italo calvino etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
italo calvino etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ağustos 2023 Pazar

Örümceklerin Yuvalandığı Patika - Italo Calvino


...

"Çorbamı istersen, alabilirsin" diyor Pin'e."Boğazıma kan dolduğu için, ben içemiyorum."

Ve yere kırmızı bir köpük tükürüyor.Pin ilgiyle ona bakıyor; kan tükürmeyi başaranlara karşı her zaman tuhaf bir hayranlık duymuş, veremliler gibi kan tükürenlerden hoşlanmıştır.

"Demek, sen de veremlisin," diyor kafası kazılı çocuğa.

"Belki de onlar yüzünden verem oldum" diyor kafası kazılı çocuk böbürlenerek.Pin ona hayranlık duyuyor, belki de gerçek birer dost olurlar.Üstelik, Pin'e kendi çorbasını verdi; Pin çok memnun oluyor buna, çünkü karnı aç.

"Böyle devam ederse" diyor kafası kazılı çocuk, "bütün hayatımı mahvedecekler."

"Öyleyse niçin Kara Tugay'a yazılmıyorsun?" diyor Pin.

Bunun üzerine kafası kazılı çocuk doğrulup şiş gözlerini Pin'in yüzüne dikiyor: "Baksana, benim kim olduğumu bilmiyor musun sen?"

"Hayır, kimsin?" diyor Pin.

"Kızıl Kurt'tan söz edildiğini duymadın mı hiç?"

Kızıl Kurt.Ondan söz edildiğini duymayan mı var? Ne zaman faşistlere bir darbe vurulsa, karargahlarından birinde bir bomba patlasa, bir ajan ortadan yok olsa ve akıbetinin ne olduğu bilinmese, insanlar alçak sesle bir ad söylerler: Kızıl Kurt.Pin, Kızıl Kurt'un on altı yaşında olduğunu ve daha önce Todt'da işçi olarak çalıştığını da biliyor.Askerlikten muaf tutulmak için Todt'da çalışan öteki çocuklar Pin'e ondan söz etmişlerdi, çünkü Rus beresi giyiyor ve hep Lenin'den söz ediyormuş, o kadar ki KGB adını takmışlar ona.Bir de, dinamit ve saatli bomba saplantısı varmış; anlaşıldığı kadarıyla, Todt'a da mayınların nasıl yapıldığını öğrenmek için girmiş.Bir gün bir demiryolu köprüsü havaya uçmuş ve KGB'yı bir daha Todt'da gören olmamış; dağlarda yaşıyor ve geceleri beyaz-kırmızı-yeşil bir yıldız işli Rus beresiyle ve kocaman bir tabancayla şehre iniyormuş.Uzun saçları varmış ve adı Kızıl Kurt'muş.

...


Pietromagro düşünceye dalıyor."Tabii, tabii, siyasi tutuklu.Seni burada görünce, işte, diye düşündüm, hapislerde çürümeye başlamış bile.Çünkü adam bir kez hapsi boylamaya başlarsa, bir daha çıkamaz; bin kere dışarı salıverseler, bin kere hapse geri dönerTabii, siyasi tutukluysan iş değişir.

Bak, bilsem, gençliğimde ben de siyasilerin safına katılırdım.Çünkü adi suç işlemekle hiçbir yere varamazsın ve az çalan hapsi boylar, çok çalan han hamam sahibi olur.Siyasi suç işlediğinde olduğu gibi hapse girersin (kim suç işlerse, hapsi boylar) ama hiç olmazsa bir gün artık hapislerin olmadığı daha iyi bir dünyaya kavuşma umudun vardır.Bunu bana yıllar önce birlikte hapis yattığımız bir siyasi tutuklu söylemişti: Siyah sakallı bir adamcağız, sonra öldü.

...

Kızıl Kurt, renkli serüven dergileriyle yetişen kuşaktan; ne var ki, o her şeyi ciddiye almış ve yaşam o âna kadar yüzünü kara çıkarmamış.

...

Bir partizana asla 'sen kimsin?' diye sorulmaz.Proletaryanın çocuğuyum, diye cevap verir ona, 'yurdum enternasyonal'dir, kız kardeşim ise devrim."

Pin irkilip ufak tefek adamı süzüyor: "Ne? Sen de mi ablamı tanıyorsun?"


...

Şimdi tekdüze Cenova aksanıyla yüksek sesle okuyor kitabı: Gizemli Çin mahallelerinde ortadan yok oluveren kişilerin hikayeleri.Dritto, yüksek sesle kitap okunmasından hoşlanıyor ve ötekileri susturuyor; hayatı boyunca asla bir kitabı okuyacak sabrı gösteremediğini, ama bir keresinde, hapisteyken, yüksek sesle Monte Kristo Kontu'nu okuyan yaşlı bir mahkumu saatlerce dinlediğini ve bundan çok hoşlandığını söylüyor.

Ama Pin, kitap okumakta ne gibi bir zevk olduğunu anlayamıyor ve sıkılıyor."Tahta Külah" diyor, "karın ne diyecek o gece?"

"Hangi gece?" diyor henüz Pin'in esprilerine alışmamış olan Tahta Külah lakaplı Uzun Zena.

"İlk kez yatağa yattığınız ve sen aralıksız kitap okuduğun gece!"

...

Partizanlar seyrek olarak ve kısa rüyalar görüyorlar.Aç gecelerin yol açtığı, hep az olan ve pek çok kişiyle paylaşılması gereken yiyecek sorunuyla bağlantılı rüyalar bunlar: Mesela, ısırıp bir çekmeceye koydukları ekmek parçalarını düşlüyorlar.Sokak köpekleri, benzer rüyaları görüyor olsalar gerek.Kemirip toprağa gömdükleri kemikleri.Olsa olsa, karınları tokken, ateş yanıyorken ve gün boyunca çok fazla yürümemişlerse, çıplak bir kadını rüyalarında görebiliyor ve sabah, yüklerini boşaltmış olarak ve neşeli, yelken açarcasına keyifle uyanabiliyorlar.

...


"Arkadaşlar," diye konuşmaya başlıyor, kimseyi, Mancino'yu bile incitmek istemiyormuş gibi sakin sesi, "herkes niçin partizanlık yaptığını bilir.Ben kalaycılık yapıyor, köy köy geziyordum, bağırışım uzaktan duyulur ve kadınlar tamir etmem için delinmiş tencereleri alıp bana getirirlerdi.Ben evlere girer ve hizmetçi kızlarla şakalaşırdım ve bazen bana yumurta ve bardak bardak şarap verirlerdi.Kap kacağı bir çayırda kalaylamaya koyulurdum ve çevremde her zaman durup bana bakan çocuklar olurdu.Şimdi artık köyleri dolaşamıyorum, çünkü dolaşsam beni tutuklarlar, üstelik her yeri yakıp yıkan bombardımanlar var.Bu nedenle, partizanlık yapıyoruz: Kalaycılık işine dönebilmek için, ucuz şarap içip yumurta yiyebilelim diye, bizi artık tutuklamasınlar ve artık hava saldırıları olmasın diye.Ayrıca, komünizmi de istiyoruz.Komünizm demek, artık kapının yüzüne çarpıldığı evlerin olmaması, gece kümeslere girmek zoruunda kalmaman demektir.Komünizm demek, eve girmişsen ve evdekiler çorba içiyorlarsa, kalaycı da olsan sana çorba ikram etmeleri, Noel'de Noel çöreği yiyorlarsa, aynı çörekten sana da vermeleri demektir.İşte komünizm budur.Örneğin, buraada öyle bitlenmişiz ki, bitler bizi sürükledikleri için uykumuzda hareket ediyoruz.Ben tugay karargahına gittim, gördüm ki toz böcek ilaçları var.Bunun üzerine dedim ki: "Ne güzel komünistlermişsiniz, bundan birliğe yollamıyorsunuz.Onlar da bize toz böcek ilacı göndereceklerini söylediler.İşte komünizm budur."

...


"Niçin savaşıyorlar öyleyse?" Ferriera niçin savaştığını biliyor, her şey apaçık.

"Bak," diyor Kim, "şu an birlikler mevzilerine doğru sessizce tepeleri tırmanıyorşar.Yarın ölüler, yaralılar olacak.Onlar bunu biliyorlar.Kim itiyor onları bu yaşama, kim itiyor onları savaşmaya, söylesene bana?Bak, bu dağlarda yaşayan köylüler var, onlar için daha kolay.Almanlar köylerini yakıyor, ineklerini alıp götürüyorlar.Onlarınki en temel anlamıyla insani bir savaş, yurtlarını savunma çabası, köylülerin bir yurdu var.Bu sayede, yaşlısı genci, kırık dökük tüfekleri, dimi avcı ceketleriyle bizimle birlikteler, silah kuşanmış sıra sıra köyler; biz onların yurdunu savunuyoruz, onlar bizimle birlikteler.Ve yurt, ciddi olarak bir ideal haline geliyor onlar için, onları aşıyor, mücadeleyle aynı şey haline geliyor, savaşı sürdürebilmek için evlerini de, ineklerini de feda ediyorlar.Oysa öteki köylüler için, yurt bencilce bir şey: ev, inekler, hasat.Ve her şeyi korumak için casus oluyorlar, faşist oluyorlar; bir sürü köy düşmanımız...Sonra, işçiler.İşçilerin kendi tarihleri var: ücretler, grevler, emek ve kol kola mücadeleyle örülmüş bir tarih.Bir sınıf, işçiler.Yaşamda daha iyisinin olduğunu ve bu daha iyi için savaşılması gerektiğini biliyorlar.Onların da bir yurdu var, henüz fethedilmemiş bir yurt ve onu fethetmek için burada savaş veriyorlar.Aşağıda, şehirlerde, onların olacak olan fabrikalar var; şimdiden fabrika depolarının üzerine kırmızıyla yazılmış yazıları ve bacaların üzerinde yükselen bayrakları görür gibi oluyorlar.Ama duygusallık yok onlarda.Gerçeği ve gerçeğin nasıl değiştirilmesi gerektiğini anlıyorlar.Sonra burada şurada, zihinlerinde belli belirsiz ve çoğu zaman çarpık  fikirleri olan birkaç aydın ya da öğrenci var, ama az sayıları.Sözcüklerden ya da olsa olsa birkaç kitaptan kurulu bir yurtları var.Ama savaştıkça, sözcüklerin hiçbir anlamı olmadığını görecek, insanların savaşında yeni şeyler keşfedecek ve böylece soru sormadan savaşacaklar, sonunda yeni sözcükler aranmayacak ve eski, ama değişmiş, beklenmedik anlamlara bürünmüş sözcüklere yeniden kavuşacaklar.Başka kimler var? Toplama kamplarından kaçıp bize katılan yabancı tutsaklar; onlar gerçek bir yurt için savaşıyorlar, ulaşmak istedikleri uzak bir yurt için, yurt olması da, uzak olmasından kaynaklanıyor zaten.Ama bunun tamamıyla bir simgeler savaşı olduğunu, her şeyin ya da her kişinin Çin gölge oyunundan bir figüre, bir mite dönüştüğü, beyni zorlayan bir yer değiştirmeler oyunuyla, insanın bir Almanı öldürmek için o Almanı değil, bir başkasını düşünmek zorunda olduğunu anlıyor musun?


Ferriera sarı sakalını sıvazlıyor; bütün bunların hiçbirini görmüyor o.

"Öyle değil," diyor.

"Öyle değil," diyerek sözünü sürdürüyor Kiim, "ben de biliyorum.Öyle değil.Çünkü herkeste ortak başka bir şey var: öfke.Dritto'nun birliği: küçük hırsızlar, jandarmalar, eski askerler, kara borsacılar, serseriler.Toplumun katmanları arasına yerleşip bütün çarpıklıkların ortasında düzenini kurmuş, savunacak ve değiştirecek hiçbir şeyleri olmayan insanlar.Ya da bedensel kusurları olanlar veya takıntılı ya da fanatik kimseler.Onları öğüten çarka bağlı oldukları için, bu insanlarda devrim fikri doğamaz.Ya da öfkenin, aşağılanmanın çocuğu olarak sakat doğar, uç görüşleri olan aşçının uzun sıkıcı konuşmalarındaki gibi.Niçin savaşıyorlar, öyleyse?Bir yurtları yok: ne gerçek, ne hayali bir yurtları.Gene de onlarda da cesaret olduğunu, aşırı bir öfke olduğunu biliyorsun.Aşağılanmış yaşamlarından, sokaklarındaki karanlıktan, evlerindeki pislikten, çocukluklarından beri öğrendikleri edepsiz sözlerden, kötü olmak zorunda kalmanın bezginliğinden geliyor bu öfke.Ve küçücük bir şey, yanlış bir adım, içlerindeki bir kızgınlık yetiyor, Pelle gibi kendilerini karşı tarafta buluyor ve aynı öfkeyle, aynı nefretle, şu ya da bu kişilere ateş ediyorlar, fark etmiyor onlar için."


Ferriera, sakalının içinden inler gibi konuşuyor: "Demek ki, bizimkilerin ruhuyla...Kara Tugay'ın ruhu aynı...Öyle mi?

"Aynı.Ne demek istediğimi anlıyorsun aynı..."Kim durup bir parmağıyla gösteriyor, sanki kitap okurken kaldığı yeri belirliyormuş gibi: "Aynı, ama yüzde yüz tersi.Çünkü biz doğru yoldayız, onlar yanlış yolda.Burada bir şeyler çözüyoruz., orada var olan zincir pekiştiriliyor.Dritto'nun adamları üzerine çöken kötülüğün o ağırlığı, benim, senin, hepimizin üzerine çöken o ağırlık, hepimizin içinde olan ve ateş ederek, öldürdüğümüz düşmanlarla dışa vurduğumuz o eski öfke; faşistleri ateş etmeye iten, aynı arınma, kurtuluş umuduyla karşıtlarını öldürmeye sevk eden öfkeyle birebir aynı.Ama bir de tarih var.Tarih açısından baktığında, biz kurtuluştan yanayız, onlar öteki saftalar.Bizde, onlarınkine eşit olsa da, hiçbir hareket, hiçbir atış boşa gitmemeli; her şey bizi özgürleştirmeye değilse, çocuklarımızı özgürleştirmeye, insanların kötü olmayabileceği öfkesiz, dingn bir insanlık kurmaya hizmet edecektir.Öteki taraf, yitirilmiş hareketlerin, boşa öfkelerin tarafı; kazansalar bile, yitik, yararsız kişiler olacaklar, çünkü tarih yapmıyorlar, özgürleştirmeye değil, o öfkeyi ve nefreti yinelemeye ve sürdürmeye hizmet ediyorlar, ta ki aradan yirmi ya da yüz ya da bin yıl geçip aynı noktaya gelinceye, biz ve onlar gözlerimizde aynı adı konmamış nefretle savaşıncaya kadar - ve gene, belki bilmeksizin, biz kurtulmak, onlar köle kalmak için.Savaşın anlamı bu, değişik anlamlarının ötesinde gerçek, bütünsel anlamı.Bütün aşağılanmalarımızdan güç alarak, insani ,temel, adı konmamış bir kurtuluş dürtüsü: İşçinin sömürüden kurtuluşu, köylünün cehaletinden kurtuluşu, paryanın yozluktan kurtuluşu.Ben siyasal görevimizin bu olduğuna inanıyorum.İnsani yoksunluğumuzu da kullanmalıyız, kendi kendine karşı kullanmalıyız onu, kurtuluşumuz için, tıpkı faşistlerin yoksunluğu sürdürmek ve insanları karşı karşıya getirmek için kullandığı gibi.

...


Kim, Ferriera'nın anlamamasını doğal karşılıyor; Ferriera gibi adamlarda kesin sözler ederek konuşmak
gerekir, "a,b,c" demek gerekir, olaylar ya kesindir, ya "ipe sapa gelmez görüşler"dir, onlar için belirsiz ve karanlık bölgeler yoktur.Ama Kim, Ferriera'dan üstün olduğuna inandığı için böyle düşünmüyor; onun amacı, Ferriera gibi akıl yürütebilmek, Ferriera'nınki dışında başka gerçeklik tanımamak, gerisi boş.

...

Kim, birliklerin durumunu komiserlerle birlikte gözden geçirirken mantıklı birisi, ama patikalarda tek başına yürürken akıl yürüttüğünde, şeyler gizemli ve sihirli, insanların yaşamı mucizelerle dolu bir havaya bürünüyor."Aklımız hala mucizeler ve büyülerle dolu, diye düşünüyor Kim.Arada bir, bir simgeler dünyasında yürüyormuş gibi geliyor ona, çocukken defalarca okuduğu Kipling'in kitabındaki, Hindistan'ın ortasındaki küçük Kim gibi.

"Kim... Kim... Kimdir Kim?..."


...

Dritto'nun birliğindeki şu çocuk, neydi adı? Pin mi? Güldüğünde bile, çilli yüzündeki şu öfke kasırgası...Bir fahişenin kardeşi olduğunu söylüyorlar.Niçin savaşıyor?Artık bir fahişenin kardeşi olmamak için savaştığını bilmiyor.

...

Yarın büyük bir çarpışma olacak.Kim, sakin."A, b, c," diyecek.Düşünmeye devam ediyor: Seni seviyorum Adriana.Tarih bu, başka bir şey değil.

...

Italo Calvino
Örümceklerin Yuvalandığı Patika 
Resimleyen: Gianni De Conno
Çeviri: Kemal Atakay
Yapı Kredi Yayınları

22 Mart 2023 Çarşamba

Italo Calvino - Öyküleri Üzerine Kendi Değinilerinden - Örümceklerin Yuvalandığı Patika & İkiye Bölünen Vikont

...

Partizan öyküleriyle işe başlamam bir rastlantı değildi: O öyküler iyi gidiyordu, çünkü tehlike dolu, baştan sona hareketli, birazcık zalimce, birazcık böbürlenici, günün ruhuna uygundu, anlatının tuzu biberi olan "gerilimi" içeriyordu.Kısa bir roman da yazmıştım, 1946'da, "Örümceklerin Yuvalandığı Patika", yeni gerçekçi sertlikte ortalığı kırıp geçirmiştim, gelin görün ki eleştirmenler "masalsı" olduğumu söylemeye başladılar.Ben o oyunu üstleniyordum: Gayet iyi anlıyordum ki, marifet proletaryadan ve gündelik hayattaki şiddet olaylarından söz ederken masalsı olabilmektedir, öyle ya, şatolarla kuğulardan dem vururken masalsı olmakta hiçbir hüner yoktur.

...

Gelgelelim öykümüze, bir süredir boylu boyunca ikiye bölünmüş, parçalarının her biri kendi yolunu giden bir adam düşünüyordum.Modern bir savaştaki bir askerin öyküsü mü?Ama o her zamanki anlatımcı hiciv bin kez kullanılmıştı: Eski zaman savaşlarından biri daha uygun, Türkler, bir pala darbesi, hayır: Bir top güllesi daha iyi, böylece bir yarının yok olduğu düşünülür ve sonradan ortaya çıkar.Öyleyse top kullanan Türkler mi?Evet, Türk-Avusturya savaşları, 17. yüzyıl sonu, Prens Öjen, ama hepsi belirsiz bırakılacak, tarihsel roman beni ilgilendirmiyordu henüz.Demek ki: Adamın bir yarısı hayatta kalacak, öteki yarısı ikinci bir aşamada çıkagelecek.İkisini birbirinden nasıl ayırmalı peki?Etkileyiciliği kesin olan sistem bir yarıyı iyi, öbür yarıyı kötü yapmak, R.L. Stevensovari bir karşıtlık, Dr. Jekyll ile Mr. Hyde gibi, Master of Ballantrae'deki kardeşler gibi.Böylece öykü kusursuz bir geometri izleyen bir şemaya göre kendi kendine kuruluyordu.Eleştirmenler de hatalı bir iz sürmeye başlayabilirlerdi: Beni aslında ilgilendirenin iyilik ve kötülük sorunu olduğunu söyleyeceklerdi.Hayır, o konu beni hiç de ilgilendiriyor değildi, iyilikle kötülüğü bir an bile düşünmüş değildim.Bir ressam nasıl bir şekli belirginleştirmek için alışılagelmiş bir renk kontrastı kullanırsa, ben de beni ilgilendiren şeyi, yani ikiye bölünüşü belirginleştirmek üzere pek kullanılmış bir anlatısal kontrasta başvurmuştum.

İkiye bölünmüş, sakat kalmış, eksik, kendi kendine düşmandır çağdaş insan; Marx ona "yabancılaşmış" demişti, Freud "bastırılmış"; eskiden bir uyum durumu varmış ki yitirilmiş, yeni bir bütünlük aranmakta.Öyküye bilinçli olarak vermeyi istediğim ideolojik-ahlaksal anafikir buydu.Ama onu felsefi düzlemde işleyip  derinleştirmek yerine, anlatıya her parçası diğerleriyle iyice bağlantılı bir düzenek görevini yapacak bir iskelet, lirik düş gücünün serbest çağrışımlarından kan ve can vermeyi yeğlerdim.

...

Italo Calvino - 1960 Notu

18 Mart 2023 Cumartesi

Varolmayan Şövalye - Atalarımız, İtalo Calvino


...

Başrahibe bana onlarınkinden ayrı bir görev vermeyi uygun buldu: Bu öyküyü yazma görevini.Ama aslında manastırdaki bütün işler aynı amaca yöneliktir, ruhun selametine, bu nedenle hepsi bir gibidir.

...

İlk ışıklar, çırılçıplak bedenlerden ağarmış bir savaş alanını aydınlatır.Akbabalar yeniden yere konarlar, şölen başlar.Ama ellerini çabuk tutmak zorundadırlar, çünkü çok geçmeden mezarcılar gelecek, kuşlardan esirgedikleri şeyi kurtlara sunacaklardır.

...

"Hedefi tutturuyorsun, ama hep rastlantı işte."

"Rastlantı mı?Hedefi daha bir kez bile şaşırmadım, rastlantı ha!"

"Yüz tane oku şaşırmadan atsan da rastlantı, hep rastlantı."

"Öyleyse ne var rastlantısal olmayan? Rastlantı olmadan başarıya kim ulaşabilir ki?"

...

"Neye güvenmek istiyorsun ki?" diye sözünü kesti Torrismondo."Armalar, rütbeler, geçitler, sanlar...Hepsi maskaralık.Soylu yiğitlerin şanlı serüvenlerinin görüntülerini ve sloganlarını taşıyan kalkanlar demirden değil, kağıttan hepsi: Parmağını bir yanından bastırsan öbür yanından çıkar."

...

"Ne savunma var, ne saldırı, hiçbir şeyin anlamı yok," dedi Torrismondo."Savaş dünya durdukça sürecek, ne kazanan olacak ne kaybeden, sonsuza değin böyle karşılıklı siperlerde çakılı kalacağız.Bir taraf olmasa öteki tarafın hiçbir varlığı kalmayacak, artık onlar da, biz de neden savaştığımızı çoktan unuttuk...Şu kurbağaları işitiyor musun?Bütün yapıp ettiklerimizde, onların vıraklamalarından, kıyıdan suya, sudan kıyıya sıçramalarından fazla anlam yok..."

"Benim için öyle değil," dedi Rambaldo, "benim gözümde , tam tersine, her şey fazla kalıplaşmış, fazla düzenli...Erdemi, yiğitliği gözlerimle görüyorum görmesine de, hepsi öyle sopsoğuk ki...Varolmayan bir şövalyenin olması, açık söyleyeyim, ürkütüyor beni...Yine de ona hayranım, yaptığı her şey öylesine kusursuz ki, varolsa bu kadar güven veremezdi insana, neredeyse -kızardı- Bradamante'yi anlıyorum...Hiç kuşkusuz, Agilulfo ordumuzun en üstün nitelikli şövalyesi..."

...

Kapıdaki nöbetçiler yüzünü göstermesini istiyorlar; yüzünü göstermeyen kimseyi içeri sokmama buyruğu almışlar, çünkü çevreyi haraca kesen korkunç bir haydut olabilirmiş.Agilulfo olmaz diyor, nöbetçilerle vuruşuyor, geçidi zorluyor, kaçıyor.

Bu kentin ötesinde çizdiğim de orman: Agilulfo ormanın her yanını dolaşıyor, sonunda korkunç haydudu bulup ininden çıkarıyor.Silahını alıyor, zincire vuruyor, alıp kendisine geçit vermek istemeyen bekçilerin önüne sürüklüyor."İşte, korktuğunuz haydudu zincire vurdum!"

"Ah, Tanrı senden razı olsun, ak şövalye!Ama söyle bize, kimsin, miğferinin siperini neden kaldırmazsın?"

"Adım yolumun sonunda" deyip kaçıyor Agilulfo.

...

İtalo Calvino
Varolmayan Şövalye
Atalarımız
Çeviri: Neyyire Gül Işık
Yapı Kredi Yayınları

17 Mart 2023 Cuma

Ağaca Tüneyen Baron - Atalarımız, İtalo Calvino


...

Kitaplarda okuduklarımız doğru mudur, değil midir bilemem, bir zamanlar bir maymun Roma'dan yola çıkıp hiç yere inmeden ağaçtan ağaca atlayarak İspanya'ya varmış, öyle yazıyordu.Benim zamanımda yalnızca Ombrosa (gölgeli) Körfezi'ni bir ucundan ötekine kaplayan ve tepelerin doruklarına kadar yükselen vadisinin böyle sık ağaçları vardı; bölgemiz adını bu özelliğine borçluydu.

...

Kolları açık tutunamadan düştü.Doğruyu söylemek gerekirse, ağaçlarda yaşadığı sürede, bir yere tutunma niyeti ve içgüdüsü taşımadığı tek andı bu.Frakının kuyruğunun ucu alçak bir dala takılınca Cosimo yerden dört karış yukarıda, baş aşağı takılı kaldı.

...

Haylazlar şimdi, sur dipleri yemyeşiş gebreotu dallarıyla dolu Porta Capperi'ye varmışlardı.Çevredeki derme çatma evlerden anaların bağırtıları geliyordu.Bu tür çocuklara, akşamları artık eve girsinler diye seslenilmezdi, ama eve döndükleri için bağırılırdı, niye yemeğe geldiler diye, niye sağda solda ziftlenecek bir şey bulamadılar diye azarlanırlardı.Porto Capperi çevresinde, ahşap barakaların ve kulübelerin , yan yatmış arabaların, çadırların için Ombrosa'nın en yoksul insanları yığılmıştı; uzak ülkelerden toplanıp gelen, bütün ülkelere yayılan kıtlık ve sefaletin kovaladığı bu ahali öylesine fukaraydı ki kasabanın uzağına, kentin surlarının dışına atılmıştı.Günbatımıydı, saçları taranmamış, emzikte bebeleri olan kadınlar tüten ocaklarını yelliyorlardı, serin bir yere yayılan dilenciler sargılarını açıyorlardı, kimi de kesik kesik çığlıklar koyuvererek barbut atıyordu.Kafadar meyve hırsızları, şimdi bu kızartma dumanına ve ağız dalaşına katılıyorlardı, analarından okkalı birer tokat yiyorlar, birbirleriyle dalaşarak tozun toprağın içinde yuvarlanıyorlardı.Hırpani giysileri şimdiden bütün öbür partalların rengini almış, bu insan atığı tarafından avlanan kuşlarınkini andırır neşelerinin tadı tuzu kaçmıştı.Dörtnala gelen sarışın küçük kız ve ağaçtan ağaca geçen Cosimo göründüğünden de, ürkek gözleriyle ancak şöyle bir bakıp geri çekildiler, tozun toprağın, ocaklardan yükselen dumanın arasında kaybolmaya çalıştılar, sanki iki çocuk ile onlar arasında aniden bir duvar örülmüştü.

...

...öyle bir bağ kurulsun istiyordu ki, onu her yaprağa, her kıymığa, her tüye, her kanat çırpışına bağlasın.Avcının, yaşayan her şeye karşı duyduğu ve namlusunu yöneltmekten başka türlü belirtemediği aşkına benziyordu bu; henüz bu aşkı tanımayan Cosimo, ancak incelemelerini sürdürerek bu eksikliği dışa vuruyordu.

...

"Muhterem pederim, beyefendi, her yerde beyefendidir, yerde de ağaç tepesinde de değişmez bu," diye cevap verdi Cosimo ve hemen ekledi, "doğruluktan ayrılmadığı sürece."

...

"İsyan ölçüye gelmez, birkaç karışlık yolculuğun bile geri dönüşü olmayabilir."

...

O zamanlar kışlar hafif geçerdi, Napoleon'un ta Rusya'dan peşinden getirdiği söylenen şimdiki soğuklar henüz yoktu.Yine de kış gecelerini açıkta geçirmek zorlu olsa gerekti.

...

Bir eve, bir asi yeter.

...

Enea Silvio Carrega'nın huyunu husunu anlamak, Cosimo'nun yalnızlığı seven insanlar konusunda epey fikir sahibi olmasına yaradı ve bu öğrendiklerinden ömrü boyunca yararlandı.Diyeceğim o ki, yazgısını diğer insanlarınkinden ayıranların başına neler geldiğini ona hep hatırlatan bir ders olarak, Şövalye Avukat'ın şaşkın görünüşünü hep yanı başında gezdirdi ve ona asla benzememeyi başardı.

...

"Gian dei Brughi! Gian Dei Brughi!Peki ama bütün bu suçları o mu işliyor?"

"Hadi canım, o kadar çok suçla itham ediliyor ki, on tanesinden sıyırsa on birincisi asılmasına yeter!"

...

Hapishane deniz kıyısında bir kuleydi.Hemen yanı başında bir fıstıkçamı korusu vardı.Bu fıstıkçamlarından birinin tepesinden, Cosimo, Gian dei Brughi'nin neredeyse hücre penceresinin hizasına geliyor ve demir parmaklıkların arkasından yüzünü görüyordu.

Haydutun ne sorgulamaya ne de mahkemeye aldırdığı vardı; nasıl olsa sonunda asılacaktı; ama onun asıl derdi hapiste kitap okuyamadan boş boş geçirdiği günlerdi ve aklı yarım kalan romanındaydı.Cosimo, Clarisse'ten bir nüsha daha bulabildi ve çam ağacının tepesine gitti.

"Nerede kalmıştın?"

"Clarisse'in randevuevinden kaçtığı yerde!"

Cosimo bir süre kitabı karıştırdı, sonra, "Hah, işte tamam.Hadi bakalım," dedi ve yüzü, haydutun ellerinin sımsıkı yapıştığı parmaklıklara dönük, yüksek sesle okumaya başladı.

Soruşturma uzun sürdü; haydut kırbaçlanmaya dayanıyordu; sayısız cinayetini itiraf ettirmek için günler, günler gerekiyordu.Her gün, sorgudan önce ve sonra Cosimo okuyor, o da dinliyordu.Clarisse bitince onun kederlendiğini hisseden Cosimo, böyle dört duvar arasına mahkum birisi için Richardson'ın biraz iç karartıcı olduğunu düşündü; hareketli olaylar dizisiyle ona özgürlükten yoksun kalışını azıcık unutturur diye Fielding'in bir romanını okumaya karar verdi.Mahkeme sürerken Gian dei Brughi'nin kafasında Jonathan Wild'ın başından geçenlerden başka şey yoktu.

Roman bitmeden idam günü geldi çattı.Gian dei Brughi, bir at arabasında, papaz eşliğinde hayatının son yolculuğuna çıktı.Ombrosa'da idam mahkumları meydanın ortasındaki büyük meşe ağacına asılırdı.İnsanlar çevresinde halka olurdu.

İlmek boynuna geçirildiğinde Gian dei Brughi dallardan gelen bir ıslık sesi duydu.Başını kaldırdı.Cosimo kitabı kapatmış, oradaydı.

"Sonunu söylesene," dedi mahkum.

"Bunu sana söylemek çok üzücü Gian," diye cevap verdi Cosimo, "Jonathan'ın sonu ipte bitiyor."

"Sağ ol.Benim sonum da öyle!Hoşça kal! diyerek kendi taburesini itti ve ipte boğulup kaldı.

Kalabalık, onun gövdesinin titremeleri kesilince çekti gitti.Cosimo, akşam çökene kadar, adamın asılı olduğu dalın üstünde ata biner gibi oturmuş bekledi.Ölünün gözlerini ya da burnunu gagalamak için ne zaman bir karga yanaşsa, kalpağını sallayarak kuşu uzaklaştırdı.

...

Rahip, hayatının geri kalanını hapishaneyle manastır arasında sürekli tövbe ederek geçirdi; neye inanacağını bilmese de, sonuna dek kesinlikle inanmaya çalışarak iman etmeye adanmış ömrünün sonunda, ölmeden önce neye inandığını hâlâ bilmiş değildi.

...

Uzun lafın kısası, bu ağaç sevgisi, bütün gerçek sevgilerde olduğu gibi, amansız ve sancılı da olsa, büyütmek ve şekillendirmek adına yaralamayı ve kesip atmayı öğretti ona.Elbette, budarken ve ayıklarken yalnızca mal sahibinin çıkarını değil, yayanın yürüyeceği yolları en elverişli hale getirmeye çalışarak kendi çıkarını da gözetiyordu; dolayısıyla iki ağaç arasında köprü oluşturan dallara dokunmamaya özen gösterirdi, hatta diğer dalların temizlenmesinden bunlar güç kazanırdı,Böylece, Ombrosa'nın zaten pek uysal bulduğu bitki örtüsünü, sanatının katkılarıyla kendisi için daha elverişli hale getiriyor, gelecekte hem doğaya, hem kendisine dost kazandırıyordu.Bu çalışmasının meyvelerini daha ileriki yaşlarda topladı, ağaçların biçimi o zamanlarda azalan gücünün yardımına yetişti.Sonra yol yordam bilmeyen, öngörüsüz bir açgözlülüğe sahip, başta kendisi olmak üzere hiçbir şeyle barışık olmayan kuşakların gelmesi her şeyi değiştirmeye yetti, artık hiçbir Cosimo ağaçlarda boy gösteremezdi.

...

Bir ağaçtan diğerine geçerek, Cosimo da cenazeyi izledi, ama mezarlığa girmeyi başaramadı, çünkü servilerin dalları öylesine sıktı ki, üzerlerine çıkmak mümkün değildi.Cosimo, defnedilme sırasında duvarın tepesinde hazır bulundu ve bizler tabutun üstüne birer avuç toprak atarken, o da yapraklı küçük bir dal fırlattı.Ben, hepimizin, tıpku ağaçların üstünde yaşayan Cosimo kadar, babama hep uzak olduğumuzu düşünüyordum.

...

Nekahet döneminde, ceviz ağacının üstünde hareket edemeden yatarken daha ciddi çalışmalara verdi kendini.O sırada, Ağaçların Üstünde Kurulacak İdeal Bir Devlet İçin Anayasa Taslağı'nı yazmaya başladı; dürüst insanların yaşadığı düşsel Ağaçlık Cumhuriyeti'ni anlatıyordu burada.Yasalar ve hükümetle ilgili bir inceleme olarak yazmaya başlamıştı, ama yazdıkça, çetrefil hikayeler uydurma eğilimi üstün geldi ve sonucunda serüvenler, düellolar ve aile hukukuyla ilgili bölüme eklenen açık saçık fıkralarla arapsaçına dönmüş bir şey çıktı ortaya.Kitabın sonu şöyle olacaktı: Yazar, ağaçların üstünde kusursuz Devlet'i kurduktan ve bütün insanlığı mutlu bir hayat sürmek için ağaçlarrın tepesinde yaşamaya ikna ettikten sonra, kendisi ıpıssız kalan yeryüzünde yaşamak için yere iniyordu.İnecekti, ama kitap yarım kaldı.Özetini, gösterişsiz bir ifadeyle, Ansiklopedi okuyucusu Cosimo Rondo diye imzalayarak Diderot'ya gönderdi.Diderot da ona, teşekkürlerini belirten bir pusulayla karşılık verdi.

...

Güneşli bir gündü.Cosimo ağaçta, elinde bir çanak, sabundan köpükleri pencereden içeri, hastanın yatağına doğru üflüyordu.Annemiz, gökkuşağı renklerinin uçuşup odaya dolduğunu görüyor ve çocukluğumuzda çok boş, çocuksu bulduğu eğlencelerimizi hep kınadığı zamankini andırır sesiyle: "Ne oyunu oynuyorsunuz bakalım!" diyordu.Ama, belki de ilk kez, bizim oynadığımız bir oyun hoşuna gitmişti.Sabun köpükleri yüzüne kadar geliyor, o da üfleyerek balonları patlatıyor ve gülüyordu.Dudaklarının üstüne bir köpük kondu ve öylece kaldı.Yatağa eğildik.Cosimo elindeki çanağı düşürdü.Annemiz ölmüştü.

...

Hepsi iyiydi, güzeldi, fakat o döneme ilişkin benim izlenimim, ağabeyimin bunları yalnızca delirdiğinden değil, biraz da ahmaklaştığından yaptığıydı, işte bu işin dayanılmaz ve acı kısmıydı, çünkü sonuçta iyi ya da kötü, delilik doğanın dayattığı bir şeydir., oysa avanaklık doğanın güçsüzlüğüdür, karşılığı yoktur.

...

Kıscası, Fransız Devrimi'nin yapılma sebeplerinin hepsi bizde de mevcuttu.Ne var ki, burası Fransa değildi, haliyle Devrim de olması.Bizim memlekette her zaman sebepler vardır, ama sonuçları gelmez arkasından.

...

Italo Calvino
Ağaca Tüneyen Baron
Çeviri: Filiz Özdem
Atalarımız

İkiye Bölünen Vikont - Atalarımız, İtalo Calvino

..."Peki kargalar, akbabalar, öbür yırtıcı kuşlar nereye gittiler?"diye sordu.Yüzü sararmıştı, ama gözleri ışıyordu.

Emir eri, esmer, bıyıklı, gözlerini yerden kaldırmayan bir askerdi.

"Vebadan ölenleri yiye yiye onlar da vebaya yakalandılar," dedi, mızrağıyla karaçalıları göstererek.Daha dikkatle bakınca, bunların çalı olmayıp yırtıcı kuşların tüyleri ya da kurumuş bacakları olduğu anlaşılıyordu.

"Kuşun mu, yoksa insanın mı daha önce öldüğü, hangisinin karnını doyurmak için ötekinin üstüne atladığı bilinmiyor" dedi Curzio.

...

"Birçok yiğidin dün deşilen iç organları henüz yerde, ama kendileri gökyüzünde," diye bir belirleme yaptı Curzio, sonra da ıstavroz çıkardı.

...

O sırada benim en mutlu dönemimdi, hep Doktor Trelawney ile birlikte ormana gidip taşlaşmış deniz kabuklusu arardık.Doktor Trelawney İngilizce.Batan bir gemiden, güvertedeki bir fıçıya tutunarak kurtulup kıyılarımıza ulaşmıştı.Ömrü boyunca gemilerde doktorluk yapmış, aralarında Kaptan Cook'unkiler de bulunan uzun ve tehlikeli yolculuklara katılmış, güverte altında pişti oynadığından dünyanın hiçbir yerini görememişti.

...

En büyük etkinlikleri, harpın tellerine bir sürü çan asarak yaptıkları, kendi icatları garip çalgıyı çalmak, tiz perdeden şarkı söylemek, sanki hep paskalya imiş gibi, her renkten boya ile yumurtaları boyamaktı.Böylece tatlı ezgiler söyleyerek, biçimi bozulan yüzlerinin çevresine yasemin taçları takarak, hastalığın kendilerini ayırmış olduğu insan topluluğunu unuturlardı.

...

"Çevrem inançsız insanlarla çevrili" diye sürdürdü Medardo."Hepsinden kurtulmak, Kalvincileri şatoya çağırmak istiyorum.Siz Mastro Ezechiele, benim bakanım olacaksınız.Terralba'yı Kalvincilerin toprağı ilan edip Katolik prenslere savaş açacağım.Siz ve aileniz öncülük edeceksiniz.Kabul mü, Ezechiele?Beni dininize kabul edecek misiniz?"

İhtiyar, iri göğsünde silahıyla, devinimsiz, dimdik duruyordu."Dinimizin o kadar çok şeyini unuttum ki," dedi, "bir başkasını dinimize kabul etme düşüncesizliğini gösteremem.Ben kendi toprağımda, kendi vicdanımla baş başa kalacağım.Siz de kendi toprağınızda, kendi vicdanınızla kalın."

...

"Kellelerimiz henüz omuzlarımızın üstünde efendim." dedi ihtiyar, "ama kopartılması kellelerimizden zor olan bir şey daha var."

...

"Bir açıklama istiyorum doktor, olmayan bacağımın çok yürümek nedeniyle ağrıdığı gibi bir duyguya kapılıyorum.Ne olabilir bu?"

Trelawney her zamanki gibi şaşırıp kekeledi, vikont atını uzaklaştırdı.Ama sorusu, kafasını ellerinin arasına alıp düşünmeye koyulan doktoru etkilemişti.İnsan sağlığıyla ilgili bir konuya bu denli ilgi gösterdiğini daha önce hiç görmemiştim.

...

"Siz gençler, biz yaşlılara hep yanıldığımızı söylersiniz...Peki siz?Koltuk değneğini yaşlı Isidoro'ya hediye etmişsin..."

"Evet, verdim..."

"Övünüyor musun bununla?Karısını dövüyor şimdi değnekle, zavallı kadını..."

"Damla hastalığı olduğu için yürüyemediğini söylemişti bana."

"Numara yapmış...Sen de hemen koltuk değneğini verdin...Değnek kadının sırtında parçalandı, sen de çatallı bir dala dayanarak yürüyorsun şimdi.

...

"Bütün olan her şey böyle ortadan bölünebilecek olsa," dedi, kayalara dizdiği, çırpınan yarım ahtapotları okşayan dayım, "herkes körelmiş, cahil bütünlüğünden sıyrılırdı.Bütünken, her şey doğal, bulanık, hava gibi saçmaydı benim için; her şeyi gördüğümü sanıyordum, oysa gördüğüm kabuktu sadece.Sen de bir gün kendinin yarısı olursan, ki olmanı dilerim evladım, tam beyinlerin sıradan akıllarının ötesinde neler bulunduğunu anlarsın.Kendinin, dünyanın yarısını yitirmiş olacaksın, ama kalan yarı, bin kez daha derin, daha değerli olacak.O zaman sen de, her şeyin kendin gibi bölünmesini, parçalanmasını isteyeceksin, çünkü güzellik de, bilgi de, adalet de ancak parçalara bölünmüş olanda vardır."

...

İtalo Calvino
İkiye Bölünen Vikont
Çeviri: Rekin Teksoy
Atalarımız

3 Temmuz 2019 Çarşamba

ardıç ağacının altında, selçuk altun



Ardıç:
Servigiller familyasından "Juniperus" cinsi, iğne yapraklı bir ağaçtır.Üremesi için bir başka türe bağlıdır.Örneğin, yere dökülen tohumlarını bir ardıçkuşu yemedikçe çimlenmesi gerçekleşmez.Kuşun sindirim sisteminde açılan tohum kabukları dışkıyla birlikte toprağa karışınca çimlenme süreci başlar.

Ardıç ağacı kutsal kabul edilmiş bir bitkidir, uzun ömürlüdür.Tohumu nice hastalığın tedavisinde ve yemeklerde koku ve tat vermek amacıyla da kullanılır.

---

...Kuzenimin İstanbul'a geldiğini duyunca içim bir an hafifler gibi olmuştu.Elli yaşına geldiği halde çizgi film izler, otuz yıl öncesinin giysileriyle dolaşırdı.Onu Samuel Beckett'in bir oyunundan hayata firar etmiş karakterlere benzetirdim.
---
Adıyaman'ın Samsat'ında doğmuştum, kendimden başka Samsatlıya 60 yıldır rastlamadım.
---
Sınıfta bir de anket defteri modası vardı, ilkel bulurdum ama katılacaksam aykırı yanıtlarım hazırdı."Hangi hayvanın yerinde olmak isterdiniz?" için "Vejeteryan kartal" ve "İdealinizdeki meslek"e "Louvre Müzesi'nde bekçilik" der geçerdim.
---
Elias Canetti'nin aforizma kitaplarını okumaya başladığımda onun 1981 Nobelisti ve Edirne kökenli bir Musevi olduğunu bilmiyordum; ben onu Mehmet Halis Hoca'ya benzediği, hatta daha çirkin olduğu için seçmiştim."Yılları olmayan bir dünya", "Öleni kendine düşman etmeye başardı", "Övgüden tiksiniyor ama can kulağıyla dinliyor." şiddetindeki dizelerin sahibini merak edip onun yaşamöyküsünü irdeledim: Kendinden sekiz yaş büyük, yazar karısının da oluruyla gözüne kestirdiği tüm kadınları elde eden Canetti bir cüceden biraz uzundu, çirkin bir yüzü ve bedenine neredeyse iki numara büyük bir kafası vardı.Kimselerin sempatik bulmadığı o aksi bücürün metresleri arasında yazar ve filozof Iris Murdoch, önemli empresyonist ressam Marie-Louise von Motesiczky ve yetkin romancı Friedl Benedikt eksik değildir.O birikimli kadınlar herhalde Canetti'nin bilge duruşuna kapılmışlardı.Bilgelik ile estetlik arasında ben daima ikincisini yeğlerim.Konuyu Canetti'den bir aforizmayla noktalayacağım Ardıç Ağacı: "Bir kitap olabilmek isterdim, tutkuyla okunan bir kitap."
---


- Yirmi beş yıl önce çekilmişti bu fotoğraf.Çulsuz bir akademisyendim.Jade biyoloji bölümünde mastır yapıyordu.

- Alımlı bir kızmış, huzur içinde yatsın.

- Akıllı ve alçakgönüllüydü.Onu unutamıyorum.

- Yirmi yıllık evliyim.Üniversiteye giden oğlum var.Görülmemiş bir başarıya ulaştık, üçümüz de birbirimizden  nefret ediyoruz.

- Bu söylediklerin şaka olmalı.

- Karım demek zorunda olduğum kadını da Vinci'nin "Ginevra de Benci"sine benzetip, peşine düşmüştüm.Ona asansörde rastladığım güne lanet ediyorum.Onun yüzünden da Vinci'den nefret eder oldum.

- Aman Tanrım, bir insanın çocuğundan nefret etmesini tahayyül edemiyorum.

-Bir anne çocuğunu benimsemeyip, babasından nefret etmiş bir baba oğluna yaklaşmayı beceremeyince bu trajedi yaşanabiliyor.

---
Blaise Pascal dört yüz yıl önce, "Ölüm, sefalet ve belirsizliğe çözüm bulamayan insanoğlu, mutluluğu uğruna onları düşünmemeyi yeğler" buyurmuş Ardıç Ağacı.
---
Zihni çizgi film izleyip, çizgi roman okuyan güya elli yaşında bir çocuk.Çarpma cetvelini altılara kadar bilir, ona Zorro diye seslenirsem hala sevinir.İyi bir avcı ve okey oyuncusu olduğunu duyunca şaşırmıştım.Dedemin son günlerinde ona iyi bakmış, şimdi benim üstüme titriyor.Bir haftadır koluma girip beni huzuruna çıkarıyor, annesinin zorla verdiği pikeyi üstüme örtüyor ve içine konyak doldurduğum dedemin matarasını elime tutuşturup bahçenin bir ucundan beni gözetliyor.Geçen gün ağladığını görünce yanına çağırıp, "Oğlum ben daha ölmedim, neden ağlıyorsun?" diye çıkıştım."Abi ölmediğini görüyorum da yaşadığını göremiyorum," derken sesinde saf bir adamın üzüntüsü yoktu.Annesi her fırsatta yayla çorbası kaynatıp, öne arkaya sallanarak Kuran okuyup iyileşeceğimi sanıyor Ardıç Ağacı.
---
Ancak bir yara kendi sesiyle konuşur.
Antonio Porchia
---
University of Southern California'ya kabul edilince babam bana, Italo Calvino'dan "Ağaca Tüneyen Baron"un İngilizcesini hediye etmişti.1959'da yazarı tarafından bir arkadaşına imzalanan kitaptaki elyazısının çirkinliği yüzünden Calvino'yu ayıpladığımı anımsıyorum.Metaforik öyküye göre 18. yüzyıl İtalya'sında nobran bir baronun oğlu olan 12 yaşındaki Cosimo, babasıyla tartışınca bir ağaca çıkar ve aşağı inmez.Bu kitapla Erkan Sipahi bana bir mesaj yolluyorsa avucunu yalardı.Üniversitede sinema ve sanat tarihi okuyacağımı duyan annem olacak kadının, "Akademisyen mi olmak istiyorsun?" sorusuna yanıtım vecizdi: "Sana ne!"
---
Araca binerken Joe'nun cenaze töreninde yaptığım konuşmanın kapanış dizeleri geç de olsa aklıma geldi:

"Birkaç saniye yakar yok eder bizi / iki surat kalır, iki maske ki üstüne gülücükler kazınmış"
---

*Mükemmel olan nefes almaz.

*Gerçeği söyleyen pek bir şey söylemiyordur.

*Sessizliğimde bir tek sesim eksik.

*Cennete giderim ama cehennemimi de götürürüm.

*Bulutlarda gezmiyorsam kaybolmuşumdur.

Antonio Porchia

---
"Tek kurtuluş: Bir başkasının yaşamı." Elias Canetti
---
"Bir keçi inadıyla diren Kamburum." Kambur - Necati Tosuner
---
"Günahı terk etmek, tövbe etmekten daha kolay bir ameldir." Hz. Ali
---
Hayat biriktirdiklerimizden ibaretse, koleksiyonumdaki son eksik parçayı da tamamlamıştım.


Selçuk Altun
Ardıç Ağacının Altında
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları