20 Mart 2022 Pazar

Kurumuş Bir Dal Gibiyim - Cenk Tevet

Kurumuş Bir Dal Gibiyim - Cenk Tevet
Karoft Akustik Kulüp

Kurumuş bir dal gibiyim, suyu neyleyim?
Güzel bir söz söyle de gönlümü eyleyim
Sorma sakın bana neden ben böyleyim
Kadere mi, şansa mı, talihe mi kime küseyim?

Bana ne güneş doğmuş, ne gün ağarmış
Benim dünyam daha dünden kararmış

Bir boşluk içindeyim, kayboluyorum
Kendime çıkacak bir yol arıyorum
Dört yanım ıssız, dört yanım yalnız
Ne yapsam çaresizim, bilemiyorum
Kurtar Allahım beni, yalvarıyorum

Yaralı kuşlar misali çarpıyor kalbim
Ben o vefasız sevgililerden değilim
İster benim olsun, ister terkedip gitsin
Onu yine ararım, ona yanarım, düşman değilim

Bana ne güneş doğmuş, ne gün ağarmış
Benim dünyam daha dünden kararmış

Söz: Ülkü Aker


19 Mart 2022 Cumartesi

Lord Jim - Joseph Conrad


...

İşverenlerine göre Jim'in ortaya koyduğu bahaneler kesinlikle yetersizdi.Jim'in arkasından, "Lanet olası budala!" dediler.Jim'in aşırı duyarlılığına getirdikleri eleştiri buydu.

...

İşlerini yeterince kolaylaştıracağını bilseler bizzat şeytana bile hizmet ederdi bu adamlar.

...

Jim bir yandan hayretle, bir yandan da denizin v gökyüzünün bu muaazzam dinginliğine minnet duyarcasına, "Gemi ne kadar da istikrarlı gidiyor," diye geçirdi aklından.Böyle zamanlarda Jim'in zihninde cesaret gerektiren işler canlanıyordu: Bu hayallerden ve hayallerinde kotardığı işlerin getirdiği düşsel başarılardan haz alıyordu..Bunlar yaşamın en güzel yanları, gizli gerçeği, saklı kalmış gerçekliğiydi.Bunların görkemli bir gücü, belirsizlikten gelen bir cazibesi vardı ve kahramanca bir yürüyüşlei resmigeçit yaparcasına gözünün önünden geçiyorlardı; beraberlerinde ruhunu da alıp götürüyorlar ve başlı başına sınırsız bir özgüvenin aşk iksiriyle onu sarhoş ediyorlardı.

...

Her birimizin koruyucu bir meleği olduğuna inanmak gelir içimden; tabii eğer sizler de her birimizin yakından tanıdığı bir şeytanı olduğunu kabullenirseniz.

...

Cesaretten kastım askeri, sivil ya da özel herhangi bir cesaret değil.Doğuştan gelen ve günahın cazibesine karşı durma cesaretinden söz ediyorum.Zekâ ve bilgiye dayanmayan ama, Tanrı biliyor ya, yapmacık bir tavır takınmadan hazırlıklı ve gönüllü olmaktan, inceliksiz ve kaba olduğunu düşünseniz de paha biçilmez bir dayanabilme cesaretinden, dahili ve harici tehditler karşısında, insan doğasının gücü ve baştan çıkarıcı yozlaşması karşısında düşünmeden, eğilip bükülmeden, gerçeklerin ezici gücüne, ibret verici olayların kötü etkilerine, suç işlemeye teşvik edici fikirlere karşı dayanıklı bir inancın desteğiyle direnen o cesaret ve metanetten bahsediyorum.Fikirlerin canı cehenneme!Fikirler zihninizin bir köşesine yerleşip sizi sürekli dürtükleyen, her biri içinizdeki cevherden bir parça koparıp alan, adam gibi bir hayat sürmek ve acı çekmeden ölmek istiyorsanız birkaç basit düşünceye sıkıca tutunmanız gerektiği inancını ufak ufak zihninize zerk eden sokak serserileri, derbeder hovardalardır!

...

Jim sağda solda bazı yolcuların üzerinde yattıkları hasır minderlerden başlarını kaldırdığını, belli belirsiz insan silüetinin yerinde doğrulup oturmuş, uykulu uykulu gelen seslere bir anlığına kulak kabarttığını, ardından da birbirine geçmiş gibi karmakarışık bir görüntü çizen sandıklar, buharlı vinçler ve havalandırma fanlarının arasında kaybolduğunu görüyormuş.Bu insanların hiçbirinin o tuhaf sesi dikkate alacak kadar olayların bilincinde olmadıklarının farkındaymış.Dediğine göre, demir gövdeli dev gemi, beyaz yüzlü adamlar, tüm görüntüler, tüm sesler, gemide olan biten her şey o bilgisiz ve dindar kalabalık için aynı ölçüde tuhaf ve olayları asla anlayamayacakları için aynı ölçüde güvenilirdi.Ona öyle geliyordu ki, bu yaşananlar bir şanstı ama bunu düşünmek tek kelimeyle dehşet vericiydi.

...

"Daha suda boğulmadan nefesimin kesileceğini sandım," dedi.Kendi canının derdine düşmediğini iddia etti.Zihninde bir canlanıp bir kaybolan tek bir düşünce vardı: sekiz yüz insan, yedi sandal; sekiz yüz insan, yedi sandal."Biri kafamın içinde yüksek sesle konuşuyordu!" dedi.

...

Gözünü kırpmadan ölüme gitmeye hazırlıklı olmak ender rastlanan bir durum değil ama yenilginin kaçınılmaz olduğu bir mücadeleyi sonuna kadar sürdürecek, yürekleri delinmez bir zırhın çeliğiyle kaplı adamlar da nadiren rastlanır.Umut azaldıkça huzura erme arzusu güçlenir ve en sonunda hayatın ışığını zaptedip söndürür.Hangimiz bunu gözlemlemedik ya da duyguların had safhada yıpranmasını, çabanın beyhude olduğu hissini, huzura ermenin dayanılmaz arzusunu bizzat yaşamadık ki?Akıl almaz, üstesinden gelinmez güçlere karşı mücadele verenler -batan gemilerin sandallarındaki kazazedeler, çölde kaybolmuş gezginler, doğanın acımasız gücüne ya da cahil ve barbar kalabalıklara karşı savaşan adamlar- bunu iiyi bilirler.

...

Deniz 'yirmi bin çaydanlıktan çıkan sesler gibi' tıslayıp köpürüyormuş.Bu benim değil onun benzetmesi.

...

Ölümün gölgesinden kurtulmuş hayatların üzerine sanki çılgınlığın gölgesi düşüyordu.Geminiz sizi hayal kırıklığına uğratıp batarsa, bütün dünyanız, sizi siz yapan, zapteden, muhafaza edip koruyan dünyanız da batar.Sanki bir cehennem çukuru gibi derin okyanusun üzerinde o engin sularla temas ederek yüzen adamların ruhları aşırı kahramanlıklar sergilemek, saçmalayıp her türlü iğrençliğe bulaşmak üzere serbest bırakılmıştı.Elbette inanç, düşünce, aşk, nefret, fikir ve hatta madde ve cisimlerin dış görünüşü gibi kavramların algısı kadar, gemi kazalarının algısı da insandan insana değişir.Bu kazanın o soyutlanmışlığı, dünyadan o kopukluğu daha da pekiştirip tamamlayan rezil bir yanı vardı.Ahlakları ve idealleri daha önce böylesine zalim ve dehşete düşüren bir şakaya maruz kalmamış bu adamları insanlığın geri kalanından tamamen koparan berbat koşullar vardı.

...

Neden olmasın?Sandala atlamamış mıydım?Tek kelime etmedim.Söylemek istediğim şeyleri ifade edecek kelime yok.Eğer o anda ağzımı açsaydım ancak bir hayvan gibi uluyup böğürebilirdim.

...

Denizcinin yaşamı dışında başka hiçbir yaşamda kurulan hayaller gerçeklerden bu kadar uzak değildir; daha başlangıcından itibaren tamamen hayaller üzerine kurulan ve bu hayallerin yıkılıp bu kadar çabuk düş kırıklığına dönüştüğü, boyun eğip kabullenmenin bu kadar güçlü olduğu başka hiçbir meslek yoktur.

...

...Fakat onur -onur monsieur! Gerçek olan bir şey varsa o da onurdur.Ve insan onurunu yitirdiğinde'-yayıldığı çayırda birdenbire ayağa dikilen ürkmüş bir öküz gibi hantal bir acelecilikle ayağa fırladı- 'onur elden gittiğinde yaşamanın ne kıymeti kalır?Mesela ben bu konuda hiçbir fikir belirtemem çünkü monsieur bu konuda hiçbir bilgim yok.!

...

Geçmişe dönüp Jim'in başarısına baktığımda -gözlerimin tanıklığına ve onun samimiyetle güvencelere rağmen- bulamadığım şey buydu.Yaşam sürdükçe umut da vardır, doğru; ama korku da vardır.

...

Şahsen ben onun bir meyve bahçesinden bir şeyler aşırmaktan daha kötü bir suç işlemiş olabileceğini düşünemiyorum.Daha büyük bir kabahati var mı acaba?Belki de bana bundan söz etmeliydiniz; fakat ikimiz de birer azize dönüşeli o kadar uzun bir zaman oldu ki bizim de vaktiyle günah işlediğimizi unutmuş olabilirsiniz.

...

Sadece diyeceklerimi iyi belle; eğer bu oyuna devam edersen çok yakında dünyanın seni barındıracak kadar büyük olmadığını anlayacaksın.

... 

Ben de ona dünyanın, kabahatini saklamak için yeterince büyük olmadığını söylemiştim.

...

Stein'in ilginç bir geçmişi vardı.Bavyera'da doğmuştu ve yirmi iki yaşında gençken 1848 yılındaki devrim hareketinde faal bir rol almıştı.Durumu tehlikeye girince kaçmayı başarmış ve ilk başta Trieste'de saatçilik yaparak geçimini sağlayan yoksul bir cumhuriyetçinin yanına sığınmıştı.Oradan da işporta usulü satmak üzere bir miktar ucuz saatle yola çıkıp Tripoli'ye gitmişti.İş hayatına çok önemli bir adım atarak başlamasa da şansı yaver gitmiş...

...

"Bir böcek bilimcinin böyle konuştuğunu işitmemiştim daha önce" dedim neşeyle."Şaheser!Peki ya insan hakkında ne düşünüyorsunuz?"

Gözlerini cam kutudan ayırmadan, "İnsan hayranlık uyandırıcı ama bir şaheser değil" dedi."Belki de sanatçı biraz çılgındır, ha!Ne dersiniz?Bazen insanın istenmediği, kendisine ihtiyaç duyulmayan bir yere sahip çıkmak istesin?Neden bir oraya bir buraya koşuşturup kendisiyle ilgili bu kadar yaygara yaparken, bu kadar böbürlenip, yıldızlardan bahsederken otları ayaklarının altında ezsin?"

"Kelebekleri avlarken" diye araya girdim.

...

Açıkçası, kelimelerime değil sizin hafızanıza güvenemiyorum.Sizlerin bedenlerinizi beslemek için hayal gücünüzü aç bırakacağınızdan korkmasaydım daha dokunaklı ve etkili anlatırdım.Kırıcı olmak değil amacım; hayal kurmamak hürmete değer, güven verici, kazançlı ve sıkıcıdır.Buna karşın sizlerin de hayatınızı, soğuk bir taştan çıkan alevli kıvılcımlar kadar şaşırtıcı ve ne yazık ki bir o kadar kısa ömürlü ihtişam ışıklarını doya doya yoğun yaşadığınız bir döneminiz olmuştur.

...

Sırf açgözlülüğün insanı bu kadar sabırlı, kararlı ve gayret sarf edip fedakarlık yapmaya bu denli kör bir inatla bağlı kılacağına inanmak zor geliyor.Gerçekten de böyle bir maceraya girişenler varını yoğunu, hayatlarını tatmin edicilikten uzak bir ödül uğruna tehlikeye atıyorlardı.Zenginlik geride kalanlara, memlekette yaşayanlara akabilsin diye kemiklerini uzak sahillerde ağarmaya bırakyorlardı.Onlardan daha azına katlanmış ardılları olarak bizlerin gözünde bu insanlar birer ticari temsilci olarak değil, içlerinden gelen bir sese, kanlarını kaynatan bir dürtüye, gelecek üzerine kurulan bir hayale itaat ederek bilinmezin sınırlarını zorlayan, alınlarına yazılmış bir kaderin araçları, temsilcileri olarak yüceliyordu.Hepsi de olağanüstüydü ve kabul etmek gerekir ki olağanüstü koşullara da hazırlıklıydılar.Çektikleri çileleri, gördükleri denizleri, yabancı ülkelerin geleneklerini, şaşaalı hükümdarın ihtişamını kanaatkarca hafızalarına kazıdılar ve kaderlerini kendi alınlarına yazdılar.

...

Cornelius bir yolunu bulup tüm ölümcül badirelerden sıyrılmayı başarmıştı ve hangi tarafı tutmaya mecbur kalmışsa kalsın, davranışlarının, ruhuna damgasını vuran alçaklığın izlerini taşıdığından hiç kuşkum yok.Bu onun karakteriydi; nasıl ki başkaları herkesin gözünde cömert, seçkin ya da saygın bir insansa, Cornelius da özünde ve birçoğunun gözünde tam bir alçaktı.Tabiatının bir unsuruydu bu ve tüm davranışlarına, arzularına ve duygularına nüfuz etmişti; alçakça öfkeleniyor, alçakça tebessüm ediyor ve alçakça üzülüyordu; gösterdiği nezaket ve kızgınlık da aynı biçimde alçakçaydı.Eminim aşkı da görülmemiş rezillikte bir duygudan ibaret olurdu.İğrenç bir böceğin yaşadığı aşkı düşünebiliyor musunuz?Tiksindiriciliğinde bile bir rezillik vardı ve düpedüz iğrenç bir insan bile onun yanında asilzade gibi dururdu.Cornelius bu hikayede ne ön ne de geri planda yer alır; sadece hikayedeki gençliği ve onun saflığını lekeleyen, güzel kokusunu bozan gizemli ve cenabet bir gölge gibi sinsi sinsi civarında dolaştığı görülür.

...

Hepimiz gibi o da bilinmeyenden korkuyordu ve cehaleti, bilinmeyeni sonsuz bir büyüklüğe eriştiriyordu.

...

Kuşkusuz yasalar var ve zarı attığınızda da şansınızı ayarlayan bir yasa vardır.Teraziyi dengeli ve adil tutan insanın hizmetkârı Adalet değil, tesadüf, risk ve sabırlı Zaman'ın müttefiki Talih'tir.İkimiz de aynı şeyi söylemiştik.Her ikimiz de gerçeği söylemiş miydik?Yoksa birimizden biri ya da belki de ikimiz birden gerçeği söylememiş olabilir miydik?"

...

Bütün yeryüzü uçsu bucaksız bir mezarlıkmış gibi büyük bir dinginlik ve huzur hakimdi her yana; bir süre orada öylece dikilip insanlığın bilgi ve kültür birikiminden bihaber ama yine de yazgıları gereği insanoğlunun trajik ve tuhaf acılarını paylaşmaktan ve kim bilir belki de soylu mücadelelerine katılmaktan kaçınamayan, dünyanın ücra köşelerinde gömülü yaşayan zavallıları geçirdim aklımdan.İnsan yüreği tüm dünyayı içine alacak kadar geniştir.Acıya ve yüke katlanacak kadar güçlüdür fakat o acıdan ve korkulardan kurtulacak cesaret nerededir?

...

Kılıçla oynayan kılıçla ölür.

En hayret verici yanı gerçekten yaşanmışlığı olan bu serüven böyle bir yazgının kaçınılmaz sonucu olarak çıkıyor karşımıza.Böyle bir şey olması gereliyordu.Bir yandan bunu kendi kendinize tekrarlarken bir yandan da böyle bir şeyin sondan bir önceki lütuf yılında olmasına şaşarsınız.Fakat olan olmuştur ve bunun mantığını tartışmak yersizdir.

Bu olayları sanki bizzat tanık olmuş gibi yazıyorum size.Edindiğim bilgiler bölük pörçüktü fakat parçaları birleştirdim ve ortaya anlaşılır bir tablo koymak için yeterince bilgi var.Merak ediyorum acaba bizzat Jim o yaşadıklarını nasıl anlatırdı.Bana o kadar çok içini dökmüştü ki zaman zaman şimdi çıkıp gelecek ve hikayeyi kendi kelimeleriyle, kayıtsız ama hisli sesiyle, laubali tavırlarıyla, biraz kafası karışmış, biraz incinmiş ama ara sıra da uyum sağlamasına asla faydası dokunmayan gerçek kişiliğini bir an için gözler önüne sererek anlatacak gibi geliyor bana.Bir daha asla ne sesini duyabileceğim, ne de alnındaki beyaz çizgisiyle; heyecanla koyulaşan, ölçülemez derinlikteki mavi gözleriyle gençlik ışıltısı saçan güneş yanığı pürüzsüz pembe yüzünü görebileceğim.

...

"Birbirimize hayat hikâyemizi anlatmak için mi buluştuk burada?" diye sordum ona."Sanırım ilk önce sen anlatabilirsin.Hayır mı?Peki, zaten ben de dinlemek istemediğime eminim.Kendine saklayabilirsin hikâyeni.Benimkinden daha iyi olmadığını biliyorum en azından.Ben de yaşadım sen de yaşadın ama sen pis, çamurlu toprağa temas etmeden dolaşıp gezecek kanatlara sahip olması gereken o insanlardan biriymiş gibi konuşuyorsun.Ama ne yaparsın ki o insanlardan biriymiş gibi konuşuyorsun.Ama ne yaparsın ki o toprak pis ve benim kanatlarım yok.Ben buradayım çünkü hayatımda bir kez korktum.Nerden korktuğumu bilmek ister misin?Hapishaneden.Hapse tıkılmaktan korkuyorum ve eğer bu bilgi işine yarayacaksa işte sana bunu söylemiş oldum.Anlaşıldığı kadarıyla bir hayli çıkar sağladığın bu kahrolası deliğe seni neyin soktuğunu soracak değilim.O senin şansın; benim şansıma da bir an önce kurşunu yeme ayrıcalığına sahip olmak ya da başımı alıp kendi yoluma gitmek ve açlıktan ölmek üzere buralardan kovulmak için yalvarmak düşüyor."

...

Joseph Conrad
Lord Jim
Can Yayınları
Çeviren: Erhun Yücesoy

Sınıf - 400 Darbe (1959)


400 Darbe (1959) - François Truffaut

Bu da geçer ya hû

- Bu da Geçer Ya Hû -

Beyrut'ta bir Osmanlı Ermenisi Boğos Ağa: 

"Bu da geçer ya hû...
Bizim Maraş'ta vaktiylen bir tahrirat müdürü varıdı.
Kendisiylen can ciğer ahbabıdık.
Bu onun lafıdır... Bu da geçer ya hû..."

 

Bu da geçer ya hû


 - Semih Balcıooğlu eliyle sülüs, talik, rika -
"Bu da geçer ya hû"

Baragan'ın Devedikenleri, Panait İstrati



...

"Hey! Kendini Baragan'da mı zannediyorsun?"

Zira Baragan ıssızdır.Sırtında bir ağaç bile yoktur.Ve bir kuyudan öteki kuyuya kadar her dakika susuluktan çatlanabilir.Açlığa karşı da olsun sizi müdafaa etmek Baragan'ın vazifesi değildir.Fakat eğer, siz, ağzın bu iki felaketine karşı hazırlıklı iseniz ve eğer Allah'ınızla baş başa kalmak istiyorsanız, Baragan'a gidin: Burası Romanya insanının, gönlünce hayal kurabilmesi için, Allah'ın Valaşya'ya bahşettiği yerdir.

...

Koyunlar devedikenini ne kadar koparırsa koparsın, o, o kadar gelişir, büyür, daima bir top şeklini muhafaza eder ve iri bir damacananın boyutlarına ulaşır.Büyümesi durduğu ve korkunç surette batmaya başladığı vakit, hayvanlar onun yakasını bırakır ve bu kötü tohum artık kendisini müdafaa etmeyi bilir.

...

İyi memleket, kötü idare:
Bu düzenin kahrolası adıdır.

...

"Burada, Duduka gibi zavallı mal sahipleri değil, Duduka'nın babası gibi memlekete zulmeden derebeyleri tarafından haksızlığa uğrayan milletimizin bütün ıstırabı var."

...

"Amma da salaksın! Mamaliga ve pırasa yiyeceksin, anladık.Ama ekmek başkadır."

Ekmeğin -bilhassa fakirler için- ne kadar başka olduğunu, çocukların ekmekçinin katiuga'sını takip ederken şeytanca gürültü çıkardıkları köye geldiğimiz vakit anladım.

...

Papaz ihtiyarladıkça, hafızası kendisine ihanet ediyordu.Onun için kendisine birdenbire, "Paskalyaya kaç gün var? diye soran Hıristiyanlara eksiksiz bir cevap verebilmek için papaz, her Büyük Perhiz'den sonra, Paskalyaya olan gün sayısı kadar mısır tanesini cebine koyuyordu.Her akşam bunlardan bir tanesini çıkarıp atıyordu.Böylelikle, bir köylü kendisine o can sıkıcı soruyu sorduğu zaman, cebinden mısır tanelerini çıkarıp sayıyor ve doğru dürüst bir cevap veriyordu.

Fakat bir defasında, şeytan gibi bir çocuk cübbesinin cebine bir avuç mısır doldurmuştu.Bu yüzden zavallı papazın günlük mısır tanesini atması boşuna idi; cebinde hep çok mısır vardı ve bununla beraber büyük bayram yaklaşıyordu.

Böylece sorular altında bunalan papaz, köylülere cebini şişiren mısırları göstermek ve "Bu sene Paskalya olmayacak!" demek zorunda kaldı.

...

"Şimdi ekmek kırıntısı vermek sırası sizde," diye ima etti."Kendimize galuşka* yapmayı unutmuşuz.

Bu unutkanlık bir an için, iki ulvi ekmek parçası sahibinin yüreğine indi, fakat mert çocuklar, fedakârlığı kabul ettiler.Hepimiz galuşla yaptık ve müteakip konaklamada yemek üzere külahlarımızın içine sakladık.

*Bizde bu galuşka, son ekmek veya kovrig (peksimet) lokmasıdır ki bazı çocuklar onu çiğnedikten sonra yutmazlar, top halinde ağızlarından çıkarırlar ve "bir ikinci defa yemek" zevkini muhafaza için bir kenara saklarlar.

...

Sıkıntıdan yüzü gerilmiş olan köylü, başağı eliyle tartıyor, ona uzun uzun bakıyor, onu kokluyor ve iç çekiyordu.Bizim Yolamitsa insanına benzeyen bu Valaşya'lılar, zavallı mahluklardı: zayıf ve bir deri bir kemik idiler.Alınları, daha genç yaşlarında kat kat kırışmıştı.Gözleri pek iyi seçemiyor ve haftalarca tıraşlı kalıyorlardı.Dizlerine kadar sarkan gömleklerinin üzerinde yamaların adedini saymak imkânsızdı.Pantolonları parça parça idi.Ayakları ve başları çıplak, hakiki bir dilenci manzarası arz ediyorlar ve sanki hepsi de ebeveynimmiş gibi bana azap veriyorlardı.Otuzu geçen karıları ihtiyarlara benziyordu.Çabuk görülmesi lazım gelen bu işle sıkışmış olanlar, yavrularını emzirip onları küçük kardeşlerine terk ediyorlar, onlar da mısırların ortasında boğulurcasına viyaklıyordu.Köpekler kirli kundakları kemirmeye ve yüzleri yalamaya koşuyorlardı.O zaman büyük çocuk, yumurcağı kolundan kavrıyor ve onu bir paket gibi arkasından sürükleyerek, "İşte annen!İşte!" diyerek annesini bulmaya gidiyordu.

...

Kalabalık bir ailesiniz, dedim.

"Evet...Bir torba mısır unu üç gün dayanıyor.Bu, mısır ununu elde etmek için sarf edilen zamandan da az."

...

Dünyanın sonu geldi dedirtecek kadar boz renkte bir göğün altında arabaların, tarlalar, yollar ve Allah'ın bütün kiniyle lanet ettiği topraklar üzerinde kaplumbağalar gibi ilerlediği görülüyordu.Arabalar şeklini kaybetmiş, hayvanlar cılız, insanlar tanınmaz halde, samanlar çamura batmış idi; hiçbir yerde merhamet yoktu, ne yerde ne gökte!Bununla beraber, insan merhametine olduğu kadar Rabbin merhametine de muhtaçtık.

...

"Onları bize devedikenleri peşkeş çekti."

Bu fena bir niyetle söylenmiş değildi, fakat yine de beni üzüyordu.Ben, merhamet edilerek "sokaktan toplanmış" bir çocuktum.Daha önce epey acı çekmiş ve on beş yaşında olan biri için, bunu işitmek pek hoş şey değildir.Bu, yürekte birikir ve bazen taşar ve insanı, ona Lateni'deki küçük kulübeyi, ölen anneyi ve dünyada kaybolmuş babayı hatırlatarak ağlatır.

...

"Pek aziz olan Allah, bizi toprak yerine
Kan istemeye itelemesin;
Birer İsa da olsanız,
Mezarda bile elimizden kurtulamazsınız."

...

"Zavallı Marin'in hiçbir kabahati yoktu.Lateni'nin eski balıkçısı!Şurada, burada çalışır kavalını çalardı.Onu da tevkif ettiler, çünkü her yerde bir köy nazbatia'sı (türküsü) söylediği ihbar edilmişti.Ve bu nazbatia, bir cevizden daha büyük olmayan ve çocukların pençeleriyle onu kaçırmamaları için sopalarla müdafaa edilen bir mamaliga'dan (mısır unu lapası) bahsediyordu.Demek bu adam bir kışkırtıcı idi.Ve onu kurşuna dizdiler.

...

Panait İstrati
Baragan'ın Devedikenleri
Yordam Kitap
Türkçesi: Salah Birsel

Erdal Bayraktaroğlu - Rüzgârla Bir / Adnan Yücel

Erdal Bayraktoroğlu - Rüzgârla Bir
Şiir: Adnan Yücel
Pınar Aydınlar ile Yılbaşı Özel (2021) - Artı TV

18 Mart 2022 Cuma

Azor (2021) - Andreas Fontana

Azor (2021) - Andreas Fontana
Gitar Solosu














Azor (2021) 
 Andreas Fontana

Türkiye'de Aydının Kısa Tarihi - Doğan Gürpınar


...Yahudi albay Alfred Dreyfus'un masum olduğu halde sırf  Yahudi olduğu için casusluk suçundan mahkum edilmesine karşı çıkan entelektüel seçkinler ilk kez bu derecede bir irade beyanında bulunacaklar ve "söz" gücünün boyutlarını ortaya koyacaklardır..Emile Zola'nın 1898'de "İtham Ediyorum" yazısı bir nevi entelektüelin doğum anıdır.Zira entelektüel kelimesi ilk kez, Zola'nın bu makalesine, yayımlanmasının ertesi günü farklı meslek gruplarından 1200 kişinin imzalarıyla verdiği desteği l'Aurore gazetesinde yayımlayan Georges Clemenceau'nün, bu destek metnini "la protestation des Intellectuels" olarak tanımlamasıyla kullanışmıştır.Bununla beraber ilginçtir, tabiri ilk güçlü anlam yükleyerek istihzayla kullanıp popülerleştiren kişi ise bu dönemde anti-Dreyfusçu cephenin kontra-entelektüeli olarak temayüz eden Maurice Barres'tir.

Zola'nın menevi liderliğindeki bu muhayyel güruh Albay Dreyfus'a reva görülen muameleye itiraz vesilesiyle sadece anti-semitizme karşı değil her türlü siyasal adaletsizlik ve haksızlığa karşı toplumsal bir duyarlılık ve adalet talebiyle harekete geçme görevini kendilerine yükledi.İşte, farklı meslek gruplarından bu kişileri yekpare bir muhayyel cemiyette birleştiren üst başlık olarak "entelektüellik" onlara bir manevi misyon yükledi.Bu momentte, "entelektüeller" yekpare bir muhayyel grup olarak ilk kez "muhalif" olarak ortaya çıkacaklardır."Muhalif"ten sola/sosyalizme/ilericiliğe" ve adalet talebinden sosyal eşitlik talebine geçiş ie aşağı yukarı bir sonraki çeyrek yüzyıl zarfında yaşanacaktır.

...

İronik bir şekilde her ikisi de hayattayken, on yıllar boyunca Aron'a dudak bükülüp Sartre ikonik statüsünün keyfini sürerken ve "Aron'la haklı çıkmaktansa Sartre'la haksız çıkmak" bu dönemde Sartre'a atfedilen saygının en berrak ifadesi olurken, 1980'ler, son yıllarını süren (1983'te ölecektir) Aron'un rönesansı olacaktır.Bu dönemde adeta itibarı iade edilen Aron'un sosyalizm ve entelektüeller üzerine yazdıkları takdir görecek ve önemsenecektir.

...

Aydınlara yüklenen metafizik değer ve kutsallık çöktü ve "aydınlar" ve "fikirleri" sahihlikleri ve ideolojik tutarlılıklarıyla değil söylemsek stretejileriyle değerlendirilir oldu.Aydınların artık "fikirleri" değil "sözleri" vardır.Fikir tartışmaları ise artık savaş meydanları değil fikir panayırlarıdır.Akademik nitelik ile celebrety akademisyenlik arasında doğru bir orantı olmadığı gibi orantı genelde ters orantılıdır.Yeni entelektüel kamusal alan bir nevi Twitter öncesi Twitter!dır.

...

Agâh Efendi'nin Tercüman-ı Ahval gazetesi Türkçe ilk gazete olmakla beraber, asıl olarak Şinasi'nin Tercüman-ı Ahval'dan ayrılarak 1862'de kurduğu ve yönettiği Tasvir-i Efkar Türk kültürel ve entelektüel hayatında bir dönüm noktasını oluşturacaktır.Şinasi aynı şekilde Türkçe kitap basmak üzere ilk özel matbaayı da Babıali'de kuracaktır.Tasvir-i Efkar kısa sürede Osmanlı/Türk entelektüellerinin tartışmalar yürüttüğü bir forum haline gelecektir.Bir taraftan da devlet memuriyetini sürdüren ve hatta terfi eden Agah Efendi'den farklı olarak "temsil olmadan vergilendirmenin olmayacağını" da not düştüğü makaleleri yayımlanan Şinasi, gazetesinde "devlet meselelerinin çok sık zikredilmesi1 dolayısıyla Maliye Nezaretindeki görevinde azledilecektir.İşte bu an belki de devletten (en azıdan maddeten) ayrışmış "entelektüel"in doğum anı olacaktır.

...

Genç Osmanlıların önkabullerinin çoğunu paylaşan Münif Paşa'nın  1862 yılında çıkarmaya başladığı ve okuyucuları her konuda bilgilendirmeye amaçlayan bilim dergisi Mecmua-ı Fünun Tanzimat ansiklopedizminin şahikasıdır.Bu bakımdan Hilmi Ziya Ülken'in ifadesiyle "hiçbir siyasi devre karşı vaziyet almamış" Münif Paşa'nın II. Abdülhamid'in maarif nazırlığını üstlenmesi şaşırtıcı değildir.

...

İstanbul'da mütevazı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Ahmed Midhat Efendi tam bir autodiact'tır, kendi kendini yetiştirmiştir.Midhat Paşa'nın himayesinde memuriyete girer.Yeni Osmanlılarla ilişkileri sebebiyle Rodos'a sürülse de Ahmed Midhat, İstanbul'a dönüşünün ardından herhangi bir siyasal angajmana girmekten sakınacak ve reddedecektir.II. Abdülhamid'in parlamentoyu lağvının hemen ardından 1878-1879'da yayımladığı iki ciltlik Üss-i İnkılap kitabıyla Abdülhamid'i Tanzimat inkılabını kemale erdiren bir reformcu olarak selamlar.Parlamentoyu lağvederek kişisel rejimini kurmasını meşrulaştırır, sultanı över ve apolojisini yapar.Aynı şekilde 1878'de yayına başlayan gazetesi Tercüman-ı Ahval ile birlikte II. Abdülhamid'in 33 yıllık iktidarıyla örtüşen sürede (ironik ve sembolik bir şekilde yepyeni bir entelektüel, kültürel ve siyasal iklimin yeşermesinin hemen ardından 1912'de ölecektir.) sakıncalı addedilecek hiçbir siyasal angajmana girmeyerek adeta "yandaş" bir yazar ve yayıncı olur..

...

Ömer Seyfettin, yukarıda bahsedilen "Primo Türk Çocuğu Nasıl Doğdu?" hikayesinde bir anti-kahraman olarak kozmopolit, mason ve Frenk hayranı Kenan'ın düşünce ve duygu dünyasını okuyucunun en tiksineceği şekilde tarif ederken ve onun düşünsel ilhamlarını ortaya koyarken "hakikate dokunmayarak daima hayal içinde yaşayan o tembel, korkak ve hasta mütefekkirlerin müşterek şiiri, insaniyet hülyası onun mezhebi idi" derken muhtemelen Tevfik Fikret'i ima etmektedir.Tevfik Fikret'in Haluk'un Amentüsü'ndeki "milletim nev-i beşerdir, vatanım ruy-ı zemin" mısrası büyük infiale yol açacaktır.
...
Birçoğunca pesimist, kendi kendini kemirecek derecede şüpheci ve hodbin bulunan Tevfik Fikret'in bu ruh hali onun milli ruhtan yoksunluğu, milli hislerden kopukluğundan kaynaklanmaktadır.

...

Milli Edebiyat ile Edebiyat-ı Cedide (Servet-i Fünun) arasındaki ikilik ise ifadesini "sanat sanat için midir, toplum için mi?" münazara klişesinde yaşatılacak ve "sanat için sanat" halktan, milletten ve milletin değerlerinden kopuk tatlı su Frengi özentisi bir heves olarak mahkum edilecektir.

Aynı şekilde Tevfik Fikret ve Servet-i Fünuncuların Yeni Zelanda'ya, daha sonra Hüseyin Kazım'ın Manisa yakınlarındaki çiftliğe yerleşme hayalleri de "Kemalist dönemden itibaren "kaçış edebiyatının" ve gayrımilliliğin pitoresk ve canlı bir tezahürünü teşkil edecektir.Angaje edebiyatı ve angaje aydınlığı benimsemişler ve bu tavrı aydın olmanın doğal yükü, sorumluluğu addedenlerce bu kaçış sadece korkaklığın değil, çokça bir olumsuzlama ifadesi olarak kullanıldığı üzere "hodbinliğin" de ifadesidir.Bu Yeni Zelanda fikri okul müfredatında da sıkça vurgulanan bir "bilgi" olarak hatırlatılacak, "milli" muhayyileye kazınacaktır.Ahmet Hamdi Tanpınar'a göre bu hülya "belki de bir sohbet anının lezzetine kapılarak kurulan...çocukça tasavvurlar"dır.Orhan Okyay ise "Servet-i Fünuncular, umumiyetle hayattan kaçıp hayale sığınan insanlardır.
...

"Aydınların aşağılanması" denebilir ki adeta bir "milli spor" olacaktır.İslamcılıktan Kemalizme, Türkçülükten sosyalizme birçok ideoloji kendini bu "aydın eleştirisi" üzerinden kuracaktır.Çok farklı duran birçok ideolojinin güçlü ortak paydası bu duygusal reaksiyondur.Recaizade Mahmut Ekrem'in Araba Sevdası'ndaki hovarda ve cahil Bihruz Bey'i, Şerif Mardin'in ifadesiyle bu "alafranga züppe" karakteri, bir yüzyıl boyunca çeşitli kılıklarda edebiyatta da, entelektüel tartışmalarda da güçlü bir imgelem olarak karşımıza çıkacaktır.Batı'yı yarım yamalak öğrenerek ve daha da ötesi Batı'yı ancak yüzeysel olarak anlayan Felatun Bey karakteri de Türk düşün dünyasında herkesin "kendisinin tezadı" olarak gördüğü bir anti-kahraman olarak adeta bir kutup yıldızı işlevi görecektir, gösterdiği yönün tam zıddına gidilen bir kutup yıldızı.

...

"Felatun ve Bihruz aptal, cahil ve gülünçtürler, sonrakiler okumuş, zeki ve tehlikeli...Budala ve zavallı Felatunlar ile Bihruzlar elli yıl içinde ahlaksızlık, dolandırıcılık, vurgunculuk aşamalarından geçerek işbirlikçi vatan hainliğine kadar vardırırlar işi."

"Alafranga züppe"nin "alafranga hain"e geçişi ise tam olarak Kemalist edebiyatla gerçekleşir.Bu tür "alafranga hainler"e, "hain aydınlar"a en çok rastladığımız mecralardan biri Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun romanlarıdır.

...

Attila İlhan Kemalizmin kırsal populizmine ise hiç prim vermemekte ve Kemalizmi köy yüceltmesiyle özdeşleştirenlerde Kemalizmin karıkatürünü görmektedir."O zaman Köy Enstitüsü ve Halkevi 'devrimcileri' kendilerini sosyalist ve ilerici aydınlara bal gibi solcu diye yutturdular.Gerçek sosyalistlerin kültür yoluyla kalkınmaya gülmesi, kırsal kesimdeki el zanaatlarıyla "cennet Türk köyü" tasarısına dudak bükmesi gerekirken..." köycülüğü benimsemeleri acıklıdır.İlhan'a göre mesele yine Türk aydınlarının yüzeyselliğinde düğümlenmektedir.Köy popülizmini Atatürkçülük ile ilgisiz bir 1938 sonrası İnönü projesi ve tahayyülü olarak gören lhan'a göre Türk aydınları ve "ilericileri" her zamanki yüzeysellikleriyle İnönücülük ile Atatürkçülüğü ayırt edememekte, kendilerinn teşne oldukları Batıcı ve ororiteryan hasletleriye İnöncülüğü Atatürkçülük sanmaktadır.

...

Emre Kongar da "yerli malı aydının iyisi "Batılı", kötüsü "Batıcı'dır" demektedir.Kongar'a göre "Batılı aydın" Batı değerlerini benimsemiş kişiyken, "Batıcı aydın" "hem Batı 'kuyrukçuluğu' yapar hem de insanlara 'batar." 'Batılı' ve 'Batıcı' ayrışması, kökü ta Ahmed Midhat Efendi'ye kadar uzatılabilecek bir arka plana dayanır ve açıklayıcı bir şablon ve tezat olarak istifade edilir.

...

"İlkokul öğretmeni" belki de Kemalist tahayyülün ete kemiğe bürünmüş, cisimleşmiş halidir."Öğretmen" Kemalist rejim için ideal aydın prototipidir.Öğretmen hem bir 'aydın'dır.Tahsil görmüş, entelektüel olarak donanımlıdır.Öte yandan "aydın"a biçilen sosyal rol ve sosyal kodları reddeden, umursamayan biridir.Taşrada yaşamaktan, yıllarca taşrada bir kasabadan (hatta köyden) ötekisine dolaşmaktan gocunmayan, hatta yüklendiği misyon duygusuyla bundan haz duyan bir idealisttir.Bir taraftan kendi "aydınlaşmış" benliği vardır.Öte yandan benliğini daha yüksek bir ülkü için feda etmekten, yok saymaktan kaçınmaz.Mağrur ve kendini beğenmiş olmak bir yana, aksine benliğini misyonu için yok saymaktan sakınmaz.Diğerkâmdır.Bu bakımdan öğretmen aynı anda hem yüceltilen hem küçümsenen/hakir görülen "aydın" ile yine aynı şekilde hem yüceltilen hem de bayağı bulunan "halk"ın mükemmel ve ideal harmanı, bütünleşmesidir."Öğretmen" bir taraftan taşraya, Anadolu'ya, köye dışarıdan gelen bir dışarlıklı, bir yaban olarak addedilmekte, Anadolu'yu "aydınlatacak" bu öğretmenler bir taraftan da Anadolu'nun ta kendisi olarak görülmektedir.Yani, "öğretmen"in kendisi de aslında bir nevi biraz Anadolu'dur.İstanbul kozmopolitliğinin ve şehrin kofluğunun tezadı, antitezidir.Üstelik kendini adadığı Anadolu onu daha da paklaştırmakta, şehrin günahından arındırmaktadır.

...

Görüng'e atfedilen (ama aslen bir Nazi tiyatro oyununda bir Nazi kahramana söylettirilen) "ne zaman kültür lafını duysam elim tabancama gidiyor." sözü Nazi gerçekliğini yansıtmasa ve Nazi rejimi de kendi kültürel seçkinlerini, entelijansiyasını yaratma projesini uygulamaya geçirmeye çalışmış olsa da kuşkusuz sokak çeteciliğinden gelen Nazi kültürünün başta muhafazakar seçkinci kültüre olmak üzere doğası gereği seçkinci kültür ve sanata mesafeliliği ideolojik bir kaçınılmazlıktır.

...


Cumhuriyet Halk Partisi 1938 yılında ressamların Anadolu'nun çeşitli illerinde görevlendirilmesine karar verir.Buna göre, seçilecek ressamlar, her yıl belli bir süreliğine (1,5 ila 3 ay) parti tarafından belirlenecek bölge ve şehirlerde kalacaklar, burada eskizler yapacaklardır.Bu program uyarınca 1938 ile 1943 yılları arasında toplam 48 sanatçı, Anadolu'nun 63 şehrine gönderilmiş, bu ressamlar toplam 675 resim çizmişlerdir.Kendilerinden Anadolu panoramasını çıkarması, Türk köylüsünü anlatması ve yerel motifler kullanması beklenen ressamların eserleri dönüşlerinde siyasetçiler ve sanat eleştirmenlerinden oluşan bir jüriye çıkartılmakta ve ödüllendirilmektedir.Aynı şekilde sanatçıların resimleri sergilerde sergilenmiştir.

...

Devlet Tiyatroları'nda dramaturg ve yöneticilik yapan Turgut Özakman'a göre cumhuriyetin dört temel manevi dayanağı" vardı ki bunlar Köy Enstitüleri, Halkevleri, Ankara Radyosu ve Devlet Tiyatrolarıdır.

...

Aydınlar Dilekçesi İstanbul, Ankara, İzmir ve Eskişehir'de düzenlenen birçok toplantıda oluşturulmuş taslaklardan hazırlanmıştır.Her ne kadar bu toplantılara çok sayıda ilgili katılmışsa da başlarına gelebilecek tutuklama, işlerinden olma, pasaportlarına el konulması gibi yaptırımlardan çekinen birçoğu bir noktadan sonra bu sürecin dışında kalmayı tercih etmiştir.Aziz Nesin'e göre bu kişiler bir yanda sürecin somut tehlikeleri, öte yandan hissettikleri "aydın olmanın sorumluluğu" arasında sıkışmış ve ikircikli kalmışlardır.Bu süreci Aziz Nesin şu şekilde anlatmaktadır."Ülkemizin bir aydını olmanın sorumuyla böyle bir dilekçenin hazırlanmasında katkıları olmasının bir yurt görevi olduğunu da biliyorlardı.İşte bu ikircim içinde, korkuları görev sorumu duygularından ağır basanlar, korktuklarını açıkça söylemedikleri için böyle bir dilekçenin gereksizliği üzerinde sözde gerekçeler (bahane) uyduruyorlar ve üstün aydın düzeylerinin bilgi dağarıyla öyle demagojiler yapıyorlardı ki; toplantılarımızda bulunanlardan kimileri de bunların etkisinde kalarak dilekçenin gereksizliği düşüncesine kapılıyorlardı.İşte bu yüzden bize katılmayanlara olan duygularımızda bir değişiklik, güceniklik olmayacağını açıklamak zorunda kalıyorduk."İşi yokuşa sürmeye çalışan bu "aydınlar" dilekçenin gereksiz olduğuna ilişkin birçok neden öne sürmüşlerdir.Bu pısırık demokrat aydınlara göre "çok geç kalındığı", "hafif kaldığı", dilekçenin sunulacağı makamın ve kişilerin belirsizliği", "bir işe yaramayacağı", "baskıları daha da arttıracağı" gibi nedenler dilekçeyi rafa koyulmasını gerektirmektedir."

...

Büyük, fiyakalı ve cafcaflı lafları ve önermeleri adeta imzası olan Küçük bu canlı üslubuyla kişiselleştirdiği bir aydını insani sıfatlar ve fiillerle tasvir eder."Türk aydını", "hep kırılmış", "düş kırıklığına uğramış", "belkemiği kırılmış"tır.Küçük'e göre "Türk aydını, Türk tarihinin ürünüdür.Türk tarihsel eyleminin çocuk kalmış çocuğudur.Bu haliyle hem sevgi kaynağıdır, hem endişe.Güzelliği çocukluğundandır, hep sevilmeli.Endişe verici yanı ise hep çocuk kalmasında.Çocuk ne kadar güzelse, çocuk en büyük sevgilerin objesi olsa da, çocuğun hep çocuk kalması sürekli bir üzüntü ve endişe kaynağıdır."

...

Aziz Nesin aydınlara adeta Gramscisi anlamda bir sosyal katman niteliği tanımakta, bu katmana bir öznellik atfetmektedir."Türkiye'dde aydın hareketi çok önemli...yaşanmış olan aydın hareketleri var.Örneğin Çanakkale Savaşı, herkes söyler ki bir aydın savaşıdır.Yedeksubay kırımıdır...Kurtuluş Savaşı da önder kadrosuyla bir aydın hareketidir.27 Mayıs bir aydın hareketidir."Aziz Nesin için "aydın olmanın ölçütü..." toplumun vicdanı, önderi, ışık tutanı" olmak, olabilmektir.

...

Yalçın Küçük'e göre "Özal'ın aydınlara karşı tutumu köylünün havyar karşısındaki tutumuna benziyor"dur.

...


EPİLOG

...


Her ne kadar Türkiye siyasal iklimi benzer bir duruma imkan tanımasa da bir kuşak farklı bir siyasi sosyalizasyon tecrübe ederken olan biteni anlamlandırmak için daha az geleneksel otoritelere, daha çok kendi yaşıtlarına ve denklerine (peer group) yöneldi.Birçok genç, siyaset dünyasıyla doğrudan siyasal angajmanlardan çok bireysel memnuniyetsizliklerine dair hissiyatlarından dolayı temas etmektedir.Bu temas ise çoğu zaman siyaseti küçümseme, ondan iğrenme ve mesafeli durmayla eş gitmektedir.Siyaset daha çok bireysel hayatlarına dışarıdan dokunan soğuk, kötücül ve tahripkâr bir yabancı güçtür.Bu sebeple zaten soğuk ve ilgisiz oldukları siyasete dair kanaatlerini oluşturmaları için de kendi dilleri, argoları ve dünyalarıyla uyumlu aracılara ihtiyacı vardır.Bu tür siyasal gündemleri popüler gündemlere yedirerek, onlarla iç içe mizahi ve eğlendirici/gırgır siyaset hapı içinde sunan yaşıt kanaat önderliği çok daha öncelikli bir aracıdır.Bu aracılar ise elbette klasik bir entellektüaliteyle yüklü olmadıkları gibi vasat, banal ve klişe fikriyatları beslemektedir.Babala TV ve Oğuzhan Uğur bu tipolojiyi örneklemektedir.Klasik "aydın"a bu havzada yer yoktur."Aydınlar" lüzumsuz hale gelerek devreden çıkarılmaktadır.Karşısına alternatif bir aydınlık modeli de çıkarılmamaktadır.İnternet mecrasında fikir kolektif, paydaş ve anonim olarak üretilmektedir.Bir entelektüel otorite figürünün gölgesine sığınılmamaktadır.Sosyal medya çağında bilgi ve bilgi otoriterliği, okumak üzerinden üretilmemektedir.Aynı şekilde gündem oluşturma gücü "aydın"lardan bu yaşıt gruplarına kaydıkça gündemler de değişmiştir.Bir taraftan komploculuk entelektüel eşik bekçilerinin devreden çıkmasıyla kitlesel ve histerik bir popülarite kazanırken, bir taraftan da gündemler daha bireysel hayatlara dokunur hale geldi.Aşı karşıtlığı gibi marjinal temalar yine eşik bekçilerinin yokluğunda daha geniş karşılıklar buldular.Gazeteler, akademi artık eskisi gibi bir eşik bekçisi rolü oynayamaz hale geldikçe gündemler de dönüştü.

Rönesans İtalya'sında hümanizmin kurucu babası Petrarca için de okumak karanlık bir binyılın ardından Roma metinlerine geri dönüş ve bu metinler üzerinden kaybedilmiş ama unutulmuş metinlerde saklanmış bilgelikle insanın yeniden uyanışı anlamına geliyordu.Aydınlanma'da ise okumak Hıristiyanlığın vazettiği evren ve epistemolojisinin aşılması, reddedilmesi ve doğanın kendini açıklayan bilgisinin ortaya konması ve bu insanlığın bu şekilde özgürleşmesi anlamına geliyordu.Aydınlanmacı sosyalizm için de klasikler, dünya edebiyatı ve doğa bilimleri okumaları insanlığın aydınlığa ve dolayısıyla özgürlüğe ulaşımında bir merhaleydi.Günümüzde ise okumak ona yüklenmiş yüce anlamlardan arınmış durumdadır.Modern/pozitivist zihin okumaya sadece insanı özgürleştiren değil, aynı zamanda dünyayı olumluya yönelik dönüştüren bir eylem olarak anlam yüklemekteydi.Entelektüellik tam olarak bu okuma mitinin ve kutsamasının üzerinde yükseliyordu.Oysaki dijital çağda okumak uzun soluklu ve yalnız yapılan bir eylem olmaktan çıkarak süreksiz, kesik ve hızlı tüketmelik hale geldi.

...

Artık bugün bilginin ana kaynağı kitap ve kitap okuma eylemi değildir.Hacimli, ansiklopedik kitaplar hiç değildir.Bilgi yığmak hepten anlamsızlaşmıştır.Okumanın bugün kaybolmuş büyüsel gücü insanların iletişim teknolojilerinin ve başka alternatif bilgi paylaşım mecralarının yokluğunda bilgiye (ve "bilgeliğe") ulaşmanın ve kendini güncellemenin tek aracı olmasından kaynaklanıyordu.Bugün ise bu durum söz konusu değildir.Ancak, toplumsal kavrayıştan yoksunluklarıyla malul dijital guruların, internetin ilk zamanlarında teknoloji dini rahipleri edasıyla muştuladığı üzere, internetin dev bir bilgi havuzu olduğu ve dolayısıyla artık bilgiye ulaşımın kolaylaşmasıyla, insanlığın ufkunun hiç olmadığı kadar derinleşeceği ve bu zihinsel açıklığın bireysel ve toplumsal özgürleşmeyi sağlayacağına dair coşkulu nutukları da sert bir kayaya tosladı.İnternete zamanında Petrarca'nın hümanizme yüklediği anlamı yükleyenler yine boşa düştü.Muşulananın tam aksine bu bilgi kümeleri ufuk ve derinlik sağlamak bir yana, bilgi çöplüğü olarak dijital kullanıcıları zihinsel olarak daha da sağlıksız, cahilane ve tehlikeli noktalara savurdu.2015-2020 dönemi internetteki bilgi çöplüğünün nevzuhur alt-right'ı üretmesi ve aşırı sağı beslemesi teknoloji-iyimserlerini yüzüne vurdu.Aynı şekilde, internette hazırdaki yoğun ve kolay ulaşılır bilgi insanlara zihinsel derinlik ve ufuk kazandırmdı.Hatta tam aksine yol açtı.Zira, hazırda hap bilgi kendi başına bir değer değildir.Ham bilgileri işlemek, damıtmak ise bambaşka bir donanım, zahmet ve birikim gerektiriyordu.Bu ise dijital çağda artık geçmişte kalmış bir derin okuryazarlıktan besleniyordu.

Yani aydının hem kendisi hem de okur kitlesi değişti.Elbette "aydın"ın kendisi de dijital çağda değişti.Dijital çağ vakardan çok bilgi ve fikrin hızlı tüketildiği bir mecrada entelektüel popülizme neden oldu.Zira tartışmalar artık kitaplar üzerinden, hatta gazete köşeler ve kısa op-ed'lerden değil sosyal medya üzerinden ya da daha hızlı ve editöryel süreçlerin olmadığı blog post'ları üzerinden yapıldıkça içerik daha emeksiz hale geldi.Bugün aslında yepyeni bir durumla karşı karşıyayız.Twitter başta olmak üzere sosyal medya mecraları insanların kendilerini göstermeye çalıştıkları, popülerlik ve saygınlık devşirmeye çalıştıkları bir platform olarak temayüz ederken birçok kamusal simanın toplum nazarında yıllardır sahip oldukları itibarları Twitter kullanımlarıyla tuzla buz oldu.Bazıları kabalıkları ve saygısız tavırlarıyla, bazırları aptallıkları ve idraksizlikleriyle, bazıları kontrol edemedikleri tacizcilikleriyle, bazıları da sakil hal tavırlarıyla sosyal medyada itibarsızlaştı.Oysaki üç dört onyıl önce ister akademisyen olsun, ister gazeteci-köşe yazarı, ister bir yazar, kamusal aydın unvanını taşıyanlar kendilerinin bilgi ve birikimlerine hayran okurlarıyla arasında aşılamaz ve geçilemez bir ayrım vardı.Oysa sosyal medyayla beraber bilgi aktarım ve paylaşım süreçlerinin interaktif hale gelmesiyle eski katı ve su geçirmez ayrımlar silikleşti.Böylece "aydın" payesi çok daha belirsizleşti.Aynı zamanda itibarsızlaştı.

...

Doğan Gürpınar
Türkiye'de Aydının Kısa Tarihi
Liberus Kitap

17 Mart 2022 Perşembe

Taipei Suicide Story (2020)











Taipei Suicide Story (2020)

Dayı Parçası - Murat Yalçın



...

Gerçekle yalan, yaşamla düş yer değiştirir biteviye, adına dayanma gücü deriz.

...

Gençliğinde memleket meseleleriyle yıpranmış, yorulmuş zihni avarelikten kurtulup da hayatına çekidüzen vermeyi mahallesinde kök salan cemaatlerin etkisiyle hidayete erme yoluyla gerçekleştirince, bir yaştan sonra dünyasını öbür dünyayla üleştirme tasasına düştü.Hep bir ölçüyü, bir sakıncayı gözetme eğilimi baş gösterdi.Yıldan yıla, ihtiyatı elden bırakmama adına ihtiyar bir çerçevenin resmine döndü.Yasaklara, buyruklara uya uya huzur denen gönül rahatlığına sığındı.

...

Hayat adi bir blöf!

...

Kimsenin anlamadığı bir nükte oldum.Oracıkta.Anlam yitimine uğradım.Hayat nasıl durur, öğrendim.

...

Dumura uğramış bir zihinle saçmalamak zahmetine girmekten çekiniyorum.Bu süreçte emir kipi bana iyi geliyor.Ne yapacağımı düşünmekten usandım, sadece emirlere uymaya gücüm var.

...

"Armut dalda, dal yerde
Bülbül öter her yerde
Felek çarkın çevirmiş
Her birimiz bir yerde."

...

Hastane bahçesini süpüren kadınlardan gencine kulak kabartmışken kolları, boynu dövmeli bir genç morg kapısını sordu.Ne bileyim, diyecektim, "artık yeşerecek bi dalım yok" şarkısını söyleyecektim, "yağmurlar yağsa da hoş yağmasa da" diyecektim, klima-havalandırma sistemlerinin tel örgülü yerleşkesinden gelen motor gürültüsünden sesimi duyuramam diye sustum.Omuzlarımı kaldırıp üstüne ağzımın kenarlarını sarkıtıp geçtim.Anladı ne bileyim ben kardeşim demek istediğimi.Gitti.

...

Hastane günlerinin yaşattığı bu tür sevinçlerin sayısı beni şaşırtıyor.Acıyla donanınca yaşama ilişkin her kırıntı bir umut, bir sevinç yaratıyor.Eskilerin metanet, salabet dedikleri dayanma gücüyle, yaşama dönük dirençle besleniyor.

...

Karşıdan, dayımdan daha yaşlı bir hasta, tek başına, bize doğru, soylu adımlarla, koridora bir resmiyet katarak, yaklaşıyordu.Saçları yeni taranmış, pijamasının üstüne ropdöşambrını geçirmiş.Bir elinde salınan doksan dokuzluk tespih olmasa malikanesinin salonunda bir karar arefesinde gezinen bir kont diyeceğim.Biz perperişan, cephede ağır yaralanmış arkadaşımızı sürükleyerek sahra hastanesine taşıyan asker, o bir komutan.Tepeden tırnağa süzdü, geçmiş olsun, diyerek vakarla yürüdü geçti yanımızdan.

Bir süre konuşmadık, dalgın, düşünceli, hemşire odasının önüne dek.

Âdem be, dedi dayım dönüşte, ben içimden eyvah yine kirazlara geldik derken dayım, benim kılık kıyafetin hiç hoşuma gitmiyor, dedi.Bir dahaki gelişinde Kürkçü Hanı'nın alt katındaki o büyük mağazaya uğra da bana uygun bir ropdeşembır al, parası neyse veririm.

...

"Kara bahtım kem talihim, ağustosta suya girsem balta kesmez buz olur."

...

Gücenmek, darılmak, alınmak, küsmek, kızmak, üzülmek kıyılarında çalkandığımız yeter.Günlerin bizi bir yalosa döndürüp getirdiği bu kıyılardan çıkıp uzaklara, dingin tepelere, esenlikli doruklara varacağımız gün Kafdağı'nın neresinde kim bilir.

...

Ben kendi duygularıma ortak edemediğim herkesi düşman belliyorum.

...


...

Terbiyesiz şey ne olacak.Rahmetli anam derdi ki, deli balkabağından olmaz ya, o da sen ben gibi, insan!

...

Hangi umudu kovaladığımızı düşündüm.Bir yanıt bulamadım.Görünmez bir güç bizi ele geçirmiş, caddelerden sokaklara, kapıdan kapıya savuruyordu.Durup düşündüğümüzde telaşlarımızın anlamsızlığının ayrımına varsak da gün gün olası bir umudu kovalıyorduk.Yarış çoktan bitmiş olsa da biz bir yükümlülük duygusuyla, görev ahlakıyla son çizgiye adım atmaya kararlıydık.

...

Neredeyse otuz yıl önce okuduğum romanın, "Anam ölmüş bugün.Belki de dün, bilmiyorum," girişini bu merdivenlerden inip çıkarken yineleyip eğlendiğim gözü kara zamanları özledim.

Dayım öldü bugün.Belki de hiç, bilmiyorum.

...

Gassal pehlivan kabinden çıktı, gül gibi oldu dayımız, dedi.Dışarı yumak yumak yayılan gül kokulu buğunun boynu bükük kuğusu oldum, kanatlarım uzadı, nemli fayanslı duvara omzumu verdim.Şimdi ben gülsulu muhallebileri, güllacı, gül lokumunu, gül reçelini nasıl yiyeceğim.Dayım gül gibi oldu, beni gülden soğuttu.

...

Ulan, ağa dediniz maldan ettiniz, yiğit dediniz candan ettiniz.

...

Büfenin önüne birikmiş hacılar hocalar tostlarını, bisküvilerini iştahla dişliyor, çaylarını keyifle yudumluyor.Aralarına karışıp onların diliyle konuşarak biraz açılmak, onlardan biri olmak istiyorum.Ben ben kalırsam zaman geçmeyecek, içime kat kat ağırlık çökecek.Onun için gidip bir futbol muhabbetine, bir uluslararası ilişkiler uzmanlığı seminerine, bir vaazlı sohbete katılayım diyorum.

...

"Yedi hafta geçti o günden bu yana," diyordu, "bense, cenazede şiddetle duyduğum yazma isteği, intihar haberini aldığım anda olduğu gibi boğucu bir dilsizliğe dönüşmeden işe koyulmak, annem üzerine yazmak istiyorum."

Elli bir yaşında canına kıyan annesini anlattığı kitabının bu tümcelerinde Handke'nin gövdesine sürtünen dilkenli çalıya değdi benim de parmağım.Yazar ya yatağına gömülüğp pinekleyecek ya valizini alıp uzak yerlerin yolcusu olacak ya da daktilosunun başına kurulup yazmaya çalışacaktı, yani büyük can sıkıntısıyla derin dehşetin dilini yaratıp o kozada kımıldayıp duracaktı.Yazının satırlarında dinamit lokumunun fitili ateşlenecek un ufak olacaktı belleğin yalçın kayalıkları.

...

Çocuklarının burun delikleriyle kulaklarını tükürüğüyle temizleyen annesinden kaçışı, tükürük kokusundan rahatsız oluşu bana dayımın tuhaflıklarını anımsatmıştı.Hisar'ın Çamlıca'daki eniştesine yakın bir dayı gittikçe tuhaflıklarıyla, ideolojik zikzaklarıyla beni içine alıyordu.Sözgelimi Maoculuktan çıkıp vardığı hidayet noktasını, bir softalıktan bir softalığa savrulmak diye açıklayabiliyordum ancak.

...

"Hikâyeler deniyorum elbise dener gibi" Max Fricsh

...

Ben kendimi hiç anlatmadım.Ben kendimi yalnızca ele verdim.

...

Annem, çok okuma zihnin bulanır, derdi daha Kemalettin Tuğcu'ya takılı kaldığım ortaokul yıllarımda.Ben de böyle kitaplarla hayatı, düşlerle tez konularını, derslerimde anlattıklarımla kahvehanede anlattıklarımı, yazdığım şiirlerle okuduklarımı, dahası dinlediklerimle yazdıklarımı birbirine karıştırıyor, işin içinden çıkmak için bin dereden su getiriyordum.

...

Toprağa sırlanmış bir dayının ardından kâğıda sırlanan bir yeğenim.

...

Gönüllendiğim ne varsa içine edildi arkadaş, Leyla ile Mecnun dahil...

"Kâfir ağlar bizim ahvali perişanımıza!"

...

1970 model dual pikapta Ahmet Sezgin "Deryada bir salım yok" derken annem -önce televizyondaki devlet bakanlarından birinin sesini kısar sonra- bu ağlak sesle gırgır geçer,mavra yapar, gürül gürül yanan sobanın çevresinde al yanaklarımızı şişire şişire eğlenirdik.

...

Dahası, bir tiyatro afişi önünde annemle çekilmiş siyah beyaz fotoğraflarına baktıkça yaşamın saçmalığını iyice görüyor, haksızlıklarla dolu boş dünyada insanın yüreğinin parçalanmasına, gözlerinin dolmasına, sesinin titremesine anlam veremiyorum..Ben zaten uçuk kaçık bir çocuktum, ağlamayı sızlamayı bilmez bir duygusuzdum.Acı da keder de dudağımda bir uçuktu.

Gün günü kovalar geçerdi o da.

...

Murat Yalçın
Dayı Parçası