...
...Sonra aklıma babamın bir hafta önce benden yayla kulübesinin arkasındaki otları biçmemi istemesi geldi.Otlar o kadar uzamıştı ki yan yatıyorlardı, yakında kuruyacak, altında hiçbir şeyin büyümesine izin vermeyen kaskatı bir kilime dönüşeceklerdi.Kısa orağı kullanabileceğimi söylemişti, amatörlerin eline daha uygundu.Orağı odunluktan alıp bütün gücümle işe giriştim, babamın bu işi yaparkenki hareketlerini taklit ediyordum, kan ter içinde kalana kadar çabaladım, gerçekten de orağı kullanmaya alışkın olmamama rağmen hiç fena gitmemişti.Ama kulübe duvarı boyunca geniş bir alanda sık ve yüksek ısırganlar vardı, onların çevresinden geniş bir kavis çizerek ot biçmeyi sürdürdüm, o sırada babam kulübenin çevresini dolaşıp yanıma geldi, durup beni seyretmeye başladı.Eliyle çenesini ovuştururken başını yana eğmişti, sırtımı doğrulttum, ne diyecek diye beklemeye başladım.
"Isırganları niye biçmiyorsun?" dedi.
Orağın kısa sapına ve ilerideki ısırganlara baktım.
"Acıtıyorlar," dedim.Bunun üzerine yarım bir tebessümle bana hafifçe başını salladı.
"Ne zaman acıtacağına sen kendin karar verirsin" deyip bir anda ciddileşti, kulübenin duvarının dibine yürüdü, çıplak elleriyle yakıcı bitkileri kavradı, büyük bir sükûnetle onları birer birer koparıp yığmaya başladı ve hepsini bitirene kadar durmadı.Yüzünde acı çektiğini gösteren tek bir iz yoktu.Bunu hatırlayınca patikada Jon'un arkasında yürürken biraz utandığımı hissettim, dikleştim, hızımı artırdım, başka zamanlar yürüdüğüm gibi yürümeye başladım, daha birkaç adım attıktan sonra niye en başından beri böyle yapmadığımı anlamaz olmuştum.
...
Ne zaman canımın acıyacağına ben kendim karar verirdim, acımı belli edip etmemeye de.Canımın acısını bedenimin dibine gömdüm ki yüzümden belli olmasın, kollarımı kaldırıp makarayı döndürmeye devam ettim, çayırın sonuna gelene kadar halat çözülmeyi sürdürdü, sona geldiğimde makarayı kısacık biçilmiş ot köklerinin üzerine halat gergin olacak şekilde, elimden geldiğince rahat bir tavırla bıraktım, aynı rahat hareketlerle doğruldum, ellerimi ceplerime soktum, ancak o zaman omuzlarımın çökmesine izin verdim.Enseme bıçaklar saplanıyordu, ağır adımlarla ötekilerin yanına gittim.Babamın yanından geçerkensanki tesadüfen olmuş gibi elini kaldırdı, sırtımı okşadı, alçak sesle, "Çok iyiydi," dedi.Bu kadarı yetmişti.Ağrılarım uçup gitmişti, bir sonraki sefer için hazırdım.
...
İnsanlar onlara bir şeyler anlatmanızdan hoşlanıyorlar, mütevazı ve güven veren bir ses tonuyla yeterince şey anlatırsanız, sizi tanıdıklarını sanıyorlar, ama aslında tanımıyorlar, sizin hakkınızda bir şeyler öğreniyorlar sadece, çünkü öğrendikleri şeyler olgular, duygular değil; herhangi bir şey hakkında ne düşündüğünüzü, başınıza gelenlerin ve verdiğiniz kararların sizi nasıl siz yaptığını bilmiyorlar.Onların yaptıkları şey kendi duyguları, düşünceleri ve tahminleriyle boşlukları doldurmak, sizinkiyle çok az ilgisi olan yepyeni bir yaşam yaratmak, böylece artık güvendesiniz.Siz istemedikçe kimse size dokunamaz.Yalnızca kibar olmak, gülümsemek, paranoyakça düşünceleri kafalarından uzak tutmak gerek, çünkü ne tür bir oyun oynarsanız oynayın sizin hakkınızda konuşacaklar, bundan kaçamazsınız ve zaten siz de aynısını yapardınız.
...
"Babalar iyidir" diyor."Benim babam öğretmendi.Oslo'nun içinde.Kitap okumayı ondan öğrendim, onun dışında pek bir şey öğrenmedim.Hiç kimse onun pratik işlerde usta olduğunu söyleyemezçAma iyi bir adamdı.Her zaman birbirimizle konuşabiliyorduk.On dört gün önce öldü."
...
"Good dog," diyorum, kulağa aptalca geliyor olabilir, bir zamanlar gördüğüm bir filmden alınmış gibi, belki eskiden sinemada seyrettiğim Lassie'dir, böyleyse şaşırmam, belki de uykumda gördüğüm, uyanınca da unuttuğum bir rüyadandır.Sözlerim havada asılı kalıyor.En azından Dickens'tan değildi, onun kitaplarında hiç "good dog" diye bir şey okuduğumu hatırlamıyorum ama her neyse çok saçma.Yeniden doğruluyorum, gocuğun fermuarını çeneme kadar çekiyorum.
"Gel" diyorum Lyra'ya, "eve gidiyoruz." Bir anda ayağa fırlıyor, kuyruğunu havaya dikip hızla patikaya koşuyor, ben de peşinden gidiyorum ama onun kadar çevik değilim, başımı gocuğun yakasına gömmüş, elimdeki feneri sımsıkı tutarak yürüyorum.
...
Birinin yanağımı okşamasıyla uyandım.Bunun annem olduğunu sanmıştım.Küçük bir çocuk olduğumu sanmıştım.Benim bir annem var, diye düşündüm, bunu unutmuştum.Sonra nasıl göründüğü aklıma geldi, çizgi çizgi neredeyse tamamı gözümün önünde belirdi...
...
Bir ay içinde ikisi de öldüler, onların ölümünden sonra pek kimseyle konuşmak istemez oldumçBiriyle konuşacak neyim olabilir bilmiyorum.Burada yaşammın nedenlerinden biri de bu zaten.Bir ikinci neden de orman.Yıllar önce yaşamımda sonraları başka hiçbir şeyin alamadığı bir yeri olmuştu, ardından uzun, çok uzun bir süre kaldım, birden çevremde her şey sessizliğe gömülünce ormanı ne kadar özlemiş olduğumu anladım.Çok geçmeden başka hiçbir şey düşünemez olmuştum, orman olmazsa ben kendim de orada, o anda ölecektim, ormana gitmem gerekiyordu.Böyle bir duyguydu, bu kadar basitti.Bu duygu bugün de sürüyor.
Radyoyu açıyorum.İkinci kanalda haberler var.Grozni'ye Rus mermileri yağıyor.Yine başlamışlar.Ama asla kazanamayacaklar, uzun vadede kaybedecekleri ortada zaten.Daha Tolstoy Hacı Murat'ta anlamıştı bunu ve kitap yüz yıl önce yazılmıştı.Aslında büyük devletlerin şu dersi bir türlü almamış olmaları, sonunda dağılacak olan kendileri olduğunu anlayamamaları inanılır şey değil.Ama bütün Çeçenistan'ı yakıp yıkabilirler elbette.Bunu yapmaları ihtimali bugün yüz yıl öncesinde olduğundan daha yüksek.
...
Franz kendi evinin mutfağında, pencereyi açmış oturuyordu, çünkü ormanda çalışmaktan dönünce sobayı öyle bir yakmış ki odanın içi çok sıcak olduğundan biraz havalandırması gerekmişti.Dışarısı henüz aydınlık.Franz durmuş sigara içerken niçin şimdiye kadar evlenmemiş olduğunu bulmaya çalışıyordu.Her yıl soğuklar bastırmaya başladığında bu konuya kafa yormaya başlar, Noel'i biraz geçene kadar böyle devam eder ama yeni yılla birlikte bu düşünceyi kafasından atardı.Evlenmemesinin nedeni kimsenin onu istememesi değildi ama açık pencerenin önünde durmuş sigara içerken nedenin ne olduğunu bir türlü bulamıyordu ve tam o anda bu durum, böyle yalnız yaşaması gözüne çok anlamsız görünüyordu.
...
Saçlarının arasından çok az görünen yüzüne baktım, lanet olsun, daha on yaşındaydı ama yüzünde hiçbir şey hareket etmiyordu, söyleyecekleri bitmişti.
...
Ben dağınıklıkta rahat edemem, hiçbir zaman edemedim.Aslında çok düzenli bir insanım; her şeyin kendi yeri olmalı ve kullanılmaya hazır olmalı.To ve kir beni sinirlendirir.Temizliği bir kere atlarsan ipin ucunu kaçırmak işten değil, özellikle bu eski evde.Çok sayıda korkumdan bir tanesi de yırtık pırtık ceketi, düğmeleri iliklenmemiş pantolonu, gömleğinde yumurta lekeleri ve aynaya bakmayı bıraktığı için başka km bilir nelerin lekeleriyle Kooperatif Bakkalı'nın önünde duran adam olmaktır.Rotasını yitirmiş bir gemi gibi, zamanın sırasını yitirmiş kendi düşüncelerinden başka demir atacak bir yeri kalmamış bir adam.
...
...Bir traktörü olduğu için ne zaman gerekse benim karlarımı da küreyebiliyor, deyip gülümsüyorum, bu kez başarıyorum.Sonra radyo dinliyorum, diyorum, sabahları içerdeysem öğlene kadar radyo dinliyorum, akşamları da çeşitli şeyler okuyorum ama genellikle Dickens.
Şimdi yüzünde duru bir gülümseme beliriyor, gözlerinde ıslak parlaklıklar, sesinde keskin iniş çıkışlar yok.
"Evdeyken de hep Dickens okurdun," diyor."bunu iyi hatırlıyorum.Elinde bir kitapla koltuğuna gömülür, her şeyden kopardın, yanına gelip kolunu çekiştirerek sana ne olduğunu sorduğumda ilk önce benim kim olduğumu çıkarmamış gibi bakardın, sonra gözlerinde ciddi bakışlarla Dickens derdin, o zamanlar ben Dickens okumanın başka kitaplar okumaya benzemediğini düşünürdüm; belki de bu biraz alışılmadık bir şeydi, herkesin yaptığı bir şey değildi, bana öyle gelirdi en azından.Dickens'ın senin elindeki kitabı yazan adamın adı olduğunu bile anlamazdım.Yalnızca bizim evde bulunan çok özel kitaplar olduğunu sanırdım bunların.Kimi zamanlar yüksek sesle okuduğunu hatırlıyorum.
"Öyle mi yapardım?"
"Evet, yapardın ya.Sonradan, büyüyüp de kitapları kendim okumam gerektiğini anladıktan sonra David Copperfield'i okuduğunu anlamıştım.Sanırım o sıralar David Copperfield okumaktan hiç bıkmıyordun."
"Son okuduğumdan bu yana epeyce zaman geçti."
"Ama yanında var değil mi?"
"Elbette, yanımda var."
"Öyleyse bana sorarsan onu bir daha oku," diyor, dirseğini masaya dayayıp çenesini avucuna yerleştiriyor ve ezberden okuyor:
"Kendi yaşamöykümün kahramanı ben mi olacağım, yoksa bu yeri başka birisi mi ele geçirecek, bu sayfalarda göreceğiz bunu."
...
Daha rüyalarımı kafamdan çıkaramadan eşyalarımızı topladık, atları eyerledik, henüz çok basit şeyleri düşünebildiğim sırada yola çıkmıştık bile.
...
At Çalmaya Gidiyoruz
Metis Yayınları
Çeviri: Deniz Canefe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder