7 Kasım 2012 Çarşamba
tek yön, walter benjamin
Pulların üstünde ülkeler, denizler sadece vilayetlerdir; krallar sadece renkleri hoşlarına gittiği gibi üstlerine boca eden rakamların paralı askerleridir.Pul albümleri büyülü başvuru kitaplarıdır, monarşilerin ve sarayların, hayvanların ve alegorilerin ve devletlerin sayıları tespit edilmiştir içlerinde.Postanın dolaşımı bunların uyumu üzerine kuruludur, nasıl ki göksel sayıların uyumu üzerine gezegenlerin dolaşımı kuruluysa.
***
Pullar büyük devletlerin çocuk odasında takdim ettikleri kartvizitlerdir.
***
Suçlunun öldürülmesi ahlaki olabilir- öldürülmesinin haklı çıkarılması asla.
***
Bütün insanları besleyen Tanrı'dır, yetersiz besleyen ise devlet.
***
Para ile yağmur sıkı sıkıya ilintilidir.Havanın kendisi bu dünyanın durumunun bir göstergesidir.Rahmetirahman ise bulutsuzdur, hava şartlarından haberi yoktur.Üzerine hiçbir paranın yağmayacağı bir mükemmel mallar memleketi de gelecektir.
***
Banknotların üzerindeki rakamların etrafında oynaşan masum yavrular, tanrıça kılığında elinde kanun levhaları tutanlar ve kılıcını kınına sokan zırhlı kahramanlar-kendi başına bir dünyadır bu: cehennemin cephe mimarisi-
***
Morötesi ışınları gibi hatırlayış hayatın kitabında herkese, uzgörü olarak metni tefsir etmiş o görülmez yazıyı gösterir.Ama maksatları değiş tokuş etmek, yaşanmamış ömrü birçabuk yaşayıp bitiren, aşındıran, kirletilmiş halde bize geri veren iskambil kağıtlarına, ruhlara, yıldızlara teslim etmek cezasız kalmayacaktır; bedeni dolandırıp onu kaderin cilveleriyle kendi toprağında boy ölçüşerek onlara galebe çalma gücünden etmek cezasız kalmayacaktır.
***
Sevene sevilen hep yapayalnız görünür.
Tek Yön
Walter Benjamin
saçayağı, ahmet uluçay
![]() |
resim: ahmetcoka |
Ahmet Uluçay'ın 1980'lerin başında yayınladığı bir hikayesi...
SAÇAYAĞI
Bizim mahallede seksenini aşmış üç tane dul komşu vardı. (Onları senin de tanımanı isterdim.) Bunlar, daracık, çıkmaz bir sokağın en dibinde, yerden bir karış yükseklikteki sekiye otururlar, kirmanlarını döndürerek peygamberlerden, melâikelerden konuşurlardı. Arada bir de, sokağın tozları içinde oynayan torunlarına göz kulak olurlardı.Bu kadınların öyle güzel muhabbetleri vardı ki!.. Kulakları ağır işittiği için, içlerinden birisi konuşurken diğer ikisi başlarını ona uzatırlar, saçayağı gibi olurlar; sonra gülümseyerek geri çekilir, kirmanlarını döndürmeye devam ederlerdi. Onların bu hâllerini gören, gizli bir şey konuştuklarını sanabilirdi.Bir gün bu kadınlardan biri hastalandı. İki gün hasta yattı. Üçüncü gün de, sessiz sedasız ölüp gitti. Çocukları, torunları, “Yaşı yetmiş işi bitmiş” diyerek ardından pek ağlamadılar. Geri kalan diğer iki kadın da, sanki önceden üç kişi değillermiş, hep iki kişilermiş gibi onun eksikliğini duymadan kirmanlarını döndürmeye devam ettiler. Bir ayağı kırılan saçayağı, ne sendeledi, ne yıkıldı.Gün geldi, bu kadınlardan biri daha yatağa düştü. Zâten bu da beklenen bir şeydi. Kimse telaşlanmadı. Onu köy evlerindeki toprak tabanlı; loş, el kadar bir pencereyle aydınlanan odadaki yer yatağına yatırıp öleceği günü beklemeye koyuldular.Saçayağının dikilen son ayağı, gece gündüz hasta arkadaşının başındaydı. İdâre lambasının sarı, cılız ışığı altında, yarı görmez gözlerine işkence ederek Kur’an okudu; üfledi; onu ölünceye kadar bir ân olsun yalnız bırakmadı.Zâten hasta kadının fazla yatmasına gerek kalmadı. Bir kuşluk vakti, iyice kötüleşti. Yarı bayılıyor, yarı Kelime-i şehâdet getiriyor; Yemen’de şehit düşen kocasını sayıklıyordu. Uzak-yakın, hını-hısımı başındaydılar. Kur’an sesleri arasında, içleri burkularak ona bakıyorlardı.Bir ara hasta, güç-belâ, nefes nefese, yüksek bir yere yetişmek ister gibi, dirseğinin üstünde doğrulup kolunu yukarı uzattı. Başından örtüsü kaydı. Sütbeyaz, seyrek, örgülü saçları yastığının üstüne döküldü. Sonra uzandığı yerden bir yiyecek almış gibi ağzına alıp gevelemeye başladı. Hiç dişi olmadığından, geveledikçe çenesi burnuna değer gibi oluyordu. Şaşkın bakışlar altında, bu hareketi birkaç kere tekrarladı. Daha sonra, sağ yanına, duvara döndü. Avucunu oluk gibi yaparak gırtlağı yukarı gide gele, hayalî bir çeşmeden su içti. Elinin tersiyle ağzını silerek, bir “Oh!” çekti.Saçayağının dikilen son ayağı, elindeki Kur’an’ı katlamış, hasta arkadaşına gülümseyerek bakıyordu.-Kız, dedi; sen neler yapıyorsun öyle?Hasta Bin bir zahmetle gözlerini ona çevirdi:-Cennet meyvesi yiyorum, dedi; cennet ırmaklarından su içiyorum.-Kız azıcık da bana versene! Hep kendin mi yersin, kendin mi içersin?Hasta kadın, kendine eziyet ederek gene yukarı uzandı; hayâlî meyvelerden koparıp arkadaşına verdi. Sonra sağ yanına döndü; hayâlî su dolu avucunu arkadaşının ağzına götürdü. O da tıpkı hasta gibi, meyveyi yedi; gırtlağı gurk gurk ede ede suyu içti. Önce dudaklarını yaladı; sonra ısırdı. Başını iki yana sallayarak:-Pek tatlıymış kız! dedi.Bu onun son sözü oldu. Kimsenin yüzüne bakmadan ağaya kalkıp kapıya doğru yürüdü. Kapıda durup arkadaşına bir daha baktı. Onun kendisine güç-belâ ama içten gülümsediğini görünce, kapıyı açtı; çıkıp gitti.Hastanın yanındakiler, onların bu hallerini, kendilerine has bir şaka sanıp gülümseyeceklerdi ki, gülümsemeleri dudaklarında donuverdi. Hasta, hemencecik, Kelime-i şehâdet getirip ölmüştü. Ağzına bir bardak suyu yetiştiremediler.Ölü yıkandı;kefene sarıldı, tabuta kondu. Sonra köyün en kenarındaki musalla taşında namazı kılındı. Ardından ağladılar; ağıta benzeyen bir iki şey söylediler. Saçayağının dikilen son ayağı hiç ağlamadı. Evde kalmış kart kızların, düğün alayının arkasından bakması gibi, cenazenin ardından baktı. Dişsiz ağzını geveleyerek dilinin ucuyla, dudaklarında, o hayâlî meyvenin tadını aradı.Akşam karanlığı çökmüştü. Köy bir garip kederli sessizlik içindeydi. Aradılar; saçayağının dikilen son ayağını bulamadılar. Yatsıdan sonra çıkıp geldi. Tarladan dönen köylüler, onu Gökçepınar’ın başında otururken bulup getirmişlerdi. Orada ne aradığını sordular; ağzından bir kelime çıkmadı. Artık onun için, “herhalde bunadı.” dediler.İkinci gün, gene ortalıkta görünmedi. Bu sefer köyden epeyi uzaktı. Kırlarda, kuru otların dikenlerin arasında, kendini bilmez bir şekilde gezinirken buldular. Kollarından tutup köye getirdiler. Duymuyor, konuşmuyordu. Boyuna dişsiz ağzını geveliyor, uzaklara bakıyordu.Onun bu hâlini arkadaşının ölümüne yordular. “Kırlarda başına sıcak geçmiştir, kendine gelir” umuduyla, serin bir odaya yatak serip yatırdılar. Aynı gün ikindiye doğru,ortalığı hiç telaşa vermeden, dudaklarında hayâlî meyvenin tadını arayarak o da öldü; unutuldu gitti.
Ahmet Uluçay
19 Ekim 2012 Cuma
alçaklığın evrensel tarihi, borges
1517 yılında, Yerliler'in Antiller'deki altın madenlerinin cehennem çukurlarında çürüyüp gitmelerine yüreği parçalanan İspanyol misyoner Bartolome de las Casas, İspanya kralı V. Carlos'a, oraya zencilerin getirtilmesi için bir tasarı sunmuştu; Antiller'deki altın madenlerinin cehennem çukurlarında zenciler çürüyüp gitsin diye.Biz Amerika'nın kuzeyinde ve güneyinde yaşayanlar, bu acayip insancıl dönüşüme neler borçluyuz neler: W. C. Handy'nin blues parçalarını; Uruguaylı avukat ve Siyah akımının ressamı Don Pedro Figari'nin Paris'teki büyük başarısını; tangonun kökenini zencilere kadar dayandıran bir başka Uruguaylının, Don Vicente Rossi'nin halis yerli düzyazılarını; Abraham Lincoln'ün destansı boyutlarını; iç savaş yüzünden beş yüz bin kişinin ölmesini ve asker emeklilerine üç milyon üç yüz bin dolar aylık bağlanmasını...
...
O yıllarda, köleciliğe karşı çıkan birtakım kışkırtıcılar, Kuzey'i bir uçtan öbür uca dolaşıyorlardı; özel mülkiyete karşı çıkan bu tehlikeli kudurganlar çetesi kölelerin özgür kılınmasını savunuyor, onları kaçmaya kışkırtıyordu.Morell bu anarşistlere pabuç bırakacak adam değildi.Yankee değildi o, sapına kadar Güneyli bir Beyazdı; Beyazların soyundan geliyordu.Bir gün bu işleri bırakıp beyefendiden sayılmayı, kilometrelerce uzayıp giden kendi pamuk tarlalarının, sıra sıra dizilip iki büklüm çalışan kendi kölelerinin sahibi olmayı düşlüyordu...Onca deneyimden sonra, gereksiz tehlikeleri göze almaya hiç niyeti yoktu.
Kaçak köle özgürlüğüne kavuşmayı bekleyedursun, Lazarus Morell'in kancık melezleri kendi aralarında bazen belli belirsiz bir baş işaretiyle karar verirler ve köleyi gözden, kulaktan, elden, günden, rezillikten, zamandan, koruyucularından, umarsızlıktan, havadan, köpek sürülerinden, dünyadan, umuttan, terden ve kendinden kurtarıverirlerdi.Bir kurşun, bir bıçak ya da kafaya inen bir sopa...Son kanıtı yok etmek Missisipi'nin kaplumbağalarıyla yayınbalıklarına kalırdı...
...
Morell'in, kendisini linç etmeyi düşleyen zencilerin ayaklanmalarına önderlik ettiğini ya da önderlik etmeyi düşlediği zenci orduları tarafından linç edildiğini düşünebiliyor musunuz? Üzülerek itiraf etmeliyim ki, Missisipi tarihi, bu iki harikulade fırsatın ikisinden de yararlanamadı.Üstelik, ilahi adalet (ya da ilahi ahenk) de yerini bulmadı: Suçlarına yataklık eden ırmak Morell'in mezarı olmadı.Lazarus Morell, 1835 ocağının ikinci günü, Silas Buckley adıyla yattığı Natchez hastanesinde bir akciğer hastalığından öldü.Onu, koğuştaki hastalardan biri tanıdı.Ayın ikisi ver dördünde, bazı büyük çiftliklerdeki köleler ayaklanmaya kalktılar, ama pek fazla kan dökülmeden bastırıldı ayaklanma.
Zalim Kurtarıcı Lazarus Morell
Alçaklığın Evrensel Tarihi
Jorge Luis Borges
o işe rufailer karışır
Rakı yasağının hüküm sürdüğü bir devirde, herhalde IV. Murad zamanında, bir Bektaşi, gizli bir meyhaneden doldurduğu şişesiyle giderken subaşıya, aseslere (zaptiye memurlarına) rastlar.Subaşı, yahut asesbaşı, "O şişede ne var?" diye sorar, Bektaşi "sirke" der."Ver bakayım" deyince, bektaşi "Rakı ol ya mübarek" deyip şişeyi sunar; yani aklınca keramet gösterir.Bunu duyan, gören memur, karşıdaki yangını göstererek, "Kerametin varsa" der, "Şu yangını söndür."Bektaşi, "Yok erenler" der, "Bizim hükmümüz buna geçer, o ateş işi, ona Rıfailer karışır."
Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri
Abdülbaki Gölpınarlı
sıcak su mu, soğuk su mu? yalçın kaya
...
İnsanoğlu, sinir buhranlarından kurtulmak istiyorsa, tekrar tabiata dönmelidir.Fen derslerinden tam numara almak bizi başarılı, fakat mutsuz kıldı.Su, tabiat tarafından nasıl sunulmuşsa, ancak o şekilde faydalıdır.Ama kaynar ılıca suyuymuş, ama buzlu dere suyuymuş...Ünlü araştırıcı Karper son nefesinde ne demiş biliyor muydunuz?.."The end" demiş...
Sıcak su mu, soğuk su mu?
Yalçın Kaya
İnsanoğlu, sinir buhranlarından kurtulmak istiyorsa, tekrar tabiata dönmelidir.Fen derslerinden tam numara almak bizi başarılı, fakat mutsuz kıldı.Su, tabiat tarafından nasıl sunulmuşsa, ancak o şekilde faydalıdır.Ama kaynar ılıca suyuymuş, ama buzlu dere suyuymuş...Ünlü araştırıcı Karper son nefesinde ne demiş biliyor muydunuz?.."The end" demiş...
Sıcak su mu, soğuk su mu?
Yalçın Kaya
5 Ekim 2012 Cuma
en passion (bir tutku), 1969, ingmar bergman
Andreas Winkelman: Kendini bir düş kırıklığı olarak görmek ne acı…Bazı insanlar, iyi niyet kisvesi altında aşağılayarak sana ne yapman gerektiğini söylerler. Yaşayan bir canlıyı ezip geçme isteğiyle yaparlar bunu… Özgürlük hakkında pek çok konuşuruz. Özgürlük, aşağılanmış olan için sadece bir zindan değil midir? Aşağılanmışların tahammül edebilmeleri için kullandığı bir ilaç mı?…Artık direnmeyeceğim.Günler geçip gidiyor. Yediğim yemekten, çıkardığım dışkıdan ve hatta konuştuğum kelimelerden bile zehirleniyorum!Güneş, uyanayım diye çığlık atar gibi yolluyor ışığını.Uyku ise sadece beni kovalayan kabuslardan ibaret.Karanlık; hayaletleri ve anılarımla kulaklarımı tırmalıyor.Daha kötü durumda olan insanların diğerlerinden daha az şikayet ettiklerini fark ettin mi?En sonunda kabullenip susmuşlar...Oysa onların da diğerleri gibi gözleri, elleri ve hisleri var...Hem cellatları hem de kurbanları barındıran ne geniş bir ordu!
En Passion, 1969
odtü mc donalds - tayfun gönül, gediz akdeniz söyleşisinden
...
Tayfun Gönül: Daha önce de konuşmuştuk?Senin ODTÜ çözümlemen vardı örneğin."ODTÜ'de Mc Donalds'a Hayır" meselesi...
Gediz Akdeniz: Tabii o tam bir simülasyon örneği.Yani Baudrillard'ın kuramının işaret ettiği simülasyon bu."Mc Donalds'a Hayır" diye çıkarsan, Ortadoğu Üniversitesi'nin ne kadar Mc Donalds bir üniversite olduğunun üstünü örtmüş olursun.Yani bu Baudrillard'ın Disneyland için söylediği gibi aslında; Baudrillard "Disneyland gerçekte Amerika'nın bir Disneyland olduğunun üstünü örtmek için ortaya çıkmış bir simülasyon" diyor.
Düzenden Kaosa Zuhur
Tayfun Gönül
Gediz Akdeniz ile Söyleşi
Tayfun Gönül: Daha önce de konuşmuştuk?Senin ODTÜ çözümlemen vardı örneğin."ODTÜ'de Mc Donalds'a Hayır" meselesi...
Gediz Akdeniz: Tabii o tam bir simülasyon örneği.Yani Baudrillard'ın kuramının işaret ettiği simülasyon bu."Mc Donalds'a Hayır" diye çıkarsan, Ortadoğu Üniversitesi'nin ne kadar Mc Donalds bir üniversite olduğunun üstünü örtmüş olursun.Yani bu Baudrillard'ın Disneyland için söylediği gibi aslında; Baudrillard "Disneyland gerçekte Amerika'nın bir Disneyland olduğunun üstünü örtmek için ortaya çıkmış bir simülasyon" diyor.
Düzenden Kaosa Zuhur
Tayfun Gönül
Gediz Akdeniz ile Söyleşi
yalnızlığımı unutturmayacak kadar, akif kurtuluş
son kez tebaamı seyrettim bir kuyunun ağzında
görüntüsünü bozmamak için suya taş atmaktan korkan tebaamı
her mahalleden bir komşu edinmiştim, mihrapsız kalmamak için
kırk gün kırk gece süren yağmurdan kaçarken saçak altına tutulmuştum
yalnız sigaramı kurutmak için çıkardım güneşe, o da bir kaç dakika
cenaze törenlerinde ağlayarak acı paylaşmasını bu zamanlar öğrendim
bir süre de yüreğinden infilak etmiş süsüyle gezindim çarşı içinde
şehrin yarısını kaybettiği aşk mektuplarımı yayımlayarak
sabahları yepyeni bir hicret duygusuyla çıkmalıyım kapıdan
tarihin benimle başladığına ancak böyle inanabilirim
ancak böyle bağışlarım yazıyı ve pusulayı benden önce bulanları
bu yaz kalenin dibinde ney üfleyerek kazandığım parayla
kuşların göç yolunu gösteren bir atlas satın aldım
istersem her haramiyi mahcup kılarım, hiçbiri ses edemez
suları geçerken gövdemize vuran ve düşen martılara
uyruğumu bırak, sözümü bil, ülkemi bul
şu meydanda bin yıl önceki savaş benim yüzümden patladı
o nedenle üzülmüyorum nal seslerinden yazılması gecikmiş hayatıma
mezuniyet müsameresinde aldığım alkışları başım sıkıştıkça kullanırdım
savurdum onları bir minareden, benle birlik büyüsün diye yüreğim
o nedenle acıtmıyor konukların önünde şarkı söyletilen bir çocukluk da
bak, şu bedevinin yanındaki benim, duruşumdan bir suikast hazırlığı
çadırların ardındaki gölgelerden baskın havası seziliyor
birazdan bir hançer kana bulayacak okul defterlerini
yaş günleri ezberlenerek, tren biletleri saklanarak tarih hatırlanmaz
takvim yaprakları arasında çiçek kurutularak da
anla! bir çiçek bile anlar koparıldığını
anlayabilirsin, gördün güllerin elimde nasıl renk değiştirdiğini
ilk kez burnunu sağ yanağıma dayadığında söylemiştim, bir de şimdi:
-bana yalnzılığımı unutturmayacak kadar yaklaş
nerde miyim: birkaç gün daha bir kuyunun ağzında
yosunları yolduğu için yönünü yitiren
yüzünü yitirmemek için cebinde şehir planını taşıyan
ve her kavşakta dizine yayıp saçını tarayan Ahali!
gördüğü her rüyayı bir kuyuya yoran saçı bitmemiş
niçin benim yetimim olsun, niçin, niçin
Akif Kurtuluş
Tören Provası
zencilik, aime cesaire
"Onlar
ki ne barutu ne
pusulayı buldular
Onlar ki hiçbir zaman buhara da elektriğe de egemen olmayı beceremediler,
onlar ki denizleri ne gökyüzünü keşfettiler,
ama kendi köşelerinde acının yurdunu bilirler."
Onlar ki hiçbir zaman buhara da elektriğe de egemen olmayı beceremediler,
onlar ki denizleri ne gökyüzünü keşfettiler,
ama kendi köşelerinde acının yurdunu bilirler."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)