7 Kasım 2014 Cuma

insan kısım kısım yer damar damar, hasret gültekin



insan kısım kısım yer damar damar
kaşları lam elif gözlerin kamer
ince bel üstüne olaydım kemer
yakışır beline sar beni beni 

ben isterim şeker ola bal ola
değmen bana yana yana kül olam
sen bir bahçıvan ol bende gül olam
yakışır eline der beni beni



Ne haldayım ala gözün süzenler 
Ne olur suna boylum gör beni beni 
Eşinden ayrılıp yaslı gezenler
Her sabah, her akşam der beni beni

Der ya! İnsan eşinden ayrılır da "vay beni beni" diye yakınmaz mı? Döğünüp yakınmakla kalmaz insan, az buçuk şairliği, âşıklığı varsa; saza söze döker içini. Tıpkı Hüseyin gibi.

Hüseyin garip bir köy çocuğu. Sivas köylerinden birinde doğmuş. Askere gidene dek hiç ayrılmamış köyünden. Ne zamanki askerliğini yapmış dönmüş köye, anası çekmiş dizinin dibine. "Bak oğul, gayrı zamanıdır; seni everelim. Tez zamanda torun ver bana. Evimiz şenlensin" demiş. Ana sözü ata sözü. Ne desin Hüseyin. Bulmuş dengince birini, evermiş Hüseyin'i. İyi ama, geçim zor. Tarla takım hak getire. Şu kapı senin, bu kapı benim. Irgatlık, tutmaklık karın doyurmuyor ki. Üç günlük yiyecek çıkıyor, sonrası yok. Bir gün anasına "Bak ana, ikiydik üç olduk. Yakında dört olacağız. Bu geçim geçim değil, bir şeyler yapmak gerek. Ben gurbete çıkıp iş tutmak istiyorum. Üç-Beş kuruş biriktirir de bir kaç dönüm tarla edinirsek, bir güvenimiz olur. Eker biçer, geçinir gideriz". Anası "hık-mık" etmiş ilkin, bakmış ki Hüseyin kafasına takmış bir kere. "Yolun açık olsun oğul. Sağlıkla git, sağlıkla gel" demiş. Hüseyin anasıyla, karısıyla vedalaşıp, tutmuş gurbetin yolunu. Şurası senin, burası benim derken, varıp İstanbul'a ulaşmış. Ulaşmış ya, ha deyince iş bulamamış. Ekmek aslanın ağzında. Sokaklar işsiz dolu. Bir hemşehrisinin kaldığı hana yerleşmiş Hüseyin. Handakilerin çoğu gurbetçi. Çoğu da işsiz. Hazırdan yiyorlar. İlkin ufak tefek günlük işler bulmuş Hüseyin. Boğaz tokluğuna çalışıyor nerdeyse. Elinde avucunda bir şey kalmıyor. Bir dolu iş değiştirdikten sonra, bir fabrikaya girmiş işçi olarak, bir gün, beş gün, bir ay, beş ay. Değişen bir şey yok. Hüseyin üç kuruş biriktirip bir yana atmaktan öte, geçim sıkıntısına düşmüş bir de. Sıla özlemi bir yandan; geçim derdi bir yandan. Bir de yalnızlık sarmış ki duygularını. Eh!.. Milyonluk bir kent; bir tek de Hüseyin. Yollar sokaklar insen seli. İnsanlar şen, insanlar şakrak. Bir tek Hüseyin garip. Boynu bükük Hüseyin, arada bir mektup yazıyor köyüne. Bir iki satır da onlardan geliyor. Ama yetmiyor ki! Geçim bir yandan, sıla özlemi bir yandan. Bir de on dönümlük tarla var ki gönlünde. Şöyle güzelinden, sulusundan. Taşı eksen bitirir cinsinden. Sözün özü, karma karışık Hüseyin'in kafası. Bir dalıyor. Kayboluyor. Gidiyor köyüne. Elleri dolu dolu. Anası, karısı, hısım akrabası bir güzel karşılıyor. Sarmaş dolaş. Giysilik kumaşlar, pabuçlar, urbalar. Tarlalardan tarla beğeniyor. On dönüm. Ama tarla! Taşı eksen bitirir cinsinden. Kolları sıvıyor. Bir ekin ekiyor. Bir ekin ki, o yörede görülmemiş. Boy dersen, insan kaybolur içinde. Başaklar koca koca. Bir gür, bir iştahlı ki, gören maşallah demeden geçmiyor. Çok yoruluyor Hüseyin. Ter alnından şıpır şıpır damlıyor. Ama olsun. Emek olmadan, yemek olmazmış. Böyle demiş atalarımız. Olsun! Ter olsun. Ter iyidir. Ter malı haller "Ter.. Ter" diye inlerken Hüseyin, bir eli de otomatik dokuma aracının kolunda bir ileri, bir geri gidip gelmektedir. Birden öylesine "ter" diye bağırır ki, yanından bir el uzanır Hüseyin'in omuzuna. " Ne o Hüseyin gardaş hasta mısın? Kendi kendine konuşup duruyorsun. Hem, hiç bu kadar terlemezdin çalışırken. Bir şeyin mi var?"

Hüseyin ayıkır birden "Şey, bir şeyim yok be bacı. Memleketi düşünüyordum da."

Gün o gün!. saat o saat. Artık Hüseyin de bir dost edinmiştir. Milyonluk kentte yalnız değildir artık. Derdini anlatacağı, yardım anlayış göreceği bir dostu olmuştur. Hüseyin'in de. Bir dost ki, tertemiz. İyi. Doğru. Çalışkan. Bir dost ki, sıcaklık veriyor insana. Yanında huzurlu oluyor insan. Leb demeden leblebiyi anlayıp, elini uzatıyor Hüseyin'e.
Gün günü, ay ayı eskitiyor. Geçen her günle dostlukları daha da pekişiyor Hüseyin'le komşu makinada çalışan işçi kadının. Dostluk öylesine gelişiyor ki, gün geliyor Hüseyin onsuz; o Hüseyin'siz olamayacağını anlıyor. Uzun sözün kısası, evleniyorlar. İyi ama, Hüseyin evli zaten. Köyünde bekleyeni var.

kendimi zamansal ve mekânsal gurbette hissediyorum, yönetmen sineması, ahmet uluçay


Ben çocukluğuna ağlayan birisiyim hâlâ. Kendimi hem zamansal hem de mekânsal gurbette hissediyorum. Çocukluğum gitti ve geriye dönmüyor. Bir şekilde onu zapt edebilir miyim? O her an için benim cebimde kalabilir mi? Ve istediğim zaman ona dönebilir miyim? Yani fânilik insan olarak kaderimiz. Fâniyiz biz, öleceğiz bir gün ve her şey yok olacak. Mutlak anlamda yok olmayacak tabii, o yok olmadan söz etmiyorum. Bunun bir daha geri dönmemesi, elimizden akıp gitmesi, oradaki acziyetimiz. Belki beni sinema yapmaya iten temel neden bu.
---
Mutlaka her filmimde teknik bir kusur çıktı.En son filmde de "hiiii" diye bir ses vardı.Kamera bir arıza yaptı ve motor sesi girdi baştan sona kadar.Şeytan parmağını soktu.
---
Bethooven'a sormuşlar: "Sen bu parçada neyi anlatmak istedin?" Çalmış, "bunu" demiş. Tabii ki filmlerimde bir şey anlatmak istiyorum. Bir derdim var ve bunu kekeleye kekeleye de olsa anlatıyorum.
---
...Bu tür hikayelerle büyüdüm ben.Öyle bir köy...Güneş battıktan sonra o sokaktan geçme derlerdi.Ama geçersin oradan; bu kaşıntı gibi bir şey.Bir yerinizde bir yara çıka, hem kaşınır hem acır.Hem korkarsınız, hem o hikayeleri seversiniz.Herhalde böyle bir şey olsa gerek.Devamlı anlatırlardı: "Ya vallahi gördüm.şuradan geçti, şu tarafa gitti.", "Yav ne gördün?", "Şeytan gördüm" derlerdi.Böyle acayip bir dünyaydı bu; sinemanın kendisi.
---
Necip Fazıl'ın bir sözü vardı: "Bir kumarbaz, bir marangozdan daha fazla Allah'a inanır.Çünkü o görünmeyene güvenmiştir."Görünmeyen, görünenden çok daha ilgi çekici ya da bana öyle geliyor.

Yönetmen Sineması
Ahmet Uluçay

yazık oldu yarınlara, ilhan irem, istanbul havadan görüntülerle...


Yazık Oldu Yarınlara, İlhan İrem
İstanbul, Havadan Görüntülerle...

gariplik, ahmet uluçay, ayşe pay



Uluçay sinemasını en iyi tanımlayan şey, “garip”lik, “gurbet”te oluştur. Dolayısıyla o da, karakterleri de “garip”tir, “yerli”dir, ama bir başka “yer”li. Eşyanın katı, soğuk yüzü, katı bir gerçekçilik düşüncesi onun dünyasının dışındadır, uzağında değil. Zira uzak kavramı da onda katre katre açılan anlamıyla özleme, sevgiliye, düşlere, çocukluğa açılır. Uluçay,  zamanın, mekânın çatlaklarından hep başka bir diyara, başka bir dünyaya, başka bir âleme sızar; gayba, sonsuzluğa…Uluçay’ın Sihirli Lâmbası: Sinema Ayşe Pay

kûfe'de bir hüseyni akşam, hüseyin ferhad

-Umman Şahiner'e teşekkür ile...-



KÛFE'DE BİR HÜSEYNÎ AKŞAM


Saplı kalsın göğsümde 
kanıma teşne hançerin, 
yaramdan damlar tekrar 
nasıl olsa bir Hüseyin

Hüseyin bir ayna değil 
ki kırılsın Yezid’e, 
kan dökülsün ister hırkası 
Yezid bir bahane

Sırrı aşikâr bir Hüseyin 
aşka verir ser’ini, 
tebeşir dairesinde Azrail’in 
çözer zifaf düşmesini

Hüseyin kadar şivekâr 
kaç isim var dilinde, 
kimseye ve herkese ait 
bir başka menkıbe

Sanır mısın ki Hüseyin 
kumların fısıltısıdır bes, 
yazılan sağdan sola 
iki veya üç hecelik bir nefes

Hüseyin bir cinaslı avazdır 
kişiye özel bir temrin, 
bengisuda boğmak gerekir 
onu öldürebilmek için

Hârelidir elbet Hüseyin 
bir o kadar çocuk, 
ateş çemberi değil ki bu çizdiğin 
basbayağı bir boşluk

Hüseyin gece bir vakit 
dokunmak gibidir güneşe, 
eski yarasını Kûfe’nin 
yıldızlar basmadan önce

Bencileyin külden bir Hüseyin 
ezbere bilir ihaneti, 
ruhuma sapladığın hançer 
şehvetle ürpertir etimi

Hüseyin bir sırma kamerdir 
tasviri nafile bir şehrayîn, 
zaten Kerbelâ’ya uçar 
sûreti haktan her Hüseyin

Hüseyin Ferhad
(Kaşgar 36 / Ocak-Şubat 2004)


leyla'ya mektuplar, ahmet uluçay



Leyla, biz böyle nasıl çocuklarız
Hep ateşler oynarız, ateşle oynarız
Gurbet, hasret, uzaklar
Kızgın çöller, kum fırtınaları
Ateştendir oyuncaklarımız
Leyla, biz böyle nasıl çocuklarız
(…)
Bak asırlardır yanlış anlatılmış ‘Leyla ile Mecnun’
Yanlış yorumlanmış hikayemiz
Kar leke götürmez
Tekzip ederiz (…)” [1]
1] Ahmet Uluçay, Leyla’ya Mektuplar (1), İkindiyazıları, Aralık 90, sayı 100.

alemdağ'da var bir yılan, sait faik abasıyanık


"Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey.burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor"


Günlerden cuma.Mektep tatil.Süleymaniye'de Kirazlı Mescit Sokağı'nda oturuyoruz.Ben on yedi yaşlarındayım.Münir Paşa Konağı'nın çam ağacını hatırlıyorum.Lisenin bahçesindeki büyük çam ağacı bir yangında yanmış olabilir.Münir Paşa Konağı'nın yağlıboya tavanları çoktan duman ve kül olmuştur. Tahtakuruları da yanmıştır.Yatağım, yorganım, gözyaşım yanmıştır.Havuzlar yanmıştır.Yapraklarını kışın dökmeyen ağaçlar yanmıştır.Anılar, anılar yanmıştır.Yanmış oğlu yanmıştır.Beni bugüne getiren kitaplar yanmıştır.

Alemdağ'da Var Bir Yılan
Sait Faik Abasıyanık

nenni, çiğdem, aşık mahzuni şerif


Çiğdem/Nenni


Uğradı başıma hayatın kışı
Bu sene de bir hikmet var nenni nenni

Yavru gel ağlayıp üzme sen beni
Bu ağlamak yüreğime kor nenni nenni

Bir kuruşum yoktur kefen alayım
Emmime dayıma haber salayım

Bir toprağım yoktur mezar bulayım
Ahrette mi bize mezar var nenni nenni


Aşık olan şu dünyayı nidermiş
Döner döner bahtım karadır dermiş

Masum olan Kerbela'ya gidermiş
Bari dosta selamımı ver nenni nenni


Mahzuni Şerif' im yaşım akmıyor
Akıp akıp ama sesim çıkmıyor

Şu dünyada bana şah'ım bakmıyor
Bari yardımcımız olsun Pir nenni nenni


Bir sazımdan başka hediyem yoktur
Bari tellerini al da çal nenni nenni


Aşık Mahzuni Şerif

cirrus, nenni, stalker


Cirrus
Nenni
Stalker
Andrei Tarkovsky 



"Rüyaların sonu geliyor galiba,
 uyanılmaz uykulara dalmak istiyorum" 
Asaf Halet Çelebi

tam o sırada, hikayenin ortasından diyaloglar, ahmet güntan

İyi ki her şey hakkına düşüncemi söylemeyecek kadar özgürüm, yoksa geri yankılanan sesimden kulaklarım sağır olurdu...
---
Kimse benimsemediği şeyi sonuna kadar elinde tutmuyor, bir nokta geliyor, sanki bir zil çalıyor, herkes tenefüse çıkıyor, kimse bir şeyin sonuna kadar gitmiyor, tam bir şeyi biraz anlamaya başlıyoruz, birisi bir soru soruyor, o sırada zil çalıyor, kimse sorunun cevabını alamıyor, almak istemiyor, öğretmen de zor soruların cevabını vermekten kurtuluyor, bu hep böyle, tenefüste geçiyor hayatımız, sanki bu okulda bize tenefüse çıkmayı öğretiyorlar.
---
Büyüklerin okuduğu gazetelere bak, önemli dedikleri haberlerin yanında bile koca memeli çıplak kadın resimleri var.
---
Aslında biliyor musun ikiyüzlülük de bir soygun, herkes kendi kendinden çalıyor devamlı, hırsızlık gibi.
Her şey ikiye ayrılır, iç, dış.İç yüz, dış yüz.
İç soygun, dış soygun.Eller yukarı, bu bir iç soygun.
---
Baksana.Ben üstünlüğümü kalbimin olmamasına borçluyum.
---
Bir gün ne okuyorsun diye sordu.Molloy dedim.Beckett diye bir adamın kitabı.Ne anlatıyor dedi, Bir adam var, paltosunun sağ cebinden çakıl taşını alıp emiyor, sonra sol cebine koyuyor, sonra bir taş daha alıyor sağ cebinden, emip yine sol cebine koyuyor dedim.İnanamadı, bunu mu okuyorsun dedi, Niye emiyormuş diye sordu, Bedensel bir ihtiyaçmış dedim, Bütün çakıltaşların tadı aynıymış.Elimden aldı kitabı, kapağını yırttı, Yeter artık bu saçmalıklarla oyalandığın dedi.O günden beri sıkı Beckett'çiyim.
---
Ben hakikaten seri katil olabilirim bak, ciddi söylüyorum, benden iyi bir seri katil çıkmaz mı sence, düşün, ben yakalanmışım, Nasıl biriydi diye soruyorlar, Çok iyi bir çocuktu, sessizdi, devamlı kitap okurdu, kafasını kitaplardan hiç kaldırmazdı, çok şaşırdık, çok efendiydi, notları yüksekti.Hiç ters bir davranışını görmediniz mi?Yo valla hiç görmedik.
---
Valla burası aslında bir Ceza Kolonisi, ama filmlerde yok edilmek isteyenin intikamı da hep acı olur biliyorsun...
---
İçinde saklanacak bir kalabalık buluruz mutlaka.

Tam o sırada
Hikayenin Ortasından Diyaloglar
Ahmet Güntan