Demirci Kasım Usta’nın oğlunu köpek daladı. Bu iş olurken, Kasım Usta ocakta tavladığı ısmarlama bir sapan demirine su veriyordu. Dükkânın önünde kısa bir dalaşmadan sonra oğlunun acı acı bağırdığını duyunca, sapan demirini bir yana, çekiçle kıskacı bir yana fırlatıp, kapıdan uğradı.
Çocuk, üstü başı çamur içinde, babasına doğru koşuyor, eliyle de yarım elifiye biçimi pantolonunun parçalanmış paçasını gösteriyordu. Beş on adım ötede, başı yerde, kuyruğu sopa gibi dimdik havaya dikilmiş bir köpek kaçıyor, ellerinde taşlar ve değneklerle bir yığın adam da köpeği kovalıyordu.
Kasım Usta çocuğun küçücük elini iri, nasırlı avuçları arasına aldı, sonra koltuk altlarından tutarak dükkânın içine soktu. Korkusu geçsin diye, demirlere su verdiği fıçıdaki bulanık sudan bir iki yudum içirdi.
Çıraklar, çocuğun parçalanmış olan paçasını sıvamışlar, köpeğin daladığı yara yerini meydana çıkarmışlardı. Kasım Usta:
- Ben bu köpeğin hâlini hiç beğenmedim, çocuklar! diyordu. Sakın kuduz olmasın?
Çırağın biri:
- Başı yere bakıyordu, dedi.
- İçime kurt düştü bir kere. Kuduzdu, değildi. Biz tedbirde kusur etmeyelim.
Kalktı, körüğün üzerinde duran simsiyah bir sicim çilesini aldı ve çocuğun tam diz kapağı hizasından baldırını morartıncaya kadar boğdu. Bu işi bitirince çıraklarına çocuğu göstererek.
- Kavrayın bakalım şunu! dedi. Biriniz bir yanından, biriniz de öbür yanından... mengene gibi kavramalı ha, karışmam!
İki iri kıyım delikanlı, çocuğu kıskıvrak yakaladılar. Kasım Usta sustalısını çıkardı, sustalıyı gören çocuk çığlığı bastı. Kasım Usta oralı bile değildi. Çocuğun yaralı bacağını bir odun parçasıymış gibi yakaladı ve tam köpeğin dişlediği yerin üstünden, sanki çetele kertiyormuş gibi, bir alttan, bir üstten, sustalıyı bastı. Yaradan fışkıran kanın toprakta meydana getirdiği birikintiye çakının kopardığı küçük bir et parçası düşmüştü. Kasım Usta bir hamlede ocak başına seğirtti ve tavlı ocağa sokulu çubuk demirlerden birini kaptı. Kızıllıktan çıkarak beyaza yakın bir kor parçası hâline gelen çubuğu yaraya yaklaştırdığı zaman iki çırak gözlerini yummuşlardı. Bir anda yükselen, sonra yükseldiği gibi yine bir anda sönen acı bir çığlık arasında kısa bir cızırtı duyuldu. Yaradan sarı, mavi ve yeşil karışımı bir duman çıktı, yanık etin pis kokusu dükkânı doldurdu. Çocuk bayılmıştı.
Usta, baygın çocuğu çıraklardan birinin sırtında eve gönderirken, dükkândan içeri Kaşıkçıoğlu Rasim Ağa girdi. Çırağın sırtında eve doğru yollanan çocuğun arkasından bir an baktıktan sonra:
- Sana da, bana da geçmiş olsun, dedi. Haber aldın mı? Bizim çocuğu da köpek daladı!
Kasım Usta:
- Ya! dedi. Geçmiş olsun Ağa!
- Eyvallah Usta. Bizim uşaklar köpeği gebertmişler, ayağına ip takıp sürükleyerek getirmişler. “Ağa bu köpek kuduza benziyordu...” diye yüreğime kurt soktular. Sen ne yaptın ki?
Kasım Usta:
- Köpeğin dişlediği yeri çakıyla oydum, dedi. Sonra da oyulan yeri kızgın demirle dağladım.
Kaşıkçıoğlu gözlerini yummuştu. Sanki kızgın demir kendi etini dağlıyormuş gibi:
- Anacuğum, ışş!.. diye inledi ve arkasından:
- Vay canavar herif vay! diye bağırdı. Çocuğun ayağını kesip budarken, yakıp dağlarken elin de mi titremedi?
Kasım Usta, ağzını açıp tek söylemeye fırsat bulamadan Kaşıkçıoğlu yeniden gürledi:
- Bacak kadar masuma yazık değil mi be! Kuduz daladıysa, palgurtlatırdın olup biterdi. Kuduz düğününe harcayacak palgurtçuya verecek üç beş kuruşa kıyamadıysan biz verirdik. Kasabanın eşrafı daha ölmedi. İşte, benim çocuğu da köpek daladı. Ona yapacağımız kuduz düğününde seninki de aradan çıkardı.
Kasım Usta:
- Vallahi Ağa, dedi, ben demirciyim. Devaların en iyisinin ateş olduğuna ve ateşin her şeyi temizlediğine inanırım. Kuduzdan şüphelendim. Aklımın erdiği kadarını yaptım. Sen ne dilersen öyle yap. Yap ama, beni dinlersen gel çocuğu İstanbul’a elet. Benim param olsa, tövbeler olsun daha durmazdım.
Kaşıkçıoğlu güldü:
-Dedemizin zamanında her köpek ısıranı İstanbul’a göndermezlerdi. Ne de senin gibi kesip dağlarlardı. Hiç kimse de kudurmazdı.
Kasım Usta, biraz önce bir köşeye savurduğu sapan demirini ocağa yerleştirirken omuzlarını kaldırıp:
- Sen bilirsin Ağam, dedi. Malum ya... sen bilirsin deyince, kavga gürültü olmaz derler.
Kaşıkçıoğlu Rasim Ağa’nın oğluna üç günden beri kuduz düğünü yapılıyordu. Gece, harman yerinde meşaleler yanmıştı. Sırayla değişen davulcular ve çifteciler, davullarını gümbürdeterek, çiftelerini dolu nefes üfleyerek ortalığı inletiyorlardı. Kalabalık ortasında, küçük Kaşıkçıoğlu’nun elinden iki kişi tutmuş, sürüklercesine gezdiriyorlardı. Kuduz düğününün dehşetli gürültüsüyle üç günden beri uyutulmayan çocuğun gözleri kan çanağına dönmüştü. Kafası önüne sarkıyor, yürürken, baskın bir sarhoş gibi ayakları birbirine dolanıyordu. Ara sıra, elinden tutanlara yalvarması vardı:
- Bırakın beni uyuyayım, ama kudurup ölecekmişim, varayım öleyim! Üç günden beri uykusuzluk canıma yetti. Biraz daha bırakmazsanız elinizde öleceğim!
Ama ona; “Sabır!” diyorlardı. “Sabır! Bu akşam palgurtlanacaksın.”
Palgurt yapılıncaya kadar uykusuzluğa sabrettin mi, dalayan köpek, kuyruğunun başından dişinin ucuna kadar kuduz olsa zararı dokunmazdı artık.
Harman yerinde alev alev yanan meşalelerin döktüğü kızıl ışık altında davullar gümbürdüyor, dolu ciğer üflenen çifteler yankılanıyor, beri yanda palgurtçu İlyas Dayı hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyordu.
Kuduz köpeğin leşi yerde yatmaktaydı. Bu leşe paralel olarak bir ateş yakılmıştı. İlyas Dayı, yakındaki ağaçlardan birinden kestiği ince bir çubuğun yapraklarını yontup temizledikten sonra, çocuğu getirmelerini işaret etti.
Küçük Kaşıkçıoğlu günlerden beri uykusuzluğun verdiği bitkinlikle yaklaştı. İlyas Dayı çocuğun omuzlarını sıvazladı, yapacağı iş üzerinde gereken şeyleri söyledi. Ve köpek leşiyle ona paralel olarak yakılan ateşin arasında yer aldı, bacaklarını açtı, sopasını hazırlayıp bekledi.
Şimdi çifteler daha zorlu üfleniyor, davullar daha zorlu tokmaklanıyordu. Meşalelerin dil dil uzayan kızıl ışıkları bu sahneyi çepeçevre aydınlatıyordu. Küçük Kaşıkçıoğlu ellerinden tutanların yardımıyla önce köpek leşinin üzerinden, leşi tekmeleyerek geçti. Geçerken de Dayı’nın elindeki çubuk kıçına indi. Ve yine İlyas Dayının “Atla!” komutasıyla ateşin alevleri arasından sıçradı.
Bu hareket tam kırk defa tekrarlandı. Şu farkla ki, her geçişte kıçına inen sopa sayısı geçiş sayısına göre artıyor ve ateşten atlama komutası her on geçişte bir tekrarlanıyordu.
Sayı kırkı bulunca, kuduz köpek leşinin kuyruğundan, belinin ortasından, kulaklarının arkasından birer tutam tüy yolundu. Bu tüyler ateşe atıldı ve çıkan dumanın üzerine küçük Kaşıkçıoğlu baş aşağı tutularak tütsülendi.
Bundan sonra palgurtçu İlyas Dayı çocuğu anadan doğma soydu. Üzerinden çıkan elbise ve çamaşırları orada hazır açılmış olan bir çukura gömdü. Sonra cebinden çıkardığı bir kibrit kutusu içindeki üç tane kunduz böceğini canlı olarak çocuğa yutturduktan sonra omuzlarını sıvazladı:
- Haydi artık, piripâk! dedi.
Çocuk kusarak uzaklaşıyordu. Palgurtçu İlyas Dayı da çevresini alanlara çocuğun çamaşırlarını gömdüğü çukuru göstererek:
- Kırk gün sonra bu çukuru açalım, göreceğiz ki, çamaşırlar kudurmuş ter ter tepiniyor, diye bilgi veriyordu.
Ama, çamaşırlar kudurmadı. Kırk güne varmadan küçük Kaşıkçıoğlu kudurdu.
Bir sabah yağmur yağmıştı. Evlerinin avlusunda arkadaşlarıyla oynayan küçük Kaşıkçıoğlu yağmur damlaları dökülmeye başlayınca birdenbire oyunu bıraktı. Yüzü sararmış, bakışları garip, koşa koşa eve girdi, boş odalardan birisine saklandı, pencerelerdeki perdeleri sımsıkı kapadı. Bu da yetmiyormuş gibi, odadaki yüklüğün içerisine girdi ve kapaklarını üstüne çekti. Akşam, yemek vakti onu araya taraya yüklükte bir yorgana sımsıkı bürünmüş, yüzükoyun yatar buldular. Küçük Kaşıkçıoğlu, o gece yemek yemedi. Hele suyu, uzaktan bardakta bile görmeye dayanamıyordu.
Ertesi gün, öğle yemeği vakti, çocuğu yine yüklükte, katlanmış bir yatağın arasında büzülmüş buldular. Yüklüğün kapağını açtıkları zaman, çocuk:
- Kapayın, rüzgâr geliyor! Allah aşkınıza kapayın rüzgâr gelmesin! diye yalvarıyordu.
O gün, küçük Kaşıkçıoğlu’nu yüklükten çıkarmak mümkün olmadı. Ne yalvarmak, ne zor kullanmak para etmedi. Çocuk üstüne gelenlere kanlı gözlerini çevirerek:
— Bırakın beni, bırakın beni, ısırırım. Bırakın gelmeyin, vallahi hepinizi ısırırım! diye bağırıyordu.
Hastalığın üçüncü günü küçük Kaşıkçıoğlu artık yüklükte de duramaz oldu. Elleriyle yüklüğü de eşelemek, daha derinlere, daha karanlıklara inmek istiyordu. Bir süre tilki bayılması gibi dalgın yatıyor, sonra ağzından köpükler saçarak kendisini yerden yere vuruyordu. Bu bunalımlar geçtikten sonra kısa bir süre aklı başına gelip:
- Beni saklayın! beni sarın, yorgana sarın! diye yalvarmaya başlıyordu.
Ama, annesi de içinde olmak üzere, artık küçüğe yaklaşan yoktu.
Hastalığın dördüncü günü, Kaşıkçıoğlu Rasim Ağa, Kasım Usta’nın dükkânına gitti.
- Kasım Usta, dedi. Oğlan fena... senin dağlamanın şimdi faydası olur mu dersin?..
Kasım Usta, örse inen çekicini yavaşlatıp:
- Çok geç kaldın, dedi. Ben, dağlamaya da kanmadım, karının boynundaki tek beşliyi bozdum, gönderdim onları...
Rasim Ağa, ustadan ayrılınca palgurtçu İlyas Dayı’yı buldurdu. Ama İlyas Dayı:
- Bende ne kabahat var? diyordu. O gece yedirdiğim kunduz böceklerini kusup çıkarmış...
Rasim Ağa eli böğründe:
- Bir çare?.. diye yalvaran gözlerle İlyas Dayı’ya bakıyordu.
İlyas Dayı içini çekti:
- Çare, dedi, sizin de onun da çabuk kurtulması için bir çare var... Üzerine su eleyin.
Rasim Ağa, gözleri umut dolu, palgurtçunun ağzından çıkacak tek harfi bile kaçırmamak için bütün vücudu kulak kesilmiş dinliyordu. Palgurtçu, öğüdünün etkisine inanmış bir adamın güçlü sesiyle ekledi:
- Çabuk ölür!
Hastalığın haftasında, gözleri kanlı, ağzından salyalar saçarak kendi yumruklarını yemeye başlayan çocuğu, bağlayarak dama attılar. Çocuğun tiz feryatları, ulumaları evdekileri ıstırap içinde kıvrandırıyor, delirtiyordu.
En sonunda, dayanmaları tükendi, palgurtçunun öğüdünü yerine getirmeye karar verdiler. Nasıl olsa ölecekti, değilse bu kadar acı çekmezdi. Ama, ne evdekiler, ne komşulardan hiç kimse bu acıklı görevi üzerine almadı. Çaresiz, Rasim Ağa bir kovaya su doldurdu, eline bir kalbur aldı ve damın üstündeki odaya çıktı. Odanın tahta kirişleri hayli aralıktı ya, çocuğun bağlı bulunduğu yere suyu eleyebilmek için, Rasim Ağa tahtalardan birini daha kopardı, maşrapa ile aldığı suyu kalburun üzerine dökerek hastanın üzerine elemeye başladı.
Kalburdan tıpkı bir duştan damlar gibi serpilen su, aşağıdaki hastanın üzerine döküldükçe, kuduz büsbütün kuduruyor, ağzından köpükler saçarak bağının elverdiği kadar, çevik bir kaplan gibi, tavana doğru atılıyordu.
O gece, hastanın ulumalarından evde kimse yatamadı.
Ertesi gün, Rasim Ağa, yine elinde kalbur, adımları geri geri giderek damın üstündeki odaya çıktı. Boşluktan aşağıya baktı. Hasta, sakin, bir köşede yatıyordu.
- Oğlum! diye seslendi.
Ses alamadı. Bir an ölmüş olduğunu sandı, yüreği yerinden çıkacak gibi oldu. Kovaya maşrapayı daldırarak doldurdu ve hastanın üzerine serpti. Hasta, şimşek gibi yerinden fırladı. Yine bağının elverdiği kadar tavana atıldı, düştü, atıldı, düştü. Sonra, çenesinden irin gibi salyalar akıtarak kollarını kemirmeye başladı.
Rasim Ağa, gördüğü manzaranın dehşetine dayanamadı; başı döndü, gözleri karardı ve önüne çömeldiği tahta boşluktan aşağı yuvarlandı.
Küçük Kaşıkçıoğlu, ayağının dibine yuvarlanan babasının üstüne atıldı, aralarından salya sızan dişleriyle, ellerini, yanaklarını, burnunu kemirmeye başladı.
Ne ki, Rasim Ağa’da en ufak bir kıpırtı bile yoktu. Daha damdan düşmeden önce kalbi durmuştu.
Ahmet Naim
Yazarın “Kuduz Düğünü” adlı kitabından
Mehmet Seyda
Cumhuriyet Öncesi Yazarlarından Çocuklara Hikâyeler
Bilge Kütür-Sanat
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder