Wotruba'ya en çok stüdyosundayken kendimi yakın hissediyordum.Viyana Belediyesi Stadtbahn metro köprüsünün altındaki kapalı yerlerden ikisini onun emrine vermişti.Birinde - ya da iyi havalarda dışarda- taşını yontardı.Onu ilk ziyaretimde, uzanmış bir kadın figürü üzerinde çalışıyordu.Taşa güçlü darbeler indirirken, taşın sertliğinin onun için ne büyük anlam taşıdığını görebiliyordum.Ansızın figürün bir yanından öbür yanına fırlıyorve yontma kalemini yepyeni bir öfkeyle taşa indiriyordu.Ellerinin onun için çok önemli olduğu, bu ellere müthiş bağımlı olduğu açıkça ortadaydı; ama gene de taşı ısırıyor sanırdınız.Siyah bir panterdi o, taşla beslenen, pençelerini geçirip taşı ısıran bir panter.Bir sonraki saldırısının hangi zamanda hangi noktaya yöneleceğini asla bilemezdiniz.Bana bir panteri anımsatan en çok bu sıçrayışlarıydı, ancak bunlar uzak bir noktadan başlamıyordu, figürün bir yerinden diğerine sıçrıyordu
İlk ziyaretim sırasında şarkıcı Selma Kurtz'un mezarına konacak bir heykel üzerinde çalışıyordu.Sıçramalar yukarıdan doğru geliyordu; belki bu yüzden elimde olmaksızın ağaçtan kurbanı üzerine atlayan bir panteri düşündü.Kurbanını parçalıyor gibiydi.Ama insan graniti paramparça edebilir mi?Kendini işine büyük bir ciddiyetle vermiş olmasına karşın, ne ile savaşmakta olduğunu bir an olsun unutmadım.Uzun süre izledim onu.Bir kez olsun gülümsemedi.Kendisini izlediğimin farkındaydı, ama bakışında hiçbir hoşnutluk okunmuyordu.Granitle son derece ciddi bir iş yapmaktaydı.Kendisini gerçekte olduğu gibi göstermekte olduğunu anladım.Öylesine güçlü bir yapısı vardı ki, mesleklerin en zorunu seçmişti.Ona göre sertlik ve güçlük aynı şeydi.Ansızın geri sıçradığında, taşın kendisine karşı-saldırıda bulunmasını bekliyor gibiydi, ve bu bekleyiş içinde savunmaya geçiyordu.Karşınızda gerçekleşmekte olan şey bir cinayetti.Ona göre öldürmenin bir gereklilik olduğunu anlamam uzun zaman aldı.Bu belli belirsiz izler bırakan gizli bir cinayet değildi; geride bir anıt kalıncaya dek sürdüyordu öldürmeyi Wotruba.Genellikle cinayetini tek başına işliyordu; ancak bazen, başkalarının yanında da bu işi yapmanın gereğini hissediyordu, ama bunu yaparken hiçbir şekilde yöntemini değiştirmiyor, kendisi değişmiyor, tümüyle kendisi olarak, bir aktör değil, bir cani olarak kalıyordu.Bu konuda ne denli ciddi olduğunu anlayacak birine gereksinim vardı.
Sanatın oyun olduğu söylenir, onunki oyun değildi, yaptıklarıyla bütün kenti, hatta dünyayı doldurabilirdi.Ben oraya bir yontucu için önemli olan şeyin, yapıtı çürümeye karşı koruyacak öğe olarak taşın sürekliliği olduğu genel görüşü ile gitmiştim.Onu çalışırken anlatılması olanaksız hareketleri içinde gördüğümde, Wotruba için taşın en büyük öneminin sertliğinde yattığını, bunun dışında hiçbir şeyin onu ilgilendirmediğini anladım.Taşla çarpışmak zorundaydı Wotruba.İnsanların bir lokma ekmeğe muhtaç oldukları gibi taşa gereksinimi vardı onun.Ama bu var olan en sert taş olmalıydı, Wotruba bu sertliği canlandırıyor, büsbütün ortaya çıakrıyordu.
...
Taşın ne olduğunu ilk kez onunla yaptığım tutkulu konuşma sayesinde öğrendii söylemem garip gelebilir.Başkalarına karşı acıma duygusu yoktu Wotruba'da, bunu da beklemiyordum zaten.Sevecenlik, saçmaydı ona göre.Yalnızca iki şey onu ilgilendiriyordu: taşın gücü ve sözcüklerin gücü, her iki durumda da söz konusu olan güçtü, ama bu gücün öğeleri öylesine alışılmamış bir bileşim ortaya koyuyorlardı ki, insan bunu doğanın bir gücü olarak kabul ediyordu, ve bir fırtına ne kadar eleştiriye açıksa, bu güç de o kadar eleştiriye açıktı.
Elias Canetti
Gözlerin Oyunu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder