18 Aralık 2011 Pazar

türkan, nihat genç

Yumuşacık solucanlar, sert kayaların altında yaşar ve zıplayamazlar!

Karmakarışık sandalyeler, dumandan boğulmuş sıkışık masalar, kış günü, tıka basa dolu bu kahveye akşama doğru, simitçiler, çörekçiler, gözlemeciler akın akın gelmeye başlar, itişe kakışa kahvenin ağzı dolana kadar. Elinde tablası, sepeti, sinisi, seyyar satıcılar kahve sahibiyle, garsonla iyi geçinmek zorunda. Usulca tablasını bir kenara koyup, boş bardak toplayıp, güya küllükleri temizleyerek göze girmeye çalışırlar. Bir iki saat içinde on-onbeş kahve gezerler ve yıllarca aynı güzergâhtan ekmek paralarını çıkarırlar.

Soğuk azrailleştiğinde de durum fark etmez. Kahveye girer girmez ellerini ohalayıp sobanın yanına sokulurlar, müşteriyi rahatsız etmemek, çay dağıtan garsonun yolunu kesmemek için tedbirlidirler, asla yüksek sesle konuşmazlar, para alışverişini mümkün olabilecek bir sessizlikte yapar, hır çıkmasın, tartışma olmasın, garsonun kafasının tası atmasın diye, elli-yüz bin lira gibi küçük paralarla çalıştıkları halde, telaşla “üstü kalsın”, “canın sağolsun”, “yarın alırım ağbi” diyerek hızla, üstünkörü işlerini görürler. Kahve sahibi ya da garsonun gözüne battıklarında, iş kapısı kapanmış, felaket demek.

Soğuk bir aralık günü olmalıydı. Kahvenin boğucu pis dumanından daralıp nefeslenmek için kapıya çıktım. Üç-dört kat başörtüsü, başını örtmek için değil, kafasından ağır yaralıymış gibi sargı bezi gibi sarılmış, palto, pardesü yok, birkaç kirli hırkayı üst üste giymiş, elleri soğuktan patlıcan gibi mosmor ve yarılmış pürtük pürtük, yerleri süpüren kirli siyah eteği altında bir etek daha ve sokağın tüm çamuru dizlerine kadar sızmış, sepetinin içinde gözlemeleri soğumasın diye, kalınca havluyla bastırarak örtmüş. Yaklaşmaya cesaret edemedim, seyyar satıcılıkta çok acemi olduğu her halinden belli. Acı çeken bir utangaçlıkla ve usulca, sadece kendi duyabileceği bir sesle; “sıcacık gözlemelerim var, almaz mısınız?”. Sepetin içinden havluyu kaldırdığında sıcacık duman yüzüne dolanıyor, dört-beş gözleme çıkartıp dürüm yapıp, iki eliyle tutup, kahveye girmek istiyor. Her defasında kovulup atılıyor! Kapıda sessizce iki elinde gözleme dürümleri, kahveye rahatlıkla giren simitçi, poğaçacılara imrenerek bakıyor, garson kapıya çıktığında yalvararak: “Bir girip çıkacağım”, Garson: “Patron kızıyor, hadi, hadi, hadi!”..

Özal dönemi yeni bitti, yeni gelen liderler, her gün ekranlarda Avrupa Birliği’ni konuşuyor. Her şeyimizi kaybettik. Zehirden bir ilaç gibi hepimiz her gün ahlâkın ne kadar bozulduğunu konuşuyoruz. Bu ne ağır cümle, bir savaş sonrası gibi ceset dağlarına bakıp: Her şeyimizi kaybettik. Küçükken ıslıkla çaldığımız müziği bile hayat öyle düğümledi ki.. Dedelerimizin anlattığı patates kabuğu yedikleri yoksulluğa hazırlıksız yakalandık. Gözlemeci ablanın şu kat kat giydiği paçavralar, yoksulluğun savaş üniforması gibi. Kadının soğukta çaresiz bekleyişi. Kimsenin duymayacağı fısıltıyla “gözlemelerim var, sıcacık gözlemelerim” deyişi, kalbime inen balta gibi. “Abla bir gözleme versene!” dedim. Eli ayağına dolaştı, yavaşcacık itinayla dürüm yapıp ve o kadar sakin hareketlerle kâğıda sardı ki, sanki evine misafir gitmişim, zerafetle ikramda bulunuyor. “Abla sen bu yavaşlıkla bu işi yapamazsın!” dedim. “Kahveye alsalar, yarısını bitiririm” dedi, iddiayla. “Niye almıyorlar”, “boyları devrilsin, biz de çocuk büyütüyoruz!”.. Ciğerimi yırtan bu sert havayı dağıtmak için, şakayla: “Belki gözlemelerin güzel değil, onun için almıyorlar!” dedim!.


İçimden bir ses, bu kahvede bomboş oturuyorsun, şu sevmediğin politikacılar bile her gün yüzlerce seçmenin işini görüyor, şu kadını kahveye sokmak nedir, garsonla, kahve sahibiyle konuş, beş-on dakika müsaade etsinler. Ertesi gün garson Kemal ağbinin ağzını aradım “niye almıyorsun o kadını!”.. “Hangi kadın ağbi, herkes giriyor ağbi..” dedi, bir müddet sonra, “sen bu konuyu patronla konuş, patron kızıyor!” dedi. Odacı, kapıcı, garsonlar, güçsüz insanlar “alık” görünmeyi pek severler, alıklığın onları siyasi ve sosyal sorumluluktan kurtardığına inanırlar. Patrona bir pundunu bulup sokuldum, uzun bir tavla maçı yaptık, maçın ortasında lafı dolaştırıp, “Gözlemeci kadını neden içeri almıyorsunuz!”.. “Yaaa, iki saat masaları işgal ediyor, (gözlemeyi sardığı kâğıtları göstererek)yağlı kâğıtlar yerlerde, bir gözleme satacak, iki saat para üstüne uğraşıyor!”.. Sonra, yerden bir yağlı kâğıt bularak üstünde tepinmeye başladı: “.mına koduğumun yerinden ekmek yiyoruz!”, sonra kâğıdı eline aldı, yırttı, bir deli gibi ağzına tıktı, “kahveyi bok götürüyor, uğraşamıyoruz kardeşim!” diyerek bağırmaya başladı. Bu hareketleri de tanıyorum, delileri masum sayacağımız için, deli taklidi yaparak, yoksulluğunu ya da işgüzarlığını masum göstermeye çalışıyor. Anladım ki, kadın olduğu için, masalardaki boş bardak, küllüklerin toplanmasına yardımcı olamıyor, hızla hareket edemiyor.. “Ekmek parası be ağbi, bırak girsin!” dedim, yine delilenerek, halli halli: “Girsin, girsin, ben bir şey demiyorum, bir şey mi dedim, bir şey demiyorum, girsin, girsin...”

Ertesi akşam gözlemeleriyle geldi, müjde verir gibi, “abla kahveciyle konuştum, gir içeri” dedim, peşinden tembih ederek: “Aman çabuk ol abla, işini çabuk gör, gözleme kâğıtlarını topla, masaları tıkamadan elini çabucak tut!”.. Avrupa’nın, Viyana’nın, sarayların kapısı açılmış gibi çılgın bir sevincin iştahıyla işe koyuldu, beş-altı gözlemesini dürüm yapıp, dürümleri bir düzen içinde sıraya dizip, masa masa dolaşmaya başladı.. Hepsini sattı. Aman aman aman çocuklar gibi neşeyle dışarı fırladı. Nasıl keyifli! Bir insan bu kadar mutlu olur. Havlusunu kaldırıp kaldırıp elinde kalan gözlemelerini saymaya başladı, sonra bir parmağını dudağına götürüp, zihninden paraları sayıp, hesap etmeye başladı. “Bir kere daha girsem, bunları da bitiririm!”. Omuz silkerek, “Ama, işte...!”..

“Şu yukarıdaki kahveleri biliyor musun, bir tur da orada at!”.. Ve sonra bir gözleme istedim, yaptığım kıyağın karşılığı, para istemedi, olur mu abla deyip, zorla verdim. Artık ne zaman gelse, önce beni arıyor, kahvede bir hırlık çıkarsa yardımcı olayım diye. Ve ben de ilk günlerde açılış yapmak için, önce ben bir gözleme alıyor, sonra zoraki arkadaşlarıma ısmarlıyorum. Günler geçiyor. Öğleden başlayarak arkadaşlarıma, “gözlemeci abla gelse de gözleme yesek” diye gaz vermeye başlıyorum, “Nasıl, güzel mi?”, “Olağanüstü, iştahım kaçmasın diye hiçbir şey yemiyorum”..

Adını söyledim mi, Gönül abla, akşam olmasın, sepeti kolunda bir topaç gibi döne döne gelir, fısıltıyla değil artık, bağırarak, sıcacık gözlemelerim var, sokağın gürültüsüne karışır. Kahvenin önünde gövdesi yumrulaşmış ağacın altına sepetini koyup.. ki, ağacın altını yeni bir yuva yapmak gibi eşeliye eşeliye yer ediniyor, eşelediği yeri sahipleniyor, başka seyyar satıcıların tablasını oraya koymasına kızıp, kızgınlıkla fırlatıyor. Bebeğin başını yumuşacık mindere yaslar gibi, sepetini ağacın yumuşacık toprağına yerleştirmesi dakikalar alıyor! Gözleme sepetini yerleştirişi, insana öyle bir keder veriyor ki. Herkes şeyhinin liderinin mezarına yerde gökte yer beğenemiyor, bir ağaç kovuğu, üç karışlık bu ağacın toprağında eşeleniyor halkımız, o kadar seviyor ki o yeri, şarkı söyler gibi coşkun bir kuvvetle. Sonra, gözlemeleri eline alıp kahveye girerken, biri kaçırır diye, gözü arkada, “ağbi, şuna bakar mısın?”. O kahveye giriyor, ben gözleme sepetine bakıyorum. Bakıyorum, içimde biri çığırarak deliriyor, bakıyorum, sepet beni kendine çekiyor, üç tekbir bir selamlı cenaze namazı gibi önünde duruyorum, Gönül abla dönüyor, “soran oldu mu?”, “olmadı abla!” diyorum. Zabıtalar geliyor, hızla kaldırıyor sepetini. Süpürge bıyıklı, keser suratlı zabıta: “Buraya koyma bir daha!”, “Koymuyorum, ne zaman koydum ki!”, “Koymuşsun işte!” Biz de yurttaşlık kavramı ıslah olmak anlamına geldiği için, polise, zabıtaya karşı peşin peşin yumuşak bir itaatkârlıkla konuşmaya başlarız! “Valla koymadım ağbi!”, “Koydun işte be kadın, bak buraları temizlemişsin..!”, “Nesini?”, “Bak, toprağı tertemiz, çöp yok!”, “Allah’ın çöpü, yere atılmış kaldırdım!” Artık deliler tuluatı konuşmalar. Telsiz tuttuğu elini de Gönül ablanın başına vuracakmış gibi hazır havada tutuyor.. Bu kadar jop, bu kadar ağır yasalar, herhalde normal insanlar için değil, hepimiz deli olduğumuz varsayımıyla geliştirildi. Batıda çok eski ve bizde hâlâ akıl hastanelerinde delileri tıbben değil, korkuyla düzene, uyuma sokma anlayışı siyasetimizin ötesinde, kemiklerimizin felsefesi! “Kaybol buradan, niye o ağacın altında çöp var da burada yok, çocuk mu kandırıyorsun, buraya koyuyorsun işte sepeti!”... Gönül abla fazla inatlaşamıyor, korkudan mı, çaresizlikten mi, ağlamaya başlıyor, “valla koymuyorum ağbi!”...

Hintliler ve Kahireliler gibi yoksulluğun ebediyyen süreceğine inancımız tam olsaydı, sorun olmazdı. Aslında Mustafa Kemal gelmeseydi, büyük bir kısmımız Hintli, Kahireli gibi yoksulluğu, kanıksayıp, kaderleştirip mutlu bir miskinlikle yaşamaya devam edecektik. Mustafa Kemal, toplama-çıkarmayı öğretti, her toplama-çıkarmada “hırs” vardır. Toplama, çıkarma, bölme gibi kelimelerin öz Türkçesini bulup, kazandıran da Mustafa Kemal. Şimdi ne oldu, yine yoksuluz, fazladan hasetle, hırsla, mutsuz yoksullarız. Yapılacak tek şey, eskiden olduğu gibi kaderci miskinliğimize geri dönmek. Ahlağımızı, insanlığımızı hiç bozmadan orada durabiliriz. “Yeter Gönül abla, her şeye ağlama, şimdi gider zabıta, öğren artık bunları!”

Eski-püskü elbiselerini çıkartsak, etli kalın dudakları, iri gözleri, eti, dişi bir sertlikte coşuyor. Bütün yoksulluğun kökünü kazıyan bir koşuşturma, masalarda fır dönmesi, gözü dönmüş gibi koşarak çalışması, nefes nefese para üstü alıp vermesi, herhalde dünyanın bütün ülkelerinde güzeldir. Ama, bu her zabıtayla karşılaşmasında “ağlaması”, korkunç, katil bir adam yapıyor beni. Oysa, sokağın kafatasına, yaka-paça, vura vura çalışan bu kadınların ekmeğini nasıl olsa taşları yırtarak çıkartırım diyen kör inançlarında tatlı ve sonsuz bir şehvet gizli, işte bu halkın derinindeki bu güce âşığım. Becerikli, yorgun, otuz beşini çoktan geçmiş kabarmış elleri, kocası olsaydım, herhalde on beş doktora bedeldi. Bu koloninin kadınlarında şakakları zonklayana, damarları fırlayana kadar, her türlü tekmenin, kopartmanın, serbest olduğu pankreas güreşçisi gibi çalışmalarına hayranım.

Kocanız ne iş yapıyor, dedim, küçük bir çocuğu şefkatle seviyormuş ve ona acıyormuş gibi, “şeftir, o!”, “Memur mu?”, “.... dairesinde şef!” “Ne maaş alıyor?”, “Onun aldığından ne olur, birasına yetmiyor!”.. Sonra: “Bilmiyor çalıştığımı, komşumuzla ortak yapıyoruz, duyarsa öldürür, boşar, kovar beni!”..

Günler geçiyor neler öğreniyorum. Beyi, on bire kadar Sakarya birahanelerinde içiyor, 17’sinde kızı, koluna girip eve götürüyor. “Kızım, bu sene üniversiteye gidecek, anne, arkadaşlarım seni böyle görürse, intihar ederim” diye tehdit ediyor. Akşamın dokuz buçuğuna kadar sattı, sattı, satamadı zararına eve dönüp, yemeği hazırlamak zorunda. Sokakta tanınmasın diye, eski püskü hırkalar, entariler giyip, eşarbı yüzüne düşürüp kapatıyor!

“Kızına söyle utanmasın, benim annem de, sabunluk (lif), çocuk patiği dokuyup mağazalara satıyordu, biz de böyle büyüdük”, “Ahh, bir konuşsan onla, bunları anlatsan..”

Cezaevinden birkaç sene önce çıkmış, ağırbaşlı ve gözü kara bir garsondu Kemal ağbi. Yaşını başını almış, oturaklı bir adam olduğunu hiç konuşmadığından anlardınız, hayatta iki adam sevdi, biri Yılmaz Güney, diğeri gençken kodesten kurtardığı için Bülent Ecevit. Küpeli, saçlı çocukları sevmez, katlanırdı onlara. Sarhoş müşterilere dayanamaz kovar, bozukluk yapanları affetmez, öylesine delirerek döverdi ki, adamın kafatasını beton yere çarpa çarpa bayıltır, sonra tekmeleyerek çöp tenekesinin yanına bırakıverir. Çıldırdığı zaman kimse onun elinden bıçağı alamaz. Böyle anlarda, kumar masalarındaki adamlar bile, sırtlarını duvara verip korkuyla beklerdi. “Ne yapıyorsun Kemal ağbi” deyip, elindeki bıçağa uzanırdım. Bıçağı elinden alsam ne, yüzü, kara saplı bir bıçaktan daha sivri, daha sertti. Beni sevmesinin sebebi, bu kahvede en çok misafir benim olurdu ve yiyecek bir döner-ekmeğim olmadığını bilirdi, “delikanlı çocuksun, sen” deyip, sigara, döner-ekmek ısmarlar, beni sahiplenirdi. Benim için kavga ettiği de oldu, ama, bir gün, kitaplarımı koydum kasaya, “Kemal ağbi şunlara göz-kulak ol! diye, “bana bunu yapma!” deyip, kitapları elime verdi. Yasak yayın oluşlarından, polisten korkuyordu, kitap konusunda hiç güvenmiyordu. Basit, birkaç ucuz romanı kasaya koyduğumda söylediği, “Bana bunu yapma!” deyişini hiçbir zaman unutmadım.. Sopalarla deliler akıl hastanelerinde nasıl dövülüyorsa, yürekten sevdiğimiz bıçkın ağbilerimiz bile birkaç kitap okuduğumuz için, böyle dövdü bizi!. Bizim de kahveye gidiş sebebimiz zaten, yumuşak başlı ve itaatkâr akıl hastaları olduğumuzu kabul ettiğimiz içindi!

Birkaç yıl kahveye yolum düşmedi, eve giderken mutlak önünden geçiyorum, bir bakarım içeri. Kemal ağbi, Gönül ablaya kol kanat açtı, akşama kadar tek bir seyyar satıcı almıyor, Gönül abla gelince, kapı ağzında boş masa bırakıyor, oradan servis yaptırıyor, bir nevi dükkânı oluvermişti, gözlerine ışık yerleşmişti, saçlarını eşarbının önünden iki tutam göğüslerinin üstüne düşürüyordu. Tuhaf şeyler oluyordu. Soğuk, tekme tokat sokakları boşalttığı halde, Gönül abla, çoktan kapanmış dükkânların, apartmanların küçük karanlık aralığında, ayakta üşüyerek saatlerce bekliyor. Neyi bekliyor, niye eve gitmiyor, bu deli soğukta beklemesini bir gün giysilerini yırtıp, çırılçıplak sokağa fırlayacağını düşündüm. Gözle görmediklerim mi var, hayatın herkesi delirttiği bir fikri mutlak var. Bu yüzden korunmak için, içimizden bazıları çok yüksek bir yerde sığınak arar. Hem suyun içinde, hem 600 voltluk elektrikle vuran “Çarpan Balık”lar gibi, bu soğukta insan kalbi de böyle bir şey mi? Parmakları gibi kalbi de soğuktan morarmış mı, biri yüreğini yırtmış mı? Kemal ağbilerin depo olarak kullandığı ve ara sıra demlendikleri küçük bir oda var teras katında. Ancak, kahvede işlerin yavaşlaması, on buçuğu buluyor, Kemal ağbinin boş zaman sıkıntısı var!

Yaratılmış efsaneler, Adem ile Havva arasında bir aşk’tan söz etmez. Elma var, yılan var, cennetten kovulma var, aşkın kalıntıları yok. Bu yüzden sadece aşk, “şeytansız” tek hikâyemizdir! Düşüverme içine. Tanrı’nın selamına bile aldırmaz insan. Süleymancılık tarikatını kuran Süleyman Hilmi Tunahan, eski İstanbul vaizlerinden, müridlerini gizlice, kapalı yerlerde yetiştiriyor, “akla, zekâya karşıyız” der. Süleymancılar bu yüzden okumamış, cahil, dangalak insanlar olmuşlardır, hocalarının vaazını yanlış mı yorumladılar, bilmiyorum. Süleyman hoca: “Çocuğunuzun evin yolunu bulacak kadar aklı olsun, kafi!” der. Bu modern aklımızla kavrayamayacağımız cümleyi, insan aşka düşünce anlıyor.. Bu kadarcık aklı bile reddeder, evin yolunu şaşırırız! Gönül ablanın aşkını tahayyül edebiliyorum. Eve gelirken, kucağında karpuz, kapıyı açıp, “getirin bıçak, karpuz kesek!” diye neşeyle nara atan bir erkek. Bu aşkın tadından bu karpuz yenir mi? Kıpkırmızı alev topu gibi suyu, lav gibi içimize akıveren. Aşk, safkan deliler yapıverir bizi. Kalbimizi enerji merkezi, elmastan saray yapıverir. Kış boyu, şubat, mart, bu delirmiş soğukta gözlemelerini satıp bitirdiği halde, kaç kez bekledi Kemal ağbiyi, apartmanların karanlık ağızlarında!

İşte yine, soğuktan korkup, kaçarak eve koşuyorum, köşede Gönül ablayı görüyorum, zıplayarak bekliyor. Ruh öyle yüksek bir yere çıkıyor ki, aşağıda üşüyen bedeni görmüyor mu?Yalnız çavdar ekmeği yiyip, savaşa giden dedelerimizin kumaşına benzeyen bir sabır. Bu soğuğun içinde düşününce hayatı, insanın yüzü asit, beyni asit, elleri asit dökülmüş gibi delik delik köpürerek kabarıp yarılıyor. Utanarak gözleme sattığı o ilk günden şimdi, kocası on bir olup eve dönmeden, sevgilisini, insanı tenekeleştiren bu soğukta bekleyişine kadar geçen zamanı düşündüm, belki de ilk günden niyeti ekmek parası, kocasının sümük maaşına katkı değil, “dışarıya zıplamaktı”.. Belki de hayatında ilk defa, apartmanın karanlık ağzında, ellerini hohlayıp, kendi beyni, kendi kalbiyle işte ilk defa, saatlerdir zıplıyor! Savaşların bu en güzelinde, soğuktan donmamak için, zıplıyor, Gönül abla!

Bir akşam geç vakit, Kemal ağbi işi bitirmek için acele ediyor, bir gözü dışarıda. Elinde tesbih, kuzu yutmuş göbekli patronu, sırtına vurup: “Bekletme günahtır, git, soğut şu kadını!”.. Kemal ağbi önlüğü fırlatıp dışarı çıktı. “Soğut” lafı, ilişkiden soğumak için duyduğum en tiksindirici cümleydi, üstelik, içinde saklı cinsel merhamet, kendim düzülüyormuşum gibi kudurttu beni. Yarım saat sonra gelip, yeniden garson gömleğini giyerken, patronu sırıtarak masadan usulca laf attı: “Ne o Kemal, emdin geldin mi?”Ağzıma fare tıkıştırmışlar gibi iğreniyorum bu dilden. Hepsini gaz bombasıyla öldürmek istiyorum, kırk yıl sabah akşam kadın kudurmuşluğuyla, ağızlarını şapırdatıp yalanarak kadın ararlar, nihayet bir kadın, yedi kat korkusu, yedi kat yalnızlığını azaplar içinde terkedip yanlarına vardığında, ettikleri laf. Kahve lanetli bir mekân, gerçek bir bataklık, karpuzun içini birileri bok doldurmuş, hiç mi ay ışığı vurmadı yüzünüze, hiç mi toprakta yürümediniz, hiç mi bebek sevmediniz, hiç mi on beşinde kızınız olmadı...

Önümdeki masada, uzun, parlak, siyah saçlı gencecik bir kız hıçkırarak ağlıyor, elinde mendille gözyaşlarını siliyor, sonra, mendili hırsla ısırıyor, paramparça ediyor, tekrar mendil çıkartıp, tekrar siliyor, tekrar ısırıyor mendili, bu ne güzellik, al hançeri vur kadınım, ben öleyim, kapınızda kul olayım, diyen türkü gibi kendimden geçiyorum. Saç telinin her bir tanesi parlak hançerden işte, balta vursan kesmez, olacak şey değil, kız önde ağlıyor, biz arkada saçlarını seyrediyoruz, gidip gelen arkadaşlarıma gösteriyorum, zincirlerinden boşalmış, dizginsiz bir atın yeleleri gibi omzunda saçlar. Ertesi gün oluyor, kız tekrar geliyor, tekrar mendil çıkarıp ağlıyor, bizim ne mendile, ne ağlamasına aldırdığımız yok! Bahçede ansızın bir gecede açılmış kırmızı güller gibi. Her bir teli fışkırarak bükülmüş bu kapkara saçların parlaklığına dalınca, insan kuyuya düşmüş gibi oluyor, bir ceset gibi çaresizleşiyor, gözlerimiz ezik bir garibanlıkla sessizleşiyor. Bir masal meyvesi! Stilize edilerek resimlenmiş çocuk masal kitaplarında, prensesin saçı tüm sayfayı dolaşıp resme süslü bir çerçeve yapar gibi, kızın saçları, tüm yüzünü, masayı, omuzlarını, dirseklerine kadar coşturarak, çerçeveleyerek süslüyor. Taşların neden taş olduğunu anlıyor insan, bu sonsuz doyumsuz güzellik karşısında, insan kilitlenip, ebediyyen susuverir. Karda kışta, rüzgârda, çakala karşı bekleyen kalın gövdeli ağaçlar, baharda her bir dalında açıp bin bir çiçeğin yanaklarını başını bir kez kaldırıp öpüp, dokunamadığı gibi, sadece, uzaktan övgüler düzüyorsun. İnsanı Tanrıyla sırdaş eden, börtü böcekle seviştiren simsiyah bir parlaklık. Camı açıp bir bahar günü, kuşu, bulutu, uçuşunu, yaprağın düşüşünü, çiçeklerin kokusunu bir defada ve ilk defa duymak gibi. Tekrar toprağına, suyuna dönmeden bu naciz beden, aç kartallar gibi seyretsin. Dalgalara da, uçan kuşların kanatlarına da yazıyor bu güzellik, ne çok bakakaldım, tüy gibi başım dönüp, düşüp toprağa. Biraz daha bakakalsam, kapkaranlık bir zindanın zincirli aşkında köle buluvereceğim kendimi. Eskilerin, neden gözü kara adam öldürdükleri, bir aşk için diyar diyar yurtlarını terkettiklerini böyle anlarda anlıyor insan. Varsın dünyada cahillik, ahlâksızlık, kötülük kol gezsin, varsın bombalar milyonlarca insanı öldürsün, hiç beklemediğin bir yerden gürül gürül bir güzellik, nehirler gibi kıvrım kıvrım dolanır boynuna, sadece seyredip, gördüğün için, coşkulu bir kahraman yapıverir seni...

Kemal ağbinin kulağına eğilip, “ağbi, bu kız günlerdir burada elinde mendil ağlıyor, ne iş” diyecektim ki, Kemal ağbi kendisinden beklemediğim bir espri yaptı “büyük kapatma” dedi. “Bu kız Gönül’ün, annesine sokağı, kahveyi kapattı, burada nöbet tutuyor, kanlı bıçaklı olmuş annesiyle, gözleme satmasını istemiyor!”

Eskiden halkımız güzel kızlarını saraya satar, saray kapısından geçinir, kurtulurdu, şimdi güzellik, bela! Adı Türkan, Büro Yönetimi gibi iki yıllık bir okulda okuyor. Uzun, incecik, su kadar berrak bir çocukla yıllardır bu kahveye sarılarak gelip, sarılarak çıkıyorlar. Çocuğun düzgün yüz çizgileri, yumuşak ifadesi, hali vakti yerinde bir aileden geldiğini anlatıyor, her gün, duygu bombasına dönmüş Türkan’ı teskin ediyor. Çocuklardan dinliyorum, her ikisi de küçük işlerde çalışıp, okul biter bitmez evlenme hesabı yapıyor, divane âşıklar herkesin dilinde. Oğlan sarsak bir şeye benziyor, bu ilişkide kız daha becerikli, hem de zafer sarhoşu gibi, her günü bayram gibi, çocuğu emirlerle yönetiyor, koşturuyor, birşeyler aldırtıyor, peşinden sürüklüyor. Oğlan, bu aileye damat olacak, yani, iş dönüşü, bıçak getirin, karpuz kesek diye naralar atacak, akşamları iki yalnız kadının hayatını tutuşturacak cinsten değil! Kıza sarılıp, masaya otururken uzun kolları ve bacaklarının daracık yerlerde zahmetlice eklemlerinin bükülmesi, uzaktan portakal sıkma makinesine benziyor! Türkan’ın sevgilisiyle kol kola narin tatlılığını gördükçe, içimden şarkılar mırıldanıyorum, Gönül ablanın yorgun yaralı, pürtüklü yüzünden kızda eser yok.

Neşeli türküler söyleyerek kahveye geldiğim bir gün, başımdan kezzap dökülür gibi, hayal kırıklığından zınk diye kalakaldım. Türkan saçlarını kökünden kesip, kuaföre satmış. İçimdeki allı turnalı türkülerin hepsi sustu. Kimseye şeker, kaymak söyleyecek halim kalmadı. Saçlarını kestirince, cırtlak, buji gibi küçülmüş yüzü, güneş yanığı rengi, kuru üzüm gibi bir şey oluverdi. Meşale gibi saçlarının yerinde, onuru kırılmış, çekiç vurularak desenlenen bakır bir sahan kaldı. Be deli kız, hayat sana ne dedi ki, kökünden vurdun baltayı. Kızı gördükçe, sinir nöbeti sardı, sonra, yavaş yavaş ve uzun boylu Gönül abla’yı düşünüp, “kıza para yetiştiremiyorum” deyişini düşündüm, Türkan’ı azizlik mertebesine çıkardım. Kışkırtıcı soylu güzelliği gitti, yerinde karakalem çiziktirilmiş soluk bir desen kaldı.

Türkan, sevgilisiyle, yıllarca bıkıp usanmadan, her gün ayrı bir kapı çalarak, her gün birine sorarak, her gün gazetelere bakarak, her gün yürüme semt semt gezerek, bakanlıklarda bir torpil, yakın arayarak iş baktılar. Umutsuz, çirkin bir yorgunlukla akşama doğru kahveye dönüp, simit, çaya sarıldılar. Moralleri bozuk geldikleri her gün yüreğimden cımbızla bir parça kopartıldı. Her kapıdan boş döndükleri günler çoğaldı, söz verenler sözünde durmadı, çaldıkları kapılarda aylarca oyalandılar, cımbız, göz saydamından her iki sevgilinin kopartmaya başladı. Uzun işsizlik yılları hayata karşı direnişlerini tuzla buz etti.

Demokrasilerde her şeye çare var, bir işsizliğe yok. Bir gün Gönül ablayı gördüm, yüzünün manzarası değişmiş, ağzının tabanı görünürcesine kahkahalar atıyor, yürümüyor, kuğu gibi süzülüyor, hayrola Gönül abla: “Türkan iş buldu, bir demir döküm fabrikasında, muhasebeye girdi!” der demez, sevinçten ağlamaya başladı, mağazaya, alışverişe gidiyormuş, hızla yanımdan ayrıldı, birden dönüp: “İşe yeni aldılar hemen atmazlar, değil mi?”, “Atmazlar, Gönül abla!”.. Nasıl bilmem, yoksullar için hayat, doğunca değil, işe girince başlar, şimdi biliyorum, gidip kundağa sarar gibi, en pahalısından giydirecek Türkan’ı.

Çocukluğumda yosunlu kayaların karanlık diplerinde yengeçlerle oynadığım günler kadar mutlu oldum. Birkaç yıl da böyle geçti, oğlan, akşama kadar kahvede bomboş Türkan’ın işten çıkıp gelmesini bekledi. Kafatasını paramparça eden bir zonklama gün geçtikçe büyüdü, etraftakilerle sebepsiz kavgaya, sebepsiz küfürlere başladı, akşama kadar başını ellerinin arasına alıp, çaresizlikle karanlık bir hastalığın pençelerine düşmüş gibi, sinir nöbetlerine tutuldu. Bakışları dikleşip, kararıp, zehirleşti.

Anne-kızın yüzlerinde, yumru gibi irinleşmiş sert yumruk yumuşamış, artık kol-kola zıplaya zıplaya yürüyorlar. Bir masal tiyatrosu gibi her şey rüya gibi gelişip tam evlenecekleri günü beklerken, Türkan’ın oğlandan ayrıldığı haberi geldi.

Artık gözümde yücelmiş, kutsanmış, Gönül ablaya “Hayırdır abla, yıllardır delice seviyorlardı birbirlerini!” dedim, Gönül abla, direktifler yağdıran bir genel müdür edasıyla: “İşsiz-güçsüz çocuğu ne yapayım, tek maaşla ne yaparlar!”.

İnsan sokakta, bir küçük muhabere kazanınca, hemen gözünü kan bürümüş dövüşken kanlı bir savaşçı mı oluveriyor. Oğlan ortalıklarda hiç görünmedi. Türkan, bazı akşamlar iş çıkışı annesinin tezgâhına gelip, müşterilere gözleme dürüm yapıyor. Bir zaman sonra, işten çıkar çıkmaz, tezgâhın başına gelip, annesini eve gönderiyor!

Hiç oralı olduğum yok, selamlaştığım da! Bazen, geceleri, evde yalnız kaldığımda, aklıma Türkan’ın saçları gelip, “bir daha yeniden büyür, eski halini alır mı” diye düşündüğüm oluyor. Dalgalara, rüzgâra, göklere, çimenlere bakıp, fazla da bir soru sormaya korkuyorum hayata. Gördüğüm Türkan’ın yüzü, gün geçtikçe cılızlaşıp, sivrileşip, kavruluyor. Anne-kızın etrafında bomboş bir sessizlik büyüyor. Gönül ablanın eski gürül gürül neşesi kayboluyor. Yaşlandıkça, ilk günkü utangaçlığına dönüyor gibi, “sıcacık gözlemelerim var” dediğinde sanki alnından terler fışkırıyor. Üşüyen parmaklarını hohlayıp kızını bekliyor, iş dönüşü. Türkan geliyor, “anne, ayran da satalım, şuraya koyarız” diyor, annesi: “Neresine koyacaksın şu sepetin, başıma iş çıkartma!” deyip, fazlasıyla yorgun, kızı geldiğinde, dikilmiyor, hemen eve kaçıyor. Türkan, saat dokuza, bilemedin dokuz buçuğa kadar, sepetin önünde nöbet tutuyor. Bazen, hava öyle soğuk oluyor ki, koşarak, uçarak eve gidiyorum. Bu soğukta insanlar nasıl durur diye düşünüyorum. Türkan’ı görüyorum, iş bitmiş, gözlemeleri satmış, ama, o, apartmanın karanlık arasında, saat, on, on buçuğu geçiyor, kimi bekliyor böyle zıplayarak, ellerini hohlayarak!..

Bir gün, Türkan’la hiç konuşmam olmadı, ayaz mı ayaz, ortalıkta kimsecikler görünmüyor, şöyle yanaşıp, Gönül ablayı sorayım ayaküstü, dedim.. Apartmanın karanlık ağzına yanaştım, arkamdan bir ses, “Niyaat, Niyaaat!” döndüm Kemal ağbi içmiş, zom olmuş, yüzü kara saplı bir bıçak gibi parlıyor, bağırdı: “Yanaşma o kıza!”, “Gönül ablayı soracaktım...” “Kalbini deşerim senin, yanaşma kıza, dokunma..”, “Ağbi, vallahi Gönül ablayı soracaktım, “.iktir git ibne, kahvede kıza nasıl yalandığınızı bilmiyor muyum lan!”.. Geri geri çıktım, sorun çıkmasın, alkollü, alttan aldım, uzaklaştım.. Türkan, Kemal ağbinin yanına geldi, hiç konuşmadan karanlık sokağa uzunlamasına daldılar, ay ışığı tam karşılarında.. Karanlık iki böcek kadar küçüldüler, gözlerim seçemez oldu. Gözlerim sarımsak suyu gibi yaşlandı, nesini yazayım bu hikâyenin. Yumuşacık solucanlar, sert kayaların altında yaşar ve hiç zıplayamadan ölürler... Bari, depoya girdiklerinde içi kıpkırmızı bir karpuz kesseler de ben de mutlu olsam...

(“Bizi tanımayanlar bu son şarkımızdı sanıyorlar” diyen Karanlıkta Dans filminin bu son cümlesiyle seslendim hayata. Umutsuzluğu öğrendikçe delice umudu aradım. O gün, bugün bu siyasi kavganın ayaklarına bu yüzden nal gibi çakıldım.)

Nihat Genç

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder