22 Ocak 2018 Pazartesi

don, thomas bernhard


Hancı kadın tiksindiriyor beni.Çocukken, aralık mezbaha kapılarının önünde beni kusturan tiksintinin aynısı bu.Ölü olsaydı, -bugün- ondan tiksinmezdim -ölü otopsilik bedenler, bana asla canlı bedenleri anımsatmazlar- ama kadın yaşıyor, çürük, çok eski bir han mutfağı kokusu içinde yaşıyor.
---
"Her şey her zaman bulanıktı benim için" diyor.Çocukluğumdan bir kesit sundum ona.Bunun üzerine dedi ki: "Her çocukluk aynıdır.Yalnızca birisi sıradan, diğeri yumuşak, bir başkası da şeytani bir ışık altında görünür."
---
İntihar, nedir bu?Kendini sona erdirmek.Haklı ya da haksız yere.Hangi hakla?Neden olmasın?Bütün düşüncelerim bir noktada birleşmeye çalışıyordu: intihar meşru mudur, sorusuna yanıt bulunan yerde.Bir yanıt bulamadım.Hiçbir yerde.Çünkü insanlar birer yanıt değiller, birer yanıt olamazlar, yaşayan yanıt olamaz, ölüler de.Kendi suçum olmayan bir şeyi, kendimi öldürerek yok ediyorum.
---
Yaşlandıkça, düşünmek bir fiske eziyeti mekanizmasına dönüşür.Kesinlikle bir yararlılık değil.Ağaç, diyorum ve muazzam ormanlar görüyorum.Nehir, diyorum ve bütün nehirleri görüyorum.Bina, diyorum ve kentlerin bina denizlerini görüyorum.Kar dediğimde ise, okyanuslar var karşımda.Bir düşünce sonunda her şeye yol açıyor.Yüksek sanat, büyüğüyle küçüğüyle düşünmeye dayanıyor, sürekli olarak bütün büyüklük ölçütleriyle eşzamanlı...
---
Kahramanlar güvensizlikten doğmuşlar.Yani bir endişe durumundan, korkudan, ümitsizlikte.
---
Rüyalar bile soğuktan telef oluyor.Her şey soğuk oluyor.
---
Çocukluk ve gençlik, zalim bir yalnızlıktı, yaşlılığın da korkunç bir yalnızlık oluşu gibi.Sanki doğanın beni sürekli iteklemeye hakkı vardı, sürekli bana, içime, herkesten uzağa, herkese doğru, ama her zaman sınıra.Ne dediğimi anlıyorsunuz: kulaklar, insanın kendi kendini azarlamalarıyla doludur.Ve bir zamanlar bir şarkı, notalara dökülmüş ya da doğal bir müzik parçası duyulduğuna inanılırsa, yanılgıya düşülür: bu da yalnız olmaktan başka bir şey değildir.Ormandaki kuşlar da böyledir, dizlere çarpan deniz suyuyla da.Asla ne yapacağımı bilemedim, ve bugün hiç bilemiyorum.Şaşırtıcı, değil mi?İnsanlar, yalnız değillermiş gibi yapıyorlar, çünkü her zaman yalnızlar.Cemaatlerine nasıl katıldıkları görülürse: yoksa, dernekler, toplumlar, dinler, kentler, birer kanıtını mı oluşturuyor sonsuz yalnızlığın.Bakıp hep aynı düşünceler.Doğal değil, belki,Bağlantı bıkkını.Belki anlamsız.Heveskarca, olabilir.Yalnız olmanın üstüne belirli bir kullanışlı bağımsızlık da gelirse, dedi, "o zaman hala katlanılabilir ona, ama benim en küçük bağımsızlığım bile yoktu.Ne yapacağımı asla bilemedim.İnsanın üstüne gelen şeyle, etkilerle, çevreyle, Benlik'le başa çıkamadım.Bir defada içimde sonsuza dek oluşmuş olan şeyle.Evet.Bakın!" Dedi ki: "Yeni bir insan yağan insanlar, muazzam bir sorumluluk alırlar üstlerine .Hiçbir şey gerçekleştirilemez.Umutsuz.Büyük bir suçtur bu, mutsuz olacağı bilinen, en azından günün birinde mutsuz olacağı bilinen bir insan yapmak.Bir anlığına var olan mutsuzluk, bütün bir mutsuzluktur.Daha fazla yalnız olmak istenmediği için, yalnız olmayı üretmek, bu bir suçtur." Dedi ki: "Doğanın dürtüsü canicedir, ve buna dayanmak bahanedir, insanların okudukları her şeyin bir bahane oluşu gibi."
---
Neşeli olmadım!Mutlu denilen biri olmadım.Çünkü olağandışına, özgün olana, eksantrik olana, bir defalık ve ulaşılmaz olana düşkünlük her yerde, tinsel azaplarda bile söz konusu olan bu düşkünlük her şeyimi mahvetti.Bir parça kağıt gibi paramparça etti her şeyimi!Korkum, üzerinde düşünülmüş, parçalara ayrılmış,, lime lime edilmiş, ayrıntılarına bölünmüş bir korkudur, alçakça değil.Kendimi sürekli sınıyorum, evet, işte bu!Hep ardımdan koşuyorum!İnsanın kendini bir kitap gibi açmasını ve içinde sürekli baskı hataları keşfetmesinin nasıl bir şey olduğunu düşünebilirsiniz, art arda, her sayfada baskı hatası kaynıyor!Yine de her şey, bu yüzlerce ve binlerce baskı hatasına karşın, ustaca! Ustalık ürünlerinin art arda sıralanışı söz konusu...Ağrılar aşağıdan yukarıya çıkıyor ve yukarıdan aşağıya iniyor ve insan ağrıları oluyor.Dört bir yanda, etrafımı çeviren duvarlara çarpıyorum.En katıksız harç insanı benim!Ama yine de çoğu kez, kendi kahkahamın ardında sakınıyorum kendimi!
---
"Şimdi ne duyduğumu biliyor musunuz?Büyük düşüncelere karşı suçlamalar duyuyorum, büyük düşüncelere karşı muazzam bir mahkeme kuruldu, yavaş yavaş bütün büyük düşüncelere dava açıldığını duyuyorum.Hep daha çok sayıda büyük düşünce tutuklanıyor ve hapishanelere sevk ediliyor.Büyük düşünceler korkunç cezalara çarptırılıyorlar, biliyorum!Duyuyorum!Büyük düşünceler sınırlarda tutsak ediliyor.Birçokları kaçıyor, ama peşlerinden yetişiliyor ve dövülüyorlar ve cezaevlerine koyuluyorlar!Müebbet, diyorum, müebbet hapistir, büyük düşüncelere verilen en hafif ceza.Büyük düşüncelerin avukatları yok.Onları görev icabı savunacak kıytırık bir avukat bile yok.Savcıların büyük düşüncelere karşı harekete geçtiklerini duyuyorum.Polisin büyük düşüncelere tahta coplarıyla vurduğunu duyuyorum!Polis büyük düşünceleri her zaman şiddetle bastırmıştır!Büyük düşünceleri içeri tıkmıştır!Çok geçmeden bütüm büyük düşünceler içeri tıkılmış olacaklar!Artık tek bir büyük düşünce bile özgür olmayacak!Duyunuz!Görünüz!Bütün büyük düşüncelerin her zaman ilkesel olarak kafasına vurulmuştur!Duyunuz!"
---
"Hayal gücü bir düzensizlik anlatımıdır" dedi, "öyle olmalıdır.Düzenlilikte hayal gücü mümkün değildir, düzen hayal gücüne tahammül etmez, hayal gücü diye bir şey tanımaz."
---
"Ağrımın bir merkezi var, her şey bu ağrının merkezinden çıkıyor" dedi, "doğanın merkezinde yatıyor bu.Dünya birçok merkez üzerinde kurulmuştur, ama asıl olarak ağrının merkezi üzerinde.Bu ağrı merkezi, doğanın diğer merkezleri gibi, aşırı ağrı üzerinde kurulmuştur, denilebilir ki devasa ağrının üzerinde durmaktadır.Bilesiniz." dedi ressam, "kendimi dik tutabilirdim ama benim için mümkün değil.Normalden fazla eğiliyorum, değil mi?Özür dilerim, böyle aşırı eğildiğim için.Herhalde zavallı görünüyorumdur.Ama duyduğum ağrının korkunçluğu hakkında hiçbir fikriniz yok.Bende ağrı ve eziyet iç içe geçiyor, ve kollar bacaklar kendilerini savunuyorlar, ama giderek daha da fazla en masum kurbanlara dönüşüyorlar.Üstelik bir de ıslak kar, bu korkunç kar kütleleri!Başımı taşımaktan aciz olduğum anlar var.Böyle bir kuvvet zorlaması, on normal insan bile kaldıramaz benim başımı, antrenmanlı değillerse.Şimdi düşünün ki: bazen başımı kaldırabilmek için, benim başımın ağırlığına antrenmanlı on atletik insanın gücüne denk bir kuvvet ortaya koyuyorum.Bu kuvvetleri kendim için geliştirebildim1Görüyor musunuz, kuvvetimi nasıl da anlamsız bir meseleye harcıyorum: çünkü, benimki gibi bir başı kaldırmak anlamsızdır.İçimdeki bu kuvvetin yüzde birini bile, anlamlı bir yere harcayabilseydim...Bütün kuralları ve bilgileri tersyüz ederdim.Düşünsel dünyanın bütün ününü üstümde toplardım.Bu kuvvetin yüzde biriyle, adeta ikinci bir yaratıcı olurdum!İnsanlar karşı çıkmazlardı.Elimi şöyle bir çevirince, binlerce yılı geriye sara ve başka, daha iyi bir doğrultuda yeniden ilerlemesini sağlardım.Ne var ki kuvvetlerim kendi başıma, kendi baş ağrıma odaklanıyorlar ve her şey anlamsız.Bu baş, bilmelisiniz ki, yeteneksizdir.Ortasında hala, çaresiz bir magma yanıyor, ve her şey parçalanmış uyumlarla dolu!

---
"Çocukluk hala, küçük bir köpek gibi eşlik ediyor bana, hani bir zamanlar neşeli yok arkadaşıdır da, şimdi bakmak ve kırıklarını sarmak, binlerce ilaç vermek gerekir ona, ellerimizde ölmesin diye."
---
İnsanlar, kendi akranlıklarından, bütün karanlığa geri itilirler, tekrar tekrar geri itilirler, bilmelisiniz...
---
Bizi öldüren bir ün gidiyormuş önümüzden.
---
Ölümümle yaptığım anlaşma, iki taraf için de olabildiğince avantajlı ve mükemmel.
---
Ama cennette, son ukalaya yer vardır.
---
Her yede yalnızca anlayışsızlığa çarpıyor insan.
---
Kırsal kesim insanlarının arasında boğulmak, acınası bir boğulmakmış.Kurbanın nasıl debelendiğini ve dalgaların onu nasıl yuttuğunu, sanki dünyanın en doğal şeyiymiş gibi seyrederlermiş: kötü bir insanın, kendilerinden olmayan birinin basitçe batıp gidişini.Onların lafını dinlememiş, onlara ikna olmamış birinin.En başından itibaren onlara yabancı görünmüş ve bu yüzden yaşamlarında yer almaya layık olmayan birinin...

---
"Sürekli su bırakan marazlı bir kurbağa"
---
Kendi uçurumunun derinliğinin yükümlülüğü vardır.
---
"Pusuya yatmak demek, kötü bir şey yapmak istemek anlamına gelmez." Hastalıklı bir biçimde her şey korkunç olandan etkilenmiş ve "masum olanın da yıkıcı görevleri vardır, değil mi?"
---
"Kederlendiriyor mu bu manzara sizi?Bütün bu günlerde?Sizin gibiler yıllar, on yıllar boyunca kederin kıyısından yürürler.Ansızın içine düşerler.Tepetaklak."
---
Ressam Strauch, cerrah Strauch'tan daha ufak tefek.Ressam Strauch, çekiç ve keski ile, bıçak, testere, kerpeten ve bisturiyle düzeltilmeyecek vakalardan biri.Bu durumda yüksek bilimin düşünce tarzı, uykusuz geçen sayısız gecenin sezgileri girmeli devreye.Çünkü bedeli on yıllarca ölüme taksit taksit ödenen, ödemesi nerdeyse bitmiş, bedeli ödenmiş bir hata söz konusu burada.Öyle mi?Bir gelişme olmayan bütün gelişmenin bir sonucu, tözün bir sonucu söz konusu.Hareket olmayan bir hareketin.Çıkış noktası olmayan bir çıkış noktasının...
---
Şarkı söyleyerek düşüncelerimi örtmek istiyordum.Ne var ki düşünceleri gitmeleri istendiğinde gitmezler, tatlı dille uzaklaştırılamazlar.Tam tersine: iyice yerleşip otururlar ve, sonsuz derecede suçlama öfke üretmeye başlarlar.
---
Geceleyin hastalığının köklerine kadar iniyormuş, ama belirleyici anda her şey yeniden kayboluyormuş.Yalnızca ağrı kalıyormuş, "doruk noktasını aşmanın mümkün olmadığı bir ağrı..."
---
Hiçbir nesne, hiçbir şey sessiz değilmiş.Her şey sürekli kendi ağrılarını dile getirirmiş."Dağlar, bakın son derece büyük ağrıların, son derece büyük tanıklarıdır." dedi ressam.Dağa doğru yürüdü: "İnsanlar hep derler ki: dağın bir ucu göklerde.Hiçbir zaman demezler ki: dağın bir ucu cehennemde.Neden?
---
"Çocuklar bana hükmediyorlardı...Asıl trajedi, çocukların bana ilk andan itibaren hükmediyorlar oluşlarıydı.Benden korktukları halde.Elbette bu, öğretmenlerle öğrenciler arasında iyi bir ilişki değildir" dedi."Çocuklar canavardır...Canavarlar gibi güçlü ve gaddardırlar." Ancak daha en başından, hiç sağı solu belli olmayan birisi olduğunu birkaç kez gösterdiği için başa çıkabilmiş çocuklarla."Dövdüm de onları...Ama çok üzüldüm.Öyle acı verdi ki bu bana, kendimden korktum." Dersten eve dönüş yolları, "ıstırap taşlarıyla döşeli"ymiş.Yine de vekil öğretmenlik yapmak, onun için en iyisiymiş.Ressamlığın üzerinden bir dolambaçlı yoldan geçerek ayakta kalmamak.
---
"Ama benden aslında sadece hasta öğretmenlerin vekil öğretmeni olarak yararlanıyorlardı."
---
"İnsanın tam da, tüylerini diken diken eden şeyi yapması gerekiyor, tam da hep nefret ettiği şeyin kendisi olması gerekiyor."
---
Ahlakın nasıl yasa, masumiyetin nasıl yalan dönüştüğünü biliyor ressam.Milyonlarca algı merkezine sıradan içgüdünün nüfuz edişini ve her şeyi alt edişini.
---
"Yunan dramalarında elçinin sahneye telaşla girmesi gibi telaşla girdi içeri.Halk budur." dedi, "kışkırtılacak bir durum olduğunda, birbirini karşılıklı kışkırtmasıyla, tahakküm edişi ve tahakküm edilişiyle."
---
"Çingeneler, kendi kendini kusturmuş bir dünyanın artıklarıdır."
---
Ölümcül darbe almış bir hayvanın, mezbaha zeminine düşerken çıkardığı gürültüyü biliyorsunuzdur herhalde.
---
"Bu tragedyaya, bu komedyaya, acıyorum bu tragedyaya, bu komedyaya acımıyorum, yalnız başıma uydurduğum bu komedyatragedyaya, yalnız başıma uydurduğum bu gölgelere, bu gölgelerin ıstıraplarına, bu gölge ıstıraplarına, bu sonsuz kedere..."
---
Yaşayabileceğinden daha uzun süre yaşamamaya dikkat etmeli.
---
"İnsanlar yaşamları boyunca yorgunlar ve daha yüce bir şeye yatkın değiller.Daha yüce olan da ne ki!Bu karınca yığını, milyarlık bir proje için muazzam bir pislik taşıyıcıdan başka bir şey değil."
---
"Ölümcül hastalıklar, taşıyıcılarının, kendilerine teslim olmasına da yol açarlar.Bunu her zaman gözlemledim."
---
"Ölümcül hastalıklar "ritmik dinsel rahatlıklardır.İnsanlar bu hastalığa, kendilerine yabancı bir bahçeye giriyormuş gibi girerler."
---
Cümleleri kürek vuruşları gibi, büyük bir akıntı olmasaydı ilerleyecekti.Kimi zaman tutuluyor, birdenbire susuyor, içinde bulunduğu durumun, gerçekten bir sonraki başka bir durumla sonuçlanacağından emin olmak istermiş gibi."İnsan hiçbir şeyi yönlendiremiyor." Gelecekteki ve çok gerilerde kalmış olan, onda bir kordon gibi iç içe geçiyorlar, çoğu kez tek bir cümlede on defa.Sürekli büyük kayıpları düşünen kişilerden biri o, kesintisiz.Denizi görüyor ve denizde dibe batmış bir taşı, devasa bir kaya parçasını, devasa bir şehrin parçalarını, önceden kesitirilmeyen, çok eskilerde kalmış bir öykünün sonunu.Kafası bir ağ örüyor...Yabanıl etin yumrularından başka bir şey olmayan renkler. onu kısmen felsefi bir sarhoşluğa sokuyor.
---
"Başlangıçta çok fazla hürmet, daha sonra çok fazla nefret ve tiksinti.Önce şehirleri tanıma tutkusu, sonra bütün bu şehirleri yeniden unutabilme tutkusu.İnsanlar sıçanlar gibi, sokak çöpçülerinin kürekleriyle doğranmış.İnsanlarla çok fazla uğraşmak mahvetti beni."
---
"Sonra kışın acı, kar olur yağar, bilesiniz." Ötücü kuşlar acıyı taşıyanlar."Zayıflığın, onu koruyan bir yasası yoktur."
---
" Öğretmenlerimiz mezbahalarda ders vermeliler.Kitaplardan okuyup anlatmamalılar, topuzları sallamalı, satırları indirmeli, bıçaklarla kesmeliler...Okumayı bağırsaklar yardımıyla öğretmeli, yararsız kitap satırlarının yardımıyla değil...Nektar sözcüğünün yerini çok önceden kan sözcüğü almalı...Bakın" dedi ressam, "mezbaha biricik temel felsefe dersliğidir.Mezbaha derslik ve amfidir.Biricik bilgelik mezbaha bilgeliğidir!Biricik yazılar, mezbaha yazılarıdır!Birick hakikat mezbaha hakikatidir.Karşı-hakikat, hakikat, hakikat dışı, hepsi birlikte korkunç mezbaha üniversitesine kaydolmaktır, insanlara, yeni ve yoldan çıkarılacak insanlara zorla kabul ettirmek istediğim.Dünyanın bilgisi mezbaha bilgisi değildir ve özensizdir.Mezbaha radikal bir özenlilik felsefesini olanaklı kılar." Mezbahanın içine kadar gelmiştik."Gidelim" dedi ressam, "kan kokusu, görülmemiş bir şey olarak kıpırdıyor içimde, biricik özdeş olan olarak kan kokusu.Gidelim yoksa tinin yeni bir gelişmesi olanağını, düşünen bedenselliğimden koparmam gerekecek, bunu yapacak gücüm yok." Şimdi büyük adımlar atıyordu ve dedi ki: "Hayvan insan için kan kaybeder ve bunu bilir.İnsan hayvan için kan kaybetmez ve bunu da bilmez.İnsan hayvan için eksiktir, hayvan eksiksiz insan olabilirdi.Ne dediğimi anlıyor musunuz: biri, diğerine karşı yazgısızdır, biri, diğerine karşı olağanüstü karanlıktır.Hiçbiri diğeri için değildir.Hiçbiri diğerini ortadan kaldırmaz."
---
Çevresiyle temasa geçmeyi her zaman denemiş, sonuna dek tiksinmeye layık olanla.
---
"Mutlak bir sefalet evresinde bulunuyoruz."
---
"İnsanları hesaba katmak hatadır.Herhangi bir insanı hesaba katmak büyük bir hatadır.Bu hatayı her zaman yaptım.Bütün hataların bu en korkuncunu her zaman yaptım, insanları hep hesaba kattım."
---
Bu yıl yaptığımız biricik ortak gezintideki sözlerinizi anımsayınız: "Kan bağları birdenbire tamir edilemez hale gelir."
---
Erkek kardeşiniz, dünyanın karanlıklaştığına, çevresindeki ve içindeki her şeyin karanlıklaştığına inandığı ölçüde karanlıklaşıyor."Dünya ışığın aşama aşama kısılmasıdır" diyor.Ve sonra bu akşam dedi ki: "İçimde her şey bir nehir yatağındaki gibi kurudu, kurumuş bir kan nehri gibi içimdeki her şey."
---
Gerçek şu ki, erkek kardeşinizin düşünceleri ile doldum.
---
Saygıdeğer Asistan Bey!
İntihar, sizinde bir defasında saptadığınız gibi, bir ana rahmi meselesidir; intiharın gerçekleştirilmesi, intiharcının doğum anıyla birlikte başlar.Erkek kardeşinizin şimdiye kadar yaşadığı ne varsa, işte böyle "intiharın dizginsizliği"ydi.Bu insanı oluşturan her şeyi öldürmek üzere yapılan bir av.

Thomas Bernhard
Don

lucky (2017), harry dean stanton, david lynch, roosevelt - john carrol lynch






- Sorun ne, Howard?
- Başkan Roosevelt kaçmış.
- Neden bahsediyorsunuz siz?
- Başkanlardan.
- Hangisinden?
- Roosevelt.
- Evet, hangisi?
- Hayır, benim tosbağam, Başkan Roosevelt, kaçıp gitmiş.
- Nasıl olur da 100 yaşındaki tosbağa kaçıp gider ya?
- Posta kutusuna bakmaya giderken bahçe kapısını açık bırakmışım.
- Posta kutun nerede, Avrupa'da mı?
- Önceki gün bahçe kapısını kolladığını görmüştüm.
- Tam zamanına mükemmelce denk getirmiş.
- Tüm mahalleyi aradım.
- Tüm bahçeyi de aradın mı?
- Hey, burada onun en yakın arkadaşından bahsediyoruz!
- Teşekkür ederim, Lucky.
- Bir şey değil, Howard.
- Haklısın, haklısın, özür dilerim.
- Onu özleyeceğim.Karılarımdan ikisinden de uzun yaşadı.







- Gittiğim zaman, tüm mal varlığımı Başkan Roosevelt'e bırakmak istiyorum.
- Kaplumbağana mı?
- Tosbağa! Ve hala en az 100 yıl daha ömrü var.
- Yüz yıl mı?
- Ya.
- Roosevelt kaçmamış mıydı peki?
- Evet, ama, bilirsin, geri gelirse diye bu şey.
- Evcil bir kaplumbağa mı?
- Tosbağa. Ve hayır, evcil değil.
- O gitti, Howard, ve hepten yalnız kaldın.
-Tek başımıza gelir, tek başımıza gideriz.
- Son derece kasvetli oldu.
- Bence güzel.
- "Tek başına" iki sözcükden oluşur,
tek-başına.Sözlüğe bak.

- Onu özlüyorum!
- Geçecektir, Howie.
- Tosbağa harika bir yaratıktır, Lucky.Bir kral kadar asil ve bir nine gibi yumuşak kalplidir.Arkadaşımı, dostluğunu özlüyorum.Şahsiyetini özlüyorum.

Bahçenin yakınındaki o saguaro kaktüsü var ya?
O şey, Roosevelt doğduğunda daha incecik bir daldı.
Aynı çağdalar, biliyor musun?Birbirlerinin büyümesini izlediler.
Başkan Roosevelt çölde bir çukurda doğdu.
O zamanlar baş parmağımdan küçük bir yaratıktı.
Ve o küçük Roosevelt'in beyninde bir şey klik etti, 
o çukurdan tüyerek yüzünü dünyaya döndü.
Hepiniz bir tosbağanın ne kadar yavaş olduğunu düşünürsünüz.
Ama ben onun sırtında taşımak zorunda olduğu yükü düşünürüm.
Evet, korunma için.
Ama nihayetinde ise, içinde gömüleceği bir tabuttur...
ve tüm yaşamı boyunca da onu çekmek zorundadır.
Siz gülün bakalım, ama o beni etkilemişti.
Ne dediğimin farkında mısınız?O beni etkilemişti.
Bu evrende bazı şeyler vardır bayanlar ve baylar, 
hepimizden daha büyük şeyler.
Ve bir tosbağa da onlardan biridir!




- Howie, buldun mu senin şu sürüngeni henüz?
- Hayır, ama sorduğun için sağol.Sorun değil.Bıraktım gitsin.
Kaçışını ne zamandır planladığını düşünüp duruyorum.
Ve kendisini bulamamam için ne denli dikkat ettiğini de...
Sonra farkettim ki, O beni bırakıp gitmedi.
O sadece başka bir yere, 
önemli olduğunu sandığı bir şey yapmaya gidiyordu.
Bu kadar zaman,
 ona engel olduğumu düşünerek suçlu bile hissetim.
Bu yüzden onu aramayı bıraktım.
Eğer kaderde varsa, Onu yine görürüm.
Nerede olduğumu biliyor 
ve 
bahçe kapısını da açık tutuyorum zaten.

            



Kentucky'de yaşadığımız yıllarda, 
küçükken bir havalı tüfeğim vardı.Doğru atış yapamazdı.
Bir gün dışarıda atış yapıyordum, ağaçlara, yapraklara falan.
Birden ağaçta bir alaycı kuş gördüm, 
bağıra bağıra şarkı söylüyordu.
Ve...Sadece korkutmak için ona nişan aldım, tetiği çektim...
Ve şarkı söylemesi birdenbire durdu.
Hayatımdaki en üzücü andı.
Dünyanın birden sessizliğe gömülmesi çok kahrediciydi.
O kuşu çocukluğumdan beri düşünmemiştim.




- Peki bunlar ne?
- Cırcır böcekleri.
- Bunları da sahiplenebiliyor musun?
- Hayır. İnsanlar bunları sürüngenlerini beslemek için satın alırlar.



...Hala o adalarda bizden korkup 
mağaralarda saklanan insanları düşünürüm.
Japonlar Onlara bizim tecavüz edip öldüreceğimizi söylemişler.
Bu yüzden, önce sahili güvene aldık...
Ama Tanrının cezası saldırıdan hayatta kalan yerli insanlar, 
çocuklarını uçurumdan aşağı atmaya başladılar,
ve sonra da kendilerini.
Sanırım suratımızı görmek yerine intiharın daha iyi olacağını düşündüler.
Küçük bir kız vardı hatırladığım, 
yedi yaşından fazla olamazdı, paçavralara sarılmış halde,
bilmiyorum geldiğimizi gördü mü, sanırım,
ve birdenbire, bir delikten ya da her neyse artık,
yüzünde o güzel gülümsemesiyle, Tanrım, çıktı, geldi.
Ve yüzeysel bir şey değildi o, 
içinden bir yerlerden geliyordu gülümsemesi.
Yüce Tanrım, o bok çukurunda bile, böyle bir şeyi görmek insanı garip yapıyordu.
Rotamızda kalakalmıştık.Hepimiz boka bulanmıştık,
insan parçaları her yerdeydi, bir ağaç bile kalmamıştı etrafta.
Ve o kız orada öylece ağzı kulaklarında sırıtıyordu.
Bölükteki arkadaşıma dedim ki,
"Şuna baksana, bizi görmekten mutlu olan birisi var."
O da dedi ki, 
"Kız sizi gördüğüne mutlu falan değil.
O bir Budist.Öldürüleceğini biliyor,
ve kaderine gülümsüyor."
Tüm bu korkunun ortasında 
O kızın güzel gülümseyen yüzünü gördüğüm zamanı düşündükçe,
ve de sevinci nasıl davet ettiğini düşününce...

Bu tür cesurluklar için madalya vermiyorlar.







Lucky (2017)
Harry Dean Stanton - David Lynch
John Carrol Lynch

bobok, dostoyevski

...
Fransızlar bundan iki buçuk yüzyıl önce ülkelerinde ilk tımarhaneyi açtıkları zaman, İspanyolların ortaya attıkları nükteyi hatırlıyorum: "Kendilerinin akıllı olduklarına başkalarının inandırmak için, ülkelerindeki akılsızların hepsini özel bir eve kapadılar." Yalan da değil hani: Birini tımarhaneye kapamakla, kendisinin akıllı olduğunu açıklayamaz insan."K. delirdi, demek bizler akıllıyız." Hayır efendim, henüz öyle değil.
...
Her şeye şaşmak elbette budalalıktır; oysa hiçbir şeye şaşmamak çok daha güzeldir, hem nedense incelik olarak kabul edilir.Ama sanmam ki gerçekte de öyle olsun.Bence, hiçbir şeye şaşmamak, her şeye şaşmaktan çok daha büyük bir budalalıktır.Hem sonra, hiçbir şeye şaşmamak, hiçbir şeye saygı duymamakla aşağı yukarı aynı şeydir.Evet, budala bir insan saygı da duyamaz.
...
Ben...ben...hastalığım başka bir hastalığa çevirdi, birden öldüm!Doktor Schulz bir gün önce, hastalığımın başka bir hastalığa çevirdiğini söyledi, sabaha doğru da öldüm ansızın.
...
Bobok
Dostoyevski

tuhaf bir adamın rüyası, dostoyevski


Birine (bu kim olursa olsun) tuhaf biri olduğumu açıklayacak olsam, sanırım, hemen o akşam beynime bir kurşun sıkardım.Ah, şöyle veya böyle dayanamayıp, durup dururken bunu arkadaşlarıma açıklarım korkumdan çocukluğumda ne korkunç acılar çektim.Ne var ki, gençlik çağına geçişimden sonra, bu korkunç özelliğimin bilincine her yıl daha da çok varmama karşın, bunu nedense biraz daha sakin karşılamaya başlamıştım.Bunun neden böyle olduğunu bugüne kadar çözebilmiş değilim.Belki de herhangi bir nedenle ruhuma çökmüş, orada büyüdükçe büyümüş, benden çok yükseklerde, korkunç bir hüzündür bunun nedeni.
...
"Bizim dünyamızdaki insanlara beslediğim nefrette her zaman acı vardı, diyordum.Niçin sevdiğim halde, elimde olmadan nefret ediyordum onlardan, niçin bağışlayamıyordum onları?Oysa onlara olan sevgimde ıstırap vardı: Neden nefret etmeden sevemiyordum onları?"Dinliyorlardı beni, anlattıklarımı akıllarının almadığını görüyordum.Ama onlara bunları anlattığım için üzülmüyordum: Terk ettiğim insanları ne çok özlediğimi anladıkları biliyordum.Evet, sevgi dolu bakışlarıyla yüzüme baktıklarında, onların yanında kaldığım sürece benim kalbimin de onlarınki gibi tertemiz olduğunu hissettikçe ben de onları anlayamadığım için üzülmüyordum.İçimin hayat dolu olduğunu hissediyor ve onlar için sessizce dua ediyordum.
..
Yalan söylemeye alıştılar, yalanı sevdiler, yalanın çekiciliğiyle tanıştılar.Oh, başlangıçta bu belki de şakacıktan, şımarıklıktan, oyun olsun diye masum bir biçimde bir atomdan başlamıştır, ama bu yalan atomu kalplerine işledi, hoşlandılar bu atomdan.Hemen arkasından şehvet düşkünlüğü doğdu, şehvet düşkünlüğü kıskançlığı doğurdu, kıskançlık da zorbalığı...Oh, nasıl olduğunu bilemiyorum, hatırlamıyorum, kısa süre sonra, çok kısa bir süre sonra ilk kan aktı: Şaşırdılar, dehşete kapıldılar, birbirlerinden ayrılmaya, uzaklaşmaya başladılar.Aralarında karşıt gruplaşmalar oldu.Serzenişler, sitemler başladı.Ayıbı öğrendiler ve ayıbı erdem sayar oldular.Onurla ilgili kavramlar edindiler, her grubun bir bayrağı oldu.Hayvanlara eziyet etmeye başladılar ve bunun üzerine hayvanlar uzaklaştılar onlardan, ormanlara çekildiler ve onlara düşman oldular.Birbirlerinden ayrılma, kopma çatışmaları, kişilik ve senin benim kavgaları başladı.Ayrı ayrı dillerde konuşur oldular.Acıyı tattılar ve sevdiler onu.Acı çekmek için yanıp tutuşuyorlardı.Gerçeğe yalnızca acı çekerek ulaşılabileceğini söylüyorlardı.O zaman dünya görüşleri değişti.Kötü olduklarında bu kez kardeşlikten, insanseverlikten söz etmeye başladılar.Bu kavramları anladılar.Suçlu insanlar olduklarında adaleti icat ettiler ve onu korumak için bir takım yasalar koydular, yasaları korumak için de giyotini kurdular.
...
Kölelik çıkmıştı ortaya, hatta gönüllü kölelik başlamıştı: Zayıflar, sırf kendilerinden daha güçsüz olanları ezmelerine yardımcı olsunlar diye, isteyerek güçlülere boyun eğiyorlardı.
...
Gördüğüm rüyadan sonra sözcükleri yitirdim.En azından en önemli, en gerekli olanlarını...
...

Tuhaf Bir Adamın Rüyası
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

21 Ocak 2018 Pazar

uysal bir kız, dostoyevski

T. Dmokovski-Uysal Bir Kız
...
Dünkü başkaldırısından sonra gelmiş olduğu için bu kez sert karşıladım onu.Benim sertliğim soğukluktur.Ne var ki, ona iki ruble uzatırken tutamadım kendimi, biraz öfkeli, şöyle dedim: "Bunu siz olduğunuz için veriyoum.Böyle bir şeyi Mozer almaz sizden." Siz olduğunuz için," derken üzerine basa basa, ses tonuma özel bir anlam katarak söylemiştim bunu.Öfkeliydim çünkü.Bu, "Siz olduğunuz için" sözünü duyunca gene kıpkırmızı oldu yüzü, ama bir şey söylemedi, uzattığım iki rubleyi aldı...Ah şu yoksulluk!Oysa nasıl kızarmıştı!Gururunu incittiğimin farkındaydım.Kapıdan çıktığında arkasından hemen sordum kendi kendime: Ona karşı kazandığım bu üstünlük iki ruble eder miydi?Hah, hah, hah!Anımsıyorum, iki kez sormuştum bu soruyu kendime: "Değer miydi? Değer miydi?" Ve gülümseyerek iki kez de kendime olumlu yanıt vermiştim.
---
Ben kötülük yapmak isteyip de iyilik üreten bütünün bir parçası olan o kişiyim.
---
Ah, insanoğlu aşağılık şeyleri çok aha iyi anlar!
---
Oysa benim istediğim katı kuralları olan, onun bana saygı duymasını gerektiren bir mutluluktu.
---
Bağnazlık mı?Ah doğa!Yeryüzünde yalnızdır insanlar, kötü olan bu işte!Bir Rus bahadırı şöyle bağırmıştı: "Savaş alanında sağ kalan var mı?" Ben de bağırıyorum...Bir bahadır değilim ben.Cevap veren olmuyor bana.Güneşin dünyamıza can verdiğini söylerler.Doğduğunda bakın güneşe, o da cansız değil mi?Her yer, her şey ölü.Yalnızca insanlar var, bir de onları kuşatan bir sessizlik.Dünya bu işte!"İnsanlar, birbirinizi sevin!" kim söylemişti bunu?Kimin öğüdüydü bu?Saatin sarkacı duygusuz, iğrenç bir biçimde vuruyor.Saat gecenin ikisi.Onun küçücük pabuçları karyolasının önünde duruyor, onun kalkmasını istiyorlar sanki...Hayır, gerçekten, yarın sabah onu götürdüklerinde ne yapacağım ben?

Uysal Bir Kız
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

A. Surikov-Uysal Bir Kız

chad sheehan, olamayanlar, c.d. rose

Bize her zaman dendi ki, bir şiir ya da öyküye yapılan görkemli bir girizgah, olası bir başarı için çok önemlidir.Çarpıcı bir görüntü ya da ifade, okuyucuyu ciddi anlamda yakalar ve onu, bir seri okurken yaşayacağı yolculuğun içinde tutar.Bir hikayenin açılışı, devamında gelecek olanların teminatıdır.

Chad Sheehan, on sekiz yaşındayken aklına gelen harika bir giriş cümlesiyle çarpılmıştı.Kafasının içine hiç beklenmedik bir anda giren bu cümlenin mükemmelliği tarafından ele geçirildi ve çıkıp kendine spiralli bir defter aldı.Dikkatlice bu kelimeleri yazıya döktü ve defterin geri kalanını boş bıraktı.Devamında gelmesi gereken ikinci cümleyi ve onu takip edecek üçüncü, dördüncü cümleleri bekledi.Hikaye tamamlandığında, giriş cümlesinin yarattığı beklenti, karşılığını bulmuş olacaktı.

Bu, hiçbir zaman gerçekleşmedi.Sheehan, o görkemli giriş cümlesini yazdıktan hemen sonra aklına başka bir cümle geldi: Tamamen farklı bir hikaye için mükemmel bir giriş cümlesi.Sheehan, ok gibi yerinden fırladı ve gidip yeni bir defter aldı.Giriş sayfasının başına bu yeni aklına gelen cümleyi yazdı ve sonrasında bir türlü devamını getiremedi.Artık tamamen başka bir fikir ve ona eşlik eden mükemmel bir girizgah tarafından ele geçirilmişti.

Bu süreç, bazen hızlı, bazen de yavaş bir şekilde devam etti.Sheehan, küçük aparman dairesinde dikkatli bir şekilde dosyalanmış 1917 adet deftere giriş yaptı ve hepsi de tamamlanmayı bekliyor.

C. D. Rose
Olamayanlar
Edebiyat Tarihinden Büyük Başarısızlık Öyküleri

bir bavul için noktürn (hiç çekilmeyecek bir film), yalçın tosun, peruk gibi hüzünlü


...
"Hüzün saklanamayan şeylerden değildir." Kim kurmuştu bu cümleyi, ne zaman kurmuştu?Bilmiyordu."Bir Haziran günüydü evet" diye geçirdi kadın çinden bir şeylere inanmak istermiş gibi.Uzun boylu, kanepenin üzerine oturmuş dalgın dalgın kulak memesini okşuyordu.Kadından -savunmasız bir anını yakalayıp- bir parça almıştı nasıl olsa.Netameli de olsa bir bağ kurulmuştu aralarında ona göre.En doğrusu belki de akışına bırakmaktı.Kirli sakallıya göz ucuyla baktı, neşe içinde köşelerinde taba rengi üçgenler olan hasır bavulunu seviyordu.Şaşırarak düşündü: "Her şeyi sevemez ki insan, yaralanarak hiç sevemez." Kirli sakallı kucağındaki bavulla birlikte dans eder gibi yaparak bir şarkı mırıldandı bir süre.Uzun boylu iyice şaşırdı ve şöyle düşündü: "Yağmur yağsa bile bu kadar sevemez insan bir bavulu." (Ona göre yağmur her şeyi daha güzel ve iyi kılıyordu.) Acaba içind ne vardı bu bavulun, neden bu kadar seviyordu onu?Bunları bir an aklından geçiren uzun boylu adam kadına döndü ve sanki kadınla ilgili düşünceleri bir an bile yer değiştirmemiş gibi, "Parçan bende" diye mırıldandı ve ekledi: "Farkında bile değilsin sen hiçbir şeyin." Kadın duymazdan gelinmenin acısını biliyordu ve o yüzden duymazdan geldi.
...

Bir Bavul İçin Noktürn (Hiç Çekilmeyecek Bir Film)
Yalçın Tosun
Peruk Gibi Hüzünlü

david constantine, başka bir ülkede, öyküler

...
Bay Silverman'ın kalan yılları için az buçuk sezdikleri iç karartıcıydı.Bir adamın yaşayan ruhunu elde tutma uğraşı vermesi için, önce bir ruha ihtiyaç duyduğuna ikna olması gerekirdi...
(Kayıp)
---
"Sen böyle acıları seversin.Ben hiçbir türlüsünü sevmem.Arabanın pedallarına basarken canım yandı.Kızların midesi bulandı -öyle bir kere değil, altı yedi kere- hep durup dışarı çıkmak, onları temizleyip paklamak zorunda kaldım."Acı çekmenin türleri vardır." dedi Max."Araba kullanamıyorsun." dedi kadın."Öğrenmek istemedin." "Yoldan nefret ediyorum." dedi adam."Keşke hiç yol yapmasalardı." İkisi de işin tekrarın tekrarına varacağını anladı, sustulr.Max gelecekteki yalnızlığı için endişeleniyordu.Bunun üzerinde durdu özellikle, kalbi çarpmaya başladı.Dönüp dolaşıp aynı düşünceye geldi,daha önce hiç bu kadar cazip gelmemişti bu düşünce: Acı çeker, suçluluk duyar, buz gibi bir yalnızlık içinde olursa, belki de ortaya daha, güzel eserler çıkarabilirdi."Acı çekmem gerek." dedi yüksek sesle...
...
Acıdan bayılmak üzereydi, tam kendinden geçerken bile şöyle dedi: Bu daha önce de oldu, ne yapılacını biliyorum; boğucu bir acıyla tekrar kendine geldiğinde, kendine gelip de sesi uykudaki eve seslenmeye yetmediğinde, at tepesinde duruyordu.Her türlü korku, atın bedeninde birleşerek birdenbire ortaya çıkmıştı: Zayıflığın en uç noktasında olmaktan, sakat olmaktan, topal ve aciz olmanın utancından duyulan korku, başkalarının eline bakma korkusu,bir kemik boyunca uzanan kanserin korkusu ve başka korkular, daha güçlüleri, kanına işlemiş olanlar, nesillerin, ailesinin, ırkının korkuları, hepsi ortaya çıkıyordu; şişmiş gözleri, burnundaki kara, ok gibi bıyıklarıyla kır atın uzun kafası ona doğru eğilirken, bütün bunlarla ve acıdan çok dehşetle, tekrar kendinden geçti.Göğsünün üstünde hafifçe kaldırılmış ayak, ezip canını çıkarabilirdi, ama Judith'in bütün dehşeti turuncu dilde, karşı dudaklardaki köpüklerde, atın suratında odaklanmıştı, bu ciddi suratta atın yabancılığını alabildiğine bir farklılık, akıl almaz bir şey, dünyayı kavrayışında açılan bir gedik gibi gördü, doğada açılan bir çatlağa benzeyen bu gedikte, bitip tükenmeyen katıksız dehşetten başka hiçbir şey yoktu.Atı gördü, atın altında aciz yattığını.
...
Önünde dağlar gibi yığılmış onu bekleyen gücünün sınavlarını gördü, zorlu sınavlar ama eşi benzeri görülmemiş sınavlar değil.
(Gerekli Güç)
---
France şöyle yazdı Elizabeth'e: "İlk aktarmamı yapıyordum, bekleme salonunda ağlayıp bağıran bir aam vardı.Etrafında büyük bir boşluk yaratmıştı.Tek istediğimiz salim kafayla bir fincan çay içip gazete okumaktı, gelgelelim çığlık atıp duruyordu.Pek genç bir adamdı, kafasında koca bir yığın, tarak görmemiş kuzu kıvırcığı saç vardı.Şöyle bağırıyordu: 'Neye yarar!' Sadece bu: 'Neye yarar!' Tekrar tekrar, bir yandan da öne arkaya sallanıyor, ara sıra yüzünü elleriyle kapatıyordu.'Neye yarar!' Bu kadarcık, ama sanki en inandırıcı tonu ararmış gibi, farklı ses tonlarıyla.Sonunda polisler geldi, onu alıp götürdüler."
(Haliç)
---
*Çok görmüşsünüzdür onları
Güneşli bir kış sabahında sırtlanmışlardır buzları
Yağmur sonrasıdır.Tokuşup tıkırdarlar.
Telaş minelerini çizer, çatlatır
Artan rüzgarla rengarenk olurlar
Çok geçmez güneşin ısısıyla döktükleri billur kabuklar
Düşer karın kaymağına, kaplar ortalığı
Süpürülecek yığınla cam kırığı
Cennetin iç kubbesi inmiş sanırsınız.
Onlarsa yüklerinden eğilirler kuru eğreltilere doğru
Kırılmazlar kırılmasına da; eğilmişlerdir bir kere
Çok alçaklara uzun uzadıya, doğrulamazlar bir daha...
Korularda görürsünüz bükülmüş gövdelerini
Yıllar geçmiştir, sererler yerlere yapraklarını
Saçlarını öne atmış güneşte kurutan
Diz çökmüş elleri yerde yatan kızlar gibi

*Amerikalı şair Robert Frost'un (1874-1963) "Huş Ağaçları" şiirinden.

...Geyik, yabankedisi ve ayı daha uzağa, sonra çok daha uzağa gideceklerdi, gidip duracaklardı, gidecek yerleri kalmayıncaya dek...

(Otoportre)
David  Constantine
Öyküler
Başka Bir Ülkede

kalda hattından anılar, franz kafka, erinnerungen an die kaldabahn


Aradan yıllar geçti, o eski günlerde, Rusya'nın derinliklerindeki küçük bir demiryolu istasyonunda çalışmıştım.Kendimi hiç o günlerdeki kadar öksüz hissetmemiştim.Burada belirtmesi gereksiz nedenlerden dolayı kendime böyle uzak bir köşe aramıştım, çevremdeki yalnızlık ne kadar büyük olursa o kadar mutlu olacağımı düşünmüştüm, işte bu yüzden şimdi şikayet etmemin yeri değil.Ne var ki, ilk günlerde kendimi avutabileceğim bir işim yoktu.Küçük demiryolunun yapım amacı belki ekonomik gereksinimlerdi ama para yetişmediğinden iş yarım kalmış, arabayla bizim buradan beş günlük yoldaki büyükçe bir kasaba olan Kalda'ya dek uzanacak hat bu ıssız çöl misali köyden öteye geçmemişti, bu köyden Kalda'ya gidebilmek için tam bir gün yol almak gerekiyordu.Oraya dek uzatılsaydı bile, önceden hesaplanması mümkün olmayanbir süre boyunca bu hattan gelir elde edilemeyecekti, çünkü hattın tasarlanışında baştan bir hata yapılmıştı.Bu ülkeye gerekli olan demiryolu değil, bildiğiniz yoldu.Şu anda bu hattın varlığını sürdürmesi olanaksızdı, her gün işleyen iki tren hafif bir arabanın ferah ferah üstesinden geleceği malları taşıyor, trenle yolculuk edenler ise, o da sadece yazın, birkaç tarım işçisini geçmiyordu.Yine de hattın çalışmasının tamamen durdurulmasına yanaşılmıyor, olur da ilerde tamamlanabilmesi için bir maddi kaynak bulunur umudu korunuyordu.İşin aslında, bence bu sonuçsuz bir umuttu, hatta bir tembellik kokusu da taşıyordu.Malzeme ve kömür bulunduğu sürece hattın çalışması isteniyor, birkaç çalışana ücretleri lütfedermiş gibi, üstelik kesintilerle ödeniyor, diğer yandan işletmenin bir an önce iflas etmesi dört gözle bekleniyordu.Görevli olduğum hat işte buydu, hattın döşendiği ilk günlerden kalma, aynı zamanda istasyon görevini de üstlenen bir barakada kalıyordum.Baraka tek odadan ibaretti, içeriye yatak olarak bir kerevet, olur da yazı işleri görülür diye bir masa konulmuş, masanın üzerine bir telgraf aygıtı yerleştirilmişti.Buraya geldiğimde ilkbahardı, trenlerden biri sabahın kör saatinde geçiyordu, sonradan bu trenin tarifesi değiştirildi, henüz uyanmadan bir yolcunun salona geldiği oluyordu o günlerde.Yazın ortalarına dek gecelerin pek serin olduğu bu bölgede, yolcu doğal olarak dışarıda beklemek istemiyor, barakamın kapısını çalmaya başlıyor, ben sürgüsünü çekerek kapıyı açıyordum, çoğu zaman yolcuyla karşılıklı geçip çene çalıyorduk.Ben kerevette yatarken konuğum yere çömeliyor, kimi zaman sözümü dinleyerek çay yapıyordu, karşılıklı bir anlaşma havası içinde bu çayı içip keyfimize bakıyorduk.Köy halkının ortak özelliği, hepsinin sakin yaradılışlı insanlar olmalarıdır.Üstlendiğim yalnızlığın kısa sürede içimdeki tasaları dağıttığını kendime itiraf etsem de safkan bir yalnızlığa dayanacak insanoğlu bulunmadığını da hemen fark etmiş, insanoğlunun daimi yalnılığa maruz kalışının ilerdeki bir felaket için ön alıştırma sayılacağını anlamıştım.Yalnızlık başka her şeyden güçlüdür, sonuçta kişiyi diğer kişilere yaklaştırır.Hiç kuşku yok, o zaman daha az üzücü olduğu varsayılan, aslında henüz bilinmeyen yollar araştırılıp bulunmaya çabalanır.

Kalda Hattında, insanların arasında umduğumdan hızlı karışmıştım.Yaptığım düzenli bir konuşup görüşme değildi elbette.Gidip gelebileceğim beş köyün hepsi, gerek istasyondan gerekse diğer köylerden birkaç saatlik uzaklıktaydı.İşimi kaybetmek niyetinde değilsem, istasyondan uzaklaşmayı göze alamazdım.En azından çalışmaya başladığım ilk zamanlarda bunu hiç istemiyordum.Bu yüzden başımı alıp köylere gitmem mümkün değildi, tren yolcuları ya da uzun yolu göze alıp ziyaretime gelenlerle yetinmem gerekiyordu.Daha işe başladığım ilk ayda böyle kişiler ortaya çıkmıştı bile ama nezaket ve güler yüzlerine söylenecek bir şey olmasa da ziyaretlerinin tek nedeninin bana bir şeyler satmak olduğu hemen anlaşılıyordu.Üstelik amaçlarını hiç gizlemiyor, gelirken yanlarında türlü öteberi taşıyorlardı.Param oldukça, önceleri getirdikleri her şeyi hiç düşünmeden satın alıyordum, gelmeleri, hele aralarından kimilerinin gelmesi beni öylesine mutlu ediyordu.Ne var ki, bir süre sonra bu alışverişe sınırlar koymaya başladım, bu sınırlamanın bir nedeni yaptığım alışverişe açıkça küçümseyerek bakmalarıydı.Üstelik yiyeceklerimi trenle de getirtebiliyordum, fakat bu yiyecekler hem kalitesiz hem de köylülerinkine kıyasla ateş pahasıydı.

Önceleri sebze yetiştirebileceğim küçük bir bahçe kurmayı, bir inek almayı, böylece kendimi diğerlerinden bağımsızlaştırmayı tasarlamıştım.Göreve başlarken yanımda bu iş için gerekli alet edevatla birlikte tohumlar da getirmiştim.Toprak istemediğin kadar çoktu, barakamın etrafında göz alabildiğine uzanıyor, üstelik küçücük bir tümsek bile barındırmıyordu.Ne yazık ki bu toprağı hale yola koyacak güçten eser yoktu bende.Toprak ilkbahara dek donmuş halde kalıyordu, inatla ucu keskin yeni kazmama direniyor, ektiğim her tohum ziyan olup gidiyordu.Bu boşa çalışma çaresizlik nöbetlerine kapılmama neden oluyordu.Günlerce kerevette uzanıp yatıyor, trenler geldiğinde bile dışarı burnumun ucunu çıkarmıyor, kerevetin üzerindeki küçük pencereden başımı uzatıp hasta olduğumu söylemekle yetiniyordum.Bunun üzerine üç kişiden oluşan tren personeli ısınmak için barakama geliyor ama içeride hiç de arzuladıkları sıcaklığa kavuşamıyorlardı, çünkü ölüme kavuşmaya dünden hazır demir sobayı yakmaya cesaret edemiyordum.En kolay yöntem olarak, eski ve kalın bir paltoya sarılıp yatıyor, üzerime de köylülerden aldığım kalın postları çekiyordum.Bana, "Amma sık hastalanıyorsun," diyorlardı, "için çürümüş senin,ü.Artık başka yere gidemez, burada ölürsün." Bunları söyleme amaçları hiç de beni üzmek değildi, ellerine her fırsat geçtiğinde gerçekleri söylemek gibi bir huyları vardı.Bunu da gözlerini faltaşı gibi açıp dimdik suratıma bakarken yapıyorlardı.

Her ay bir kez, ama hep değişik zamanlarda gelen bir müfettiş defterleri denetliyor, bilet paralarını teslim alıyor, her zaman olmasa da arada bir maaşımı ödüyordu.Her gelişi bir gün öncesinden, müfettişi bir önceki istasyonda bırakmış olan tren personeli tarafından bana bildiriliyordu.Personel bunu yapmakla sanki bana büyük bir iyilik yapmış havalarına bürünüyordu ama ben günlük işleri büyük bir düzen içinde yürütüyordum.Hem bunun için öyle büyük bir çaba da gerekmiyordu.Gel gör ki, müfettiş istasyona her geldiğinde, sanki bu kez kesin olarak bütün kabahatlerimi yakalayacakmış gibi bir yüz ifadesi takınıyordu.Barakanın kapısını bir diz vuruşuyla açıyor, bir yandan beni baştan aşağı süzerken beri yandan defteri eline aldığı gibi sözde bir kusurumu yakalıyordu.Hemen oracıkta hesap işlerine koyulup hatayı yapanın ben değil, kendisi olduğunu kanıtlamam epey zamanımı alıyordu.Orada elde ettiğim gelirden hiç memnun olmuyor, defteri sert bir hareketle kapatıp delici bakışlarla beni süzmeye devam ediyordu.Her seferinde "Bu hattı tatil etmem gerekecek," diyordu.Ben de genellikle, "Gün gelecek, bunu yapmak kaçınılmaz olacak," diye yanıtlıyordum.

Denetim sona erer ermez birbirimize davranışlarımız kökten değişiyordu.Barakamda şnaps eksik olmuyordu, yapabilirsem önceden çerezi de hazır ediyordum.Karşılıklı kadeh kaldırıyorduk.Müfettiş birdenbire pek kötü denemeyecek sesiyle bir türkü tutturuyordu.Ne var ki repertuarı iki türküyü aşmıyordu.Hüzünlü olan birinin sözleri şöyle başlıyordu: "Nereye gidiyorsun ormanda, küçüğüm?" Daha neşeli olan diğerinin ilk dizesi şöyleydi: "Ey şen dostlar, beni de alın aranıza!" Maaşımın küçüklü büyüklü taksitlerle ödenmesi, müfettiş üzerinde yarattığım izlenime bağlıydı.Söyleşmeye başladığımızda onu kuşkuyla süzerken kısa sürede ortak noktalarda buluşuyor, demiryolu yönetimine sövüp saymaya başlıyorduk.Müfettiş ileride kariyerime nasıl yararlı olacağını kulağıma gizlice fısıldıyordu.Sonra birlikte kerevete uzanıyor, neredeyse on saat kucak kucağa uyuyorduk.Sabah olduğunda yine amirim sıfatına bürünen müfettiş gitmeye hazırlanıyor, ben de peronda dikilip onu uğurluyordum.Trene binerken son kez arkasına bakıp bana şöyle diyordu: "Evet dostum, gelecek ay yine görüşeceğiz.Seni pusuda bekleyen tehlikeyi biliyorsun." Her seferinde zorlukla bana çevirdiği şişmiş yüzü hala gözlerimin önündedir, bu yüzün içerdiği her şey, yanaklar, burun, dudaklar ileri fırlamış olurdu.

Bu denetim, her ay yinelenen büyük bir değişiklikti.Bu günlerde her şeyi boşveriyor, geriye olur da biraz şnaps kalmışsa, müfettiş gider gitmez kafaya dikiyordum.Çoğu zaman trenin kalkcağını bildiren kampana çalarken içki gırtlağımdan aşağı yuvarlanmaya başlıyordu.Böyle gecelerin ardından müthiş susamış oluyordum, sanki içimde benden başka biri vardı, başı ve boynunun içimden dışarı uzatıp, içecek, n'olur, biraz içecek, diye yakarıyordu.Müfettişin içkiden yana derdi tasası yoktu, bindiği trende hiç azımsanmayacak bir içki deposu bulunurdu ama ben, ben arta kalanlarla yetinmek zorundaydım.

Fakat bundan sonra bir ay boyunca ağzıma içki sürmüyor, hatta sigara bile içmiyor, sadece görevimi yapıp başka hiçbir şey istemiyordum.Dediğim gibi, yapacak çok iş yoktu ama yapılması gerekenleri de layığıyla yapmaya çalışıyordum.Örneğin, tren hattını iki yanından bir kilometre sağ ve soluna doğru her gün temizleyip gözden geçirmek zorundaydım.Nedir, bu talimata bağlı kalmadan çoğu zaman bir kilometreden ötelere dek uzanıyordum, neredeyse biraz daha ilerlesem istasyonu göremez olacaktım.Hava açıksa istasyon beş kilometre uzaktan bile görülebiliyordu, çünkü arazi dümdüzdü.Giderek istasyondan uzaklaşıyordum, istasyon gözlerimin önünde titreşen bir nokta halini alana dek küçülüyordu, böyle anlarda gözlerim yanılıyor, bir sürü küçük kara noktanın barakama dek ilerlediği sanısına kapılıyordum.Kalabalıklar, kalabalık güruhlar.Yine de, kimi zaman gerçekten biri barakama yaklaşıyor, işte o anda elimdeki kazmayı havada sallayarak tüm yolu gerisin geri koşturuyordum.

Akşam yaklaştığında işimi bitirip daima barakama çekiliyordum.Bu saatlerde kimse ziyaretime gelmezdi genellikle, çünkü artık köye dönüş yolları güvenli sayılmazdı.Çevrede kimin nesi oldukları belli olmayan, buranın yabancısı pek çok insan dolanıyordu, kimi zaman bunlar gidip yenileri peyda oluyor ama sonradan gidenler dönüyordu.Çoğunu görmüştüm bunların, istasyonun yalnızlığı üzerlerinde bir çekim gücü oluşturuyordu, aslında tehlikeli sayılmazlardı ama sertliği elden bırakmaya gelmezdi.

İşte bunlar, uzun süren akşam alacakaranlığında huzurumu bozan tek kişilerdi.Geri kalan zamanlarda kerevete uzanıyor, ne geçmişi ne de Kalda hattını düşünüyordum.Bir sonraki tren on-on bir arasında geçiyordu.Uzun sözün kısası, hiçbir şey düşünmüyordum. Bazen, okumam için trenden attıkları eski bir gazeteyi alıyordum elime.Gazetede Kalda'da olup biten rezaletlerin haberleri oluyordu, bunlar ilgimi çekmesine çekiyordu ama gazetenin tek bir nüshasından işin içyüzünü öğrenmek mümkün olmuyordu.Ayrıca, gazetenin her nüshasında Komutanın İntikamı adlı tefrika romanın bir bölümü de yer alıyordu.Belinde hançeriyle dolanan, hatta bir keresinde hançeri dişlerinin arasına sıkıştıran bu komutan rüyalarıma bile girdi.Şunu da söylemem gerek: Uzun boylu okuduğum söylenemezdi, çünkü hava çabucak kararıyordu, gazyağı ya da mum da inanılmaz pahalıydı, almaya benim gücüm yetmiyordu.Akşamları gelip geçen tren için işaret lambasını yarım saat yanık tutmak için yönetimin verdiği gaz sadece yarım litreydi, ay sona ermeden çok önce bu yarım litreyi harcayıp bitiriyordum.Şu işaret lambasının ışığı da tamamen gereksizdi, gitgide, hele mehtaplı gecelerde lambayı hiç yakmamaya başlamıştım.Yaz bittiğinde gazyağına nasıl muhtaç olacağımı pek doğru kestirmiştim.Bu nedenle barakanın köşesine bir çukur kazdım, dibine eski bir bira fıçısını güzelce ziftledikten sonra yerleştirdim, her ay arttıtıp biriktirdiğim gazyağını bu fıçıya doldurdum, üzerini de samanla örttüm, kimsenin ruhu duymadı.Barakada gaz kokusu yoğunlaştıkça memnuniyetim de arttı, koku gün geçtikçe yoğunlaşıyordu, çünkü fıçının tahtaları eskimiş ve çürümüştü, tahtalar gazyağını emdikçe emiyordu.Nihayet fıçıyı alıp önlem olarak barakanın dışındaki bir yere gömdüm, neden derseniz, müfettiş bana hava atmak için bir kutu kibrit bulmuş, kibritleri elinden almaya kalkışınca hepsini teker teker yakıp havaya savurmuştu.Böylelikle her ikimiz de, öncelikle fıçıdaki gazyağı tehlikeye girmiş, müfettişin boğazına sarıldığım gibi elindeki kibritleri bırakıncaya değin sıkmış, tehlikeyi ancak bu yolla savuşturabilmiştim.

Kışın gerekecek ıvız zıvırı nasıl sağlayabileceğimi boş zamanımda düşünüp duruyordum.Şimdi, sıcak mevsimde bile böyle soğuktan titriyorsam, üstelik denilenlere kulak verilirse hava yıllardır hiç olmadığı denli sıcaksa, kışın başım dertte demekti.Gazyağını biriktirmem küstahça bir hevesten ötesi değildi, aslında aklımı kullanıp kış için öteberi biriktirmeliydim.Yönetimden uzun boylu bir şey beklenmeyeceğine kuşku yoktu.Yine de düşüncesizlik ediyordum.Aslında düşüncesizlik ettiğim de iddia edilemezdi, sadece bu konularda fazla emek harcamayacak kadar kendimi az düşünen biriydim.Şimdi, sıcak mevsimde durum zararsızdı, ben de büyük emek harcanacak girişimlerde bulunmuyordum.

Aklımı çelerek beni bu istasyona sürükleyen nedenlerden biri de avlanmaya çıkma umuduydu.Bu bölgenin av hayvanları bakımından çok zengin olduğu söylenmişti bana.Şimdiden alacağım tüfeği seçmiştim, biraz para biriktirir biriktirmez getirtecektim.Ne yazık ki, kısa sürede çevrede av hayvanlarından eser olmadığı anlaşılmıştı.Sadece kurtlar ve ayılara rastlanıyordu, istasyondaki ilk aylarımda bunlara bile rastlamamıştım, üstelik etrafta devasa farelerin cirit attığı buraya geldiğim ilk günlerde dikkatimi çekmişti.Fareler sanki bir rüzgarın önünde sürüklenircesine bozkırdan kopup buraya dek koşarak geliyorlardı.

Gelgelelim, sevinçle beklediğim av hayvanları görünürde yoktu.Beni yanlış bilgilendirmiş değillerdi, av hayvanın zengin olduğu bir bölge vardı ama oraya varmak için üç gün yol tepmek gerekiyordu, yüzlerce kilometre yol gidilip kimselere rastlamayacağın bu topraklarda şu ya da diğer bölgelere dair bilgilerin kesinlikten uzak olduklarını düşünememiştim.Sözün kısası, şimdilik bir av tüfeği gereksizdi, bunun için ayırdığım parayı başka yerlere harcayabilirdim.Yine de kış mevsimi için kendime bir tüfek ayarlamak zorundaydım, buna kuşku yoktu, bu nedenle bir kenara düzenli para ayırmayı sürdürüyordum.Zaman zaman yiyeceklerime saldıran farelere karşı uzun bıçağım yeterli oluyordu.

Henüz her şeye merakla baktığım ilk günlerden birinde farenin birini bıçağımla avlamış, duvarda gözüm hizasında bir yere sabitleyip hayvanı incelemiştim.Böyle küçük hayvanları ancak karşınıza, tam göz hizasına yerleştirince tam olarak seçebiliyorsunuz.Yere eğilerek baktığınızda, onlara dair tam bir izlenim edinmeniz mümkün değil.Barakamdaki farelerin en ilginç yanları pençeleriydi: Biraz yassı ama uçları yine de çok sivri, büyük pençelerdi bunlar, yeri kazmak için biçilmiş kaftandı bu pençeler.Fare son titreyişleriyle duvarda asılı dururken, herhalde fare doğasına ok aykırı biçimde pençelerini sıkıca germişti, bu pençeler insanoğluna uzanmış ellere benziyordu.

Bu hayvanların beni uzun boylu rahatsız ettikleri söylenemezdi, ne var ki, geceleri sert toprak üzerinde koşarak barakanın önünden geçmeleri beni uykumdan uyandırıyordu.Kalkıp oturur, bir de mum yakarsam, tahtaların arasındaki bir boşluktan farenin içeriye uzattığı pençelerinin durmaksızın çalıştığını görebiliyordum.Bu, sonuç vermeyecek bir çalışmaydı, çünkü arzulanan büyüklükte bir çukurun kazılması için günlerce uğraşmak gerekliydi ama gün aydınlanır aydınlanmaz fare hemen kaçıp gidiyordu, yine de amacının ne olduğunu bilen bir işçi misali çalışıp didiniyordu.Kuşkusuz iyi iş becerdiği iddia edilebilirdi, kazarken çıkardığı, havada uçuşan zerrecikler gözle seçilmeyecek kadar ufaktı ama farenin boşa pençe salladığı hiç görülmüyordu.Geceleri genellikle uzun uzun hayvanın çalışmasını izliyor, izlediğim manzaranın sessiz tekdüzeliği giderek uykumu getiriyordu.Derken mumu bile söndürmeden içim geçiyordu, yanan mumum ışığı farenin çalışmasını bir süre daha aydınlatmayı sürdürüyordu.

Sıcak bir gecede yine çalışan pençelerin sesini işiterek hayvanı görmek isteğine kapıldım, gizliden, ışık bile yakmadan dışarı çıktım.Hayvan yapabildiğince tahta duvara yaklaşabilmek, pençelerini tahtanın altındaki derinliklere alabildiğine daldırabilmek için sivri ağızlı başını toprağa tamamen gömmüş, handiyse ön ayaklarının arasına sıkıştırmıştı.Gören barakadan birinin hayvanı sıkıca yakalayıp içeri çekmeye uğraştığını sanabilirdi, hayvanın tüm gövdesi işte öylesine gergindi.İşte bu haldeyken, her şey bir tekmeyle sona ermişti, tek bir tekmeyle hayvanı cehenneme göndermiştim.Yegane mülküm olan barakamın, hem de açıkça uyanıkken saldırıya uğramasına hiçbir şey yapmadan seyirci kalamazdım.

Barakayı farelere karşı korumak için bütün delikleri ot ve kıtıkla tıkadım, her sabah dört bir yanı gözden geçirdim.Barakanın zemini tokmakla dövülerek sertleştirilmişti ama artık taban tahtalarıyla döşeyecektim, bu tahta zemin kışın da işime yarayabilirdi.İstasyona en yakın köyde oturan Jekoz adlı bir köylünün sözü vardı, bu işe uygun tahtalar getirecekti.Ben de sözüne karşılık olarak kendisini hep güzellikle ağırlamıştım.Zaten ziyaretlerinin arasını açmaz, iki haftada bir çıkar gelir, bazen de trenle bir şeyler gönderirdi.Ne yazık ki, tahtaları bir türlü getirmedi.Getirmemesi için durmadan bahaneler üretiyordu, en sık kullandığı bahane bu yükü omuzlarına yüklenemeyecek kadar kocaması, tahtaları taşıyıp getirecek oğlunun ise tarlada çalışmak zorunda olmasıydı.Söyledikleri doğruya benziyordu, iddiasına göre çoktan yetmiş yaşını devirmişti ama iri yarıydı, hala tuttuğunu koparıyordu.Beri yandan bahanelerini durmaksızın değiştiriyordu, örneğin bir kez, istediğim tahtaları sağlamanın ne kadar zor olduğunu anlatmıştı.Oysa onu tahta isterim diye zorlamıyordum, tahtalar olmuş olmamış fark etmezdi, üstelik zemini tahtayla kaplama düşüncesini aklıma sokan bizzat Jekoz'un kendisiydi, belki zemini tahtayla kaplama işi hiç yararlı olmayacaktı.Sözün kısası, bu yaşlı köylünün savurduğu palavraları kılım kıpırdamadan dinleyebiliyordum.Ona selam verirken, "Tahtalar Jekoz!" diyordum sürekli.O hemen kekelemeye başlayıp özürleri birbiri peşine diziyordu, bana müfettiş, komutan, bazen sadece telgrafçı diye hitap ediyor, bir sonraki ziyaretinde tahtaları getirmekle kalmayıp bir oğlu ve birkaç komşunun yardımıyla barakamı temelinden yıkıp yerine sağlam bir ev inşa edeceğine söz veriyordu.Söylediklerini uzun uzun dinliyor ama sonunda kulak vermekten yorulup adamı barakadan uzaklaştırıyordum.Jekoz kapıda durup onu affetmem için çok güçsüz olduğunu iddia ettiği kollarını havaya kaldırıyordu, oysa bu kolları kullanıp güçlü bir adamı rahatça boğazlayabilirdi.Tahtaları neden getirmediğini pekala biliyordum, kış yaklaştığında onlara daha çok gereksinim duyacağımı, satın almak için daha çok para ödeyeceğimi hesaplıyordu.Beri yandan, tahtaları bana teslim etmediği sürece gözümdeki değeri yüksek olacaktı.Elbette akılsız bir adam değildi, hesaplarını sezdiğimi de biliyordu ama bundan yararlanmayışımı kendisi için bir avantaj olarak görüyor, bu avantajını kaybetmek istemiyordu.

Barakayı hayvanlara karşı güvenli kılmak ve kıştan korunmak için yaptığım tüm hazırlıklar, istasyondaki ilk hizmet yılımın üçüncü ayı bitmek üzereyken ağır bir hastalığa yakalanmam üzerine yarıda kaldı.O güne dek, yıllardan beridir hastalık nedir bilmemiş, en küçük rahatsızlıklardan bile uzak yaşamıştım ama şimdi hastalanmıştım işte.Her şey şiddetli öksürükle başladı.İstasyondan arazinin içine doğru, yarım saat uzaklıkta akan küçük bir dere vardı, gerektiği kadar suyu el arabasına yüklediğim bir fıçıyla buradan taşıyordum.Yine bu derede sık sık banyo yapıyordum.Öksürük nöbetleri öyle güçlüydü ki öksürükten belim bükülüyordu,, böyle eğilip bükülüp tüm gücümü toparlamadığımda öksürüğe dayanamayacak gibiydim.Tren personeli öksürüğümü işittiklerinde korkacaklar diye düşünüyordum ama öksürük bu personele aşinaydı, onu kurt öksürüğü diye adlandırmışlardı.Nihayet, ben de kendi öksürüğümde bir kurt uluması sesi sezmeye başlamıştım.Barakanın önündeki küçük sıraya oturuyor, uluyarak trenin geçişini selamlıyor, yine uluyarak uğurluyordum.Geceleri tam yatacakken kerevette diz çöküyor, hiç olmazsa uluma sesinden kurtulabilmek için başımı postların içine gömüyordum.Gövdemdeki bir damarın ne zaman çatlayıp bu hale bir son vereceğini merak eder olmuştum.Ama olmadı bu, hatta öksürük de bir iki güne kesildi.Sözde bir çay varmış, öksürüğe iyi geliyormuş, trenin makinistlerinden biri bu çayı getireceğine söz verdi ama çayı öksürük başladıktan sekiz gün sonra içmem gerektiğini, yoksa hiçbir işe yaramayacağını uzun uzun anlatmış, gerçekten de tam sekizinci günde getirmişti çayı.Tren personelinden ayrı olarak, iki köylünün de barakama girdiğini hatırlıyorum, çünkü çay içildikten sonraki ilk öksürüğün işitilmesinin uğurlu olduğuna inanılıyordu.Çayı içmiş, ilk yudumu öksürerek köylülerin yüzüne püskürtmüştüm.Öksürük iki gündür zaten zayıflamıştı, yine de çayı içer içmez bir esenlik çöktü içime.Ne yazık ki geride ateş kalmış, bir türlü inmemişti.Ateş beni çok sarsmış, tüm direncimi alıp götürmüştü, kimi zaman alnımdan ter boşanıyor, gövdemi bir titremedir alıyor, nerde olduğuma bakmaksızın, kendime gelinceye kadar yere uzanıp yatmak zorunda kalıyordum.Sağlığım düzelmeyip kötüye gidiyordu, mutlaka Kalda'ya gidip iyileşene dek orada kalmam gerektiğini biliyordum.

Franz Kafka
Kalda Hattından Anılar
Erinnerungen an die Kaldabahn

Çin Seddi'nin İnşası (2013) , Altıkırkbeş Yayın
Çeviri: M. Kamil Utku