17 Mayıs 2020 Pazar

Karanlık Sular (1994), Kutluğ Ataman

Karanlık Sular (1994)
Kutluğ Ataman





Cure (1997), Kiyoshi Kurosawa & Mavi Sakal Masalı

Cure (1997)



Alt Metin Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Mavi_Sakal_(masal)

Mavi Sakal (masal)

Mavi Sakal, karısı ve büyülü anahtar. Gustave Doré tarafından çizilmiş 19. yüzyıl illüstrasyonu

Mavi Sakal, zalim bir soylu ve meraklı karısını konu alan bir Avrupa masalı.

Yazılı olarak ilk defa Fransız yazar Charles Perrault'un 1697’de yayımladığı Kaz Ana’nın Öyküleri adlı kitapta yer almıştır. Dayanağının 15. yüzyılda yaşamış Fransız şövalyesi Gilles de Rais ve yaptığı zulümler olduğu söylenir.[1]

Masal, 19. yüzyılda Grimm Kardeşler tarafından yeniden yazılmış ve bu versiyonda öldürülmek istenen üç kızkardeş olarak yer almıştır.[2]

Mavi Sakal'ın yasaklı odası, Binbir Gece Masalları'nda Şehrazat'ın "Hamal ve Bağdatlı Üç Hanım" masalının içinde geçen ve onaltıncı gece anlatılmaya başlanan "Üçüncü Çelebi'nin Hikayesi"'nde; sevgililerinin ailelerini ziyarete giderlerken sarayda bıraktıkları Çelebi'ye girmemesi için büyük tembihlerde bulundukları ve girdiği takdirde onları ayıracağını söyledikleri kırkıncı oda ile büyük benzerlik gösterir.

Mavi Sakal, birçok insanın kendisinden çirkin ve korkunç mavi sakalı yüzünden korktuğu zengin bir soyludur. Üç kere evlenmiştir, ancak kimse evlendiği kadınlara ne olduğunu bilmemektedir ve bu yüzden, bölgede yaşayan bütün kızlar ondan kaçarlar. Bir gün komşularından birini ziyaret eder ve üç kızından biriyle evlenmek istediğini bildirir. Kız kardeşler evlenmesi için birbirlerini öne sürerler ve sonunda Mavi Sakal ile evlenmek en küçük kardeşin üzerine kalır. Evlilik töreninden sonra kız kardeşleri ona en kısa zamanda kendisini ziyaret edeceklerini söyleyerek onu Mavi Sakal'la birlikte şatoya uğurlarlar.

Bir süre sonra Mavi Sakal bir yolculuğa çıkacağını bildirir. Karısına şatodaki bütün kapıların anahtarlarını vererek yola çıkar. Bu anahtarlar arasında karısını girmemesi konusunda kesinlikle uyardığı küçük bir odanın anahtarı da vardır. Ancak, küçük kız kendisini ziyarete gelen kız kardeşlerinin de kışkırtmasıyla odaya girer. Odada gördükleri onu dehşete düşürür. Yerler kanla kaplıdır ve duvarlarda Mavi Sakal'ın önceki eşlerinin cesetleri asılıdır. Üstelik küçük anahtara da yerdeki kan bulaşmıştır. Anahtarın üzerindeki kan lekesi ne kadar uğraşsa da çıkmaz.


Şatoya dönen Mavi Sakal daha eşini görür görmez durumu anlar ve onu hemen öldürmeyi düşünür. Kız kardeşleri ise hemen eve dönerler ve hiç kimseye olanlardan bahsetmezler. Mavi Sakal tam kızı öldüreceği sırada kız kardeşleri gelir ve Mavi Sakal'ı arkasından vurarak öldürür.

Uyarlamalar

Offenbach'ın 1866'da bestelediği "Mavi Sakal" operattası, Fransız besteci Paul Dukas'ın “Arienne ve Mavi Sakal” (1907) adlı üç perdelik operası[3] Bela Bartok'un eşine adadığı "Mavi Sakal'ın Kalesi" (1911) adlı opera bu masaldan uyarlanmıştır.

Charlie Chaplin'in senaryosunu Orson Welles’ten satın alarak epeyce değiştirdiği 1947 yapımı Mösyö Verdoux filmi, modern bir Mavi Sakal uyarlamasıdır.[4] Masal, 1951'de Christian-Jaque, 1972'de Edward Dmytryk tarafından Mavi Sakal adıyla, 1963'te Claude Chabrol tarafından Landru adıyla filme uyarlanmıştır. Catherine Breillat'in yönettiği 2009 yapımı Mavi Sakal filminde, Mavi Sakal’ı okuyan iki küçük kız kardeşin öyküsü ile masal iç içe anlatılır.[5]

Kurt Vonnegut’un Mavi Sakal (1987) romanı, masal çerçeve alarak başlar ve masaldaki gibi kilitli kapının ardındaki sırrın ortaya çıkmasını işler.



Öğretmen Halise'ye Mektup, Talip Apaydın & Halise Apaydın

Talip Apaydın'ın mektubu Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'nde bir üst sınıftan arkadaşım.Bu mektup bir evlenme teklifi idi.Önce Köy ve Eğitim Dergisi'nde çıktı çok beğenildi.



ÖĞRETMEN HALİSE'YE MEKTUP

Şu anda sana yazmaktan başka çarem yok. Burada öyle güçlükler karşısında kalıyorum ki, tek başıma zayıf düşüyorum. Halkın arasında duyarak, düşünerek çalışan her aydın, Ceyhun Atuf’un dediği gibi gerçekten derin bir acı ile muzdarip olacaktır, hiç başka yolu yok.

Bölgemde yeni yapılacak olan üç okulun inşaatlarına hemen başlamak üzere köylere gittim. Kanunen inşaatların taşı, kumu ve ameleliği köylüler tarafından temin edilmesi lazım. Benim köylüler hiç yanaşmıyorlar. Hatta arsaları bile göstermek istemediler. Güç bela yerlerini ayırdık. Fakat planları uygulamak için ip yok, kazık getirmezler, kazıkları çakmak için balta yok.

Ah, memlekette hiçbir şey yapmamak için bir ruh aşılandı halkımıza. Demokrasi varmış (!) onun için köylerinde yapılacak okula bir çivi getirip çakmak istemiyorlar. Konuşuyorum, uzun uzun anlatıyorum, dinler görünüyorlar, bitince her biri bir yere dağılıyor. Bir köyde “eski ezan kabul edildi, eski yazı da kabul edilecekmiş” demeye kadar vardırdılar.

Çaresiz her şeyi yüzüstü bırakıp ağlamaklı bir içle Almus’a, evime döndüm. Burada okulun bahçe kapısını da açık koymuşlar. İçerisi inek ahırı olmuş. Diktiğim sebzeler, fidanlar hep çiğnenmiş, kırılmış. Hayvanlar okulun duvarına sürtünmüşler. Camlarını kırmışlar, sıvasını dökmüşler. Köyden bir kimse gelip de kapıyı kapatıvermemiş, belki de kasten açtılar.

Evime girdim kuru, fakir, tam takır. Kitaplarım dağılmış, yatağımda fareler oynamış. Bütün gece uyuyamadım. Evim yanmış, felaketler ortasında kalmışım gibi kıvrandım, şu anda sana yazmaktan başka çare yok. Ne yapacağız böyle? Memleket nereye gidiyor böyle?

Halise işte seni buralara çağırıyorum. Şu haliyle berbat bir yere. Ama hayat her yerdedir. Yaşamak burada da güzel olabilir. Dövüşür gibi yaşamak, mücadele ede ede yaşamak. Ne mümkünse onu yaparız. Okulu yeniden tamir ederiz. Bahçeyi yeniden düzeltiriz. Sınıfları zevkimize göre tanzim eder, tertipleriz. Belletim yılına yakın kalınca da öğrencilerimizi toplayıp A’dan başlarız. Ah köy öğretmenleri! Her türlü imkansızlıklar içinde, hele şu sırada şımarmış, küstah yüzlerin karşısında köy öğretmenleri… Tek başlarına, yardımsız köy öğretmenleri!

Fakat Halise dikkat ediyor musun, günümüzde köy öğretmeni kadar ehemmiyetli bir insan yoktur. Köy davası deyince herkes şöyle bir kulak kabartıyor. Mahmut Makal bir çırpıda meşhur oluverdi. Şahsi değeri yanında asıl mevzuun değeri… Değil mi öyle? Yani köy meselesi memleket aydınının kafasında öyle bir tavında ki artık ondan kaçılamaz. “Köy” şimdiye kadar olduğu gibi artık ihmal edilemez.

Seni köye çağırıyorum. Milletlerin kalkınmasında köy öğretmeninin çektiği ıstırap faydalı bir ıstıraptır. Seni bu acıların içine çağırıyorum, duyarak, düşünerek gel. Bir gün alnımız ak çıkacak. Halktan kaçmış, menfaatperest, kendi dar saadetlerinin çemberine hapsolmuş kimselerin seviyesine düşmeyelim. Vicdanlarımız karşısında rahat kalalım.

Burada benim büyük hüzünlerle dolu, Orta Anadolu’nun sonsuz stepleri ile şekillenmiş bir dünyam var ki seveceksin. Orada yıldız yıldız inançlar, sevgiler bulacaksın. Halkımın kanı ile birleşmek isteyen kanımın sıcaklığını hissedeceksin. Gel bu denize beraber dalalım. Sıkıntılarımız bir gün nasıl olsa geçecek. Yarının mesut Türkiye’sine giden sarp yollarda, tehlikeli yollarda birbirimize tutunarak yürüyelim. Birbirimize dayak olalım, gel!...

Şu anda seni yanımda görmek isterdim. "Peki" deyişini duymak isterdim. O zaman bütün kuvvetlerimi yeniden toplayacak ve yeniden okullarımın temelini atmağa gidecektim. Ah yanımda olsaydın da bu cümleyi yazarken gözlerimin nasıl yaşardığını görseydin. Bundan daha büyük, bundan daha manalı bir iş tasavvur edemiyorum. Gel gör ki karşıma ne güçlükler çıkarıyorlar. Ama başaracağım Halise! Çünkü benim istediğim onların istemediğinden çok daha kuvvetli, çok daha candan..

Hadi bana mektup yaz, beni tamamla, selamlar selamlar.

TALİP APAYDIN


Sonbahar (2008) - Özcan Alper & Vanya Dayı - Anton Çehov


Sonbahar (2008) - Özcan Alper
&
Vanya Dayı - Anton Çehov





Beli Kırılan Devrim, Köy Enstitüleri ve Kadın Kalemler, Nedime Köşgeroğlu


Ütopya; bugünü anlamak ve değiştirmek için geleceği düşünmenin bir yoludur.Asla insanın kendini bugünün çekilmez hale gelen sorunlarından ve olumsuz koşullarından kurtarmak adına, geleceğe yasladığı boş bir hayal değildir.Kısaca ütopya ne geleceğe bir kaçış ne de gelecekten kaçıştır. (Özsoy S.)

...

Tonguç'un kendinden geçercesine Türkiye'de eğitim sorununa çözüm arayışı ve köylere yönelik aydınlanmanın eğitim yolu ile gerçekleştirileceğine yönelik inancı, dönemin Talim Terbiye Kurulu Başkanı İhsan Sungu'nun şu sözlerine maruz kalmasına da neden olacaktır. "...Oğlum Hakkı!Neden kendini bu kadar yıpratıyorsun.Nedir acelen.Köylüler yabalarını, dirgenlerini alıp Ulus (Karaoğlan) Meydanı'na yürüyüp Bakanlığı sarıp "Biz okul istiyoruz" diye boğazladırlar mı ki sen bu kadar çırpınıyorsun?"

...

Kastamonu milletvekili İsmail Mahir Efendi.Türkiye'de köy eğitimi sorununa ilk sahip çıkan, sorunun önemini vurgulayarak ilk değinen kişi İsmail Mahir Efendi'dir dersek yanılmış olmayız.

...

"Elimde olsaydı tüm dünya okullarına insanın insanı sömürmesi diye bir ders koyardım." İsmail Hakkı Tonguç

...


Öğretmenin Sesi dergisinde Behzat Ak'ın bir yazısını paylaşmak yetiştirilen öğretmenlerin kişilik yapılarını göstermek açısından oldukça yararlı olacaktır."Milli Eğitim Bakanlığı illerdeki müdürlüklerine birer yazı gönderdi: Köylerde öğretmenlere saldırılar oluyor.Öğretmenler dövülüyor.Nedenlerinin incelenip öğretmenlere yardımcı olunması...Falan filan.Buyruğ alan Milli Eğitim Müdürü'nün biri, ilköğretim müfettişlerini topluyor.Saldırıya uğrayan ve dayak yiyen öğretmenlerden birinin dosyası açılıp tetkike başlanıyor.Anlaşılıyor ki, bu öğretmen köye hasta koyunların kesilmesini önlemek istemiş.Ölmek üzere olan hayvanları kesip köylüye satan çıkarcının biri bu durumdan hoşnut olmamış.Öğretmene bu işe karışmamasını söylemiş.Öğretmen karşısındakine, böyle hasta hayvanları kesmekle vatandaşa zararı olduğunu söyleyerek, -Sonra ben köy öğretmeniyim, görevlerimden biri de budur- deyince karşı taraf saldırıya geçerek öğretmene dayak atmıştır." Buraya kadar paylaşılanlar aslında köy enstitülerinde toplumsal çıkarların daima bireysel çıkarlardan önde geldiğini, hangi koşulda olursa olsun sağlam ve erdemli kişilik yapısına sahip bireyin haksızlığın karşısındaki tek başına olsa da dimdik durması gerektiğine ilişkin güzel bir örnektir.Ancak, yazarın makalesinde bundan sonra paylaşılacak bölümde yetkili kişilerin bu olaya yaklaşım biçimidir.Devam edelim...Tetkik sonucu, ilköğretim müfettişlerinden biri:

"Bu işe öğretmen karışmayacaktı.İleri gitmemek gerekir.Kendisi ölen hayvanların etinden almazdı.İş de bu çığıra dökülmezdi.Herkesin sağlığından, canından , yiyeceğinden öğretmen sorumlu değil.Öğrencilerini okutsun yeter.Köy öğretmeni köy işlerine fazla burnunu sokmamalı..."

...



 Bir gün Tonguç, eğitmen kursu öğretmeni Süleyman Edip Balkır'ı yanına alıp bir yolculuğa çıkar.Kastamonu Gölköy'e varıldığında bir eğitmen kursunu da burada açacaklarını söylerçYapılacak
işlerin bir listesini yazıp, "Hadi sana kolay gelsin!" der ve ayrılır.Aradan aylar geçer.Bir gün Kastamonu'dan bir paket çıkagelir; paketin içinde nar gibi kızarmış dört tuğla vardır sadece! Tonguç'un gözleri dolar, Balkır'ın başardığını anlamıştır.Bu tuğlalar, Kastamonulu tuğlacıların 1000 tuğlaya 10 lira istemeleri üzerine eğitmen adaylarınca üretilmiştir; üstelik 1000 tanesi yalnızca 1 lira 30 kuruşa mal olmuştur.

...

...Kurslarda başarılı öğretmenler, ilköğretim müfettişleri, usta öğrenciler öğretmenlik yapmışlardır.Kursu başarıyla bitiren öğretmenlere, köylerine dönerken komşulara ve köylülere okutacakları kolay anlaşılır türden küçük bir sandık kitapla, yine köyde kullanacakları marangozluk, duvarcılık ve tarım araç gereçleri de verilir.

...


"Akçadağ Enstitüsü, arkası dağa yaslı 3000 dekar saban girmemiş bir arazide, yazın sıcağında sığınılacak bir ağaç yaprağının bulunmadığı bir yerde kuruldu.Kurulmasında iki tip insan zorluk çıkarıyordu.Bunlardan birinci grupta olanları daha önce hiç köy görmemiş, köy koşullarının zorluğunu bilmeyenler ki zor'a gelince kaza kaymakamının yaptığı gibi kaçıyorlardı.İkinci grubu oluşturanlar ise, köy ağaları, eşraf, köylünün uyanmasından çıakrlarını kaybedecek olanlardı.Bunların silahları daha ziyade iftira, yalan dolan ve arkadan vurmak gibi jurnalcılıktı."

"Bu yıl Elazığ'da sürgünde iken şu olay yaşandı.Ben gidince muhtar uyuyan karısını, iki çocuğunu uyandırdı..Odayı boşalttı.Boşalan yatağa ben yattım.Muhtar da oracığa uzandı...Sabahleyin  muhtar elinde çorba çanağıyla içeri girdi.Söyleniyordu."Aksiliğe bak beyim, uyurken bizim çocuğa eşek basmış öldürmüş..."Muhtar başka odası olmadığı için o gece karısı ve çocuklarını ahırda yatırmış.Tekben Yazısında çarpıcı bir gerçeği şu şekilde açıklar.Ben bu olayı devlet büyüklerine, ilericiyie, gericiye anlattığımda nasıl sarsılacaklarını beklerken, hiç de öyle olmadığını gördüm.Hiç kime etkilenmedi "olur bunlar" deyip geçtiler.Yürekler nasırlaşmıştı."

Şerif Tekben (1908-1983)

...

kâğıt kitap dediniz,
Yaktınız beni,
Ya yaşatın,
Ya da silin mürekkebimi,
Yakmak, yırtmak, atmak,
İnsanlık değil ki"

İbrahim Yıldız

...

Ve 1946'da CHP tek parti olarak iktidardadır.CHP'nin sağ kandı, parti yönetimini ele geçirmişti.Sağ görüşlü Reşat Şemsettin Sirer Milli Eğitim Bakanı oldu.Köy Enstitülerinin kurucularından İsmail Hakkı Tonguç (İlk Öğretim Genel Müdürü) görevinden alındı.Köy enstitülerinde görevli müdürler, öretmenler hemen değiştirildiler.Köy enstitülerine yönelik suçlama kampanyası başlatıldı.Köy enstitülerinin kütüphanelerinde bulunan on binlerce kitap yok edildi.Büyük bölümü yakıldı." Tam bu noktada biraz soluklanarak, C. J .Heinrich Heine'nin bir sözünü paylaşmak yararlı olacaktır;

"Eğer bir ülkede kitaplar yakılıyorsa, o ülkede eninde sonunda insanlar yakılacaktır..."

...



Akçadağ Köy Enstitüsü'nde yakılan kitaplara tanık olan eğitimci Kemal Sürekli'nin anısını paylaşalım.

"Akçadağ Öğretmen Okulu'na 1956'da meslek dersleri öğretmeni olarak atanmıştım.Oradaki gerçekleri ve olayların anlamlarını tanık olduğum bir olaydan sonra daha net öğrenecektim.Olay şu: Bir gün kampüsün ortasında bir çukur açılmış bir şeyler yakılıyordu, ateşin yanına yaklaştı, bir görevli bazı eskimiş kağıtları ve de muzır sayılan kitapları ateşe sürüyordu.Sordum, "Arşivi temizleme işi hocam" dedi.Hemen ateşe atılmayı bekleyen, hatta kapağı ateşin hışmına uğramış bir kitabı kaptım ve oradan uzaklaştım.İşte o kitap, İsmail Hakkı Tonguç'un "İlköğretim Kavramı" adlı kitabıydı.Bu kitap benim için bir servet oldu.Günlerce okudum.O zaman köy enstitüleri üzerine koparılan fırtınaların kaynağını ve nedenlerini daha iyi kavradım.Kitap bir eğitim düşünün ötesinde bir aydınlanma filozofunun, bir sosyoloğun, yürekli bir devrim elemanının özgün ürünü gibiydi."

...


"Çifteler Köy Enstitüsü'nde Mahmudiye ve Hamidiye bölümlerinde birer kitaplık vardı.Kitaplıkları öğrenciler yönetirlerdi.Gerek müdürümüz Rauf İnan, gerekse diğer öğretmenlerimiz okumaya çok önem verirlerdi.Kitaplıkta yeteri kadar yerli ve yabancı klasiklerimiz vardı.Milli Eğitim Bakanımız Hasan Ali Yücel'in bakanlığı zamanında 570 çeşit kitap yayımlanmıştı ve bu kitapların hemen hepsi kütüphanelerimizde vardı.Kitap sayımız 7000 civarındaydı...Yıl 1941 Devlet Başkanı İnönü, Savaştepe Köy Enstitüsü'ne gelmiştir...Abdurrahman Nazif Paşa yanındadır.Yamaçta hayvanları yayma nöbetindeki öğrencinin çantasında neler olduğunu merak eder.Açılan çantadan ekmek, peynir, köfte, zeytin ve bir de bakanlık klasiklerinden ANTIGONE çıkar.İnönü: "Bak Paşa" der Abdurrahman Nafiz'e, "Ekmeğin yanında kitap.Ne zaman komutanlarımız, erlerimiz, sıradan yurttaşlarımız ekmekle kitabı bir tutabilecek düzeye ulaşabilirlerse, Türkiye o zaman gerçekten kurtulacaktır."

Neşet Tınaztepe


...


Hayat döker eteklerinden
Saklı yüzleri
Yıkıma gelirse birileri
Üşenme; çıkart en alta kalan cümlemi...

Zamanı bölüştüren tanrının elleri
Sana nimetler yollar
Bana dar odalar bol astım krizleri
Taşa yazdım sözleri...

Nedime Köşgeroğlu

...

Halise Apaydın anlatıyor:

"Ben ilkokulun beşinci sınıfındayım.Bizim oturduğumu kazaya her sene bir tiyatro kumpanyası gelirdi.O sene de bir grup gelmişti.Bizim orada bir hafta hemen hemen her akşam halkevi salonu dolardı.Sonra birdenbire bir şayia çıktı: güya 1938'de bu grup Erzincan'da bulunuyormuş, zelzele bunların yüzünden olmuş.O zaman tesadüfen yalnız bunların bulundukları otel yıkılmamış.Bizim Erzurum Oltu kazası bunu duyar duymaz artık temsillere kimse gitmez oldu.Yalnız kazanın kopukları dediğimiz delikanlılar macera hayatı olsun diye evden para çalarak tiyatroya gelir oldular."

"Küçük Ali'den bir anı: Kastamonu'ya ilk kez ciddi bir trup (aynı tiyatroda çalışan oyuncular topluluğu) gitmiş ve şehrin her tarafına akşam oynayacakları temsilin afişlerini asmışlardır.Afişlerde şöyle yazılıymış: "Bu akşam Ahmet, Mehmet, vs gelmiştir.Falan temsili oynayacaklardır.Askerlere bir kuruş, başıbozuklara iki kuruştur." Kastamonu'nun kültürlü valisi Galip Efendi bu afişi okuyunca acı acı gülmüş ve trup başını çağırtarak demiş ki; "Böyle yazarsan kimse sana gelmez al kalemi eline ben sana yeniden yazdırayım: Bugün şehrimize üç pezevenk, üç de orospu gelmiştir.Bu akşam saat üçde ırgalayıp, çalkalayacaklar.Ön tarafın üç kuruş, ortadan iki kuruş, askere de bir kuruştur. (Pezevenkten)

...

Talip Apaydın'ın mektubu Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'nde bir üst sınıftan arkadaşım.Bu mektup bir evlenme teklifi idi.Önce Köy ve Eğitim Dergisi'nde çıktı çok beğenildi.


"Ama başaracağım Halise!
Çünkü benim istediğim onların istemediğinden çok daha kuvvetli, çok daha candan..."


Beli Kırılan Devrim
Köy Enstitüleri ve Kadın Kalemler
Nedime Köşgeroğlu

&

Huriye Saraç
Ayşe Baysal
Naciye Makal
Pakize Türkoğlu
Halise Apaydın
Mürüvvet Bilen

This is Us 4. Sezon, Hayat ve "Bir dahaki sefere"ler

This is Us 4. Sezon
"hayat ve 'bir dahaki sefere'ler"

Küçükken hep buraya gelirdim.
Aynı resim, aynı oda.
Bir keresinde, sekiz ya da dokuz yaşındayken,
bu resme gözlerini hiç ayırmadan bakan bir kadın görmüştüm.
Nereden baksanız saatlerce bakmıştı.
Çünkü, ailemle birlikte etrafı gezip geri döndüğümüzde,
o kadın hala oradaydı.
Çok etkilenmiştim.
Bir resme o kadar süre boyunca, 
gözünü ayırmadan bakma fikri insana çok sofistike gelebilir.
Olgun.
Bir an önce büyüyüp, o kadın gibi olmayı istediğim zamanları hala hatırlarım.
Onun resimde gördüğü şeyleri, benim de görebilmemi.
Dilediğim kadar orada dikilmeyi ve gördüğüm şeyleri anlayabilmeyi.
Büyüdüğümde buraya gelebilmek oldukça basit gözüküyordu,
ama hiç bir zaman gelmedim.
Bir kere siz çocukken, 
bir kere de Kevin buraya taşındığı sıradaNew York'a gelmiştim.
Sonra Miguel ile birlikte de şehire ne zaman gelsek
ya bir şova geliyorduk ya da bir akşam yemeği 
ya da başka acele bir şekilde yapacak işlerimiz oluyordu.
Ve her seferinde bir dahaki sefere diyordum.
Bir dahaki sefer Met'e giderim diyordum.
Bir dahaki sefere.
Tüm hayatım, hep bir dahaki seferelerle dolu.
İlerde yapmayı umduğum şeylerle.
Ama şimdi farkına varıyorum ki,
bunları yapabilmek için vaktim azalıyor.






This is Us 4. Sezon

Gökten Gelen Atlı (Bir Polonya Masalı), Yeryüzü Masalları - Bülent Habora


Gökten Gelen Atlı (Bir POLONYA Masalı) – Bülent Habora


Bir varmış, bir yokmuş…

Karkonoş’un büyük köylerinden birinde, çok ürün veren bereketli toprakları olan bir çiftçi yaşıyormuş. Ama bu adam çok pintiymiş.

Öylesine pintiymiş ki, tarladaki ürünler toplandıktan sonra artakalan başakların yoksullar tarafından alınmasına bile çok kızıyormuş. Oysa yoksulların başak toplama geleneği çok eski yıllardan beri devam edermiş.

Ambarları zahireyle(*) tıka basa dolu olduğu halde, yine de anızlığı dolaşarak, başakları toplayan çocukları, kinle, nefretle dolu gözlerle izliyormuş.


(*) Zahire: Gerektiğinde kullanılmak için saklanan tahıl.


Bu çocukların tümü de o köyün ve çevre köylerin en yoksullarıymış. Öylesine yoksullarmış ki, çoğu kez açlık yüzünden ölmekten, bu artakalan başaklar sayesinde kurtuluyorlarmış.

Zengin çiftçi, yoksulların bu durumunu çok iyi biliyormuş. Ama yine de, gözlerini para hırsı bürüdüğü için, sürekli olarak ırgatlarına, demetleri çok sıkı bağlamalarını ve düşen başakları da tırmıkla toplamalarını emrediyormuş. Bu yüzden yoksul çocuklar, onun tarlasında, diğer çiftçilerin tarlalarında buldukları başakların onda birini bile bulamıyorlarmış…

Küçük Eljbet, bir sabah erkenden, elinde bezden bir torba olduğu halde, koşa koşa tarlaların bulunduğu yere gitmiş.

Eljbet, sık sık hastalanan, iplik eğirme ve dikişçilikten elde ettiği gelirle güç-belâ geçimlerini sağlayan yoksul, dul bir kadının kızıymış.

Bir odalık kulübelerinde ana-kız birlikte yaşıyorlarmış. Henüz sekiz yaşında olan Eljbet, sürekli olarak annesine yardım ediyormuş. Odayı temizliyor, yemek yapıyor, hatta ormana gidip, çalı-çırpı, kurumuş ağaç topluyor, eve getiriyormuş…

Orak zamanı gelince, diğer günlerde olduğundan çok daha erkenden kalkıyor, torbasını alıp, tarlalara koşuyormuş. Nerede bir başak görse, onu torbasına atıyormuş.

Zengin çiftçi, bu çalışkan ve sevimli kızdan hiç hoşlanmıyormuş. Kendi tarlasında, kızın neşeli bir biçimde başak toplamasına, hatta ara vermeden şarkı söylemesine fena halde bozuluyormuş.

Elinden topladığı başakları, yanındaki çuvalını almak istiyormuş, kızın. Ama komşularının tepki göstermesinden korktuğu için bu isteğini yerine getiremiyormuş…

Bu yıl topraklar çok bereketli olmuş. Zengin çiftçinin ambarı tıka basa dolmuş. Geriye de birçok demet kalmış. Irgatlarına emrederek kalan demetleri, ambarın yakınındaki bir yere yığın yapmalarını söylemiş.

İşte o gün, küçük Eljbet de, o yığının çevresinde başak topluyormuş.

Ansızın biri onu kolundan yakalamış. Kızcağız ürkmüş birden. Başını kaldırınca, karşısında zengin çiftçiyi görmüş.

Adam, öfke dolu, ağzından köpükler çıkartarakkıza bağırmış:

“Seni gidi hırsız, seni! Yığından çektiğin başakları hemen bırak!”

Eljbet korkusundan tir tir titriyormuş. Hemen yanı başlarında olan yığını görmüş. Oraya yaklaştığını hiç farketmemiş, küçük kız.

Yığından tek bir başak almadığını bildiği için titrek bir sesle şöyle yanıtlamış adamı:

“Bu başakları tarladan topladım ben. Yığından tek bir başak bile almadım, yemin ederim.”

Çiftçi, kızcağızın doğru söylediğini bildiği halde, yumruğunu kaldırıp kıza vurmak istemiş.

Kız büyük bir korku içinde olduğundan, sürekli:

“N’olur bana yardım edin. Öldürecek bu adam beni. Kurtarın onun elinden,” diye bağırıyormuş.

Küçük Eljbet, sözlerini bitirir bitirmez, dağın tarafından, bir yel gibi hızla gelen bir siyah atlı belirmiş.

At köpük içindeymiş. Atlı, ateş bulutunu andıran bakır-kızıl renginde bir pelerinle sarılıymış. Uzun kızıl sakalı rüzgarda savruluyormuş.

Zengin çiftçi tam yumruğunu kızın sırtına indireceği sırada siyah at, tırnaklarını yere kakarak öylesine durmuş ki, bir anda çevreyi tozduman kaplamış.

Atlı, yere atlamış. Hemen çiftçiyi boynundan yakalayıp, bir tavuğu tutar gibi havaya kaldırmış.

Zengin korku içinde bir şeyler demek istiyormuş. Ama ne söylediği bir türlü anlaşılmıyormuş.

Kolları, bacakları savrulan çiftçi, bu durumuyla tam bir soytarıya benziyormuş.

Biraz sonra atlı, onu yere bırakmış.

Çiftçi yerden yavaş yavaş doğrularken, atlı bağırmış:

“İğrenç, aşağılık herif, bu kadar çok zahiren varken, yoksulların topladığı bir deste başağa mı göz dikiyorsun? Utan be!.. Anlaşılan, senin kötü adam olmanı varlığın sağlamış… Senden iyi adam olur, ama yokluğu, yoksulluğu senin de yaşaman gerekli…”

Sözlerini daha bitirmeden, pelerinini bir kanat gibi germiş. O an pelerininin altıdan kıvılcımlar çıkmış. O başak yığınını alevler sarmış. Az sonra da o koskoca ambarı da yanmaya başlamış.

Zengin çiftçi haykırarak yanan ambarına doğru koşmaya başlamış. Ama durduramamış yangını…

Öte yandan atlı, korkusu yüzüne vuran, tir tir titreyen kızı kolundan tutup, atına çekmiş. Birlikte yükselmeye başlamışlar.

Eljbet şaşkın şaşkın çevresine bakıyormuş. Uçmak gerçekten çok hoşmuş. Havada belli-belirsiz bir sis varmış. Ayrıca zaman zaman beliren büyük ve serin bulutlar küçük kızın yüzünü hafif hafif okşuyormuş.

Kız aşağılara doğru baktıkça, dağların tepelerini, o büyük şelâleyi görüyor, ormanın uğultusunu hissediyormuş.

Bir süre sonra siyah at yavaş yavaş aşağıya inmeye başlamış. Birkaç dakika geçince yere ayak basmışlar.

Atlı, onu evinin tam önüne getirmiş.

Eljbet, kendisine yardım eden atlıya teşekkür etmek için dönmüş, bakmış. Ama ne at varmış ortada, ne de atlı.

“Herhalde uyudum, evden çıkar çıkmaz. Bu gördüklerimin tümü de bir düştü, galiba,” diye düşünmüş küçük kız.

Eljbet’in geldiğini gören annesi sormuş ona:

“Eee, ne yaptın bakalım? Bütün gün kırda, tarlalarda olduğuna göre, sanırım epeyce başak toplamışsındır…”

Gününün nasıl geçtiğini tam olarak anlayamayan kız, telâş içinde boş ellerini göstererek yanıtlamış annesini:

“Hiçbir şey getiremedim, anneciğim…”

“Ya o başındaki çelenk, başak çelengi neyin nesi?” diye sormuş, annesi.

Sonra kalkıp, kendisine şaşkınlık içinde bakan kızının başından güzel ve iri başaklardan oluşan çelengi almış.

Bu garip çelengi yakından inceleyen annesi, bir de ne görsün, başaklardaki iri taneler altınmış.

Küçük Eljbet altınları görünce, bugün başından geçenlerin düş değil, gerçek olduğunu anlamış.

O, kömür gibi kapkara, ceylan gibi güzel atı ve onun cesur sahibini tüm yönleriyle annesine anlatmış.

Eljbet, ertesi sabah tarlalara gitmiş. Bir de ne görsün, zengin çiftçinin büyük demet yığınının ve ambarının yerinde bir öbek kül varmış.

Küçük kız sonraki tüm yaşamı boyunca bir daha başak toplamak için tarlalara gitmemiş. Çünkü çelengindeki altın taneleri, yoksul dul kadına ve onun çalışkan, sevimli kızına iyi, sakin ve mutlu bir yaşam sağlamış…

O yıldan sonra, yoksul ailelerin çocukları, her orak zamanında, bu çiftçinin tarlalarına gidip, rahatlıkla başak toplamışlar.

Zengin, artık bu çocuklara birşey demiyor, hatta yan gözle bile bakmıyormuş. Bir yıl yoksul ve aç yaşayınca, diğer gerçek yoksulların ne durumda olduğunu anlamış…

Ama ilginçtir, o yanan buğday yığınının yerinde yetişen başakların rengi kömür gibi kapkaraymışlar. Üstelik bunlara dokununca da, kül olup, yere dökülüyorlarmış. Bu olay, her yıl aynı biçimde sürüp, gitmiş.

Tarlalardaki diğer buğdayların altın başakları arasında, zaman zaman, siyah benek gibi duran kara başaklar da varmış. Köylüler bu başaklara, “Dağ sahibinin kara benekleri,” diye ad takmışlar. Çünkü onlar bu cesur atlının kim olduğunu anlamışlar… 


Derleyen: Bülent Habora

Not: Yar Yayınları’nın Yeryüzü Masalları kitabından alıntıdır.

bez konca (1985), kieslowski








"Nasıl oldu da bir kurttan pis bir köpeğe dönüştüm.
Belki de burnum, rüzgarın karanlık temasını yitirdi.
Belki de artık ulumalarım gökyüzüne ulaşmıyordu.
Şiddetli bir alev bile değil
Ufacık bir korku ensemde gürledi.
Belki kimsenin artık bana bu tasmayı
takmasına gerek kalmamıştı.
Ve köpek gibi yalvarmak için,
yerlerde sürünmüştüm.
Yerde sürünenleri bile seven.
Ve bir solucanın soluk kanında bile
onur yaratan Tanrım.
Sessiz bir haykırış için
ağzımı açmama yardım et.
Ve ağlasam bile
özgürce yürümemi söyle bana."

Bez Konca (1985)
Krzysztof Kieslowski

Umka (1969)


Umka (1969)
Sovyet Çizgi Film
Vladimir Pekar - Vladimir Popov

- Hiç kimsenin olmadığı, uzak, sıcak bir denizde üzgün bir güneş balığı yaşarmış.
O büyük ve yuvarlakmış.Sadece dümdüz yüzermiş.
Üzgünmüş, çünkü köpek balığının dişlerinden bir türlü kurtulamazmış.

- Bizim güneşimizi de köpek balığı mı yemiş?

-Hayır, güneş balık değildir.O yukarıda yüzer.


  


Buz, Anna Kavan




Hilmi Yavuz'dan duymuştum: Çocukluğunuzda yetişkinlerin giydiği şapkalardan giymek istediğiniz yaşa geldiğinizde, anlayın ki yaşlanıyorsunuz.

...

"Hiçbir edebi kaygım yok , ama ben edebiyattan yapılmışım." diyordu Kafka.

...

Yazımın kâfi derecede kuvvetli olmadığını muterifim.Kabahat ilham edende değil, bende.

Selahattin Özpalabıyıklar
Çevirmenin Sunuşu

Azalan nüfus, kaybolmuş bir savaşçı üstünlüğünün harabelerinde fareler gibi yaşıyordu.

...

Artık hangimizin kurban olduğu açık değildi benim için.Belki de birbirimizin kurbanıydık.

...

Resmi politikaydı bu, insanlar sakin tutulmalıydı.Ama bu insanlar  ülkelerinin kıyametten kaçabileceğine gerçekten de inanıyorlardı sanki.Hiçbir ülkenin güvenli olmadığını biliyordum, şu anki tahribattan ne kadar uzak olduğunun önemi yoktu, bu tahribat yayılacak ve sonunda bütün gezegeni kaplayacaktı.

...

Bir anın sanrısı, bir sonrakinin gerçekliğine uymuyordu.

...

Sokağa çıkma yasağı vardı: evlerde hiç ışık görünmüyordu, caddeler boştu.Dışarda kalmakla tehlikeye giriyordum, ama buna dikkat edemeyecek kadar ümitsizlik içindeydim.

...

Anna Kavan
Buz
Everest Yayınları
Türkçesi: Selahattin Özpalabıyıklar