22 Mayıs 2020 Cuma

Doğa & İnsanın Doğası, Aydınlanmanın Diyalektiği, Adorno & Horkheimer

...

İnsan, kendisinin bizzat doğa olduğuna dair farkındalığını bertaraf eder etmez, uğruna hayatta kaldığı bütün hedefleri -toplumsal ilerleme, maddi ve manevi bütün güçlerinin, hatta zihnin bile güçlendirilmesi- hükmünü kaybeder...İnsanın, kendiliğinin temelimi oluşturan kendisi üzerine kurduğu tahakküm, hemen her zaman, uğruna işe koşulduğu öznenin tahribiyle sonuçlanır.

...

Aydınlanmanın Diyalektiği
Theodor W. Adorno & Max Horkheimer

Şiir Nerede Başlar (6) - Bela Tarr

Şiir Nerede Başlar? (6)

3 Ocak 1889, Torino.Friedrich Nietzsche, Via Carlo Alberto 6 numaralı evinden dışarıya gezinmek ya da mektuplarını almak için, postaneye gitmek üzere çıkar.Ondan pek uzak olmayan bir mesafede, daha ziyade ondan uzaklaşır bir vaziyette taksicinin biri, inatçı atıyla cebelleşmektedir.Tüm zorlamalarına rağmen at kıpırdamamakta, direnmektedir.Bundan dolayı taksici Guiseppe ya da Carlo ya da Ettore'nin sabrı taşar ve kırbacıyla ata vuruverir.Nietzsche olayın intikal ettiği yere gelir ve o anda öfkeden köpürmekte olan taksicinin sebep olduğu bu gaddarca harekete bir nokta koyar.Sağlam yapılı ve bıyıklı Nietzsche, aniden taksinin üzerine atlar ve kolunu ağlar bir vaziyette atın boynuna dolar.Komşusu onu evine götürür...O da, 2 gün boyunca divanın üzerinde o bağlayıcı son sözlerini fısıldayana kadar sessiz bir şekilde kımıldamadan yatar."Anne, tam bir aptalım." ve uysal ve bunamış bir vaziyette, annesinin ve kız kardeşlerinin yardımıyla bir on yıl daha yaşar.

Ata gelirsek, bildiğimiz bir şey yok.

Bela Tarr
Torino Atı (2011)
Şiir Nerede Başlar? (6)

Şiir Nerede Başlar (5) - Ece Ayhan

Şiir Nerede Başlar (5)

Öyküyü kendisinden dinledim.1969'da TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) genel kurulu Kayseri'de yapılıyor.Ülkücüler binayı basıyorlar.Dükkânları, vitrinleri kırıp döküyorlar.Zavallı aktar.Esans da satar, kitap da, defter de.Ne yapsın?Taşra böyledir.Oradan bir zavallı kadın geçiyor.Konsomatris.Bunlar pek dışarıya çıkmazlar.Çalıştıkları bara giderler, sonra otelde otururlar.Buncağız sıkılmış, biraz dolaşmaya çıkmış.Güruh ona saldırıyor.Çırılçıplak soyacaklar."Abiler," diyor konsomatris "beni öldürün, bana bunu yapmayın."

İşte demişti Ece Ayhan, "Mor Külhani" şiirindeki "abiler" oradan gelir.Ama ben orada bırakmıyorum tabii, diye de eklemişti.

Nilüfer Kuyaş
Başka Hayatlar
Şiir Nerede Başlar? (5) - Ece Ayhan

Şiir Nerede Başlar (4) - Ece Ayhan

Şiir Nerede Başlar? (4)

İlkokul 5'te Taksim'de oturuyoruz; mahalledeki çocuklar duyardık, çok ün yapmış 'randevucu' bir Çanakkaleli Melâhat varmış; kadının fotoğrafları kırk yılda bir gazetelerde çıkardı (özellikle akşam gazetelerinde); Çanakkaleli Melâhat ve arkasında mülkî taksimatlı bir harita! (Sözünü geçiren biri olduğu için komiserin odasında ağırlanırmış hep)...Yıllar sonra, 70'de idi, bir gün gazetelerde onu, hem de imparatorluğunun içinde, Ceylan adlı bir tombalacının öldürdüğünü okudum; bir fotoğraf, Çanakkaleli Melâhat ve arkasında mülkî taksimatlı bir harita, yine.Tüm bitirimhaneler dünyası karalar bürünmüştü; kadının cirosu gerçekten de çok yüksekmiş.Ben adına -ömür boyunca uğraşıp da bir türlü alamadığı- soyadını da ekleyerek, bir nüfus memuru gibi, Melâhat Geçilmez! yaptım zihinlerimde hemen.Fuhuşun gerçekten de A'sıydı, anıtı dikilecek bir kadın. (Sait Faik'in 'Melâhat Heykeli' öyküsündeki Adapazarlı Melahat da bunun başka bir türevidir)...Şimdi bunlardan bir şiirin başladığını, sözgelimi bir ayı'ya, bir anlaşılmayan muhasebeciye nasıl anlatırsın?Doğrusu umurumda da değil ha.

Ece Ayhan
Hoşçakal
İlhan Berk'e Mektuplar
Şiir Nerede Başlar? (4)

Şiir Nerede Başlar (3) - Ece Ayhan

Şiir Nerede Başlar? (3)

Doğu'da, bir derbentte, mutlu -ama parçalayacağı anlaşılan- bir ayı'yla karşılaşıyor bir köylü, yine toplatılmış olduğu için elinde bir şey de yok; hızla soyunmuş anadan doğma çırılçığlak kalıncaya dek; ayı gerisin geriye kaçar koşarak!Doğada o güne böyle apak bir yaratık görmemiştir hiç.Ben yazın yaşamımda da nice ayıların da ürktüğünü 'gördüm'.Celâlettin Rûmi'nin bir rubaî'sinin bir dizesi aklıma geldi, 'hiç olmuş biriyim, hiçim, hiçim ben...'

Ece Ayhan
Hoşçakal
İlhan Berk'e Mektuplar
Şiir Nerede Başlar? (3)

Şiir Nerede Başlar (2) - Ece Ayhan

Şiir Nerede Başlar? (2)

İstanbul'daki şimdiki Vilayet kapısını bilirsin, Ankara Caddesi'nin ortasında yüksekte; Orası Osmanlı İmparatorluğu'nun son zamanlarında Sadâret (Başbakanlık) olarak kullanılmıştır...Bir sadrazam ölüyor, uzatmıyayım, cenaze namazı kılınmış, tabutu eller üzerinde yokuş aşağı Sirkeci'ye taşınıyor; Eyüp Sultan'a kara renge boyalı bir gemiyle götürülüp gömülecektir.Yeni Sadrâzam da sarılı aklı bir istimbotla Sirkeci'de rıhtıma çıkmış; onun için de bir tören düzenleniyor; alayıyla yukarı hükümete iktidara çıkacak.Biri iniyor, öteki çıkıyor!Üstelik inenin inişine kesin gözüyle de bakılabilir.İki alay karşılaşır; birbirlerine öfkeyle, favullü favullü bakarlar...Bence şiir işte burada da başlıyabilir.

Ece Ayhan
Hoşçakal
İlhan Berk'e Mektuplar
Şiir Nerede Başlar? (2)


Şiir Nerede Başlar (1) - Ece Ayhan

Şiir Nerede Başlar? (1)

İstanbul'da Karagümrüğü'nde karşılıklı iki paşa konağı.Bir paşanın konağında meşk edilecektir; musiki yapıyorlar; adamlar gelir hep birlikte çalgılar çalmaya, şarkılar söylenmeye başlanır..Sokak kapısı çalınır, karşı konağın uşağı gelmiştir ve der "bizim paşa haber gönderdi, fazla gürültü etmesinler, ben riyaziye çalışıyorum"...

İşte şiir burada başlayabilir bence.


Ece Ayhan
Hoşçakal
İlhan Berk'e Mektuplar
Şiir Nerede Başlar?

Ölümden Sonra, Cahit Sıtkı Tarancı


ÖLÜMDEN SONRA 

Öldük, ölümden bir şeyler umarak.
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü.
Nasıl hatırlamazsın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü, 
Alıştığımız bir şeydi yaşamak..

Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok; 
Yok bize arayan, soran kimsemiz. 
Öylesine karanlık ki gecemiz, 
Ha olmuş ha olmamış penceremiz; 
Akarsuda aksimizden eser yok. 

Cahit Sıtkı Tarancı

Yaşarken ve Ölürken, Selim İleri


...

Bir kır görünümüne bakmaktansa, bir kır görünümünü betimleyen yazıyı ya da izlenimci resmi yeğlerdim bugüne dek.

...

Kentimizde okur-yazar çevrelerin, okur-yazar olmamakla birlikte tiyatrocu ya da sinemacıların sık sık uğradıkları tek bir yer vardır: Hiyeroglif, Hiyeroglif'e gidecektim ben de.Orada kimse kimseyi beklemez, fakat herkes birbiriyle buluşurdu.

...

Serüven'in gerçek kişileri, ne yazık ki, sonsuz özveri, sonsuz acıma duygusu, sonsuz ve sınırsız sevgi yeteneklerini yalnızca kitaplarda okumuşlar, tiyatroda veya sinemada izlemişler, ama kendi yaşamlarına uyarlayamamışlardı.Neden böyleydi?

...

Sıradan ünlerin, ünlenişlerin ardına düşmüşsek, bunda kılgısal-iktisadi sorunların payı büyüktü.Sanat yapıtını bu aşamada sürekli mal olarak görüyorduk ve ben, kendi malımı kötüleyen, çürüğe çıkaran bir iki yazıya adamakıllı sinirlenmiştim: sanki pazaryerinde materyalist şairle ikimiz domates satıyorduk: o, alıcılara benimkilerin ezik olduğunu, onlarla ancak salça yapılabileceğini bağıra çağıra söylüyordu.

...

Ve ben, hayat kadar yalın bir başlangıç seçmek zorundaydım, çünkü anlatacaklarım, başkalarınca yaşanmış gerçekliklerdi.

...



Sevgili ve acıklı yurdumuzda, birçok nedenden dolayı köklü insan ilişkileri kurmak olanaksız gibidir.Bu yüzden büyük çoğunluk gelgeç ilişkilerle yetinir ve bunu, yerine göre aşk, dostluk, hatta yoldaşlık sanır.Gelgelelim aşklar bakımsız, dostluklar çıkarcı, yoldaşlıklarsa bir dönemeçte bütün ihanetlere açıktır.(açık olabilir)Suçlamalarım benim dışımdaki kişiler için değil yalnızca; aşklarda, dostluklarda, benzeri bütün insan ilişkilerinde hem arkadan vurdum, hem vuruldum.

...

Ben, büyük ve kalabalık bir yere -hatta küçük bir taşra kasabasının tenha lokantasına- girildiğinde, gözlerine dikkat edilmezse fark edilmeyecek özelliksiz insanlardan biriyim...

...

"Yağmur ha yağmış, ha yağmamış yağmur..." dedi."Yolculuk sona ermezse yitireceğim bir şey yok."

...

"...Acının bir din değilse bile, köklü bir terbiye olduğuna inanıyorum..."

...


"Ünlenmek uğruna, hayata alçalmak üstemiyordum."

...

"Herhalde yasadışı işler karıştıracağımdan ürkmüştü.Senatör eskisine sanat ve şiirsel yaşam konusundaki görüşlerimi aktarmama olanak yoktu tabii.Bu yüzden sorularını doğru dürüst yanıtlayamadım.Fakat o da, tıpkı müdürlüğün kapısındaki resmi olmayan nöbetçiler gibi çelimsiz yapıma bakıp benden anarşist çıkmayacağı, kır gerillasını başlatamayacağım kanısına vardı.

...

Kasaba halkı Y.'ye Karayazgı adını takmıştı ve burası, öyle sanıyorum ki, yüzyıllardan beri Karayazgı adıyla anılagelmekteydi.İlden Y.'ye kalkan minibüsler resmi adı hiç kullanmaz, sürücüler, 'Karayazgı'ya! Karayazgı'ya...' diye bağırırlardı.

...

Bu dik yar'ın adı Kanlıkaya'ymış.Büyük otlakları ve pek çok hayvanı olan, ama kendisi büyük kentlerde yaşayan engin bir "bey" varmış ve bey günün birinde otomobiliyle buralara gelmiş.Beye maral bir köylü kızcağız aşık olmuş, bey onu bir geceliğine koynuna aldıktan sonra terk etmiş ve kız yemekten içmekten kesilmiş, dağlarda gezinir olmuş, günün birinde Kanlıkaya'dan aşağı atmış kendini.Beye gelince, o, lüks otomobiliyle bütün gün gezer ve bütün beyler gibi yalnızca eğlenirmiş, arkadaşları da gelmiş yaşadığı kentten, bir süre kalmışlar burada beyin evinde ve bir gece hayli sarhoş, otomobille Kanlıkaya'dan geçerlerken aşağıya yuvarlanmışlar, paramparça olmuşlar.Yolculuk arkadaşım onları aşağıya maral gözlü kızın çağırdığını ve bu sesteki aldatılmışlık, terk edilmişlik tınısına hiçbir erkeğin dayanamayacağını söyledi.Oradan geçen herkes kulağını tıkarmış.Herkes; yani bütün erkekler.Ve geceleri hala aldatılmış kızın çığlıkları işitiliyormuş çevre köylerde, yankılarla.

...




Ben Shakespeare'in edebiyatçılığını, dilinin yetkinliğini asla yadsımıyorum.Hiç şüphe yok ki bu ozan İngiliz diline ve şiir diline katkıda bulunmuştur.Ama maalesef hayatın sevgiler toplamına sağlıksız kahramanlarla yaklaşmıştır.

...

"Öyle sanıyorum ki, yeryüzünün pek az yerinde, ölü doğa resimler, adlarına buradaki kadar yakındır.Her şey siyah ve ölüydü.İnsanlar da birer ceset, cansız ayaklanmış hayaletten farksız.Otlaklarda gördüğüm hayvanlar bile sevgiyi, sevecenliği aşılamıyordu insana.Onlarda o kadar çok etkilendiğim İsa resimlerinin koyunlarını, kuzularını anımsatan hiçbir kutsallık yoktu: ağalarının çobanları kadar mutsuz ve yalnızdılar."

...

Bir dersimizde -daha on gün kadar önce- resim konusunu serbest bırakmıştım ve Ebazer, dağlara çıkan eşkıyaları çizmişti.Büyük boy kağıda karakalem çalışmış, sayısız ayrıntıyla bu bölgeyi adeta kuşbakışı resmetmiş ve eşkıyaları da Yılanlı Kale'yle Süryani Kilisesine ayrı yollardan çıkarken betimlemişti.Resim bir ihtilal bildirisi gibiydi ve nedense bana İspanya İç Savaşı'nı, Lorca'nın şiirlerini, Atilla Josef'in bazı dizelerini anımsatmıştı.

...

Oysa burada, bu "memlekette" yarın umudundan söz açmaya imkan yoktur.Yerli halkın dilinde 'yarın'
sözcüğü hiçbir umut barındırmaz.Dün, bugün ve yarın, onların zaman konusundaki bütün bilgileri gibidir.En acı olayları bile söylenceye, efsaneye dönüştürecek zamansız, zaman dışı anımsarlar.Beklenti yoktur.Yarın, bütün kış mevsimi, o çorak yaz ya da otlağın azıcık yeşereceği yağmurdur.Ama yarın, toplumsal düzenin kökten değişmesi değildir; dünün, su yollarıyla yaşanmış bir uygarlık olmadığı gibi...Ve dün, on yedi yaşında bir oğulun köy düğününde vurulmasından ibarettir: bunu da ancak kadınlar unutmaz.

...

"Kış bütün şiddetiyle devam ediyordu.Hürriyet Lisesi'nde bile odun yokluğundan tezek yakmaya başlamıştık.Öğrenciler buz gibi sınıflarda paltolarıyla oturuyorlar; resim yapmıyorduk ve öğretmeye didindiğim İngilizce, her ağzımızı açışta yoğun bir buhar olup çıkıyordu.

...

"Ben, neredeyse bütün yurdu dolaştım.Genç nesiller o kadar mutsuz ki, onlara daha fazla bir şey öğretilemez."

...


Onların kapalı dünyalarında hangi korkunç uçlara sürüklendiklerini görerek üzülmek, yapabildiğim tek şey gibiydi.Kızlar da erkek öğrencilerimden farksızdı.Eski Yunan sanatını, mitologyayı anlattığım bir derste Apollon yüzünden kahkaha nöbetine yakalanan öğrencim, 345 Emine, artık bütün umutlarımı pörsüttü.Kızcağız, Apollon'un bir vazoya betimlenmiş çırılçıplak resmini görür görmez gözlerinden yaş akıncaya kadar gülmüş, mendiliyle ağzını burnunu tıkamaya çalışmıştı.

...

- Gençsin, bilmezsin sen taşrayı.
- Bilmek de istemem!Bir işin doğrusunu kimse yapmazsa, burası da hep aynı kalır.Aynı bataklık, aynı leş kokusuyla!

...

"Kuşku yok ki, buradaki karşıtlık artık trajik olanın kapsamını da, boyutlarını da aşıyor; çocukken ve hala bizi hep sanatın yordamıyla donatan Şarlo'nun pek sevdiğim bir sözünü de tepetaklak ediveriyordu: 'Yaşamın uzaktan görünüşü komedya, yakından görünüşüyse tragedyadır."

...

Oysa sanata gönül vermiş insanın yaşamında büyük ve gelecek fikrine dayalı ülküler söz konusudur.

Taşradaysa rastlantılar.

Mesela Emine okulunu bitirecek, sonra da evde görücü bekleyecekti.Okumuşluğun getirdiği, görücüsüz evlenme arzusu da, bir iki isteklinin geri çevrilişinden sonra, kendiliğinden kırılacak; taşra cehenneminde evde kalmışlığın önce korkusu, derken yılgısı başlayacaktı.Çevrenizde bir yığın şişman, kolları altın bilezikli kadın: her an dün gece kocalarıyla ne yaptıklarını açığa vurur gibidirler.Sonunda her şeyi unutacak ve ilk yeni evlilik önerisine, gözleri kapalı, sadece 'boyun eğecekti' 345 Emine.

...

Hadiye Hanım da Akademi'den emekliliğini istemiş, bu ders yılı model olarak durmayacakmış artık.Sokakta rastladığım arkadaşlar, vücudunun çizilemeyecek kadar kırıştığını gülüşerek söylediler.

...

Turan'ı bulacağımdan o kadar güvençliydim ki, Y.'de nerede kalabileceğimi bile düşünmemiştim.Üstelik, hala anılara, Turan'ın yazdıklarına sözcüğü sözcüğüne bağlı bulunduğumdan burada otel gibisinden bir konaklama yeri de yoktur sanıyorum.Ama otel kendiliğinden karşıma çıktı -üç katlı binaya otel denebilirse.Kapısında OTAĞ PALAS yazılıydı.Böyle yerlerin hüzünlerini az çok herkes bilir, içlerine girilmese de o hüzün daracık giriş kapısından dışarıya, yollara taşar.

...

Turan'ın sahte anıları bu konuda ne kadar ilginç bir malzeme yığını.Onları baştan sona ciddiyetle okudum.Bağışla: senin etkilendiğin kadar etkilenmedim onlardan.Bir kez anıların maddi gerçeklikle en küçük bir ilintisi yok.Ne tuhaf: anılarımız bile yalan!

...

Gözlerimi kaçırıyorum ister istemez.
Evet, herkesi unuttum, her şeyi de.
Ama bana şu solgun çiçekleri getirdi sonradan.
Bütün solgun çiçekler, bizi, diyordu.

...

Acemi yengeçleriz.Yeni bir familya.İyiliği yüreğimize gömerek ve öfkenin bulutlarına bürünüp.Yaşamı aşağılamaksa bildiğimiz tek erdem.Hepsi çaresizlik.

...

...az zamanımız kaldı.Yalnızca tek bir ömür yaşarken geçmişin acılarından yeni iletişimler kurmak için az bir zamanımız kaldı.Her sabah göz ucuyla baktığım gazeteler ve her akşam umutsuzca içtiğimiz içkiler bunu açıkça kanıtlıyor.

...

Öyle bir gün gelecek ki, insanlarla ilişkilerimdeki, iletişimlerimdeki kederi toptan yadsıyabileceğim.Öyle sanıyorum.Henüz o olgunluğa erişemedim.Ama bir zaman sonra -eğer yaşama direncimi sürdürebilirsem-, artık 'trajik insanı' da aşarak, yeni bir boyutla karşılaşacağım.İnsansız bir dünya olacak benimkisi.Yalnızca sanatla kuşatılmış, estetikle donanmış bir dünya.

...



Kimseyi suçlayamam bu serüvende.Hiçbirimizin ötekine kötülüğü birbirimizinkinden az değil.
(Cümleyi yanlış kurmuş olabilirim; ama ne demek istediğimi anladınız değil mi?)

...

"Biz şiir okuyoruz, çok güzel şiirler okuduk" dedi Turan'sa.
Sonra Verlaine sayıklamaya koyuldu:

"Bilemediniz aydınlığını ve onurunu yiğit ve güçlü bir aşk'ın, mutsuzlukta sevinçli, mutluluktan endişelere kapılmış hep, ölünceye dek dipdiri...Ve sen bilemezdin korkusuz, doludizgin bir aşktaki ışığı, yüceliği; ancak mutsuzlukta coşarak, mutluyken endişeli, ölüme kadar genç..."

Sevdiğim dizelerdi tabii.

...

Demek bunları okuyorlar, şarap ya da rakı içiyorlar, bohemdi, yüce yıpranışlardı...

...

...Onlarla bir arada olmaktan, yiyip içmekten, söyleşmekten hoşlanıyordun.Hatta dün gece telefonda o kadar neşeliydin ki, benim yanımdayken hiç böyle görmedim seni.O zaman görüşmememiz gerektiğini düşündüm.Sen yaşam'a karşı benim gibi boşluk duygularıyla tiksinti duymuyorsun.Bunu anlayabilirim, ama katılamam buna, paylaşamam.

...

Bu çok duyarlı bir terazide tartılması gereken bir sorun.Bir incelik ve "sadakat" sorunu.Yaşarken ve ölürken ancak bu sorun bizi insan kılabilir.

...

Turan'ın içtenlikle acı çektiğini algılıyordum.Ama bu acı da eğitilmemişti.

...

Bencildim tabii.Yalnızca beni sevmelerini istemiştim, yalnızca benim yüzüme bakmalarını.Bunu birlikte olduğum herkesten istemiştim.Bunu bağlılık sanmıştım.Başkalarıyla ilgilendiklerinde, yüzüm sapsarı kesilmişti.Hepsi bitiyor sonunda.Ve biten her şeyde bir bayağılık var gerçekten.Ama kim yadsıyabilir onları bir zamanlar sevmiş olduğumu...onların da beni sevmiş olduklarını...Biz sevmiştik, sevebilmiştik!

Selim İleri
Yaşarken ve Ölürken
Everest Yayınları

21 Mayıs 2020 Perşembe

Gezi, Mehmet İşten / Bir Kayıp Kedi İçin Şiir


GEZİ

                                                             "hiçbir kedi geri getiremez içimde kaybolan kediyi" 
                                                                                                                   K. Celal Gözütok

bir kedi var evimde yaşayan
miyavlamıyor
sağırmış, kimse söylemedi
bilmiyor garip, kedi sesinin ne olduğunu

ankara kedisi olduğunu da bilmiyor
ama o da beğenmiyor hiçbir şeyi
tıpkı diğerleri gibi

evimdeki sağır iyi ki kedi
bu nedenle yemiyor hiçbir şeyi

adını gezi koyduk
bundan haberi yok
ama bize rağmen kedi olmaya kararlı
hiçbir şey öğrenmiyor
sevdirmiyor kendini

kim bilir nerdedir şimdi?


Mehmet İşten