ingmar bergman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ingmar bergman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mayıs 2021 Salı

Persona (1966), Ingmar Bergman

Persona (1966) - Ingmar Bergman

Benim anlamadığımı mı sanıyorsun varolmak denilen o umutsuz düşü?
Olur gibi görünmek değil, var olmak. 
Her an bilinçli, tetikte.
Aynı zamanda başkalarının huzurundaki varlığınla kendi içindeki varlık arasındaki o yarılma…
Baş dönmesi ve gerçek yüzünün açığa çıkarılması için o bitimsiz açlık.
Ele geçirilmek, eksiltilmek ve hatta belki de yok edilmek.
Her ses, her kelime yalan.
Her jest sahte.
Her gülümseme yalnızca bir yüz hareketi.
İntihar etmek. Hayır. Fazlasıyla iğrenç.
İnsan yapamaz ama hareketsiz kalabilir.
Susabilir.
Hiç değilse o zaman yalan söylemez.
Perdelerini indirip, içine dönebilir.
O zaman rol yapmaya gerek kalmaz; birkaç farklı yüz taşımaya ya da sahte jestlere de…
Böyle olduğuna inanır insan.
Ama gördüğün gibi gerçeklik bizimle dalga geçer.
Sığınağın yeterince sağlam değil.
Her tarafından yaşam parçaları sızıyor.
Ve tepki vermeye zorlanıyorsun.
Kimse gerçek mi yoksa sahte mi diye sorgulamıyor.
Kimse sen gerçek misin, yoksa yalan mısın demiyor.
Bu sorunun yalnızca tiyatroda bir önemi olabilir.
Belki orada bile değil.
Seni anlıyorum Elisabet, susmanı anlıyorum. 
Hareket etmemeni anlıyorum ve sana hayranlık duyuyorum.
Bitene kadar bu oyunu oynamalısın; ancak o zaman bırakabilirsin.
Tıpkı diğer rollerini bıraktığın gibi 
bunu da yavaş yavaş bırakırsın.


4 Ocak 2015 Pazar

bergman ve ağabeyi, büyülü fener

...Ağabeyimden alınacak bir öcüm vardı..Bir gün tombul bir solucanı burnumun ucunda sallandırıp, "Eğer bu solucanı yersen sana beş öre veririm" demişti.Solucanı mideme indirmeyi başardım, son parçayı yuttuğum zaman, "Sen bir solucan yiyecek kadar aptal olduğuna göre ben de sana beş öre vermeyeceğim" demişti!

Esasen ben fazla saftım, her şeye kolay kanardım.Burnumda et olduğu için çoğu zaman ağzımdan soluk alırdım, bundan ötürü de salak bir görünüşüm vardı.

Bir gün ağabeyim, "Anneannenin şemsiyesini al" dedi."Aç.Sana yardım edeceğim.Şimdi yukardaki balkondan atlarsan, uçacaksın." Son dakikada durduruldum ve öfkeyle ağladım.Aldatıldığımdan değil, insanın anneannesinin şemsiyesiyle uçamayacağı için.

Büyülü Fener
İngmar Bergman

güney denizlerine özlem duyan bir penguen, büyülü fener, ingmar bergman


Yıllar önce Walt Disney'in Güney denizlerine özlem duyan bir penguene ilişkin bir çizgi filmini izlemiştim.Penguen en sonunda düşünü gerçekleştirmiş ve mavi suların çevrelediği, palmiyelerin hışırdadığı bir adaya ulaşmıştı.Ne ki, oraya gidince Antartika'nın resimlerini adadaki bir palmiye ağacına iğnelemişti.Yurt özlemi çekiyordu ve kendisini geri götürecek yeni bir tekne yapmakla meşguldü.

Ben o penguen gibiyim.Residenz Tiyatrosu'nda çalışırken sık sık Kraliyet Dram Tiyatrosu'nu düşündüm, kendi dilime, kendi dostlarıma ve arkadaşlarıma dönmeyi özledim.Şimdi kendi ülkemdeyim ve meydan okumaların, kavgaların, kanlı çatışmaların, ölüme karşı koyan oyuncuların özlemini çekiyorum.

Büyülü Fener
İngmar Bergman

charlie chaplin & ingmar bergman, büyülü fener

1960'larda Charlie Chaplin yeni çıkan özyaşam kitabını tanıtmak üzere Stockholm'e geldi.Yayıncısı Lasse Bergström bana bu büyük adamla Grand Hotel'de karşılaşmayı isteyip istemediğimi sordu.İstiyordum.Bir sabah saat onda kapısını vurduk.Kapıyı Chaplin kendisi açtı.Üzerinde çok iyi dikilmiş koyu renk bir takım giysi ve yakasında Legion d'Honneur rozeti vardı.Zengin tonaliteleri olan o boğuk ses bizi nezaketle karşıladı.Karısı Oona ve cayylanlar kadar sevimli genç iki kızı içerdeki odadan çıkıp yanımıza geldiler.

Anında kitabından söz etmeye başladık.Chaplin'e ilk kez ne zaman insanları güldürebildiğini, insanların ilk kez özellikle ona güldüğünü fark ettiğini sordum.İlgiyle başını salladı, konuşmaya istekliydi, hemen anlattı.

Keystone tarafından işe alınmış ve Keystone Kops adı altında çalışan sanatçı topluluğuna katılmış.Topluluk, hareketsiz kamera karşısında sahne üzerinde varyete yaparmışçasına tehlikeli numaralar sunuyormuş.Bir gün kocaman sakallı ve beyaz makyajlı bir kötü adamı kovalamaları istenmiş.Günlük çalışmalarından birini yapacaklarmış yani.Epeyce koşuşup düşüp kalktıktan sonra kötü adamı yakalamayı başarmışlar.Adam yere oturmuş, çevresini coplarıyla kafasına vuran polisler sarmış.Chaplin, kendisine söylendiği gibi sürekli olarak adamın kafasına vurmak istememiş.Çevreyi saranların arasında kendisinin görünebileceğinden emin olduğu bir yerde durup copuyla dikkatle ve uzun uzun nişan almış, birkaç kez copunu kaldırmış ama hep son dakikada drumuş, vurmamış.Yavaş yavaş ve özenli bir ön hazırlıktan sonra copunu kaldırmış ama bu kez de isabet ettiremeyip yere yuvarlanmış.Film, Nickelodeon'da gösterildiğinde o da sonucu görmeye gitmiş.

Sinema seyircisi hedefini kaçıran bu hamleyi gördüğünde ilk kez Charlie Chaplin'e gülmüş.

Büyülü Fener
İngmar Bergman

vargtimmen, büyülü fener, ingmar bergman

Vargtimmen, Hour of the Wolf, İngmar Bergman

Dayak faslı bittikten sonra babamın elini öpmek gerekirdi ve böylece bağışlanma ilan edilir, suç yükü hafifler, bunu ferahlama ve dua izlerdi.Elbette yemek yemeden ve gece okumalarını yapmadan yatmak zorundaydık, gene de önemli ölçüde rahat bir soluk alınırdı.

Karanlık korkusuyla kıvranan bir çocuk için çok tatsız olabilen ve kendiliğinden oluşuveren bir ceza türü daha vardı: özel bir dolabın içine kapatılmak.Alma, mutfakta bize o özel dolabın içinde yaramaz çocukların ayak parmaklarını yiyen bir yaratığın yaşadığını söylemişti.Ben karanlıkta bir şeyin yürüdüğünü çok açık seçik işitmiş v büyük bir dehşete kapılmışım.Ne yaptığımı anımsamıyorum.Ayak parmaklarımı yenilip yutulmaktan kurtarmak için belki raflara tırmanmış, belki de çengellere asılmıştım.

Bulduğum bir çözümle bu ceza türü korkunçluğunu yitirdi.Dolabın köşesine yeşil ve kırmızı ışıklı bir el feneri sakladım.Dolaba kapatıldığım zaman, feneri köşesinden çıkarıp yakıyor, ışığı duvara yönelterek kendimi sinemada varsayıyordum.Bir kezinde kapı açıldığında gözlerim kapalı, yere yattım ve kendimde değilmiş gibi yaptım.Herkes çok korktu.Yalnızca annem rol yapıyor olabileceğimden kuşkulandı, ama hiçbir kanıt bulunamadı ve bir ek cezaay çarptırılmadım.

Büyülü Fener
İngmar Bergman


bir düş olarak film, büyülü fener, ingmar bergman


Film belge olduğu zamanın dışında bir düştür.Bundan dolayı Tarkovski sinema yönetmenlerinin en büyüğüdür.Düşsel mekanlarda bir uyurgezerin güveniyle hareket eder, hiç açıklama yapmaz.Zaten ne açıklayacaktır ki!Düşlerini bütün iletişim araçlarının en zoru, ama bir anlamda en isteklisi aracılığıyla görünür kılabilen bir gözlemcidir o.Ben, bütün hayatım boyunca bir doğallıkla dolaştığı kapıları yumrukladım durdum.Ama bu kapılardan içeri ancak birkaç kez süzülmeyi başarabildim.Bilinçli çabalarımın çoğu acınası bir başarısızlıkla sonuçlandı: Yılan Yumurtası, Temas, Yüz Yüze, vs.


Fellini, Kurosawa, Bunuel; Tarkovski'yle aynı alanlarda dolaşırlar.Antonioni de aynı yoldaydı, ama soluğu tıkandı ve kendi sıkıcılığında boğuldu gitti.Melies ise düşünmesine hiç gerek kalmadan hep oradaydı.Mesleği sihirbazlıktı onun.

Düş olarak film, müzik olarak film.Hiçbir sanat dalı sıradan bilinçliliğin ötesine filmin geçtiği ölçüde geçemez.Doğrudan duygulara ulaşır.Ruhun derinliklerindeki küçük bir hata, şok etkisi: Bir saniyede yirmi dört kare, arada karanlık.Optik sinit karanlığı algılamaz.Montaj masasında film şeridini kare kare oynattığımda hala çocukluğumun baş döndürücü sihirli duyumlarını yaşarım.Dolabın karanlığında, kareleri yavaş yavaş birbiri ardına sararım, hiç algılanmayan değişiklikleri görürümç, hızlı sararım-devinim.

Dilsiz ya da konuşan gölgeler hiç çekinmeksizin içimdeki en gizli yerlere yönelirler.Kızgın maden kokusu, dalgalanan ve titreşen resim ve avcumun içindeki çevirme kolu, Malta sürgüsünün tıkırtısı.

Büyülü Fener
İngmar Bergman

5 Ekim 2012 Cuma

en passion (bir tutku), 1969, ingmar bergman


Andreas Winkelman: Kendini bir düş kırıklığı olarak görmek ne acı…Bazı insanlar, iyi niyet kisvesi altında aşağılayarak sana ne yapman gerektiğini söylerler. Yaşayan bir canlıyı ezip geçme isteğiyle yaparlar bunu… Özgürlük hakkında pek çok konuşuruz. Özgürlük, aşağılanmış olan için sadece bir zindan değil midir? Aşağılanmışların tahammül edebilmeleri için kullandığı bir ilaç mı?…Artık direnmeyeceğim.Günler geçip gidiyor. Yediğim yemekten, çıkardığım dışkıdan ve hatta konuştuğum kelimelerden bile zehirleniyorum!Güneş, uyanayım diye çığlık atar gibi yolluyor ışığını.Uyku ise sadece beni kovalayan kabuslardan ibaret.Karanlık; hayaletleri ve anılarımla kulaklarımı tırmalıyor.Daha kötü durumda olan insanların diğerlerinden daha az şikayet ettiklerini fark ettin mi?En sonunda kabullenip susmuşlar...Oysa onların da diğerleri gibi gözleri, elleri ve hisleri var...Hem cellatları hem de kurbanları barındıran ne geniş bir ordu!

 En Passion, 1969

17 Ekim 2011 Pazartesi

persona,1966

Benim anlamadığımı mı sanıyorsun? Var olmak denilen o umutsuz düşü… Olur, gibi görünmek değil, var olmak. Her an bilinçli, tetikte. Aynı zamanda başkalarının huzurundaki varlığınla kendi içindeki varlık arasındaki o yarılma. Baş dönmesi ve gerçek yüzünün açığa çıkarılması için o bitimsiz açlık. Ele geçirilmek, eksiltilmek ve hatta belki de yok edilmek. Her kelime yalan. Her jest sahte… Her gülümseme yalnızca bir yüz hareketi. İntihar etmek... Hayır! Fazlasıyla iğrenç. İnsan yapamaz ama hareketsiz kalabilir. Susabilir. Hiç değilse o zaman yalan söylemez. Perdelerini indirip, içine dönebilir. O zaman rol yapmaya gerek kalmaz... Bir kaç farklı yüz taşımaya ya da sahte jestlere. Böyle olduğuna inanır insan. Ama gördüğün gibi gerçeklik bizimle dalga geçer. Sığınağın yeterince sağlam değil. Her tarafından yaşam parçaları sızıyor. Ve tepki vermeye zorlanıyorsun. Kimse gerçek mi yoksa sahtemi diye sorgulamıyor. Kimse sen gerçek misin yoksa yalan mısın demiyor. Bu sorunun yalnızca tiyatroda bir önemi olabilir. Belki orada bile değil. Seni anlıyorum Elisabet, susmanı anlıyorum. Hareket etmemeni anlıyorum. İsteksizliğini fantastik bir sisteme bağlamışın. Anlıyor ve hayranlık duyuyorum. Bitene kadar bu oyunu oynamalısın... Ancak o zaman bırakabilirsin. Tıpkı diğer rollerini bıraktığın gibi bunu da yavaş yavaş bırakırsın.

16 Ekim 2011 Pazar

her kaybediş bir manzara

"Yaralıyız...Ne yana dönsek, ne söylesek acı veriyor."
Bergman böyle dillendirmişti  'Bir Evlilikten Manzaralar'ında..Aslında Bergman filmlerini sağa sola dönüp, bir şeyler söylemeye gayret ettiğin zamanlarda izlemek de bir o kadar acı verir; ne kadar yaralı olduğunu hatırlatır insana.Velhasıl, yarayı anlamak için bıçağa lüzum duyduğumuz günlerden geliyoruz...Pişmanız, değiliz bilmem ama yaralıyız işte.En güzeli de her kaybedişten bir manzara çıkacağını bilmeden kaybetmek.O zaman, insanın manzaraya bakası dahi gelmiyor ve iyi bir şey bu.