19 Mayıs 2020 Salı

Beckett'in Lanetlileri, Gilles Deleuze


Beckett'in lanetlileri, Dante'den beri en şaşırtıcı duruş, yürüyüş ve pozisyonlar sergisini oluştururlar.Kuşkusuz Macmann kendini "otururken ayakta dururkenkinden daha iyi" hissettiğini saptamıştı.Ama bu formül bitip tükenmişliktense yorgunluğa daha uygun düşüyordu.Yatmak asla bir son değil, son sözcük değil, sondan bir öncesidir, ve kalkmak için değilse bile en azından kendi etrafında dönmek ya da yerde sürünmek için yeterince dinlenmiş olma tehlikesiyle çok ciddi biçimde karşı karşıya kalınır.Sürüneni durdurmak için, onu bir deliğe tıkmak, orada uzuvlarını kımıldatmayacak olduğundan ancak birkaç hatırasını kımıldatabileceği bir saksıya dikmek gerekir.Ama bitip tükenme yatmaya izin vermez ve gece olduğunda, masada oturup kalınır, tutsak eller üzerinde içi oyulmuş baş, "güçten düşmüş eller üzerine eğilerek taşlanmış baş" "Bir gece, masasına oturmuş, başı ellerinin üzerinde...ölmüş başını kaldırıyordu ölmüş ellerini görmek için...", "Kapalı karanlık bir yerde bir tahtanın üstüne konmuş yalnız kafatası...", "İki eli ve başı bir yığın oluşturuyor..." Son bir defa bizi dikleştirecek ve ilelebet yatıracak darbeyi sabırsızlıkla bekleyerek, ayağa kalkmadan, yatamadan, oturarak ölümü beklemek pozisyonların en korkuncu.Oturarak ondan kurtulunamaz, bir hatıra bile kımıldatılamaz artık.Bu bakımdan, sallanan koltuk daha da kusurludur, onun durması gerekir.Belki de Beckett'in yatan eserlerini, yalnız başına oturan son eserlerinden ayırmak gerekiyor.Bu, oturan bitip tükenme ile yatan, sürünen ya da dikilip duran yorgunluk arasında bir doğa farkı olduğundandır.Bitip tükenme yalnızca bellek yitimine uğramış tanıklıkla ilgiliyken, yorgunluk eylemin tüm hallerini etkiler.Oturan; diğerinin yorgunluğun tüm derecelerini geliştirerek etrafında döndüğü tanıktır.O, doğmadan önce de oradadır, ve diğeri başlamadan önce de."Benim de böyle dönüp durduğum zamanlar oldu mu?Hayır, ben sürekli bu aynı yerde oturuyordum..."Ama peki oturan neden hep sözcükleri, insan seslerini, sesleri kollar durur?


Samuel Beckett
Quad
ve Diğer Televizyon Oyunları
&
GillesDeleuze
Bitik

-Norgunk Yayıncılık-

Sabah Olursa, Tevfik Fikret


"Hayâta neş´e güneştir, melâl içinde beşer 
Çürür bizim gibi..."

Sabah Olursa
Tevfik Fikret 

18 Mayıs 2020 Pazartesi

Devlet, Tahakküm ve Öznenin Arzusu, Bakunin'den Lacan'a - Saul Newman


...Foucault gibi Deleuze ve Guattari de, öznenin kendisinin bir imalat olduğunu ve kendi arzusu, devlet arzusuna, kendi tahakkümünün arzusuna dönüşecek şekilde inşa edildiğini savunur.Bunun radikal siyasal teori için önemli sonuçları vardır; eğer iktidar birey ve kolektif arzu düzayinde işliyorsa, o zaman belki de Aydınlanmacı-hümanist projenin sorgulanması gerekir.Devlet, Deleuze ve Guattari'ye göre, bir zamanlar kitlesel bir baskı aygıtı yoluyla işlerken, şimdi buna ihtiyacı yok -öznenin kendi kendisini tahakküm altına alması yoluyla işliyor.Özne kendisinin kanun koyucusu haline geliyor: "(...)hakim gerçekliğin beyanlarına daha çok itaat ettikçe, zihinsel gerçekliğin içinden konuşan özne olarak daha çok emir verirsiniz, sonuç olarak yalnızca kendinize itaat edersiniz.(...)Yeni bir kölelik biçimi icat edildi, kendi kendisinin kölesi olmak."

Saul Newman
Bakunin'den Lacan'a
Anti-Otoriteryazm ve İktidarın Altüst Oluşu
Ayrıntı Yayınları
İngilizce'den Çeviren: Kürşad Kızıltuğ

Sorry We Missed You (2019), Ken Loach

 Sorry We Missed You (2019)
Ken Loach










En Önemli 100 Çocuk Kitabı - Notos Dergisi


Bol eksiği, kişiden kişiye de fazlası olmakla birlikte, 
listeler üzerinden derli toplu okumalar her zaman iyidir.
Bir kenarda durması niyetine...

Listeyi hazırlama aşamasını şöyle izah etmişler: 

Notos Edebiyat Dergisi 
Sayı: 74
Şubat-Mart 2019
"En Önemli 100 Çocuk Kitabı"

Sanat Eseri, Anton Çehov


Koltukaltında gazete kağıdına sarılı bir paket tutan Saşa Smirnov, aceleci bir yürüyüşle Doktor Koşelkov’un muayenehanesine girdi.

Doktor genç adamı, “Ooo, sevgili oğlum,” diye sıcak bir sevgiyle karşıladı. “Nasılsın bakalım bugün? Ne var ne yok?”

Saşa gözlerini kırpıştırdı, elini göğsüne, kalbinin üzerine koydu, sinirli sinirli konuştu:

“Annem çok selam söyledi size ve teşekkürlerini gönderdi… Ben annemin tek çocuğuyum ve siz benim hayatımı kurtardınız… Size nasıl teşekkür edeceğimizi bilemiyoruz.”

“Aman canım, evladım, bundan söz etmeyelim artık,” diye onun sözünü kesti doktor, tatlı tatlı gülümsüyordu. “Benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı.”

“Annemin tek çocuğuyum… Yoksuluz, size emeğinizin karşılığını verebilecek durumda değiliz… Sıkılıyoruz bu yüzden. Annem de, ben de sizden bu hediyeyi… minnettarlığımızın nişanesi olan bu değerli ve nadide eşyayı kabul etmenizi rica ediyoruz.”

Doktor yüzünü buruşturdu.

“Niye zahmet ettiniz, oğlum,” dedi. “Gerek yoktu buna. Hiç ihtiyacım yok böyle bir şeye.”

“Alın, alın,” diye karşı çıktı Saşa. “Lütfen, kabul edin.”

Bir yandan paketin iplerini çözerken, bir yandan da konuşuyordu genç adam:

“Eğer kabul etmezseniz, hem annemi hem de beni kırmış olursunuz… Çok nadir bulunan cinsten bir sanat eseri bu… Antik bir bronz heykel… Babamdan miras kaldı bize. Manevi değeri büyüktü bizim için, çünkü hatıra diye saklıyordum bunu… Babam bu antika bronzlardan çok miktarda satın alır ve eski heykel meraklılarına satardı… Şimdi biz de, annemle aynı işi yapıyoruz.”

Saşa paketi açtı ve içindekini heyecanla masanın üstüne koydu. Bu, antik bronzdan, küçük bir şamdandı. Gerçek bir sanat eseriydi ve bir grup insanı temsil ediyordu. Ayak kısmında, Havva Anamız kılığında iki kadın figürü vardı. Nasıl bir poz takındıklarını burada anlatmaya terbiyem izin vermez. Yosmalar gibi gülüyordu bu kadınlar. Aslında şamdanın geri kalan kısmını destekledikleri falan yoktu, ama öyle bir pozda eğilmişlerdi ki… Sevgili okurlar, bunu düşünürken bile yüzüm kızarıyor.

Doktor hediyeyi gözden geçirdi, yavaşça başını kaldırdı, boğazını temizledi ve burnunu sildi.

“Evet, elbette, çok güzel bir sanat eseri bu,” diye mırıldandı. “Ama nasıl söyleyeyim bilmem ki! -Pek de… Yani… Burada uygunsuz kaçar… Biraz ahlaksızca, öyle değil mi sizce?.. Bilirsiniz ya hani… Şeytanca bir ayartma var bunda…”

“Niçin böyle konuşuyorsunuz?”

“İblis bile bundan daha çirkin bir şey tasarlayamazdı. Böyle kabus gibi bir şeyi masamın üstüne koyamam, evimi de bununla kirletemem.”

“Aman doktor bey, sanat konusunda ne tuhaf bir düşünceniz var!” diye bağırdı Saşa, sesi öfke doluydu. “Gerçek bir başyapıt bu! Bir bakın şuna! Ne uyumlu bir güzellik! Bakarken bile insanın ruhu kıvançla doluyor, insanın boğazına bir yumru tıkanıyor sanki. Böyle bir güzelliği gördüğünüzde, dünyayı unutursunuz… Bir bakın hele! Hayat dolu, hareket dolu, anlamlı bir şaheser bu!”

“Bütün bunları anlıyorum, sevgili oğlum,”diye onun sözünü kesti doktor. “Ama evli bir adamım ben. Küçük çocuklar çalışma odama girip çıkıyor, eve kadın misafirler de geliyor.”

“Elbette,” dedi Saşa, “salt şehvet gözüyle bakarsanız, bu şaheseri çok farklı bir ışık altında görürsünüz. Ama siz bütün bunları aşmışsınız doktor! Eğer bu hediyemizi reddederseniz, annem ve ben çok üzülürüz. Ben annemin tek çocuğuyum ve siz benim hayatımı kurtardınız… Biz de size bunun karşılığında en değerli şeyimizi veriyoruz. Tek endişem size bu şamdanın eşini hediye edemememden kaynaklanıyor.”

“Teşekkür ederim dostum, çok teşekkür ederim… Annenize selamlarımı iletin. Ama tanrı aşkına! Kendiniz görmüyor musunuz? Ayıp bir şey bu! Küçük çocuklar bu odaya girer çıkar, kadın misafirler de gelir… Neyse, bırakın bakalım! Sizinle tartışacağım da ne olacak?”

“Başka bir şey söylemeyin!” diye neşeyle bağırdı Saşa. “Şamdanı buraya, vazonun yanına koyun. Ne yazık ki, bunun eşini getiremedim size. Ne yapayım, elimden ne gelir! Haydi, hoşça kalın doktor!”

Saşa gittikten sonra, doktor şamdana uzun uzun baktı ve başını kaşıdı.

“Güzel olmaya güzel,” diye düşündü. “Atsam yazık olur… Ama burada nasıl tutayım bunu? Hımm! Kime verebilirim, kime bağışlayabilirim bunu acaba?”

Uzun uzadıya düşünüp taşındıktan sonra, arkadaşı avukat Ukov’da karar kıldı, bazı yasal hizmetlerinden dolayı kendini ona borçlu hissediyordu.

“Tamam!” diye düşündü doktor. “Çok yakın arkadaşım, para teklif edemem ona, ben de bu sanat eserini veririm… Adam bekar, neşeli, hovarda biri zaten…”

Bu düşüncesini hemen hayata geçirmek istedi. Giyinip şamdanı da yanına aldı ve Ukov’un evine yollandı.

“Günaydın, dostum” dedi doktor. “Sana eski bir hizmetinden dolayı teşekkür etmeye geldim. Para almazsın bilirim, ben de sana bu sanat eserini hediye etmek istiyorum… Bir bak hele, rüya gibi değil mi?”

Avukat şamdana bir göz atar atmaz, güzelliğiyle kendinden geçti.

“Şahane bir sanat eseri!” diye haykırdı hayranlıkla. “Tanrım, sanatçıların buluşları ne akıl almaz şeyler! Ne kadar çekici, ne kadar hayranlık uyandırıcı bir eser! Nerde buldunuz bu harikayı?”

Ama birden coşkusu söndü avukatın, kaygılandı. Gözünü kapıya dikmiş bakıyordu.

“Bunu kabul edemem, dostum” dedi avukat. “Götürün bunu buradan.”

“Neden?” diye sordu doktor.

“Çünkü, çünkü… Annem sık sık ziyarete gelir, müşterilerim de gelir gider. Hizmetçilerin gözünde bile küçük düşerim.”

“Bir kelime daha söyleme,” diye bağırdı doktor, eliyle koluyla sinirli hareketler yapıyordu. “Bu hediyeyi kabul etmek zorundasın. Bunu reddedersen nankörlük yapmış olursun. Böyle bir şaheser geri çevrilir mi? Şu pozlara bak, şu ifadeye bak… Almazsan bana hakaret etmiş sayarım seni!”

“Biraz örtülü olsaydı, hiç değilse birer incir yaprağı olsaydı kadınların üzerinde…”

Ama doktor onu daha fazla dinlemeyi reddetti. Şimdi, elini kolunu daha da hızlı sallıyordu. Ukov’un evinden koşar adımlarla çıkarken hediyeyi başından attığını sanıyordu.

Doktor çıkıp gittiğinde, avukat şamdanı dikkatle inceledi. Onu ne yapacağını, bu münasebetsiz eşyadan nasıl kurtulacağını kara kara düşünüyordu.

“Güzel bir şey bu,” diye geçirdi aklından. “Kaldırıp atmak olmaz. Saklasam da ayıp kaçar. En iyisi birisine vereyim… Hah, buldum!.. Bu akşam tiyatroya, Şoşkin’i seyretmeye gideceğim. Herif böyle şeyleri sever. Üstelik de bu gece herkesten bağış toplayacak…”

Ukov, bu düşüncesini hemen uygulamaya koydu. O gün akşamüstü, hediyesini paketleyip komedi artisti Şoşkin’in oynadığı tiyatronun yolunu tuttu.

O akşam tiyatronun giyinme odası, hediyeyi görmek için sabırsızlanan adamlarla doluydu. Bütün bu zaman içersinde oda neşeli kahkahalarla çınladı.

Kadın misafirlerden biri, oda kapısına yaklaşıp “Girebilir miyim?” diye sorsa, Şoşkin en kaba sesiyle cevabı yapıştırıyordu:

“Hayır, hayır, girmeyin. Giyinik değilim.”

Temsilden sonra, komedyen omuzlarını silkti, elini kolunu ret anlamında sallayarak:

“Ne yapayım ben bunu canım?” diye sordu. “Özel bir apartman dairesinde oturuyorum ben. Artist kadınlar da sık sık ziyaretime gelir. Bu da fotoğraf değil ki çekmecelerden birine atayım.”

“Niye satmıyorsunuz bunu?” diye sordu perukacı. “Yaşlı bir kadın var. Antik bronz eşya alıp satıyor. Adı Smirnova… Bir koşu gidip bakın isterseniz, sorarsanız oturduğu evi size tarif ederler.”

Komedyen aynen öyle yaptı…

İki gün sonra, Koşelkov başını ellerine dayamış, muayenehanesinde oturuyor, bazı maddeleri birbirine karıştırıp ilaç yapıyordu. Kapı birden açılıp Saşa içeri girdi… Mutluluktan ağzı kulaklarına varıyordu… Elinde, kağıda sarılı bir paket tutuyordu.

“Doktor!” diye seslendi nefes nefese. “Bilseniz ne kadar sevinçliyim! Şu şansa bakın, şamdanın eşini buldum! Annem de öyle sevindi ki! Annemin tek evladıyım ben, siz de benim hayatımı kurtarmıştınız.”

Saşa, minnettarlık ve sevinç içinde, şamdanı doktorun önüne koydu. Doktor bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açtı, ama hiçbir ses çıkmadı ağzından… Adamın nutku tutulmuştu…


Not: Yar Yayınları’nın Altıncı Koğuş kitabından alıntıdır. Her hakkı saklıdır.

Anton Çehov
Sanat Eseri
Altıncı Koğuş
Yar Yayınları

Sezen Aksu - Hasret

Sezen Aksu - Hasret

Ter döküyor dört duvar ter, bense beklerim bir gün mutlaka
Ters dönecek anahtarlar, bir gün elbet çıkacaksın ışığa
Sen aydınlığa, ben sana hasret
Gel eritir demirleri bendeki ateş

Bir gün açılır açılmaz sandığın kapılar vurunca güneş
Bir karanlık daha erişti güne, saat neredeyse beş
Sen aydınlığa, ben sana hasret
Gel eritir demirleri bendeki ateş

Gün bizim güneş bizim, göğsümüzde ateş bizim
El ele olduğumuz o gün gülmek bizim
Dün bizim yarın bizim, yana yana sevmek bizim
Hasrete vurduğumuz göz göz yürek bizim

Süsledim gelin misali gençliğimi, sandığıma kaldırdım
Sensiz geçen yılları sildirdim, sana yeni zaman aldırdım
Sen aydınlığa, ben sana hasret
Gel eritir demirleri bendeki ateş

Gün bizim güneş bizim, göğsümüzde ateş bizim
El ele olduğumuz o gün gülmek bizim
Dün bizim yarın bizim, yana yana sevmek bizim
Hasrete vurduğumuz göz göz yürek bizim

Gün bizim güneş bizim, göğsümüzde ateş bizim
El ele olduğumuz o gün gülmek bizim
Dün bizim yarın bizim, yana yana sevmek bizim
Hasrete vurduğumuz göz göz yürek bizim

Sezen Aksu

Günden Kalanlar, Kazuo Ishiguro


...Neyse, mektuba dönelim.Bayan Kenton'ın anlattıklarında, şu anki durumunun kendisinde yarattığı belirgin umutsuzluk ara sıra su yüzüne çıkıyor; bu eğey kaygı verici.Örneğin bir cümlesine şöyle başlamış: "Yaşamımın bundan sonraki bölümünü yararlı bir biçimde değerlendirebilmek için ne yapmam gerektiğini hiç bilmiyor olsam da..." Yine başka bir yerde şöyle yazıyor: "Yaşamımın geri kalanı bir boşluk olarak uzanıyor önümde."

...

Nellie'mizi ezip geçmediğimiz için çok teşekkür ederim, efendim.Üç yıl önce bir kaplumbağamız aynen böyle, hem de tam aynı yerde çiğnendi.Hepimiz pek yanmıştık ardından.Kimileri, biz çiftlik insanlarının hayvanların yararlanmasını ya da ölmesini kanıksadığımızı söyler, ama bu doğru değil.Küçük oğlum günlerce ağlamıştı.

...

Öncelikle şunu belirteyim, "amatörlük" diye tanımladığınız şey efendim, bence burada çoğumuzun hala "onur" demeyi yeğlediği şeydir.

"Dahası efendim", diye sürdürdü lord hazretleri, "sizin 'profesyonellik'le ne demek istediğinizi de gayet iyi anladığımı sanıyorum.Görünüşe göre, insanın işlerini yalanla, dalavereyle yürütmesi demek bu.Önceliklerinizi, dünyaya iyiliğin ve adaletin egemen olduğunu görme isteğinden çok, açgözlülük ve kişisel çıkara göre belirlemek demek.Sizin söz ettiğiniz 'profesyonellik' buysa efendim, bu benim pek umurumda değil, böyle bir şeyi elde etmeyi de hiç mi hiç istemem."

...

Biz, önceki bütün kuşakların gözünden kaçan bir şeyi fark ettik bence.

...

Önümde, bitmez tükenmez günler, aylar, yıllar varmış gibiydi daha çok; şu ya da bu yanlış anlaşmanın verdiği zararları onarabileceğim sonsuz başka fırsat olacaktı sanki.Böyle küçücük olayların, bütün düşleri ebediyen erişilmez kılacağını gösteren hiçbir şey yoktu o anda.

...

Kölelikte vakara yer yoktur.Uğruna savaştığımız budur, kazandığımız da bu.

...

Evin yanıyorsa, ev halkını oturma odasına toplayıp tam bir saat kaçış yollarını tartışmazsın, öyle değil mi?

...

Kazuo Ishiguro
Günden Kalanlar
Yapı Kredi Yayınları
Çeviren: Şebnem Susam-Saraeva

Kazimir Malevich, Kızıl Süvariler


Kazimir Malevich - Red Cavalry Riding

Billy Boys, Glasgow Rangers & Peaky Blinders - Cem Türktekin

Peaky Blinders 5. Sezon
Billy Boys & Glasgow Rangers 

"Yaşa! Yaşa! Biz Billy Boys'uz 
Yaşa! Yaşa! Çok gürültü yapıyoruz.
Biz buradayız, asla korkmayız 
Hepimiz Billy'nin oğullarıyız, 
Biz Glasgow Billy Boys'uz."



Bu mezhepçi tezahürat İskoçya’da kin ve nefret çağrışımı yaptığı için yasak.Dizide geçen 'Billy Boys', 20. yüzyılın başlarında Glasgow’da Katolikleri sokak ortasında infaz etmek için kurulan ve ismi anıldığında insanların irkildiği bir gangster oluşumu.Ancak tüm yaptırımlara rağmen Rangers taraftarlarınca halen maçlarda söylenmeye devam ediyor.1980 İskoçya FA Cup finalinde, cezaevindeki devrimci Bobby Sands’in direnişiyle tetiklenen büyük Celtic-Rangers kavgasında da bu tezahürat vardı 1:05’te başlıyor :

Cem Türktekin