22 Ocak 2017 Pazar

kimya laboratuvarı & dostoyevski'de yaşamak, elias canetti


"Dostoyevski'de yaşıyor ve onu çok ciddiye alıyor.
Koca laboratuvarda bu konuyu konuşabileceği başka kimse yok."

straight to my heart, camel


Straight to My Heart-Camel

odradek, kafka

Kimileri Odradek sözcüğünün Slavcadan kaynaklandığını söyler, sözcüğün kuruluşunu bu dile dayanarak çözmeğe çalışır. Başkalarının kanılarına göre ise, sözcük Almancadan kaynaklanmış, Slavcadan yalnızca etkilenmiştir. Ama, her iki yorumun da kesin olmadığı, ikisinin de uygun düşmemesinden haklı olarak çıkarılabilir, çünkü yorumlardan hiçbiriyle sözcüğe bir anlam bulunamamakta.

Tabii, Odradek adını taşıyan bir varlık gerçekten bulunmasaydı, kimse böylesi incelemelerle uğraşmazdı. İlk bakışta, yassı, yıldızımsı bir makara gibi görünür, ve sahiden de üstüne iplik sarılmış gibidir; ancak sadece kopuk, eski, biri birine düğümlü, ama aynı zamanda birbirine dolaşmış, olmadık çeşit ve renkte iplik parçalarıdır bunlar. Bir makaradan ibaret de değildir yalnızca; yıldızın ortasından çıkmış küçük teğet bir çöp vardır, bu çöpe de dikaçıyla bir başka çöp birleşir. Bir yandan bu son çöpün, öte yandan da yıldızın köşelerinden birinin yardımıyla, bütün biçim, iki ayak üstündeymiş gibi dik durabilir.

 
İnsanın içinden, bu yapının önceleri amaçlı, işe yarar bir biçimi bulunduğuna, bu biçimin ise sonradan kurulmuş olduğuna inanmak gelir. Ama durum böyle gözükmüyor; en azından, böyle olmuş olabileceği konusunda bir ipucu yok; hiçbir yerinde, böyle birşeyi düşündürecek çıkıntılar ya da kırılma yerleri gözükmüyor; bir bütün olarak, gerçi anlamsız ama kendine göre tamam görünüyor. Aslında bu konuda da daha ileri birşey söyleme olanağı yok, çünkü Odradek olağanüstü devingendir, yakalanamaz.

Yerini sürekli değiştirerek, zamanına göre çatı aralığında, merdiven boşluğunda, aydınlıklarda, sahanlıklarda konaklar. Kimi zaman da aylarca ortalıkta gözükmez; böyle zamanlarda herhalde başka evlere göçer; ama sonradan yanılmazca bizim eve geri döner. Kimi zaman kapıdan çıkarken o da tam trabzanın altına yaslanmış duruyordur; insanın ona bir iki söz söyleyesi gelir. Tabii güç sorular sorulmaz. —ufak tefekliği öyle yaptırır insana— bir çocuk gibi davranılır ona. “Adın ne senin bakalım?” diye sorulur. “Odradek” der. “Peki nerede oturuyorsun?”. “İkametgahı gayrısahih” der ve bir kahkaha atar; ama bu ancak ciğeri olmayan birisinin çıkarabileceği bir kahkahadır. Dökülmüş yaprakların hışırdaması gibi gelir kulağa. Konuşma da çoğu zaman bu noktada sona erer. Aslında bu yanıtları da herzaman alamaz insan; uzun süreler sağır durur çoğunlukla, gövdesini oluşturur görünen odun gibi.


Boşuna sorup dururum kendime, sonu ne olacak diye. Ölebilir mi acaba? Ölen her şeyin, başlangıçta bir çeşit ereği, bir çeşit etkinliği olmuştur, ve kendini bunlarla yıprata yıprata yok olup gitmiştir; Odradek için durum böyle değil. Ya, bir gün, çocuklarımın ve çocuklarımın çocuklarının ayakları dibine, peşinden sürüklenen iplik parçalarıyla, merdivenlerden aşağı yuvarlanırsa? Kimseye bir zararı olmasına yok, ama benden daha fazla yaşayacağını düşünmek, neredeyse acı veriyor bana.

Aile Babasının Kaygısı – Franz Kafka
(1914-1917 arasında yazıldı. Türkçesi: Oruç Aruoba)

fangelse (1949), ingmar bergman


Fangelse(1949)
İngmar Bergman


atlar, elif sofya

Gümüş gözlerinden alıyoruz atların
Isırınca pembeleşen gözlerinden
Bu acıyla büyüyor gözlerindeki bebek
Dik durabiliyoruz
Yukarıya doğru boynumuzun açısı
Durum kıyısı belirsiz su
Su içinde korkutucu
İşaret fişekleriyiz yeryüzünün
Gizliliğimiz yanıltıcı
Benzersiz benzemezliğimize güveniyoruz
Parmak izlerimizden tanıyoruz birbirimizi
Susuyoruz sesimiz sıkıcı

Tam orada durduğumuz ara yerde
Atlar geliyor öfkelerini büyüterek derilerinde
Atlar geliyor
gözleri enselerimizde
Ayaklarımızda hızlanıyor yarım yamalak adımlar
Soğuk su derine batıyor
Birbirini biliyor bıçakları avcıların
Artık bizim de gözlerimiz
körlüğümüzden azade

            Elif Sofya
Atlar
Dik ÂLâ

medicine, tindersticks

Tindersticks-Medicine


“Turfe dükkân-ı hikemdir bu kühen tak-ı felek/ Ne ararsan bulunur derde devadan gayrı” 
                                                                                                              Koca Ragıp Paşa

bir zamanlar neyin nasıl olduğunu, her şeyden çok kuş sesleri hatırlatır bana, john berger

Video: Orbay Turan

"Bir zamanlar neyin nasıl olduğunu, 
her şeyden çok kuş sesleri hatırlatır bana." 
John Berger


kimse sizin kadar büyük bir öfkeyle yazamaz, gözlerin oyunu, elias canetti


En çok hangi yazarı seviyordu?
Bir an duraksamadan, "Dostoyevski" dedi."Benim ilk öğretmenim oydu."
"Yazdıklarınızı ona pek gösteremezdiniz."
"Hayır, gösteremezdim.Hem zaten bir yararı olmazdı."
"Neden?"
"Çünkü yazdıklarım tıpkı onunkiler gibi.Onları kendisinin yazmadığını fark edemezdi.Bir yerden kopyaladığımı sanırdı."
"Kendinize pek değer vermiyorsunuz, öyle değil mi?"
"Hayır, hiç vermiyordum.Ama sizinle durum farklı olur.Kimse sizden kopya çekemez.Kimse sizin kadar büyük bir öfkeyle yazamaz."

Gözlerin Oyunu
Elias Canetti

21 Ocak 2017 Cumartesi

yüksek bilgelik, sonne, gözlerin oyunu, elias canetti

...
Beni bir keşif yolculuğuna çıkarıyormuş gibi konuşuyordu.Ben karşısında bir yazar olarak değil de, bir başka kişi olarak dinliyordum onu; dinliyor ve öğreniyordum.Önüme serdikleri öylesine şaşırtıcıydı ki, neredeyse bunları yazanın ben olduğuma inanamıyordum.Bir sınıfta öğrencilere eski çağlardan kalma bir metni açıklar gibi en küçük ayrıntıyı bile kaçırmamış olmasına hayret ettim.Kitabımla benim aramda böylece yarattığı uzaklık, el yazmasının çekmecemde durduğu dört yıldan daha büyüktü.En ince ayrıntılarına kadar iyi tasarlanmış, kendi içinde haklılığını ve onurunu barındıran büyük bir yapıt duruyordu karşımda.Sonne'nin fikirlerinin her biri büyülüyordu beni, hepsi ayrı ayrı şaşırtıyordu, tek dileğim, konuşmasına hiç son vermemesiydi.

Yavaş yavaş Sonne'nin sözcüklerinin ardında yatan niyeti fark etmeye başladım; kitabın çok zor günler geçireceğini biliyor, kaçınılmaz saldırılara karşı beni silahlandırmaya çalışıyordu.

Gözlerin Oyunu
Elias Canetti

fritz wotruba üzerine, elias canetti, gözlerin oyunu


Wotruba'ya en çok stüdyosundayken kendimi yakın hissediyordum.Viyana Belediyesi Stadtbahn metro köprüsünün altındaki kapalı yerlerden ikisini onun emrine vermişti.Birinde - ya da iyi havalarda dışarda- taşını yontardı.Onu ilk ziyaretimde, uzanmış bir kadın figürü üzerinde çalışıyordu.Taşa güçlü darbeler indirirken, taşın sertliğinin onun için ne büyük anlam taşıdığını görebiliyordum.Ansızın figürün bir yanından öbür yanına fırlıyorve yontma kalemini yepyeni bir öfkeyle taşa indiriyordu.Ellerinin onun için çok önemli olduğu, bu ellere müthiş bağımlı olduğu açıkça ortadaydı; ama gene de taşı ısırıyor sanırdınız.Siyah bir panterdi o, taşla beslenen, pençelerini geçirip taşı ısıran bir panter.Bir sonraki saldırısının hangi zamanda hangi noktaya yöneleceğini asla bilemezdiniz.Bana bir panteri anımsatan en çok bu sıçrayışlarıydı, ancak bunlar uzak bir noktadan başlamıyordu, figürün bir yerinden diğerine sıçrıyordu


İlk ziyaretim sırasında şarkıcı Selma Kurtz'un mezarına konacak bir heykel üzerinde çalışıyordu.Sıçramalar yukarıdan doğru geliyordu; belki bu yüzden elimde olmaksızın ağaçtan kurbanı üzerine atlayan bir panteri düşündü.Kurbanını parçalıyor gibiydi.Ama insan graniti paramparça edebilir mi?Kendini işine büyük bir ciddiyetle vermiş olmasına karşın, ne ile savaşmakta olduğunu bir an olsun unutmadım.Uzun süre izledim onu.Bir kez olsun gülümsemedi.Kendisini izlediğimin farkındaydı, ama bakışında hiçbir hoşnutluk okunmuyordu.Granitle son derece ciddi bir iş yapmaktaydı.Kendisini gerçekte olduğu gibi göstermekte olduğunu anladım.Öylesine güçlü bir yapısı vardı ki, mesleklerin en zorunu seçmişti.Ona göre sertlik ve güçlük aynı şeydi.Ansızın geri sıçradığında, taşın kendisine karşı-saldırıda bulunmasını bekliyor gibiydi, ve bu bekleyiş içinde savunmaya geçiyordu.Karşınızda gerçekleşmekte olan şey bir cinayetti.Ona göre öldürmenin bir gereklilik olduğunu anlamam uzun zaman aldı.Bu belli belirsiz izler bırakan gizli bir cinayet değildi; geride bir anıt kalıncaya dek sürdüyordu öldürmeyi Wotruba.Genellikle cinayetini tek başına işliyordu; ancak bazen, başkalarının yanında da bu işi yapmanın gereğini hissediyordu, ama bunu yaparken hiçbir şekilde yöntemini değiştirmiyor, kendisi değişmiyor, tümüyle kendisi olarak, bir aktör değil, bir cani olarak kalıyordu.Bu konuda ne denli ciddi olduğunu anlayacak birine gereksinim vardı.

Sanatın oyun olduğu söylenir, onunki oyun değildi, yaptıklarıyla bütün kenti, hatta dünyayı doldurabilirdi.Ben oraya bir yontucu için önemli olan şeyin, yapıtı çürümeye karşı koruyacak öğe olarak taşın sürekliliği olduğu genel görüşü ile gitmiştim.Onu çalışırken anlatılması olanaksız hareketleri içinde gördüğümde, Wotruba için taşın en büyük öneminin sertliğinde yattığını, bunun dışında hiçbir şeyin onu ilgilendirmediğini anladım.Taşla çarpışmak zorundaydı Wotruba.İnsanların bir lokma ekmeğe muhtaç oldukları gibi taşa gereksinimi vardı onun.Ama bu var olan en sert taş olmalıydı, Wotruba bu sertliği canlandırıyor, büsbütün ortaya çıakrıyordu.
...
Taşın ne olduğunu ilk kez onunla yaptığım tutkulu konuşma sayesinde öğrendii söylemem garip gelebilir.Başkalarına karşı acıma duygusu yoktu Wotruba'da, bunu da beklemiyordum zaten.Sevecenlik, saçmaydı ona göre.Yalnızca iki şey onu ilgilendiriyordu: taşın gücü ve sözcüklerin gücü, her iki durumda da söz konusu olan güçtü, ama bu gücün öğeleri öylesine alışılmamış bir bileşim ortaya koyuyorlardı ki, insan bunu doğanın bir gücü olarak kabul ediyordu, ve bir fırtına ne kadar eleştiriye açıksa, bu güç de o kadar eleştiriye açıktı.

Elias Canetti
Gözlerin Oyunu