26 Ocak 2018 Cuma

kaspar, peter handke


Kaspar mikrofonda konuşmaya başlar.Sesi suflörlerin konuşmalarını andırır.

Uzun zaman oldu
dünyada
hiçbir şey anlamaz oldum
doğal olanı
hayretle karşıladım
sonlu ve sonsuz olan her şeyi
gülünç buldum
her nesne ürküntü veriyordu bana
bütün dünya zehir oldu benim
için
ne kendim
ne de başka biri olmak istiyor-
dum
kendi elim
yabancı oldu bana
kendi bacaklarım
yalnız yürüyorlardı
açık gözlerle
derin
uykudaydım:
bir sarhoş gibi
bilinçsizdim
zorunda olmama rağmen
hiçbir şeye
uygun olmadım
her bakış
neşemi kaçırdı
her gürültü
bende
kendisi hakkında
hayal kırıklığı
yarattı
her yeni adım
bana tiksinti verdi
ve göğsümde
bir baskı yarattı
birlikte gelmedim
bizzat ben kendi görüşümü
engelledim
karmakarışık durumlarda
kafam dank etmiyordu
cümlelerin kargaşa ortamından
bir çıkış bulamadım
o benim için
dünyaya gelmeden önce geçer-
liyfi
çevremde olup bitenleri
hiç fark etmedim.
...
Saate göre
dünyaya
gelmedim
aksine
düşme anındaki
sancılar
bana yardımcı oldu
benim ve nesneler
arasına bir engeli
ortadan kaldırmak için geldim
aksine
düştüğümde duyduğum acılar
nesnelerle arama bir engel koy-
mama
yardımcı oldu:
ve nihayet
kekelememi önledi.
böylece duyduğum acı
beynimdeki karmaşayı yok etti.
...

Kaspar
Peter Handke

sokurov'un iki kişilik aileleri: father and son, simon sağlamoğlu


Beni kurtardın, beni yine kurtardın. Kurtarmasaydın onlar öldürecekti, beni öldüreceklerdi.

Günümüz sinemasının kuşkusuz en özgün ve saygıdeğer isimlerinden biri Aleksandr Sokurov. Andrei Tarkovsky”nin son röportajlarından birinde geleceğin sinema dehası olacağını müjdelediği Sokurov, ilerleyen yıllarda bu tespitin ne denli isabetli olduğunu on altı sinema filmi ve kırk kadar belgeselden oluşan devasa bir filmografiyle kanıtladı. Mezuniyet filmi olan The Lonely Voice of Man, tüm filmografisinde irdeleyeceği temel meselelerin altını çizmeye başladığı önemli bir ilk filmdi. İç savaş kaosundan çıkıp kasabasına dönen Nikita”nın karısına ve yaşadığı kasabaya olan yabancılaşmasına, içinde biriktirdiği acı ve suçluluk duygusuyla baş etme sürecine odaklanıyordu. özellikle ilk dönem filmlerinde sansürle oldukça boğuşan Sokurov”un aynı döneminden çarpıcı bir diğer filmi ise The Second Circle oldu. Uzun süredir görmediği babasının ölüm haberiyle kasabasına dönen genç bir adamın, artık tanımakta bile zorlandığı babasının cesedini defnetme uğraşını anlatıyordu. Sokurov”un daha az bilinen bu ilk dönem filmlerinden sonra 1997 yapımı Mother and Son ile hatırı sayılır bir üne kavuştuğunu söyleyebiliriz. Aile üçlemesi olarak adlandırılabilecek bir projenin ilk ayağında genç bir adamın ölmek üzere olan annesiyle yaşadığı son güne odaklanan film, yönetmenin biçimci sinemasının başyapıtlarından kabul edilir. Mother and Son filminin ardından önemli tarihi kişiliklerin birer gününü filmlerine konu edinen Sokurov, yazının asıl konusu olan 2003 tarihli Father and Son filmiyle birlikte iki kişilik ailelerinin yaşamlarına bakmaya devam etmiştir. Karı-koca, ana-oğul, baba-oğul gibi iki kişilik ailelerini baba-oğul üzerinden tekrar irdeleyen bu filmde, genç bir çocuk olan Alexei ile babasının birbirlerine olan derin sevgilerini koruyarak kopmamaya çalışmalarını şiirsel bir üslupla anlatmıştır.

Film tedirgin edici sesler ve mücadele içindeki iki çıplak bedenin yakın çekim görüntüleriyle açılır. Tam olarak idrak edilemeyen bu mücadelenin nedeni kamera uzaklaştıkça ortaya çıkar: çocuk bir kabusun içerisindedir ve baba onu sakinleştirmeye çalışmaktadır. çocuk sakinleştikçe babasına daha çok sarılır ve yetişip kurtarmasaydı onu öldüreceklerini sayıklar. İki beden tek vücut olmaya çalışıyormuşçasına birbirine sokulur. çocuk uykuyla uyanıklık arasında bir yerde asılı kalmış gibidir. Ormanda olduğunu, bir yol ve ağaçlar gördüğünü söyler. Gülümseyen bir yüzle kameraya dönen baba, oğluna onun da orda olup olmadığını sorar. çocuk gördüğü rüyanın içinden kameraya dönerek yalnız olduğunu belirtir. Yağmur yağmaya başlamıştır. Baba da yolu gördüğünü söyler ve aniden rüyanın içinde belirir. Alexei coşkuyla yol boyunca koşuyordur. İkisi aynı rüyanın içerisindedirler. Baba yüzünde tedirgin bir ifadeyle oğluna daha çok sarılır. Baba ve oğulun film boyunca göreceğimiz sevgi ve şefkat dolu ilişkisi, birbirlerinden ayrı düşebilecek olmanın getirdiği tedirginlikle yaşamaları bu enfes açılış sahnesiyle betimlenir. Rüya-gerçek karışımı bir prologla açılması filmin bir tonunu belli ederken, karakterlerin korkularını açık etmesi ve hayatlarına girmeye çalışan insanlara olan davranışların altında yatanları sunma açısından film için kilit bir vazife görür.


Dertler su ile akıp gider, gecenin rüyalarla gittiği gibi. Rüyalarında geceyle gitmesi gibi…

Artık uyumaya korkan Alexei acılarını suya fısıldayarak unutmaya çalışır. Bir yandan annesini özlerken diğer yandan babasını kaybettiği kabusların esiri olmuştur. Her kabus birbirine benzemektedir. Uyanıkken biriktirdiği korkularını rüyalarında açık eder. Babasını yitireceği düşüncesiyle her an savaştığı için evlerinde kurmaya çalıştığı minik evreni oldukça hassastır. Kız arkadaşı babasıyla olan ilişkisini kıskanmaktadır. Alexei ise sevgisini ikisine birden veremez. Babasının dahil olduğu her şey,onun için önceliğe sahiptir. Onun rahatını bozacak her şey Alexei için engellenmesi gereken bir durumdur. İki kişilik yaşamını koruma derdindeyken kapılarına Fyodor isimli bir genç gelir. Babasının askerlik arkadaşı Kolya”nın oğlu olan Fyodor, ölümünden habersiz olduğu babasının izini sürmektedir. Fyodor gibi Alexei de Kolya”nın öldüğünü bilmemektedir. Karşısındaki bu ürkek genç adam başta Alexei için bir derttir, iç savaş yıllarını babasına hatırlatıp keyfini kaçıracağını düşündüğü için onu savuşturmaya çalışır. Her ne kadar başta kötü davransa da babasını arayan bir oğul kadar özdeşleşebileceği kimse olmadığını hissederek Fyodor”a destek olmaya başlar. Fyodor”un babasından yıllardır ayrı yaşadığını öğrenmesiyle Alexei de kaçmaya çalıştığı düşüncelerini irdelemek zorunda kalır. Babadan ayrı kalabilme ihtimali yadsınamaz şekilde önünde durmaktadır.

Bir babanın sevgisi cefalıdır, sevgi dolu bir oğul bu cefayı çekmeye hazırdır.


Film boyunca Alexei babasına ve diğerlerine azizlerin söylediği bu sözleri tekrarlayıp cefa çekmekte olduğunu her fırsatta dile getirir. Davranışlarının sebebini ancak azizlerden ödünç aldığı sözlerle ifade edebilir. Kız arkadaşına, Fyodor”a ya da babasına bunu her söylediğinde kendine destek arar gibidir. Baba sevgisi zaten yeterince cefalıdır, sevgisi yüzünden yargılanmamalıdır.

Her ne kadar Alexei her daim birlikte olmanın düşü içerisindeyse de baba için durum daha açıktır. Henüz 20 yaşındayken baba olan, oğluyla birlikte büyümüş diyebileceğimiz bu adam ayrılığın eninde sonunda yaşanacağının farkındadır. Şehir dışından aldığı iş tekliflerini kabul edip gidecek gücü kendinde bulamasa bile günü gelince oğlunun gitmesi gerektiğini iyi biliyordur.

Sokurov tüm duygusallığıyla anlattığı bu baba-oğul ilişkisini çağdaş Amerikan ressamlarından Andrew Wyeth”in tablolarından esinlenerek yarattığı atmosfer içerisinde sunmuş . özellikle evde geçen sahnelerde dramatik ışığı yoğun olarak kullanırken dış mekanlarda buna kendine has deforme olmuş görüntüleri de ekleyerek filmin görsel yanını oldukça farklı bir seviyeye taşımış. Bir yandan optik araçları kullanarak önemli bir görsellik yakalarken, kurguladığı ses bandıyla da birlikte dramatik anların işitsel yönden de güçlü kılındığı bir bütün oluşturmuş.

Yönetmen, hayatlarından bir kesit aldığı baba ve oğulun hikayesini sonlandırırken filmin başında olduğu gibi bir rüya sahnesine başvurur. Karakterlerin gelecekteki eylemlerine referans veren finalde, bu noktaya ulaşırken babasından ayrılma fikrinin yavaş yavaş oluştuğunu hissettiğimiz Alexei”nin yine babasıyla paylaştığı bir düş ile film sonlanır. Alexei”nin okulu bitirince şehirden ayrılacağına dair yaptıkları konuşmanın ardından baba ve oğul kendi yataklarına uzanıp rüyaya dalarlar. Rüyada bu kez Alexei yoktur, baba evlerinin çatısında bir başına dolanır. Alexei muhtemelen gitmiştir. Mevsim kışa dönmüş, kar yağmaktadır.

Simon Sağlamoğlu
Sokurov'un İki Kişilik Aileleri: Father and Son

animasyon, bir köy hekimi (2007), koji yamamura, franz kafka

Bir Köy Hekimi 
Yönetmen: Koji Yamamura
Hikâye: Franz Kafka






...
Ah!Atların ikisi de aynı anda kişnemeye başlıyorlar, yüce bir mevkiden yönetilen bu müsamerenin konsültasyonu kolaylaştırması bekleniyor herhalde.Sonuca varıyorum sonunda: Evet, genç adam hasta, sağ böğrünün kalçaya yakın bölgesinde açılmış avuç ayası büyüklüğünde bir yara var.Rengi gül pembeliğinde, ortası daha koyu, kenarlara doğru nüans nüans açılan bir pembe; yara biraz pütürlü, bazı yeri az, bazı yeri çok kanlı; uzaktan sanki yer üzerinde açılmış bir maden ocağına benziyor bu yara.Yakından baktığımda işimin ne denli zor olduğunu görüyorum, bir ıslık koyuvermemek elde değil.Serçe parmağımın boyutlarında kurtlar, yine pembe renkli, kana bulanmış gövdeleriyle bir uçları yaranın içine girmiş, diğer yanda başları ve sayılamayacak kadar çok ayakçıklarıyla debelenip duruyorlar.Zavallı çocuğa kimse yardım edemez artık! Bu yarayı bulup çıkardım işte, bunun yüzünden ölüp gideceksin.Aile mutlu oysa, beni iş başında gördüler, kız kardeş anneye, anne babaya söylüyor, baba da pencereden içeri başlarını uzatan ve ancak pencereye kollarıyla dayanarak dengelerini bulabilen konuklara benim çalıştığımı iletiyor.Yarasında oynaşan yaşamlardan sarhoş genç, “Beni kurtaracak mısınız doktor?” diye fısıldayarak soruyor.Bu bölgedeki tüm insanlar aynı, hekimlerden beceremeyecekleri şeyleri istiyorlar.Eski inançlar yitip gitmiş, rahip evinde ayin giysilerini sıkıntıyla parçalarken, hekimin sihirli elini kullanmasını bekliyorlar.Nasıl arzu ederseniz, ben kendim gönüllü olmadım ya, beni böyle kutsal amaçlarla kullanmak istiyorsanız, pekala!Neden itiraz edeyim, hizmetçisini yitirmiş yaşlı bir köy hekimi için iyi iş.Derken aile ve köyün yaşlıları geliyorlar, öğretmenin yönetimindeki köy korosu evin karşısındaki yerini alıyor, ezgisi basit bir şarkıyı söylemeye başlıyorlar:

Soyun giysilerini, iyileştirir o zaman
Baktınız iyileştiremedi, gebertin gitsin!
Altı üstü bir hekim
Altı üstü bir hekim!
...

Franz Kafka
Bir Köy Hekimi










ulus baker anısına, angela melitopoulos, beyin ekran, deleuze


Video seminerim esnasında, öğrenciler, sabah saat 10.00’da beni Ulus’a takdim etti.Ulus, seminerin verileceği mekânda bekliyor ve Gilles Deleuze kasedini izlemek için sabırsızlanıyordu.Ertesi gün, mimarlık ve sosyoloji bölümlerinden bir hoca grubu da katıldı.Deleuze kasetini izlemek üzere yaklaşık yirmi kişi kendiliğinden biraraya gelmişti. Pek az öğrenci alınmıştı içeriye.Deleuze’ün beni kendimden geçiren sesi, şiirsel- felsefi bir sıvı gibi dostane yollarla sızar içinize.Sesi, film tarihine atıfta bulunuyordu.Seminerin bir yerinde, Dostoyevski'nin romanındaki budala karakterinde karşılık bulan belirli bir unutma ve hatırlama halini açıkladığını anımsıyorum.Göç üzerine olan araştırmamdan ötürü ilgilendiriyordu bu beni.Deleuze kararlı bir biçimde birkaç kez yinelediği “peki ama sinemada bir fikri olmak ne demektir?” sorusunu, ardından şu hikâyeyle cevaplıyordu:

"Adamın biri, yanmakla olan apartmanından dışarı fırlarken, durup düşünür: Sevdiğim kız -Tanya... Başı belâda, yardım istiyor...Yardımıma ihtiyacı var...Yoksa ölecek...Ve kahramanımız sokağa iner aceleyle...Ve aniden, köşe başında bir arkadaşla ya da ezilmiş bir köpekle karşılaşır...Ve...Her şeyi toptan unutuverir; ama her şeyi -Tanya'nın ölmekte olduğunu, onu beklediğini, yardımına ihtiyacı olduğunu...Sonra, başka bir arkadaşıyla karşılaşır, onunla çay içmeye gider...Ve aniden, yine...Beni bekliyor Tanya... Gitmeliyim... Vesaire...”

Bu da nedir?Bütün bunlar ne anlama geliyor?

Dostoyevski kahramanları hep bir aciliyet haline yakalanmış durumdadırlar...Hep ölüm kalım sorunlarıyla karşı karşıya kalırlar.Ama bilirler ki, daha da acil olan bir sorun vardır...Ama bu sorun nedir? İşte onu bilmezler...

Her şey, sanki bir yangın çıkmış, her şey yanmaktayken, kaçıp dışarı çıkmak yerine kendime şunları demem gibidir: Hayır!Hayır!Burada daha da acil bir şey var... Onu öğrenene kadar yerimden kımıldatmayın beni...

Ama bu BUDALA'dır...budala...bu, Budala’nın formülüdür...”

Ertesi gün, tebeşirle tahtaya, aynadan okunan yazı olarak ters gözükecek şekilde şu soruyu yazdım: “Nedir bu?” (“What is it?”).Ve tahtanın önünde, Yunanların Anadolu’daki unutulmuş tarihi üzerine Ulus’la bir görüşme yaptım.Tekinin camı düşmüş olan kırık gözlüklerinden bana bakarak: “Göç...” dedi, Hendrix model saçlarına henüz ak düşmemişti: “Göç problemi harekelin sonudur.Geriye dönüş yoktur, geçişli değildir: Bir şeyleri yeni bir kültüre ya da medeniyete getirirsin ama bir şeyler geri götürmeyi başaramazsın.Geçişsizdir.
...

Angela Melitopoulos
Beyin Ekran
Ulus Baker Anısına

25 Ocak 2018 Perşembe

the man from earth: holocene (2017), richard schenkman

The Man From Earth: Holocone (2017) - Richard Schenkman
David Lee Smith








yok-oyunculuk, beyin ekran, ulus baker, sokurov üzerine


Confession - Aleksandr Sokurov


Oyunculuğun zaman içinde "sıfıra limitlenmesi" fikri çok eskiydi (Lumiere-Vertov çizgisi): üstelik halihazırdaydı...Film gerçek hayatı olduğu gibi yakalar...Doğası budur -gerçekliğin temsili değil, bıraktığı kimyasal iz...Fotoğrafla imaja dair bütün psikoloji 19. yüzyıl başlarından itibaren değişmişti zaten...Ama şu anda oyunculuğu gidedercek olan gelişme yapay görüntüyle ancak kötü Amerikan aksiyon filmlerinde yok olur..Oyunculuğu yok etmenin halihazırdaki en müthiş örneğini, kendine mahsus sinema anlatımıyla sınırlı olsa da Aleksandr Sokurov'un yarı-belgesellerinde hissedebiliyoruz..."Bir Kaptan'ın İtirafı" adlı beş bölümlük TV dizisi bizi Sovyetler'in yıkılmasına denk bir Kuzey Buz Denizi kruvazörünün içine kapatır -ara ara dışardaki kaosa, kar boranına ve gemiyi her an yutabilecek dalga görüntülerine açılır...Gerisi gemideki klostrofobik yaantı ve kaptanın "Çehov'un bütün eserini ezberleme" fantezisi...Her şey mutlak belgesel görüntüdür, oyuncu yoktur, kaptan bile poz verirken verdiği poz yalnızca sigara içen gerçek bir kaptanın çekimidir -ama alttan gden, voice-off-dış ses, derin bir felsefi-edebi metin süregider...On iki saat boyu...Kaptanın iç konuşması, ama aynı zamanda günlük yaşamın sesleri, suskunlukları ve konuşmaları...Oyunculuğu dramada dramayla yok etmenin daha iyi bir yolunu henüz göremiyorum. 

Ulus Baker
Yok-oyunculuk
Beyin Ekran



deli gibi, hariçten gazelciler, ömür kılıçaslan

Deli Gibi- Hariçten Gazelciler
Ömür Kılıçaslan


Deli gibi koşuyorum oturduğum şu minderde, 
Zaman durmuş benim için, 
Saat bunu nerden bilsin?

Âşıklarda gönül olur;
Gönüllerde de hep aşk var! 
Aşkı bilen bilir elbet, 
Peki bilmeyen ne bilsin?

Kendimi bildim bileli, 
Kendimi bilemiyorum! 
Aramakla bulamadım, meraktan da cayamadım!

Korkuyorum ölesiye, 
Sığındığım şu siperde,
Savaş bitmiş benim için,
Mermi bunu nerden bilsin?





çamur - ömrüm, ömür kılıçaslan anısına

Çamur - Ömrüm
Ömür Kılıçaslan Anısına

Gece vakti penceremden bakıyorum da
Sokak kadar yağmur kadar susuyormuşum
Küfür gibi, çığlık gibi yaşıyorum da
Günden güne biraz ömür taşıyormuşum

Kırıldı tüm şişeler bu gece içimde
Bir eyvallah geride kalana
Rastladın mı bir çare bulana
Geçiyor, katmış tozu dumana
Geçiyor ömrüm..

Bir gün battı, bir kuş uçtu, gözümle gördüm
Bir tel koptu, bir söz düştü, kırık sazımdan
Biraz hüzün, bir tebessüm değil mi ömrüm?
İki damla yaş dökülür şimdi gözümden

Kırıldı tüm şişeler bu gece içimde
Bir eyvallah geride kalana
Rastladın mı bir çare bulana
Geçiyor katmış tozu dumana
Geçiyor ömrüm..






kendimden geçtim ama, hariçten gazelciler, ömür kılıçaslan

Kendimden Geçtim Ama - Hariçten Gazelciler
Ömür Kılıçaslan

Kendimden geçtim ama, olamadım bir tek sen 
Sen benden vazgeçtiysen, ne olsam nafile  
Sen benden vazgeçtiysen, ölsem bile beyhude. 

Ne kaştayım ne gözde, ne işve ne cilvede 
Tebessümün güneştir, onu da esirgeme 
Tebessümün güneştir, güneşi küçümseme 

Gönül bir muammadır, eremedim sırrına 
Bıraktım öyle kalsın, nerde yanarsa yansın 
Bıraktım öyle kalsın, alevi solmasın 
Bıraktım öyle kalsın, bıraktım öyle yansın. 




yağma yok, hariçten gazelciler, ömür kılıçaslan


Yağma Yok - Hariçten Gazelciler
Ömür Kılıçaslan

Bir derdim var şudur, bilemiyorum 
Bir soru düştü aklıma, çözemiyorum 
Izdırap içinde mi ki Yunus?
Öyleyse neyin ızdırabını çekmekte?

Herkesin, her şeyin, herkesin, her şeyin 

Öyle bir dünya düşün ki azad zamandan 
Öyle bir dünya düşün ki azad insandan 
Öyle bir hülya düşün ki azad dimağdan 
Öyle bir kul düşün ki azad Allah'tan 

Herkese, her şeye, herkese, her şeye 

Aşkından delirmedim, zaten deliydim 
Belki de coşmuştu gönlüm, kâh göklerdeydim 
Sağ yanımdan tokat yedim, solu senindir 
Gel bu garibi sevindir güzeller güzeli 

Yağma yok güneş ısıtacak 
Yağma yok denizler coşacak 
Yağma yok keşke sevsen beni 
Yağma yok hem de deliyim diye 

Yağma yok akrep yelkovan 
Yağma yok tebessüm ve hüzün 
Yağma yok bende sevsen beni 
Yağma yok onun delisiyim diye