliyordu.
--
Ancak  Ateşçi, “O bir çiftçi ve onun işi toprakla, benim işim ise ateşle.Bu yüzden ben ondan üstünüm!” dedi.
--
Allahû Teâlâ'nın Âdem ile Havva'yı Cennet'ten kovmasının neticeleri pek iyi olmamıştı.Çünkü âdemoğullarından bazıları Dünya'yı cennet bellemiş ve zorbalığa meyletmişlerdi.
--
Anlaşılan bu dünya cennet falan değil, cehennemin ta kendisiydi.Cennet olmasaydı, onu icat etmek gerekecekti.Nitekim biri etti ve onu da çarmıha gerdiler.
--
Aslında kendine ağlıyordu.Çünkü bu dünyada, en büyük haksızlığı yine kendine yapmıştı.

Yedinci Gün
İhsan Oktay Anar

3 Şubat 2013 Pazar

neşeli bir yangın, soren kierkegaard





Çağını uyarmak isteyenlerin başına ne gelir?

Tiyatronun kulisinde bir gün yangın çıkmış.Palyaço haber vermek için sahneye gelmiş.Herkes bunun bir şaka olduğunu sanıp alkışlamaya başlamış.Palyaço uyarmaya devam ettikçe alkışlar daha da hızlanmış.Sanırım dünyanın sonu, her şeyin bir şaka olduğunu sananların yükselen alkışları arasında gelecek.
 


Neşeli Bir Yangın
Meseller
Soren Kierkegaard

400 darbe, haydar ergülen



herkesin annesi yok, onun kendisi
'ey güzel baba' hem benim
hem kimsesi

adı bir unutkanlık, bence: yosma
küçük, küçük, yok gibi bir kız
önce dudaklar küser
'...annemiz yoksa!'

beni bir parkta yitirecek yaşta
incelikler sınıfında

keşke okuldan beraber kaçsaydı!



Haydar Ergülen