Yumuşacık solucanlar, sert kayaların altında yaşar ve
zıplayamazlar!
Karmakarışık sandalyeler, dumandan boğulmuş sıkışık masalar, kış günü, tıka basa dolu bu kahveye akşama doğru, simitçiler, çörekçiler, gözlemeciler akın akın gelmeye başlar, itişe kakışa kahvenin ağzı dolana kadar. Elinde tablası, sepeti, sinisi, seyyar satıcılar kahve sahibiyle, garsonla iyi geçinmek zorunda. Usulca tablasını bir kenara koyup, boş bardak toplayıp, güya küllükleri temizleyerek göze girmeye çalışırlar. Bir iki saat içinde on-onbeş kahve gezerler ve yıllarca aynı güzergâhtan ekmek paralarını çıkarırlar.
Soğuk azrailleştiğinde de durum fark etmez. Kahveye girer girmez ellerini ohalayıp sobanın yanına sokulurlar, müşteriyi rahatsız etmemek, çay dağıtan garsonun yolunu kesmemek için tedbirlidirler, asla yüksek sesle konuşmazlar, para alışverişini mümkün olabilecek bir sessizlikte yapar, hır çıkmasın, tartışma olmasın, garsonun kafasının tası atmasın diye, elli-yüz bin lira gibi küçük paralarla çalıştıkları halde, telaşla “üstü kalsın”, “canın sağolsun”, “yarın alırım ağbi” diyerek hızla, üstünkörü işlerini görürler. Kahve sahibi ya da garsonun gözüne battıklarında, iş kapısı kapanmış, felaket demek.
Soğuk bir aralık günü olmalıydı. Kahvenin boğucu pis dumanından daralıp nefeslenmek için kapıya çıktım. Üç-dört kat başörtüsü, başını örtmek için değil, kafasından ağır yaralıymış gibi sargı bezi gibi sarılmış, palto, pardesü yok, birkaç kirli hırkayı üst üste giymiş, elleri soğuktan patlıcan gibi mosmor ve yarılmış pürtük pürtük, yerleri süpüren kirli siyah eteği altında bir etek daha ve sokağın tüm çamuru dizlerine kadar sızmış, sepetinin içinde gözlemeleri soğumasın diye, kalınca havluyla bastırarak örtmüş. Yaklaşmaya cesaret edemedim, seyyar satıcılıkta çok acemi olduğu her halinden belli. Acı çeken bir utangaçlıkla ve usulca, sadece kendi duyabileceği bir sesle; “sıcacık gözlemelerim var, almaz mısınız?”. Sepetin içinden havluyu kaldırdığında sıcacık duman yüzüne dolanıyor, dört-beş gözleme çıkartıp dürüm yapıp, iki eliyle tutup, kahveye girmek istiyor. Her defasında kovulup atılıyor! Kapıda sessizce iki elinde gözleme dürümleri, kahveye rahatlıkla giren simitçi, poğaçacılara imrenerek bakıyor, garson kapıya çıktığında yalvararak: “Bir girip çıkacağım”, Garson: “Patron kızıyor, hadi, hadi, hadi!”..
Özal dönemi yeni bitti, yeni gelen liderler, her gün ekranlarda Avrupa Birliği’ni konuşuyor. Her şeyimizi kaybettik. Zehirden bir ilaç gibi hepimiz her gün ahlâkın ne kadar bozulduğunu konuşuyoruz. Bu ne ağır cümle, bir savaş sonrası gibi ceset dağlarına bakıp: Her şeyimizi kaybettik. Küçükken ıslıkla çaldığımız müziği bile hayat öyle düğümledi ki.. Dedelerimizin anlattığı patates kabuğu yedikleri yoksulluğa hazırlıksız yakalandık. Gözlemeci ablanın şu kat kat giydiği paçavralar, yoksulluğun savaş üniforması gibi. Kadının soğukta çaresiz bekleyişi. Kimsenin duymayacağı fısıltıyla “gözlemelerim var, sıcacık gözlemelerim” deyişi, kalbime inen balta gibi. “Abla bir gözleme versene!” dedim. Eli ayağına dolaştı, yavaşcacık itinayla dürüm yapıp ve o kadar sakin hareketlerle kâğıda sardı ki, sanki evine misafir gitmişim, zerafetle ikramda bulunuyor. “Abla sen bu yavaşlıkla bu işi yapamazsın!” dedim. “Kahveye alsalar, yarısını bitiririm” dedi, iddiayla. “Niye almıyorlar”, “boyları devrilsin, biz de çocuk büyütüyoruz!”.. Ciğerimi yırtan bu sert havayı dağıtmak için, şakayla: “Belki gözlemelerin güzel değil, onun için almıyorlar!” dedim!.
Karmakarışık sandalyeler, dumandan boğulmuş sıkışık masalar, kış günü, tıka basa dolu bu kahveye akşama doğru, simitçiler, çörekçiler, gözlemeciler akın akın gelmeye başlar, itişe kakışa kahvenin ağzı dolana kadar. Elinde tablası, sepeti, sinisi, seyyar satıcılar kahve sahibiyle, garsonla iyi geçinmek zorunda. Usulca tablasını bir kenara koyup, boş bardak toplayıp, güya küllükleri temizleyerek göze girmeye çalışırlar. Bir iki saat içinde on-onbeş kahve gezerler ve yıllarca aynı güzergâhtan ekmek paralarını çıkarırlar.
Soğuk azrailleştiğinde de durum fark etmez. Kahveye girer girmez ellerini ohalayıp sobanın yanına sokulurlar, müşteriyi rahatsız etmemek, çay dağıtan garsonun yolunu kesmemek için tedbirlidirler, asla yüksek sesle konuşmazlar, para alışverişini mümkün olabilecek bir sessizlikte yapar, hır çıkmasın, tartışma olmasın, garsonun kafasının tası atmasın diye, elli-yüz bin lira gibi küçük paralarla çalıştıkları halde, telaşla “üstü kalsın”, “canın sağolsun”, “yarın alırım ağbi” diyerek hızla, üstünkörü işlerini görürler. Kahve sahibi ya da garsonun gözüne battıklarında, iş kapısı kapanmış, felaket demek.
Soğuk bir aralık günü olmalıydı. Kahvenin boğucu pis dumanından daralıp nefeslenmek için kapıya çıktım. Üç-dört kat başörtüsü, başını örtmek için değil, kafasından ağır yaralıymış gibi sargı bezi gibi sarılmış, palto, pardesü yok, birkaç kirli hırkayı üst üste giymiş, elleri soğuktan patlıcan gibi mosmor ve yarılmış pürtük pürtük, yerleri süpüren kirli siyah eteği altında bir etek daha ve sokağın tüm çamuru dizlerine kadar sızmış, sepetinin içinde gözlemeleri soğumasın diye, kalınca havluyla bastırarak örtmüş. Yaklaşmaya cesaret edemedim, seyyar satıcılıkta çok acemi olduğu her halinden belli. Acı çeken bir utangaçlıkla ve usulca, sadece kendi duyabileceği bir sesle; “sıcacık gözlemelerim var, almaz mısınız?”. Sepetin içinden havluyu kaldırdığında sıcacık duman yüzüne dolanıyor, dört-beş gözleme çıkartıp dürüm yapıp, iki eliyle tutup, kahveye girmek istiyor. Her defasında kovulup atılıyor! Kapıda sessizce iki elinde gözleme dürümleri, kahveye rahatlıkla giren simitçi, poğaçacılara imrenerek bakıyor, garson kapıya çıktığında yalvararak: “Bir girip çıkacağım”, Garson: “Patron kızıyor, hadi, hadi, hadi!”..
Özal dönemi yeni bitti, yeni gelen liderler, her gün ekranlarda Avrupa Birliği’ni konuşuyor. Her şeyimizi kaybettik. Zehirden bir ilaç gibi hepimiz her gün ahlâkın ne kadar bozulduğunu konuşuyoruz. Bu ne ağır cümle, bir savaş sonrası gibi ceset dağlarına bakıp: Her şeyimizi kaybettik. Küçükken ıslıkla çaldığımız müziği bile hayat öyle düğümledi ki.. Dedelerimizin anlattığı patates kabuğu yedikleri yoksulluğa hazırlıksız yakalandık. Gözlemeci ablanın şu kat kat giydiği paçavralar, yoksulluğun savaş üniforması gibi. Kadının soğukta çaresiz bekleyişi. Kimsenin duymayacağı fısıltıyla “gözlemelerim var, sıcacık gözlemelerim” deyişi, kalbime inen balta gibi. “Abla bir gözleme versene!” dedim. Eli ayağına dolaştı, yavaşcacık itinayla dürüm yapıp ve o kadar sakin hareketlerle kâğıda sardı ki, sanki evine misafir gitmişim, zerafetle ikramda bulunuyor. “Abla sen bu yavaşlıkla bu işi yapamazsın!” dedim. “Kahveye alsalar, yarısını bitiririm” dedi, iddiayla. “Niye almıyorlar”, “boyları devrilsin, biz de çocuk büyütüyoruz!”.. Ciğerimi yırtan bu sert havayı dağıtmak için, şakayla: “Belki gözlemelerin güzel değil, onun için almıyorlar!” dedim!.
İçimden bir ses, bu kahvede bomboş oturuyorsun, şu sevmediğin politikacılar
bile her gün yüzlerce seçmenin işini görüyor, şu kadını kahveye sokmak nedir,
garsonla, kahve sahibiyle konuş, beş-on dakika müsaade etsinler. Ertesi gün
garson Kemal ağbinin ağzını aradım “niye almıyorsun o kadını!”.. “Hangi kadın
ağbi, herkes giriyor ağbi..” dedi, bir müddet sonra, “sen bu konuyu patronla
konuş, patron kızıyor!” dedi. Odacı, kapıcı, garsonlar, güçsüz insanlar “alık”
görünmeyi pek severler, alıklığın onları siyasi ve sosyal sorumluluktan
kurtardığına inanırlar. Patrona bir pundunu bulup sokuldum, uzun bir tavla maçı
yaptık, maçın ortasında lafı dolaştırıp, “Gözlemeci kadını neden içeri
almıyorsunuz!”.. “Yaaa, iki saat masaları işgal ediyor, (gözlemeyi sardığı
kâğıtları göstererek)yağlı kâğıtlar yerlerde, bir gözleme satacak, iki saat
para üstüne uğraşıyor!”.. Sonra, yerden bir yağlı kâğıt bularak üstünde
tepinmeye başladı: “.mına koduğumun yerinden ekmek yiyoruz!”, sonra kâğıdı
eline aldı, yırttı, bir deli gibi ağzına tıktı, “kahveyi bok götürüyor,
uğraşamıyoruz kardeşim!” diyerek bağırmaya başladı. Bu hareketleri de tanıyorum,
delileri masum sayacağımız için, deli taklidi yaparak, yoksulluğunu ya da
işgüzarlığını masum göstermeye çalışıyor. Anladım ki, kadın olduğu için,
masalardaki boş bardak, küllüklerin toplanmasına yardımcı olamıyor, hızla
hareket edemiyor.. “Ekmek parası be ağbi, bırak girsin!” dedim, yine
delilenerek, halli halli: “Girsin, girsin, ben bir şey demiyorum, bir şey mi
dedim, bir şey demiyorum, girsin, girsin...”
Ertesi akşam gözlemeleriyle geldi, müjde verir gibi, “abla kahveciyle konuştum,
gir içeri” dedim, peşinden tembih ederek: “Aman çabuk ol abla, işini çabuk gör,
gözleme kâğıtlarını topla, masaları tıkamadan elini çabucak tut!”.. Avrupa’nın,
Viyana’nın, sarayların kapısı açılmış gibi çılgın bir sevincin iştahıyla işe
koyuldu, beş-altı gözlemesini dürüm yapıp, dürümleri bir düzen içinde sıraya
dizip, masa masa dolaşmaya başladı.. Hepsini sattı. Aman aman aman çocuklar
gibi neşeyle dışarı fırladı. Nasıl keyifli! Bir insan bu kadar mutlu olur.
Havlusunu kaldırıp kaldırıp elinde kalan gözlemelerini saymaya başladı, sonra
bir parmağını dudağına götürüp, zihninden paraları sayıp, hesap etmeye başladı.
“Bir kere daha girsem, bunları da bitiririm!”. Omuz silkerek, “Ama, işte...!”..
“Şu yukarıdaki kahveleri biliyor musun, bir tur da orada at!”.. Ve sonra bir
gözleme istedim, yaptığım kıyağın karşılığı, para istemedi, olur mu abla deyip,
zorla verdim. Artık ne zaman gelse, önce beni arıyor, kahvede bir hırlık
çıkarsa yardımcı olayım diye. Ve ben de ilk günlerde açılış yapmak için, önce
ben bir gözleme alıyor, sonra zoraki arkadaşlarıma ısmarlıyorum. Günler
geçiyor. Öğleden başlayarak arkadaşlarıma, “gözlemeci abla gelse de gözleme
yesek” diye gaz vermeye başlıyorum, “Nasıl, güzel mi?”, “Olağanüstü, iştahım
kaçmasın diye hiçbir şey yemiyorum”..
Adını söyledim mi, Gönül abla, akşam olmasın, sepeti kolunda bir topaç gibi
döne döne gelir, fısıltıyla değil artık, bağırarak, sıcacık gözlemelerim var,
sokağın gürültüsüne karışır. Kahvenin önünde gövdesi yumrulaşmış ağacın altına
sepetini koyup.. ki, ağacın altını yeni bir yuva yapmak gibi eşeliye eşeliye
yer ediniyor, eşelediği yeri sahipleniyor, başka seyyar satıcıların tablasını
oraya koymasına kızıp, kızgınlıkla fırlatıyor. Bebeğin başını yumuşacık mindere
yaslar gibi, sepetini ağacın yumuşacık toprağına yerleştirmesi dakikalar
alıyor! Gözleme sepetini yerleştirişi, insana öyle bir keder veriyor ki. Herkes
şeyhinin liderinin mezarına yerde gökte yer beğenemiyor, bir ağaç kovuğu, üç
karışlık bu ağacın toprağında eşeleniyor halkımız, o kadar seviyor ki o yeri,
şarkı söyler gibi coşkun bir kuvvetle. Sonra, gözlemeleri eline alıp kahveye
girerken, biri kaçırır diye, gözü arkada, “ağbi, şuna bakar mısın?”. O kahveye
giriyor, ben gözleme sepetine bakıyorum. Bakıyorum, içimde biri çığırarak
deliriyor, bakıyorum, sepet beni kendine çekiyor, üç tekbir bir selamlı cenaze
namazı gibi önünde duruyorum, Gönül abla dönüyor, “soran oldu mu?”, “olmadı
abla!” diyorum. Zabıtalar geliyor, hızla kaldırıyor sepetini. Süpürge bıyıklı,
keser suratlı zabıta: “Buraya koyma bir daha!”, “Koymuyorum, ne zaman koydum
ki!”, “Koymuşsun işte!” Biz de yurttaşlık kavramı ıslah olmak anlamına geldiği
için, polise, zabıtaya karşı peşin peşin yumuşak bir itaatkârlıkla konuşmaya
başlarız! “Valla koymadım ağbi!”, “Koydun işte be kadın, bak buraları temizlemişsin..!”,
“Nesini?”, “Bak, toprağı tertemiz, çöp yok!”, “Allah’ın çöpü, yere atılmış
kaldırdım!” Artık deliler tuluatı konuşmalar. Telsiz tuttuğu elini de Gönül
ablanın başına vuracakmış gibi hazır havada tutuyor.. Bu kadar jop, bu kadar
ağır yasalar, herhalde normal insanlar için değil, hepimiz deli olduğumuz
varsayımıyla geliştirildi. Batıda çok eski ve bizde hâlâ akıl hastanelerinde
delileri tıbben değil, korkuyla düzene, uyuma sokma anlayışı siyasetimizin
ötesinde, kemiklerimizin felsefesi! “Kaybol buradan, niye o ağacın altında çöp
var da burada yok, çocuk mu kandırıyorsun, buraya koyuyorsun işte sepeti!”...
Gönül abla fazla inatlaşamıyor, korkudan mı, çaresizlikten mi, ağlamaya
başlıyor, “valla koymuyorum ağbi!”...
Hintliler ve Kahireliler gibi yoksulluğun ebediyyen süreceğine inancımız tam
olsaydı, sorun olmazdı. Aslında Mustafa Kemal gelmeseydi, büyük bir kısmımız
Hintli, Kahireli gibi yoksulluğu, kanıksayıp, kaderleştirip mutlu bir
miskinlikle yaşamaya devam edecektik. Mustafa Kemal, toplama-çıkarmayı öğretti,
her toplama-çıkarmada “hırs” vardır. Toplama, çıkarma, bölme gibi kelimelerin
öz Türkçesini bulup, kazandıran da Mustafa Kemal. Şimdi ne oldu, yine yoksuluz,
fazladan hasetle, hırsla, mutsuz yoksullarız. Yapılacak tek şey, eskiden olduğu
gibi kaderci miskinliğimize geri dönmek. Ahlağımızı, insanlığımızı hiç bozmadan
orada durabiliriz. “Yeter Gönül abla, her şeye ağlama, şimdi gider zabıta,
öğren artık bunları!”
Eski-püskü elbiselerini çıkartsak, etli kalın dudakları, iri gözleri, eti, dişi
bir sertlikte coşuyor. Bütün yoksulluğun kökünü kazıyan bir koşuşturma,
masalarda fır dönmesi, gözü dönmüş gibi koşarak çalışması, nefes nefese para
üstü alıp vermesi, herhalde dünyanın bütün ülkelerinde güzeldir. Ama, bu her
zabıtayla karşılaşmasında “ağlaması”, korkunç, katil bir adam yapıyor beni.
Oysa, sokağın kafatasına, yaka-paça, vura vura çalışan bu kadınların ekmeğini
nasıl olsa taşları yırtarak çıkartırım diyen kör inançlarında tatlı ve sonsuz
bir şehvet gizli, işte bu halkın derinindeki bu güce âşığım. Becerikli, yorgun,
otuz beşini çoktan geçmiş kabarmış elleri, kocası olsaydım, herhalde on beş
doktora bedeldi. Bu koloninin kadınlarında şakakları zonklayana, damarları
fırlayana kadar, her türlü tekmenin, kopartmanın, serbest olduğu pankreas güreşçisi
gibi çalışmalarına hayranım.
Kocanız ne iş yapıyor, dedim, küçük bir çocuğu şefkatle seviyormuş ve ona
acıyormuş gibi, “şeftir, o!”, “Memur mu?”, “.... dairesinde şef!” “Ne maaş
alıyor?”, “Onun aldığından ne olur, birasına yetmiyor!”.. Sonra: “Bilmiyor
çalıştığımı, komşumuzla ortak yapıyoruz, duyarsa öldürür, boşar, kovar beni!”..
Günler geçiyor neler öğreniyorum. Beyi, on bire kadar Sakarya birahanelerinde
içiyor, 17’sinde kızı, koluna girip eve götürüyor. “Kızım, bu sene üniversiteye
gidecek, anne, arkadaşlarım seni böyle görürse, intihar ederim” diye tehdit
ediyor. Akşamın dokuz buçuğuna kadar sattı, sattı, satamadı zararına eve dönüp,
yemeği hazırlamak zorunda. Sokakta tanınmasın diye, eski püskü hırkalar,
entariler giyip, eşarbı yüzüne düşürüp kapatıyor!
“Kızına söyle utanmasın, benim annem de, sabunluk (lif), çocuk patiği dokuyup
mağazalara satıyordu, biz de böyle büyüdük”, “Ahh, bir konuşsan onla, bunları
anlatsan..”
Cezaevinden birkaç sene önce çıkmış, ağırbaşlı ve gözü kara bir garsondu Kemal
ağbi. Yaşını başını almış, oturaklı bir adam olduğunu hiç konuşmadığından
anlardınız, hayatta iki adam sevdi, biri Yılmaz Güney, diğeri gençken kodesten
kurtardığı için Bülent Ecevit. Küpeli, saçlı çocukları sevmez, katlanırdı
onlara. Sarhoş müşterilere dayanamaz kovar, bozukluk yapanları affetmez,
öylesine delirerek döverdi ki, adamın kafatasını beton yere çarpa çarpa
bayıltır, sonra tekmeleyerek çöp tenekesinin yanına bırakıverir. Çıldırdığı
zaman kimse onun elinden bıçağı alamaz. Böyle anlarda, kumar masalarındaki
adamlar bile, sırtlarını duvara verip korkuyla beklerdi. “Ne yapıyorsun Kemal
ağbi” deyip, elindeki bıçağa uzanırdım. Bıçağı elinden alsam ne, yüzü, kara
saplı bir bıçaktan daha sivri, daha sertti. Beni sevmesinin sebebi, bu kahvede
en çok misafir benim olurdu ve yiyecek bir döner-ekmeğim olmadığını bilirdi,
“delikanlı çocuksun, sen” deyip, sigara, döner-ekmek ısmarlar, beni
sahiplenirdi. Benim için kavga ettiği de oldu, ama, bir gün, kitaplarımı koydum
kasaya, “Kemal ağbi şunlara göz-kulak ol! diye, “bana bunu yapma!” deyip,
kitapları elime verdi. Yasak yayın oluşlarından, polisten korkuyordu, kitap
konusunda hiç güvenmiyordu. Basit, birkaç ucuz romanı kasaya koyduğumda
söylediği, “Bana bunu yapma!” deyişini hiçbir zaman unutmadım.. Sopalarla
deliler akıl hastanelerinde nasıl dövülüyorsa, yürekten sevdiğimiz bıçkın
ağbilerimiz bile birkaç kitap okuduğumuz için, böyle dövdü bizi!. Bizim de
kahveye gidiş sebebimiz zaten, yumuşak başlı ve itaatkâr akıl hastaları
olduğumuzu kabul ettiğimiz içindi!
Birkaç yıl kahveye yolum düşmedi, eve giderken mutlak önünden geçiyorum, bir
bakarım içeri. Kemal ağbi, Gönül ablaya kol kanat açtı, akşama kadar tek bir
seyyar satıcı almıyor, Gönül abla gelince, kapı ağzında boş masa bırakıyor,
oradan servis yaptırıyor, bir nevi dükkânı oluvermişti, gözlerine ışık
yerleşmişti, saçlarını eşarbının önünden iki tutam göğüslerinin üstüne
düşürüyordu. Tuhaf şeyler oluyordu. Soğuk, tekme tokat sokakları boşalttığı
halde, Gönül abla, çoktan kapanmış dükkânların, apartmanların küçük karanlık
aralığında, ayakta üşüyerek saatlerce bekliyor. Neyi bekliyor, niye eve
gitmiyor, bu deli soğukta beklemesini bir gün giysilerini yırtıp, çırılçıplak
sokağa fırlayacağını düşündüm. Gözle görmediklerim mi var, hayatın herkesi
delirttiği bir fikri mutlak var. Bu yüzden korunmak için, içimizden bazıları
çok yüksek bir yerde sığınak arar. Hem suyun içinde, hem 600 voltluk elektrikle
vuran “Çarpan Balık”lar gibi, bu soğukta insan kalbi de böyle bir şey mi?
Parmakları gibi kalbi de soğuktan morarmış mı, biri yüreğini yırtmış mı? Kemal
ağbilerin depo olarak kullandığı ve ara sıra demlendikleri küçük bir oda var
teras katında. Ancak, kahvede işlerin yavaşlaması, on buçuğu buluyor, Kemal
ağbinin boş zaman sıkıntısı var!
Yaratılmış efsaneler, Adem ile Havva arasında bir aşk’tan söz etmez. Elma var,
yılan var, cennetten kovulma var, aşkın kalıntıları yok. Bu yüzden sadece aşk,
“şeytansız” tek hikâyemizdir! Düşüverme içine. Tanrı’nın selamına bile aldırmaz
insan. Süleymancılık tarikatını kuran Süleyman Hilmi Tunahan, eski İstanbul
vaizlerinden, müridlerini gizlice, kapalı yerlerde yetiştiriyor, “akla, zekâya
karşıyız” der. Süleymancılar bu yüzden okumamış, cahil, dangalak insanlar olmuşlardır,
hocalarının vaazını yanlış mı yorumladılar, bilmiyorum. Süleyman hoca:
“Çocuğunuzun evin yolunu bulacak kadar aklı olsun, kafi!” der. Bu modern
aklımızla kavrayamayacağımız cümleyi, insan aşka düşünce anlıyor.. Bu kadarcık
aklı bile reddeder, evin yolunu şaşırırız! Gönül ablanın aşkını tahayyül
edebiliyorum. Eve gelirken, kucağında karpuz, kapıyı açıp, “getirin bıçak,
karpuz kesek!” diye neşeyle nara atan bir erkek. Bu aşkın tadından bu karpuz
yenir mi? Kıpkırmızı alev topu gibi suyu, lav gibi içimize akıveren. Aşk,
safkan deliler yapıverir bizi. Kalbimizi enerji merkezi, elmastan saray
yapıverir. Kış boyu, şubat, mart, bu delirmiş soğukta gözlemelerini satıp
bitirdiği halde, kaç kez bekledi Kemal ağbiyi, apartmanların karanlık
ağızlarında!
İşte yine, soğuktan korkup, kaçarak eve koşuyorum, köşede Gönül ablayı
görüyorum, zıplayarak bekliyor. Ruh öyle yüksek bir yere çıkıyor ki, aşağıda
üşüyen bedeni görmüyor mu?Yalnız çavdar ekmeği yiyip, savaşa giden
dedelerimizin kumaşına benzeyen bir sabır. Bu soğuğun içinde düşününce hayatı,
insanın yüzü asit, beyni asit, elleri asit dökülmüş gibi delik delik köpürerek
kabarıp yarılıyor. Utanarak gözleme sattığı o ilk günden şimdi, kocası on bir
olup eve dönmeden, sevgilisini, insanı tenekeleştiren bu soğukta bekleyişine
kadar geçen zamanı düşündüm, belki de ilk günden niyeti ekmek parası, kocasının
sümük maaşına katkı değil, “dışarıya zıplamaktı”.. Belki de hayatında ilk defa,
apartmanın karanlık ağzında, ellerini hohlayıp, kendi beyni, kendi kalbiyle
işte ilk defa, saatlerdir zıplıyor! Savaşların bu en güzelinde, soğuktan
donmamak için, zıplıyor, Gönül abla!
Bir akşam geç vakit, Kemal ağbi işi bitirmek için acele ediyor, bir gözü
dışarıda. Elinde tesbih, kuzu yutmuş göbekli patronu, sırtına vurup: “Bekletme
günahtır, git, soğut şu kadını!”.. Kemal ağbi önlüğü fırlatıp dışarı çıktı.
“Soğut” lafı, ilişkiden soğumak için duyduğum en tiksindirici cümleydi,
üstelik, içinde saklı cinsel merhamet, kendim düzülüyormuşum gibi kudurttu
beni. Yarım saat sonra gelip, yeniden garson gömleğini giyerken, patronu
sırıtarak masadan usulca laf attı: “Ne o Kemal, emdin geldin mi?”Ağzıma fare
tıkıştırmışlar gibi iğreniyorum bu dilden. Hepsini gaz bombasıyla öldürmek
istiyorum, kırk yıl sabah akşam kadın kudurmuşluğuyla, ağızlarını şapırdatıp
yalanarak kadın ararlar, nihayet bir kadın, yedi kat korkusu, yedi kat
yalnızlığını azaplar içinde terkedip yanlarına vardığında, ettikleri laf. Kahve
lanetli bir mekân, gerçek bir bataklık, karpuzun içini birileri bok doldurmuş,
hiç mi ay ışığı vurmadı yüzünüze, hiç mi toprakta yürümediniz, hiç mi bebek
sevmediniz, hiç mi on beşinde kızınız olmadı...
Önümdeki masada, uzun, parlak, siyah saçlı gencecik bir kız hıçkırarak ağlıyor,
elinde mendille gözyaşlarını siliyor, sonra, mendili hırsla ısırıyor,
paramparça ediyor, tekrar mendil çıkartıp, tekrar siliyor, tekrar ısırıyor
mendili, bu ne güzellik, al hançeri vur kadınım, ben öleyim, kapınızda kul
olayım, diyen türkü gibi kendimden geçiyorum. Saç telinin her bir tanesi parlak
hançerden işte, balta vursan kesmez, olacak şey değil, kız önde ağlıyor, biz
arkada saçlarını seyrediyoruz, gidip gelen arkadaşlarıma gösteriyorum,
zincirlerinden boşalmış, dizginsiz bir atın yeleleri gibi omzunda saçlar.
Ertesi gün oluyor, kız tekrar geliyor, tekrar mendil çıkarıp ağlıyor, bizim ne
mendile, ne ağlamasına aldırdığımız yok! Bahçede ansızın bir gecede açılmış
kırmızı güller gibi. Her bir teli fışkırarak bükülmüş bu kapkara saçların
parlaklığına dalınca, insan kuyuya düşmüş gibi oluyor, bir ceset gibi
çaresizleşiyor, gözlerimiz ezik bir garibanlıkla sessizleşiyor. Bir masal
meyvesi! Stilize edilerek resimlenmiş çocuk masal kitaplarında, prensesin saçı
tüm sayfayı dolaşıp resme süslü bir çerçeve yapar gibi, kızın saçları, tüm
yüzünü, masayı, omuzlarını, dirseklerine kadar coşturarak, çerçeveleyerek
süslüyor. Taşların neden taş olduğunu anlıyor insan, bu sonsuz doyumsuz
güzellik karşısında, insan kilitlenip, ebediyyen susuverir. Karda kışta,
rüzgârda, çakala karşı bekleyen kalın gövdeli ağaçlar, baharda her bir dalında
açıp bin bir çiçeğin yanaklarını başını bir kez kaldırıp öpüp, dokunamadığı
gibi, sadece, uzaktan övgüler düzüyorsun. İnsanı Tanrıyla sırdaş eden, börtü
böcekle seviştiren simsiyah bir parlaklık. Camı açıp bir bahar günü, kuşu,
bulutu, uçuşunu, yaprağın düşüşünü, çiçeklerin kokusunu bir defada ve ilk defa
duymak gibi. Tekrar toprağına, suyuna dönmeden bu naciz beden, aç kartallar
gibi seyretsin. Dalgalara da, uçan kuşların kanatlarına da yazıyor bu güzellik,
ne çok bakakaldım, tüy gibi başım dönüp, düşüp toprağa. Biraz daha bakakalsam,
kapkaranlık bir zindanın zincirli aşkında köle buluvereceğim kendimi.
Eskilerin, neden gözü kara adam öldürdükleri, bir aşk için diyar diyar
yurtlarını terkettiklerini böyle anlarda anlıyor insan. Varsın dünyada
cahillik, ahlâksızlık, kötülük kol gezsin, varsın bombalar milyonlarca insanı
öldürsün, hiç beklemediğin bir yerden gürül gürül bir güzellik, nehirler gibi
kıvrım kıvrım dolanır boynuna, sadece seyredip, gördüğün için, coşkulu bir
kahraman yapıverir seni...
Kemal ağbinin kulağına eğilip, “ağbi, bu kız günlerdir burada elinde mendil
ağlıyor, ne iş” diyecektim ki, Kemal ağbi kendisinden beklemediğim bir espri
yaptı “büyük kapatma” dedi. “Bu kız Gönül’ün, annesine sokağı, kahveyi kapattı,
burada nöbet tutuyor, kanlı bıçaklı olmuş annesiyle, gözleme satmasını
istemiyor!”
Eskiden halkımız güzel kızlarını saraya satar, saray kapısından geçinir,
kurtulurdu, şimdi güzellik, bela! Adı Türkan, Büro Yönetimi gibi iki yıllık bir
okulda okuyor. Uzun, incecik, su kadar berrak bir çocukla yıllardır bu kahveye
sarılarak gelip, sarılarak çıkıyorlar. Çocuğun düzgün yüz çizgileri, yumuşak
ifadesi, hali vakti yerinde bir aileden geldiğini anlatıyor, her gün, duygu
bombasına dönmüş Türkan’ı teskin ediyor. Çocuklardan dinliyorum, her ikisi de
küçük işlerde çalışıp, okul biter bitmez evlenme hesabı yapıyor, divane âşıklar
herkesin dilinde. Oğlan sarsak bir şeye benziyor, bu ilişkide kız daha
becerikli, hem de zafer sarhoşu gibi, her günü bayram gibi, çocuğu emirlerle
yönetiyor, koşturuyor, birşeyler aldırtıyor, peşinden sürüklüyor. Oğlan, bu
aileye damat olacak, yani, iş dönüşü, bıçak getirin, karpuz kesek diye naralar
atacak, akşamları iki yalnız kadının hayatını tutuşturacak cinsten değil! Kıza
sarılıp, masaya otururken uzun kolları ve bacaklarının daracık yerlerde
zahmetlice eklemlerinin bükülmesi, uzaktan portakal sıkma makinesine benziyor!
Türkan’ın sevgilisiyle kol kola narin tatlılığını gördükçe, içimden şarkılar
mırıldanıyorum, Gönül ablanın yorgun yaralı, pürtüklü yüzünden kızda eser yok.
Neşeli türküler söyleyerek kahveye geldiğim bir gün, başımdan kezzap dökülür
gibi, hayal kırıklığından zınk diye kalakaldım. Türkan saçlarını kökünden
kesip, kuaföre satmış. İçimdeki allı turnalı türkülerin hepsi sustu. Kimseye
şeker, kaymak söyleyecek halim kalmadı. Saçlarını kestirince, cırtlak, buji
gibi küçülmüş yüzü, güneş yanığı rengi, kuru üzüm gibi bir şey oluverdi. Meşale
gibi saçlarının yerinde, onuru kırılmış, çekiç vurularak desenlenen bakır bir
sahan kaldı. Be deli kız, hayat sana ne dedi ki, kökünden vurdun baltayı. Kızı
gördükçe, sinir nöbeti sardı, sonra, yavaş yavaş ve uzun boylu Gönül abla’yı
düşünüp, “kıza para yetiştiremiyorum” deyişini düşündüm, Türkan’ı azizlik
mertebesine çıkardım. Kışkırtıcı soylu güzelliği gitti, yerinde karakalem
çiziktirilmiş soluk bir desen kaldı.
Türkan, sevgilisiyle, yıllarca bıkıp usanmadan, her gün ayrı bir kapı çalarak,
her gün birine sorarak, her gün gazetelere bakarak, her gün yürüme semt semt
gezerek, bakanlıklarda bir torpil, yakın arayarak iş baktılar. Umutsuz, çirkin
bir yorgunlukla akşama doğru kahveye dönüp, simit, çaya sarıldılar. Moralleri
bozuk geldikleri her gün yüreğimden cımbızla bir parça kopartıldı. Her kapıdan
boş döndükleri günler çoğaldı, söz verenler sözünde durmadı, çaldıkları kapılarda
aylarca oyalandılar, cımbız, göz saydamından her iki sevgilinin kopartmaya
başladı. Uzun işsizlik yılları hayata karşı direnişlerini tuzla buz etti.
Demokrasilerde her şeye çare var, bir işsizliğe yok. Bir gün Gönül ablayı
gördüm, yüzünün manzarası değişmiş, ağzının tabanı görünürcesine kahkahalar
atıyor, yürümüyor, kuğu gibi süzülüyor, hayrola Gönül abla: “Türkan iş buldu,
bir demir döküm fabrikasında, muhasebeye girdi!” der demez, sevinçten ağlamaya
başladı, mağazaya, alışverişe gidiyormuş, hızla yanımdan ayrıldı, birden dönüp:
“İşe yeni aldılar hemen atmazlar, değil mi?”, “Atmazlar, Gönül abla!”.. Nasıl
bilmem, yoksullar için hayat, doğunca değil, işe girince başlar, şimdi
biliyorum, gidip kundağa sarar gibi, en pahalısından giydirecek Türkan’ı.
Çocukluğumda yosunlu kayaların karanlık diplerinde yengeçlerle oynadığım günler
kadar mutlu oldum. Birkaç yıl da böyle geçti, oğlan, akşama kadar kahvede
bomboş Türkan’ın işten çıkıp gelmesini bekledi. Kafatasını paramparça eden bir
zonklama gün geçtikçe büyüdü, etraftakilerle sebepsiz kavgaya, sebepsiz
küfürlere başladı, akşama kadar başını ellerinin arasına alıp, çaresizlikle
karanlık bir hastalığın pençelerine düşmüş gibi, sinir nöbetlerine tutuldu.
Bakışları dikleşip, kararıp, zehirleşti.
Anne-kızın yüzlerinde, yumru gibi irinleşmiş sert yumruk yumuşamış, artık
kol-kola zıplaya zıplaya yürüyorlar. Bir masal tiyatrosu gibi her şey rüya gibi
gelişip tam evlenecekleri günü beklerken, Türkan’ın oğlandan ayrıldığı haberi
geldi.
Artık gözümde yücelmiş, kutsanmış, Gönül ablaya “Hayırdır abla, yıllardır
delice seviyorlardı birbirlerini!” dedim, Gönül abla, direktifler yağdıran bir
genel müdür edasıyla: “İşsiz-güçsüz çocuğu ne yapayım, tek maaşla ne
yaparlar!”.
İnsan sokakta, bir küçük muhabere kazanınca, hemen gözünü kan bürümüş dövüşken
kanlı bir savaşçı mı oluveriyor. Oğlan ortalıklarda hiç görünmedi. Türkan, bazı
akşamlar iş çıkışı annesinin tezgâhına gelip, müşterilere gözleme dürüm
yapıyor. Bir zaman sonra, işten çıkar çıkmaz, tezgâhın başına gelip, annesini
eve gönderiyor!
Hiç oralı olduğum yok, selamlaştığım da! Bazen, geceleri, evde yalnız
kaldığımda, aklıma Türkan’ın saçları gelip, “bir daha yeniden büyür, eski
halini alır mı” diye düşündüğüm oluyor. Dalgalara, rüzgâra, göklere, çimenlere
bakıp, fazla da bir soru sormaya korkuyorum hayata. Gördüğüm Türkan’ın yüzü,
gün geçtikçe cılızlaşıp, sivrileşip, kavruluyor. Anne-kızın etrafında bomboş
bir sessizlik büyüyor. Gönül ablanın eski gürül gürül neşesi kayboluyor.
Yaşlandıkça, ilk günkü utangaçlığına dönüyor gibi, “sıcacık gözlemelerim var”
dediğinde sanki alnından terler fışkırıyor. Üşüyen parmaklarını hohlayıp kızını
bekliyor, iş dönüşü. Türkan geliyor, “anne, ayran da satalım, şuraya koyarız”
diyor, annesi: “Neresine koyacaksın şu sepetin, başıma iş çıkartma!” deyip,
fazlasıyla yorgun, kızı geldiğinde, dikilmiyor, hemen eve kaçıyor. Türkan, saat
dokuza, bilemedin dokuz buçuğa kadar, sepetin önünde nöbet tutuyor. Bazen, hava
öyle soğuk oluyor ki, koşarak, uçarak eve gidiyorum. Bu soğukta insanlar nasıl
durur diye düşünüyorum. Türkan’ı görüyorum, iş bitmiş, gözlemeleri satmış, ama,
o, apartmanın karanlık arasında, saat, on, on buçuğu geçiyor, kimi bekliyor
böyle zıplayarak, ellerini hohlayarak!..
Bir gün, Türkan’la hiç konuşmam olmadı, ayaz mı ayaz, ortalıkta kimsecikler
görünmüyor, şöyle yanaşıp, Gönül ablayı sorayım ayaküstü, dedim.. Apartmanın
karanlık ağzına yanaştım, arkamdan bir ses, “Niyaat, Niyaaat!” döndüm Kemal
ağbi içmiş, zom olmuş, yüzü kara saplı bir bıçak gibi parlıyor, bağırdı: “Yanaşma
o kıza!”, “Gönül ablayı soracaktım...” “Kalbini deşerim senin, yanaşma kıza,
dokunma..”, “Ağbi, vallahi Gönül ablayı soracaktım, “.iktir git ibne, kahvede
kıza nasıl yalandığınızı bilmiyor muyum lan!”.. Geri geri çıktım, sorun
çıkmasın, alkollü, alttan aldım, uzaklaştım.. Türkan, Kemal ağbinin yanına
geldi, hiç konuşmadan karanlık sokağa uzunlamasına daldılar, ay ışığı tam
karşılarında.. Karanlık iki böcek kadar küçüldüler, gözlerim seçemez oldu.
Gözlerim sarımsak suyu gibi yaşlandı, nesini yazayım bu hikâyenin. Yumuşacık
solucanlar, sert kayaların altında yaşar ve hiç zıplayamadan ölürler... Bari,
depoya girdiklerinde içi kıpkırmızı bir karpuz kesseler de ben de mutlu
olsam...
(“Bizi tanımayanlar bu son şarkımızdı sanıyorlar” diyen Karanlıkta Dans filminin
bu son cümlesiyle seslendim hayata. Umutsuzluğu öğrendikçe delice umudu aradım.
O gün, bugün bu siyasi kavganın ayaklarına bu yüzden nal gibi çakıldım.)
Nihat Genç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder