20 Mart 2022 Pazar
Kurumuş Bir Dal Gibiyim - Cenk Tevet
19 Mart 2022 Cumartesi
Lord Jim - Joseph Conrad
İşverenlerine göre Jim'in ortaya koyduğu bahaneler kesinlikle yetersizdi.Jim'in arkasından, "Lanet olası budala!" dediler.Jim'in aşırı duyarlılığına getirdikleri eleştiri buydu.
...
İşlerini yeterince kolaylaştıracağını bilseler bizzat şeytana bile hizmet ederdi bu adamlar.
...
Jim bir yandan hayretle, bir yandan da denizin v gökyüzünün bu muaazzam dinginliğine minnet duyarcasına, "Gemi ne kadar da istikrarlı gidiyor," diye geçirdi aklından.Böyle zamanlarda Jim'in zihninde cesaret gerektiren işler canlanıyordu: Bu hayallerden ve hayallerinde kotardığı işlerin getirdiği düşsel başarılardan haz alıyordu..Bunlar yaşamın en güzel yanları, gizli gerçeği, saklı kalmış gerçekliğiydi.Bunların görkemli bir gücü, belirsizlikten gelen bir cazibesi vardı ve kahramanca bir yürüyüşlei resmigeçit yaparcasına gözünün önünden geçiyorlardı; beraberlerinde ruhunu da alıp götürüyorlar ve başlı başına sınırsız bir özgüvenin aşk iksiriyle onu sarhoş ediyorlardı.
...
Her birimizin koruyucu bir meleği olduğuna inanmak gelir içimden; tabii eğer sizler de her birimizin yakından tanıdığı bir şeytanı olduğunu kabullenirseniz.
...
Cesaretten kastım askeri, sivil ya da özel herhangi bir cesaret değil.Doğuştan gelen ve günahın cazibesine karşı durma cesaretinden söz ediyorum.Zekâ ve bilgiye dayanmayan ama, Tanrı biliyor ya, yapmacık bir tavır takınmadan hazırlıklı ve gönüllü olmaktan, inceliksiz ve kaba olduğunu düşünseniz de paha biçilmez bir dayanabilme cesaretinden, dahili ve harici tehditler karşısında, insan doğasının gücü ve baştan çıkarıcı yozlaşması karşısında düşünmeden, eğilip bükülmeden, gerçeklerin ezici gücüne, ibret verici olayların kötü etkilerine, suç işlemeye teşvik edici fikirlere karşı dayanıklı bir inancın desteğiyle direnen o cesaret ve metanetten bahsediyorum.Fikirlerin canı cehenneme!Fikirler zihninizin bir köşesine yerleşip sizi sürekli dürtükleyen, her biri içinizdeki cevherden bir parça koparıp alan, adam gibi bir hayat sürmek ve acı çekmeden ölmek istiyorsanız birkaç basit düşünceye sıkıca tutunmanız gerektiği inancını ufak ufak zihninize zerk eden sokak serserileri, derbeder hovardalardır!
...
Jim sağda solda bazı yolcuların üzerinde yattıkları hasır minderlerden başlarını kaldırdığını, belli belirsiz insan silüetinin yerinde doğrulup oturmuş, uykulu uykulu gelen seslere bir anlığına kulak kabarttığını, ardından da birbirine geçmiş gibi karmakarışık bir görüntü çizen sandıklar, buharlı vinçler ve havalandırma fanlarının arasında kaybolduğunu görüyormuş.Bu insanların hiçbirinin o tuhaf sesi dikkate alacak kadar olayların bilincinde olmadıklarının farkındaymış.Dediğine göre, demir gövdeli dev gemi, beyaz yüzlü adamlar, tüm görüntüler, tüm sesler, gemide olan biten her şey o bilgisiz ve dindar kalabalık için aynı ölçüde tuhaf ve olayları asla anlayamayacakları için aynı ölçüde güvenilirdi.Ona öyle geliyordu ki, bu yaşananlar bir şanstı ama bunu düşünmek tek kelimeyle dehşet vericiydi.
...
"Daha suda boğulmadan nefesimin kesileceğini sandım," dedi.Kendi canının derdine düşmediğini iddia etti.Zihninde bir canlanıp bir kaybolan tek bir düşünce vardı: sekiz yüz insan, yedi sandal; sekiz yüz insan, yedi sandal."Biri kafamın içinde yüksek sesle konuşuyordu!" dedi.
...
Gözünü kırpmadan ölüme gitmeye hazırlıklı olmak ender rastlanan bir durum değil ama yenilginin kaçınılmaz olduğu bir mücadeleyi sonuna kadar sürdürecek, yürekleri delinmez bir zırhın çeliğiyle kaplı adamlar da nadiren rastlanır.Umut azaldıkça huzura erme arzusu güçlenir ve en sonunda hayatın ışığını zaptedip söndürür.Hangimiz bunu gözlemlemedik ya da duyguların had safhada yıpranmasını, çabanın beyhude olduğu hissini, huzura ermenin dayanılmaz arzusunu bizzat yaşamadık ki?Akıl almaz, üstesinden gelinmez güçlere karşı mücadele verenler -batan gemilerin sandallarındaki kazazedeler, çölde kaybolmuş gezginler, doğanın acımasız gücüne ya da cahil ve barbar kalabalıklara karşı savaşan adamlar- bunu iiyi bilirler.
...
Deniz 'yirmi bin çaydanlıktan çıkan sesler gibi' tıslayıp köpürüyormuş.Bu benim değil onun benzetmesi.
...
Ölümün gölgesinden kurtulmuş hayatların üzerine sanki çılgınlığın gölgesi düşüyordu.Geminiz sizi hayal kırıklığına uğratıp batarsa, bütün dünyanız, sizi siz yapan, zapteden, muhafaza edip koruyan dünyanız da batar.Sanki bir cehennem çukuru gibi derin okyanusun üzerinde o engin sularla temas ederek yüzen adamların ruhları aşırı kahramanlıklar sergilemek, saçmalayıp her türlü iğrençliğe bulaşmak üzere serbest bırakılmıştı.Elbette inanç, düşünce, aşk, nefret, fikir ve hatta madde ve cisimlerin dış görünüşü gibi kavramların algısı kadar, gemi kazalarının algısı da insandan insana değişir.Bu kazanın o soyutlanmışlığı, dünyadan o kopukluğu daha da pekiştirip tamamlayan rezil bir yanı vardı.Ahlakları ve idealleri daha önce böylesine zalim ve dehşete düşüren bir şakaya maruz kalmamış bu adamları insanlığın geri kalanından tamamen koparan berbat koşullar vardı.
...
Neden olmasın?Sandala atlamamış mıydım?Tek kelime etmedim.Söylemek istediğim şeyleri ifade edecek kelime yok.Eğer o anda ağzımı açsaydım ancak bir hayvan gibi uluyup böğürebilirdim.
...
Denizcinin yaşamı dışında başka hiçbir yaşamda kurulan hayaller gerçeklerden bu kadar uzak değildir; daha başlangıcından itibaren tamamen hayaller üzerine kurulan ve bu hayallerin yıkılıp bu kadar çabuk düş kırıklığına dönüştüğü, boyun eğip kabullenmenin bu kadar güçlü olduğu başka hiçbir meslek yoktur.
...
...Fakat onur -onur monsieur! Gerçek olan bir şey varsa o da onurdur.Ve insan onurunu yitirdiğinde'-yayıldığı çayırda birdenbire ayağa dikilen ürkmüş bir öküz gibi hantal bir acelecilikle ayağa fırladı- 'onur elden gittiğinde yaşamanın ne kıymeti kalır?Mesela ben bu konuda hiçbir fikir belirtemem çünkü monsieur bu konuda hiçbir bilgim yok.!
...
Geçmişe dönüp Jim'in başarısına baktığımda -gözlerimin tanıklığına ve onun samimiyetle güvencelere rağmen- bulamadığım şey buydu.Yaşam sürdükçe umut da vardır, doğru; ama korku da vardır.
...
Şahsen ben onun bir meyve bahçesinden bir şeyler aşırmaktan daha kötü bir suç işlemiş olabileceğini düşünemiyorum.Daha büyük bir kabahati var mı acaba?Belki de bana bundan söz etmeliydiniz; fakat ikimiz de birer azize dönüşeli o kadar uzun bir zaman oldu ki bizim de vaktiyle günah işlediğimizi unutmuş olabilirsiniz.
...
Sadece diyeceklerimi iyi belle; eğer bu oyuna devam edersen çok yakında dünyanın seni barındıracak kadar büyük olmadığını anlayacaksın.
...
Ben de ona dünyanın, kabahatini saklamak için yeterince büyük olmadığını söylemiştim.
...
Stein'in ilginç bir geçmişi vardı.Bavyera'da doğmuştu ve yirmi iki yaşında gençken 1848 yılındaki devrim hareketinde faal bir rol almıştı.Durumu tehlikeye girince kaçmayı başarmış ve ilk başta Trieste'de saatçilik yaparak geçimini sağlayan yoksul bir cumhuriyetçinin yanına sığınmıştı.Oradan da işporta usulü satmak üzere bir miktar ucuz saatle yola çıkıp Tripoli'ye gitmişti.İş hayatına çok önemli bir adım atarak başlamasa da şansı yaver gitmiş...
...
"Bir böcek bilimcinin böyle konuştuğunu işitmemiştim daha önce" dedim neşeyle."Şaheser!Peki ya insan hakkında ne düşünüyorsunuz?"
Gözlerini cam kutudan ayırmadan, "İnsan hayranlık uyandırıcı ama bir şaheser değil" dedi."Belki de sanatçı biraz çılgındır, ha!Ne dersiniz?Bazen insanın istenmediği, kendisine ihtiyaç duyulmayan bir yere sahip çıkmak istesin?Neden bir oraya bir buraya koşuşturup kendisiyle ilgili bu kadar yaygara yaparken, bu kadar böbürlenip, yıldızlardan bahsederken otları ayaklarının altında ezsin?"
"Kelebekleri avlarken" diye araya girdim.
...
Açıkçası, kelimelerime değil sizin hafızanıza güvenemiyorum.Sizlerin bedenlerinizi beslemek için hayal gücünüzü aç bırakacağınızdan korkmasaydım daha dokunaklı ve etkili anlatırdım.Kırıcı olmak değil amacım; hayal kurmamak hürmete değer, güven verici, kazançlı ve sıkıcıdır.Buna karşın sizlerin de hayatınızı, soğuk bir taştan çıkan alevli kıvılcımlar kadar şaşırtıcı ve ne yazık ki bir o kadar kısa ömürlü ihtişam ışıklarını doya doya yoğun yaşadığınız bir döneminiz olmuştur.
...
Sırf açgözlülüğün insanı bu kadar sabırlı, kararlı ve gayret sarf edip fedakarlık yapmaya bu denli kör bir inatla bağlı kılacağına inanmak zor geliyor.Gerçekten de böyle bir maceraya girişenler varını yoğunu, hayatlarını tatmin edicilikten uzak bir ödül uğruna tehlikeye atıyorlardı.Zenginlik geride kalanlara, memlekette yaşayanlara akabilsin diye kemiklerini uzak sahillerde ağarmaya bırakyorlardı.Onlardan daha azına katlanmış ardılları olarak bizlerin gözünde bu insanlar birer ticari temsilci olarak değil, içlerinden gelen bir sese, kanlarını kaynatan bir dürtüye, gelecek üzerine kurulan bir hayale itaat ederek bilinmezin sınırlarını zorlayan, alınlarına yazılmış bir kaderin araçları, temsilcileri olarak yüceliyordu.Hepsi de olağanüstüydü ve kabul etmek gerekir ki olağanüstü koşullara da hazırlıklıydılar.Çektikleri çileleri, gördükleri denizleri, yabancı ülkelerin geleneklerini, şaşaalı hükümdarın ihtişamını kanaatkarca hafızalarına kazıdılar ve kaderlerini kendi alınlarına yazdılar.
...
Cornelius bir yolunu bulup tüm ölümcül badirelerden sıyrılmayı başarmıştı ve hangi tarafı tutmaya mecbur kalmışsa kalsın, davranışlarının, ruhuna damgasını vuran alçaklığın izlerini taşıdığından hiç kuşkum yok.Bu onun karakteriydi; nasıl ki başkaları herkesin gözünde cömert, seçkin ya da saygın bir insansa, Cornelius da özünde ve birçoğunun gözünde tam bir alçaktı.Tabiatının bir unsuruydu bu ve tüm davranışlarına, arzularına ve duygularına nüfuz etmişti; alçakça öfkeleniyor, alçakça tebessüm ediyor ve alçakça üzülüyordu; gösterdiği nezaket ve kızgınlık da aynı biçimde alçakçaydı.Eminim aşkı da görülmemiş rezillikte bir duygudan ibaret olurdu.İğrenç bir böceğin yaşadığı aşkı düşünebiliyor musunuz?Tiksindiriciliğinde bile bir rezillik vardı ve düpedüz iğrenç bir insan bile onun yanında asilzade gibi dururdu.Cornelius bu hikayede ne ön ne de geri planda yer alır; sadece hikayedeki gençliği ve onun saflığını lekeleyen, güzel kokusunu bozan gizemli ve cenabet bir gölge gibi sinsi sinsi civarında dolaştığı görülür.
...
Hepimiz gibi o da bilinmeyenden korkuyordu ve cehaleti, bilinmeyeni sonsuz bir büyüklüğe eriştiriyordu.
...
Kuşkusuz yasalar var ve zarı attığınızda da şansınızı ayarlayan bir yasa vardır.Teraziyi dengeli ve adil tutan insanın hizmetkârı Adalet değil, tesadüf, risk ve sabırlı Zaman'ın müttefiki Talih'tir.İkimiz de aynı şeyi söylemiştik.Her ikimiz de gerçeği söylemiş miydik?Yoksa birimizden biri ya da belki de ikimiz birden gerçeği söylememiş olabilir miydik?"
...
Bütün yeryüzü uçsu bucaksız bir mezarlıkmış gibi büyük bir dinginlik ve huzur hakimdi her yana; bir süre orada öylece dikilip insanlığın bilgi ve kültür birikiminden bihaber ama yine de yazgıları gereği insanoğlunun trajik ve tuhaf acılarını paylaşmaktan ve kim bilir belki de soylu mücadelelerine katılmaktan kaçınamayan, dünyanın ücra köşelerinde gömülü yaşayan zavallıları geçirdim aklımdan.İnsan yüreği tüm dünyayı içine alacak kadar geniştir.Acıya ve yüke katlanacak kadar güçlüdür fakat o acıdan ve korkulardan kurtulacak cesaret nerededir?
...
Kılıçla oynayan kılıçla ölür.
En hayret verici yanı gerçekten yaşanmışlığı olan bu serüven böyle bir yazgının kaçınılmaz sonucu olarak çıkıyor karşımıza.Böyle bir şey olması gereliyordu.Bir yandan bunu kendi kendinize tekrarlarken bir yandan da böyle bir şeyin sondan bir önceki lütuf yılında olmasına şaşarsınız.Fakat olan olmuştur ve bunun mantığını tartışmak yersizdir.
Bu olayları sanki bizzat tanık olmuş gibi yazıyorum size.Edindiğim bilgiler bölük pörçüktü fakat parçaları birleştirdim ve ortaya anlaşılır bir tablo koymak için yeterince bilgi var.Merak ediyorum acaba bizzat Jim o yaşadıklarını nasıl anlatırdı.Bana o kadar çok içini dökmüştü ki zaman zaman şimdi çıkıp gelecek ve hikayeyi kendi kelimeleriyle, kayıtsız ama hisli sesiyle, laubali tavırlarıyla, biraz kafası karışmış, biraz incinmiş ama ara sıra da uyum sağlamasına asla faydası dokunmayan gerçek kişiliğini bir an için gözler önüne sererek anlatacak gibi geliyor bana.Bir daha asla ne sesini duyabileceğim, ne de alnındaki beyaz çizgisiyle; heyecanla koyulaşan, ölçülemez derinlikteki mavi gözleriyle gençlik ışıltısı saçan güneş yanığı pürüzsüz pembe yüzünü görebileceğim.
...
"Birbirimize hayat hikâyemizi anlatmak için mi buluştuk burada?" diye sordum ona."Sanırım ilk önce sen anlatabilirsin.Hayır mı?Peki, zaten ben de dinlemek istemediğime eminim.Kendine saklayabilirsin hikâyeni.Benimkinden daha iyi olmadığını biliyorum en azından.Ben de yaşadım sen de yaşadın ama sen pis, çamurlu toprağa temas etmeden dolaşıp gezecek kanatlara sahip olması gereken o insanlardan biriymiş gibi konuşuyorsun.Ama ne yaparsın ki o insanlardan biriymiş gibi konuşuyorsun.Ama ne yaparsın ki o toprak pis ve benim kanatlarım yok.Ben buradayım çünkü hayatımda bir kez korktum.Nerden korktuğumu bilmek ister misin?Hapishaneden.Hapse tıkılmaktan korkuyorum ve eğer bu bilgi işine yarayacaksa işte sana bunu söylemiş oldum.Anlaşıldığı kadarıyla bir hayli çıkar sağladığın bu kahrolası deliğe seni neyin soktuğunu soracak değilim.O senin şansın; benim şansıma da bir an önce kurşunu yeme ayrıcalığına sahip olmak ya da başımı alıp kendi yoluma gitmek ve açlıktan ölmek üzere buralardan kovulmak için yalvarmak düşüyor."
...
Lord Jim
Can Yayınları
Çeviren: Erhun Yücesoy
Sınıf - 400 Darbe (1959)
Bu da geçer ya hû
Bu da geçer ya hû |
Baragan'ın Devedikenleri, Panait İstrati
"Hey! Kendini Baragan'da mı zannediyorsun?"
Zira Baragan ıssızdır.Sırtında bir ağaç bile yoktur.Ve bir kuyudan öteki kuyuya kadar her dakika susuluktan çatlanabilir.Açlığa karşı da olsun sizi müdafaa etmek Baragan'ın vazifesi değildir.Fakat eğer, siz, ağzın bu iki felaketine karşı hazırlıklı iseniz ve eğer Allah'ınızla baş başa kalmak istiyorsanız, Baragan'a gidin: Burası Romanya insanının, gönlünce hayal kurabilmesi için, Allah'ın Valaşya'ya bahşettiği yerdir.
...
Koyunlar devedikenini ne kadar koparırsa koparsın, o, o kadar gelişir, büyür, daima bir top şeklini muhafaza eder ve iri bir damacananın boyutlarına ulaşır.Büyümesi durduğu ve korkunç surette batmaya başladığı vakit, hayvanlar onun yakasını bırakır ve bu kötü tohum artık kendisini müdafaa etmeyi bilir.
...
Bu düzenin kahrolası adıdır.
...
"Burada, Duduka gibi zavallı mal sahipleri değil, Duduka'nın babası gibi memlekete zulmeden derebeyleri tarafından haksızlığa uğrayan milletimizin bütün ıstırabı var."
...
"Amma da salaksın! Mamaliga ve pırasa yiyeceksin, anladık.Ama ekmek başkadır."
Ekmeğin -bilhassa fakirler için- ne kadar başka olduğunu, çocukların ekmekçinin katiuga'sını takip ederken şeytanca gürültü çıkardıkları köye geldiğimiz vakit anladım.
...
Papaz ihtiyarladıkça, hafızası kendisine ihanet ediyordu.Onun için kendisine birdenbire, "Paskalyaya kaç gün var? diye soran Hıristiyanlara eksiksiz bir cevap verebilmek için papaz, her Büyük Perhiz'den sonra, Paskalyaya olan gün sayısı kadar mısır tanesini cebine koyuyordu.Her akşam bunlardan bir tanesini çıkarıp atıyordu.Böylelikle, bir köylü kendisine o can sıkıcı soruyu sorduğu zaman, cebinden mısır tanelerini çıkarıp sayıyor ve doğru dürüst bir cevap veriyordu.
Fakat bir defasında, şeytan gibi bir çocuk cübbesinin cebine bir avuç mısır doldurmuştu.Bu yüzden zavallı papazın günlük mısır tanesini atması boşuna idi; cebinde hep çok mısır vardı ve bununla beraber büyük bayram yaklaşıyordu.
Böylece sorular altında bunalan papaz, köylülere cebini şişiren mısırları göstermek ve "Bu sene Paskalya olmayacak!" demek zorunda kaldı.
...
"Şimdi ekmek kırıntısı vermek sırası sizde," diye ima etti."Kendimize galuşka* yapmayı unutmuşuz.
Bu unutkanlık bir an için, iki ulvi ekmek parçası sahibinin yüreğine indi, fakat mert çocuklar, fedakârlığı kabul ettiler.Hepimiz galuşla yaptık ve müteakip konaklamada yemek üzere külahlarımızın içine sakladık.
*Bizde bu galuşka, son ekmek veya kovrig (peksimet) lokmasıdır ki bazı çocuklar onu çiğnedikten sonra yutmazlar, top halinde ağızlarından çıkarırlar ve "bir ikinci defa yemek" zevkini muhafaza için bir kenara saklarlar.
...
Sıkıntıdan yüzü gerilmiş olan köylü, başağı eliyle tartıyor, ona uzun uzun bakıyor, onu kokluyor ve iç çekiyordu.Bizim Yolamitsa insanına benzeyen bu Valaşya'lılar, zavallı mahluklardı: zayıf ve bir deri bir kemik idiler.Alınları, daha genç yaşlarında kat kat kırışmıştı.Gözleri pek iyi seçemiyor ve haftalarca tıraşlı kalıyorlardı.Dizlerine kadar sarkan gömleklerinin üzerinde yamaların adedini saymak imkânsızdı.Pantolonları parça parça idi.Ayakları ve başları çıplak, hakiki bir dilenci manzarası arz ediyorlar ve sanki hepsi de ebeveynimmiş gibi bana azap veriyorlardı.Otuzu geçen karıları ihtiyarlara benziyordu.Çabuk görülmesi lazım gelen bu işle sıkışmış olanlar, yavrularını emzirip onları küçük kardeşlerine terk ediyorlar, onlar da mısırların ortasında boğulurcasına viyaklıyordu.Köpekler kirli kundakları kemirmeye ve yüzleri yalamaya koşuyorlardı.O zaman büyük çocuk, yumurcağı kolundan kavrıyor ve onu bir paket gibi arkasından sürükleyerek, "İşte annen!İşte!" diyerek annesini bulmaya gidiyordu.
...
Kalabalık bir ailesiniz, dedim.
"Evet...Bir torba mısır unu üç gün dayanıyor.Bu, mısır ununu elde etmek için sarf edilen zamandan da az."
...
Dünyanın sonu geldi dedirtecek kadar boz renkte bir göğün altında arabaların, tarlalar, yollar ve Allah'ın bütün kiniyle lanet ettiği topraklar üzerinde kaplumbağalar gibi ilerlediği görülüyordu.Arabalar şeklini kaybetmiş, hayvanlar cılız, insanlar tanınmaz halde, samanlar çamura batmış idi; hiçbir yerde merhamet yoktu, ne yerde ne gökte!Bununla beraber, insan merhametine olduğu kadar Rabbin merhametine de muhtaçtık.
...
"Onları bize devedikenleri peşkeş çekti."
Bu fena bir niyetle söylenmiş değildi, fakat yine de beni üzüyordu.Ben, merhamet edilerek "sokaktan toplanmış" bir çocuktum.Daha önce epey acı çekmiş ve on beş yaşında olan biri için, bunu işitmek pek hoş şey değildir.Bu, yürekte birikir ve bazen taşar ve insanı, ona Lateni'deki küçük kulübeyi, ölen anneyi ve dünyada kaybolmuş babayı hatırlatarak ağlatır.
...
Kan istemeye itelemesin;
Birer İsa da olsanız,
Mezarda bile elimizden kurtulamazsınız."
...
"Zavallı Marin'in hiçbir kabahati yoktu.Lateni'nin eski balıkçısı!Şurada, burada çalışır kavalını çalardı.Onu da tevkif ettiler, çünkü her yerde bir köy nazbatia'sı (türküsü) söylediği ihbar edilmişti.Ve bu nazbatia, bir cevizden daha büyük olmayan ve çocukların pençeleriyle onu kaçırmamaları için sopalarla müdafaa edilen bir mamaliga'dan (mısır unu lapası) bahsediyordu.Demek bu adam bir kışkırtıcı idi.Ve onu kurşuna dizdiler.
...
Baragan'ın Devedikenleri
Yordam Kitap
Türkçesi: Salah Birsel
18 Mart 2022 Cuma
Türkiye'de Aydının Kısa Tarihi - Doğan Gürpınar
...Yahudi albay Alfred Dreyfus'un masum olduğu halde sırf Yahudi olduğu için casusluk suçundan mahkum edilmesine karşı çıkan entelektüel seçkinler ilk kez bu derecede bir irade beyanında bulunacaklar ve "söz" gücünün boyutlarını ortaya koyacaklardır..Emile Zola'nın 1898'de "İtham Ediyorum" yazısı bir nevi entelektüelin doğum anıdır.Zira entelektüel kelimesi ilk kez, Zola'nın bu makalesine, yayımlanmasının ertesi günü farklı meslek gruplarından 1200 kişinin imzalarıyla verdiği desteği l'Aurore gazetesinde yayımlayan Georges Clemenceau'nün, bu destek metnini "la protestation des Intellectuels" olarak tanımlamasıyla kullanışmıştır.Bununla beraber ilginçtir, tabiri ilk güçlü anlam yükleyerek istihzayla kullanıp popülerleştiren kişi ise bu dönemde anti-Dreyfusçu cephenin kontra-entelektüeli olarak temayüz eden Maurice Barres'tir.
Zola'nın menevi liderliğindeki bu muhayyel güruh Albay Dreyfus'a reva görülen muameleye itiraz vesilesiyle sadece anti-semitizme karşı değil her türlü siyasal adaletsizlik ve haksızlığa karşı toplumsal bir duyarlılık ve adalet talebiyle harekete geçme görevini kendilerine yükledi.İşte, farklı meslek gruplarından bu kişileri yekpare bir muhayyel cemiyette birleştiren üst başlık olarak "entelektüellik" onlara bir manevi misyon yükledi.Bu momentte, "entelektüeller" yekpare bir muhayyel grup olarak ilk kez "muhalif" olarak ortaya çıkacaklardır."Muhalif"ten sola/sosyalizme/ilericiliğe" ve adalet talebinden sosyal eşitlik talebine geçiş ie aşağı yukarı bir sonraki çeyrek yüzyıl zarfında yaşanacaktır.
...
İronik bir şekilde her ikisi de hayattayken, on yıllar boyunca Aron'a dudak bükülüp Sartre ikonik statüsünün keyfini sürerken ve "Aron'la haklı çıkmaktansa Sartre'la haksız çıkmak" bu dönemde Sartre'a atfedilen saygının en berrak ifadesi olurken, 1980'ler, son yıllarını süren (1983'te ölecektir) Aron'un rönesansı olacaktır.Bu dönemde adeta itibarı iade edilen Aron'un sosyalizm ve entelektüeller üzerine yazdıkları takdir görecek ve önemsenecektir.
...
Aydınlara yüklenen metafizik değer ve kutsallık çöktü ve "aydınlar" ve "fikirleri" sahihlikleri ve ideolojik tutarlılıklarıyla değil söylemsek stretejileriyle değerlendirilir oldu.Aydınların artık "fikirleri" değil "sözleri" vardır.Fikir tartışmaları ise artık savaş meydanları değil fikir panayırlarıdır.Akademik nitelik ile celebrety akademisyenlik arasında doğru bir orantı olmadığı gibi orantı genelde ters orantılıdır.Yeni entelektüel kamusal alan bir nevi Twitter öncesi Twitter!dır.
...
Agâh Efendi'nin Tercüman-ı Ahval gazetesi Türkçe ilk gazete olmakla beraber, asıl olarak Şinasi'nin Tercüman-ı Ahval'dan ayrılarak 1862'de kurduğu ve yönettiği Tasvir-i Efkar Türk kültürel ve entelektüel hayatında bir dönüm noktasını oluşturacaktır.Şinasi aynı şekilde Türkçe kitap basmak üzere ilk özel matbaayı da Babıali'de kuracaktır.Tasvir-i Efkar kısa sürede Osmanlı/Türk entelektüellerinin tartışmalar yürüttüğü bir forum haline gelecektir.Bir taraftan da devlet memuriyetini sürdüren ve hatta terfi eden Agah Efendi'den farklı olarak "temsil olmadan vergilendirmenin olmayacağını" da not düştüğü makaleleri yayımlanan Şinasi, gazetesinde "devlet meselelerinin çok sık zikredilmesi1 dolayısıyla Maliye Nezaretindeki görevinde azledilecektir.İşte bu an belki de devletten (en azıdan maddeten) ayrışmış "entelektüel"in doğum anı olacaktır.
...
Genç Osmanlıların önkabullerinin çoğunu paylaşan Münif Paşa'nın 1862 yılında çıkarmaya başladığı ve okuyucuları her konuda bilgilendirmeye amaçlayan bilim dergisi Mecmua-ı Fünun Tanzimat ansiklopedizminin şahikasıdır.Bu bakımdan Hilmi Ziya Ülken'in ifadesiyle "hiçbir siyasi devre karşı vaziyet almamış" Münif Paşa'nın II. Abdülhamid'in maarif nazırlığını üstlenmesi şaşırtıcı değildir.
...
İstanbul'da mütevazı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Ahmed Midhat Efendi tam bir autodiact'tır, kendi kendini yetiştirmiştir.Midhat Paşa'nın himayesinde memuriyete girer.Yeni Osmanlılarla ilişkileri sebebiyle Rodos'a sürülse de Ahmed Midhat, İstanbul'a dönüşünün ardından herhangi bir siyasal angajmana girmekten sakınacak ve reddedecektir.II. Abdülhamid'in parlamentoyu lağvının hemen ardından 1878-1879'da yayımladığı iki ciltlik Üss-i İnkılap kitabıyla Abdülhamid'i Tanzimat inkılabını kemale erdiren bir reformcu olarak selamlar.Parlamentoyu lağvederek kişisel rejimini kurmasını meşrulaştırır, sultanı över ve apolojisini yapar.Aynı şekilde 1878'de yayına başlayan gazetesi Tercüman-ı Ahval ile birlikte II. Abdülhamid'in 33 yıllık iktidarıyla örtüşen sürede (ironik ve sembolik bir şekilde yepyeni bir entelektüel, kültürel ve siyasal iklimin yeşermesinin hemen ardından 1912'de ölecektir.) sakıncalı addedilecek hiçbir siyasal angajmana girmeyerek adeta "yandaş" bir yazar ve yayıncı olur..
...
17 Mart 2022 Perşembe
Dayı Parçası - Murat Yalçın
Gerçekle yalan, yaşamla düş yer değiştirir biteviye, adına dayanma gücü deriz.
...
Gençliğinde memleket meseleleriyle yıpranmış, yorulmuş zihni avarelikten kurtulup da hayatına çekidüzen vermeyi mahallesinde kök salan cemaatlerin etkisiyle hidayete erme yoluyla gerçekleştirince, bir yaştan sonra dünyasını öbür dünyayla üleştirme tasasına düştü.Hep bir ölçüyü, bir sakıncayı gözetme eğilimi baş gösterdi.Yıldan yıla, ihtiyatı elden bırakmama adına ihtiyar bir çerçevenin resmine döndü.Yasaklara, buyruklara uya uya huzur denen gönül rahatlığına sığındı.
...
Hayat adi bir blöf!
...
Kimsenin anlamadığı bir nükte oldum.Oracıkta.Anlam yitimine uğradım.Hayat nasıl durur, öğrendim.
...
Dumura uğramış bir zihinle saçmalamak zahmetine girmekten çekiniyorum.Bu süreçte emir kipi bana iyi geliyor.Ne yapacağımı düşünmekten usandım, sadece emirlere uymaya gücüm var.
...
Bülbül öter her yerde
Felek çarkın çevirmiş
Her birimiz bir yerde."
...
Hastane bahçesini süpüren kadınlardan gencine kulak kabartmışken kolları, boynu dövmeli bir genç morg kapısını sordu.Ne bileyim, diyecektim, "artık yeşerecek bi dalım yok" şarkısını söyleyecektim, "yağmurlar yağsa da hoş yağmasa da" diyecektim, klima-havalandırma sistemlerinin tel örgülü yerleşkesinden gelen motor gürültüsünden sesimi duyuramam diye sustum.Omuzlarımı kaldırıp üstüne ağzımın kenarlarını sarkıtıp geçtim.Anladı ne bileyim ben kardeşim demek istediğimi.Gitti.
...
Hastane günlerinin yaşattığı bu tür sevinçlerin sayısı beni şaşırtıyor.Acıyla donanınca yaşama ilişkin her kırıntı bir umut, bir sevinç yaratıyor.Eskilerin metanet, salabet dedikleri dayanma gücüyle, yaşama dönük dirençle besleniyor.
...
Karşıdan, dayımdan daha yaşlı bir hasta, tek başına, bize doğru, soylu adımlarla, koridora bir resmiyet katarak, yaklaşıyordu.Saçları yeni taranmış, pijamasının üstüne ropdöşambrını geçirmiş.Bir elinde salınan doksan dokuzluk tespih olmasa malikanesinin salonunda bir karar arefesinde gezinen bir kont diyeceğim.Biz perperişan, cephede ağır yaralanmış arkadaşımızı sürükleyerek sahra hastanesine taşıyan asker, o bir komutan.Tepeden tırnağa süzdü, geçmiş olsun, diyerek vakarla yürüdü geçti yanımızdan.
Bir süre konuşmadık, dalgın, düşünceli, hemşire odasının önüne dek.
Âdem be, dedi dayım dönüşte, ben içimden eyvah yine kirazlara geldik derken dayım, benim kılık kıyafetin hiç hoşuma gitmiyor, dedi.Bir dahaki gelişinde Kürkçü Hanı'nın alt katındaki o büyük mağazaya uğra da bana uygun bir ropdeşembır al, parası neyse veririm.
...
"Kara bahtım kem talihim, ağustosta suya girsem balta kesmez buz olur."
...
Gücenmek, darılmak, alınmak, küsmek, kızmak, üzülmek kıyılarında çalkandığımız yeter.Günlerin bizi bir yalosa döndürüp getirdiği bu kıyılardan çıkıp uzaklara, dingin tepelere, esenlikli doruklara varacağımız gün Kafdağı'nın neresinde kim bilir.
...
Ben kendi duygularıma ortak edemediğim herkesi düşman belliyorum.
...
...
Terbiyesiz şey ne olacak.Rahmetli anam derdi ki, deli balkabağından olmaz ya, o da sen ben gibi, insan!
...
Hangi umudu kovaladığımızı düşündüm.Bir yanıt bulamadım.Görünmez bir güç bizi ele geçirmiş, caddelerden sokaklara, kapıdan kapıya savuruyordu.Durup düşündüğümüzde telaşlarımızın anlamsızlığının ayrımına varsak da gün gün olası bir umudu kovalıyorduk.Yarış çoktan bitmiş olsa da biz bir yükümlülük duygusuyla, görev ahlakıyla son çizgiye adım atmaya kararlıydık.
...
Neredeyse otuz yıl önce okuduğum romanın, "Anam ölmüş bugün.Belki de dün, bilmiyorum," girişini bu merdivenlerden inip çıkarken yineleyip eğlendiğim gözü kara zamanları özledim.
Dayım öldü bugün.Belki de hiç, bilmiyorum.
...
Gassal pehlivan kabinden çıktı, gül gibi oldu dayımız, dedi.Dışarı yumak yumak yayılan gül kokulu buğunun boynu bükük kuğusu oldum, kanatlarım uzadı, nemli fayanslı duvara omzumu verdim.Şimdi ben gülsulu muhallebileri, güllacı, gül lokumunu, gül reçelini nasıl yiyeceğim.Dayım gül gibi oldu, beni gülden soğuttu.
...
Ulan, ağa dediniz maldan ettiniz, yiğit dediniz candan ettiniz.
...
Büfenin önüne birikmiş hacılar hocalar tostlarını, bisküvilerini iştahla dişliyor, çaylarını keyifle yudumluyor.Aralarına karışıp onların diliyle konuşarak biraz açılmak, onlardan biri olmak istiyorum.Ben ben kalırsam zaman geçmeyecek, içime kat kat ağırlık çökecek.Onun için gidip bir futbol muhabbetine, bir uluslararası ilişkiler uzmanlığı seminerine, bir vaazlı sohbete katılayım diyorum.
...
"Yedi hafta geçti o günden bu yana," diyordu, "bense, cenazede şiddetle duyduğum yazma isteği, intihar haberini aldığım anda olduğu gibi boğucu bir dilsizliğe dönüşmeden işe koyulmak, annem üzerine yazmak istiyorum."
Elli bir yaşında canına kıyan annesini anlattığı kitabının bu tümcelerinde Handke'nin gövdesine sürtünen dilkenli çalıya değdi benim de parmağım.Yazar ya yatağına gömülüğp pinekleyecek ya valizini alıp uzak yerlerin yolcusu olacak ya da daktilosunun başına kurulup yazmaya çalışacaktı, yani büyük can sıkıntısıyla derin dehşetin dilini yaratıp o kozada kımıldayıp duracaktı.Yazının satırlarında dinamit lokumunun fitili ateşlenecek un ufak olacaktı belleğin yalçın kayalıkları.
...
Çocuklarının burun delikleriyle kulaklarını tükürüğüyle temizleyen annesinden kaçışı, tükürük kokusundan rahatsız oluşu bana dayımın tuhaflıklarını anımsatmıştı.Hisar'ın Çamlıca'daki eniştesine yakın bir dayı gittikçe tuhaflıklarıyla, ideolojik zikzaklarıyla beni içine alıyordu.Sözgelimi Maoculuktan çıkıp vardığı hidayet noktasını, bir softalıktan bir softalığa savrulmak diye açıklayabiliyordum ancak.
...
"Hikâyeler deniyorum elbise dener gibi" Max Fricsh
...
Ben kendimi hiç anlatmadım.Ben kendimi yalnızca ele verdim.
...
Annem, çok okuma zihnin bulanır, derdi daha Kemalettin Tuğcu'ya takılı kaldığım ortaokul yıllarımda.Ben de böyle kitaplarla hayatı, düşlerle tez konularını, derslerimde anlattıklarımla kahvehanede anlattıklarımı, yazdığım şiirlerle okuduklarımı, dahası dinlediklerimle yazdıklarımı birbirine karıştırıyor, işin içinden çıkmak için bin dereden su getiriyordum.
...
Toprağa sırlanmış bir dayının ardından kâğıda sırlanan bir yeğenim.
...
Gönüllendiğim ne varsa içine edildi arkadaş, Leyla ile Mecnun dahil...
"Kâfir ağlar bizim ahvali perişanımıza!"
...
1970 model dual pikapta Ahmet Sezgin "Deryada bir salım yok" derken annem -önce televizyondaki devlet bakanlarından birinin sesini kısar sonra- bu ağlak sesle gırgır geçer,mavra yapar, gürül gürül yanan sobanın çevresinde al yanaklarımızı şişire şişire eğlenirdik.
...
Dahası, bir tiyatro afişi önünde annemle çekilmiş siyah beyaz fotoğraflarına baktıkça yaşamın saçmalığını iyice görüyor, haksızlıklarla dolu boş dünyada insanın yüreğinin parçalanmasına, gözlerinin dolmasına, sesinin titremesine anlam veremiyorum..Ben zaten uçuk kaçık bir çocuktum, ağlamayı sızlamayı bilmez bir duygusuzdum.Acı da keder de dudağımda bir uçuktu.
Gün günü kovalar geçerdi o da.
...
Dayı Parçası