24 Mart 2020 Salı

ömer ihyaüddin efendi, kendi kalemini kıranlar - cemile sümeyra, ibnülemin mahmut kemal inal


1874'te Tokat'ta dünyaya gelen Ömer İhyaüddin Efendi, medrese eğitimi almıştır.Eğitimini tamamladıktan ve hafızlık yaptıktan sonra Tokat'tan ayrılarak Sivas'a gitmiş, Sivas'ta camilerde hutbe, meşk meclislerinde de gazeller okuyarak ismini duyurmuştur.1889 yılında Sivas Askeri Ortaokulu'na Osmanlıca öğretmeni olarak atanmıştır.Sivas'ın önemli hamilerinden olan Reşid Akif Paşa, Sivas Valiliği'nde bulunduğu sırada Ömer İhyaüddin Efendi'yi tanımış ve himayesine almıştır.Hamisi sayesinde önce Bidayet, sonra İstinaf Hukuk Mahkemesi azalığına getirilen Ömer İhyaüddin Efendi, 1907 yılında öğretmenliği ve memurluğu bırakmıştır.İstanbul'a gelerek Hukuk Mektebi'ne gitmiş, İstanbul'da yine hamisinin tavsiyesiyle lisede öğretmen olarak çalışmaya başlamıştır.Bunalımlı ruh hali neticesinde 20 Haziran 1909'da kendini asarak intihar etmiştir.

...

Ömer İhyaüddin Efendi'nin hassas, alıngan ve aşırı duyarlı bir mizaca sahip olması, onun intiharına sebep olarak gösterilmektedir.İntiharından bir hafta önce söylediği ve mezar taşına kazınan şu mısralar bu düşünceyi doğrulamaktadır:

"Zâruret hiç kalır, bin dürlü kahriyat ile bittim
Ne hakkı lâkin aldattım, ne bir zîruhı incittim."

...

Cemile Sümeyra
Kendi Kalemini Kıranlar
Türk Edebiyatında İntihar
Kaynak: İbnülemin Mahmut Kemal İnal
Son Asır Türk Şairleri

therese ve "o" harfi, körleşme, elias canetti

...En sevdiği harf o harfiydi.O yazmaya okuldan alışkandı.(O'larınızı Therese'ninkiler gibi güzel kapatmalısınız, derdi hep öğretmenleri.Aramızda en iyi O'ları Therese yazıyor.Sonra Therese, aynı sınıfta üç kez kalmıştı, ama bunun suçu kendisinde değildi.Suç öğretmenindeydi.Sonunda kendisinden daha güzel O'lar yazmaya başladığı için Therese'yi çekememişti.Herkes O'larını getirip Therese'ye yaptırmıştı.Öğretmenin O'sunu ise kimse kopya etmek istememişti.)Bu yüzden O'ları istediği kadar küçük yazabiliyordu.Tertemiz ve düzenli yazılmış yuvarlaklar, kendilerinin üç katı büyüklükteki komşularının arasında boğulup kalıyorlardı.

...

Elias Canetti
Körleşme
Çeviri: Ahmet Cemal

smoke (1995), wayne wang, paul auster

Dumanın Ağırlığı ve Kraliçe I. Elizabeth

Raleigh, İngiltere'ye tütünü getiren adamdır.
Kraliçe'ye çok yakın olduğu için de (Ona Kraliçe Bess dermiş.) 
sarayda tütün içmek moda haline gelmiş.
Eminim İhtiyar Bess Sir Walter ile bir iki puro paylaşmıştır.
Bir keresinde kraliçeyle dumanın ağırlığını ölçebileceğine dair iddiaya girmiş.
- Dumanın ağırlığı mı?
- Kesinlikle. Dumanın ağırlığı.
- İmkansız.Havanın ağırlığını ölçmekten farksız.
- Tuhaf olduğunu kabul ediyorum.
Ruhun ağırlığını ölçmeye benziyor.
Ama Sir Walter zeki biriydi.
Önce yanmamış bir puro aldı ve teraziye koyup ağırlığını ölçtü.
Sonra puroyu yaktı...
...ve küllerini dikkatlice terazinin diğer kefesine dökmeye başladı.
Puro bitince izmariti de küllerin yanına koydu
ve çıkan ağırlığı içilmemiş sigaranın ağırlığından çıkardı.
Aradaki fark dumanın ağırlığıydı.



Yavaşlamazsan Anlayamazsın Dostum

- Yavaşlamazsan anlayamazsın, dostum.
- Ne demek istiyorsun?
- Çok hızlı geçiyorsun.
Resimlere bakmıyorsun bile.
- Ama hepsi aynı.
- Hepsi aynı ama her biri farklı bir güne ait.
Güneşli sabahların,
karanlık sabahların olur.
Yaz güneşi ve güz güneşi vardır.
Hafta içi günlerin, hafta sonların olur.
Bazen paltolu ya da galoşlu,
...bazen gömlekli ve şortlu insanlar görürsün.
Bazen aynı insanlar
bazen başkaları.
Bazen o başkaları sana tanıdık gelmeye başlar.
...ve tanıdıkların kaybolur.
Dünya güneşin etrafında döner ve her gün...
...güneş ışığı Dünya'ya farklı bir açıdan vurur.
- Yavaşla demek?
- Evet, önerim bu.
Nasıl olduğunu bilirsin.
Yarın, yarın ve yarın...
...zaman biraz aheste ilerler.



Alplerde Bir Baba-Oğul Hikâyesi

- Yaklaşık 25 yıl önce...
Alpler'de tek başına kayak yapmaya giden genç bir adam varmış.
Çığ düşmüş ve kar onu yutmuş.
Vücudu hiç bulunamamış.
-Son.
- Hayır, son değil.Başlangıç.
Oğlu o sıralar küçük bir çocukmuş.
Ama yıllar geçip büyüdüğünde o da kayak yapmaya başlamış.
Kışın son günlerinden birinde, tek başına kaymak için dağa çıkmış.
Yolu yarıladığında durup, büyük bir kayanın yanında yemeğini yemeye başlamış.
Peynirli sandviçini açarken aşağı bakmış.
Ayaklarının dibinde, buzların içinde duran donmuş bir vücut görmüş.
Yakından bakmak için eğilmiş...
...ve birden sanki aynada kendine baktığı hissi içini kaplamış.
...çünkü kendine bakıyormuş.
Ceset orada hiç bozulmamış halde buz kütlesinin içinde,
sanki herkesten gizlenmiş bir roman gibi duruyormuş.
Dört ayak üzerine çökmüş Ve ölünün yüzüne bakmış.
Birden babasına baktığını fark etmiş.
Ve işin garip tarafı, babası oğlundan genç gösteriyormuş.
Çocuk yetişkin biri olmuş 
...ve zaman onu kendi babasından yaşlı hale getirmiş.




Paradoks, Cennet ve Melekler

- Olacaksa olur.
Olmayacaksa olmaz.
Demek istediğimi anladın mı?
Olacakları asla bilemezsin...
Şu anda bildiğini sandığın tek şey, aslında hiçbir şey bilmediğindir.
İşte biz buna paradoks diyoruz.
Dinliyor musun?
- Evet.Dinliyorum, Auggie.
- Hiçbir şey bilmemek, cennette olmaya benzer.
- Neresi olduğunu biliyorum.
Öldükten sonra cennete gidersin ve meleklerle konuşursun.





Mikhail Bakhtin, Kitaplar ve Sigara

- 1942 yılıydı.
Ve kuşatma sırasında Leningrad'da mahsur kalmıştı.
İnsanlık tarihinin en kötü dönemlerinin birinden söz ediyorum.
Beş yüz bin insan yaşamını yitirdi.
Bakhtin ise öldürülme korkusuyla bir apartman dairesine saklanmıştı.
Yanında bir sürü tütün vardı.
Ama sarma kağıdı yoktu.
On yıldır eliyle yazdığı kitabının sayfalarını yırttı...
...ve sigara sarmak için küçük parçalara ayırdı.
- Elindeki tek örneği mi?
- Elindeki tek örneği.
Öleceğini düşünüyorsan hangisi daha önemlidir;
İyi bir kitap mı, güzel bir sigara mı?
O da üfledi, püfledi ve yavaş yavaş kitabını içti.





Tren





Bir Noel Hikâyesi

- Hiç Noel hikâyesi biliyor musun?
- Noel hikâyesi mi?Elbette.Tonlarca biliyorum.
- Güzel olan var mı?
- Güzel mi? Elbette.Dalga mı geçiyorsun?Yemek ısmarla ben de duyabileceğin en iyi Noel hikâyesini anlatayım.Ne dersin?Her kelimesinin gerçek olacağını da garanti ederim.
...
- Pekâlâ.Hazır mısın?
- Hazırım.Ne zaman istersen.
- Seni dinliyorum.
- Resim çekmeye nasıl başladığımı sormuştun, hatırlıyor musun?İşte bu da ilk kameramı nasıl edindiğimin hikâyesi.Aslına bakarsan o sahip olduğum tek kamera.Buraya kadar anladın mı?Her kelimesini.İşte olanların hikâyesi.76 yazıydı. Vinnie'nin yanında çalışmaya yeni başlamıştım.İki yüzüncü yıl dönüm yazı.Sabah çocuğun teki dükkâna girdi ve bir şeyler çalmaya başladı.Vitrinin yanındaki kitapların orada duruyordu.Seks dergilerini gömleğinin altın atıyordu.Tezgâhın önü kalabalık olduğu için önce onu fark edemedim.Hırsızlık yaptığını fark edince bağırmaya başladım.Tavşan gibi kaçmaya başladı.Tezgâhın arkasından çıkmayı başardığımda...o çoktan Yedinci Cadde'ye ulaşmıştı.Yarım blok kadar onu takip ettim ama sonra peşini bıraktım.Kaçarken bir şey düşürmüştü.Daha fazla koşacak halim olmadığı için gidip ne olduğuna bakayım dedim.Meğer düşürdüğü şey cüzdanıymış.İçinde hiç para yoktu, ama ehliyeti vardı ve üç dört tane de fotoğraf.Polisi arayıp tutuklatmayı düşündüm.Ehliyetinde adı ve adresi vardı.Ama onun için üzülmüştüm.Sıradan küçük bir serseriydi ve cüzdanındaki o resimlere bakınca ona kızmayı bir türlü başaramadım.Roger Goodwin.Adı buydu.Hatırladığım kadarıyla resimlerden birinde annesinin yanında duruyordu.Diğerinde ise okulda kazandığı bir ödülü tutuyordu.Sanki İrlanda at yarışlarını
kazanmış gibi gülümsüyordu.Gönlüm elvermedi.Brooklynli zavallı bir çocuk...zaten reşit değildi...ayrıca birkaç ahlaksız dergi kimin umurundaydı.Ben de cüzdanı sakladım.Arada bir cüzdanı ona göndermek için kendimi zorladığım oldu ama sürekli erteledim ve hiçbir şey yapmadım.Derken Noel zamanı geldi, ama yapacak hiçbir şeyim yoktu.Vinnie beni davet edecekti, ama annesi hastalandığı için son anda karısıyla Miami'ye gitmesi gerekmişti.O sabah dairemde oturmuş halime üzülürken...Roger Goodwin'in rafta duran cüzdanı gözüme ilişti.Kendi kendime "Neden, bir kere olsun iyi bir şey yapmıyorsun?" dedim.Paltomu giydim, cüzdanı vermek için yola koyuldum.Adres Boerum Hill'de proje evleri civarındaydı.Dışarısı buz gibiydi ve hatırladığım kadarıyla doğru binayı bulabilmek için birkaç defa kayboldum.Her şey birbirine beziyordu; sen de başka bir yerde olduğunu sanarak süreli aynı yerde dolanıyordun.Her neyse, sonunda aradığım apartmanı bulmuştum. Zili çaldım...Hiçbir şey olmadı.Kimse olmadığını düşündüm, ama emin olmak için tekrar çaldım.Biraz daha bekledim.Tam gidecekken birinin kapıya doğru yavaşça geldiğini duydum.İhtiyar bir kadın sesi "Kim o?" dedi.Ben de Roger Goodwin'i aradığımı söyledim."Roger, sen misin?" dedi.Yaklaşık 15 kilit açtıktan sonra kapıyı açtı.En az seksen yaşındaydı, hatta doksan bile olabilir.Onda ilk fark ettiğim şey kör olduğuydu."Geleceğini biliyordum, Roger" dedi."Noel günü büyükannen Ethel'i unutmayacağını biliyordum."Sonra sarılacakmış gibi kollarını açtı.Düşünecek fazla zamanım yoktu.Neler olduğunu anlamadan önce hemen bir şeyler söylemeliydim.Dudaklarımdan dökülen kelimeleri duyabiliyordum."Aynen öyle, büyükanne Ethel." dedim."Noel için seni görmeye geldim."
Neden yaptığımı sorma.Hiçbir fikrim yok.Olaylar öyle gelişti. Kendimi birden yaşlı kadının kolları arasında buldum.Kapının önünde ben de ona sarılıyordum.İkimizin de oynamaya razı olduğu bir oyun gibiydi ama kuralları belirlememiştik.Demek istediğimi, kadın torunu olmadığımı biliyordu.Kaçık ihtiyarın tekiydi.Ama kendi kanından birini bir yabancıyla karıştıracak kadar bunamamıştı.Ama öyle davranmaktan mutluydu.Benim yapacak daha iyi bir şeyim olmadığı için durumu kabullenmiştim.Böylece dairesine çıktık ve bütün günü beraber geçirdik.Ne zaman bana "Nasıl" olduğumu sorsa, ona hep yalan söyledim.Bir tütün dükkânında iş bulduğumu söyledim.Evleneceğimi söyledim.Yüzlerce hikâye anlattım.O da her birine inanmış gibi yaptı.Başını sallayarak "Çok güzel, Roger." diyip, gülümsedi."Senin için her şeyin güzel sonuçlanacağını biliyordum."Bir süre sonra acıkmaya başladım.Evde pek fazla yemek olmadığı için mahalledeki dükkânların birinden bolca yiyecek alıp geldim.Pişmiş tavuk, sebze çorbası, patates salatası, gibi şeyler işte.Ethel'in yatak odasında zulaladığı birkaç şişe şarabı vardı.Birlikte oldukça tatmin edici
bir Noel sofrası hazırlamayı başarmıştık.Şarap yüzünden biraz çakırkeyif olduğumuzu hatırlıyorum...Yemekten sonra sandalyelerin daha rahat olduğu oturma odasına geçtik.İşemem gerekiyordu, ben de izin isteyip tuvalete gittim.İşte her şey bu noktada değişmeye başladı.
Ethel'in torunu gibi davranmak zaten büyük sorumsuzluktu...ama sonra yaptığım şey gerçekten büyük delilikti ve kendimi hiç affetmedim.Banyoya gittim ve duşun yanında duvara karşı dikildim.Altı ya da yedi tane kamera olduğunu gördüm.Yepyeni 35 milimetre kameralar kutuları açılmamış şekilde duruyordu.Daha önce, fotoğraf çekmek şöyle dursun hırsızlık bile yapmamıştım.Ama banyoda öylece duran kameraları görünce bir tanesini istediğime karar verdim.Birden oluverdi.Durup düşünmedim bile.Kutulardan birini kapıp kolumun altına sıkıştırdığım gibi oturma odasına geri döndüm.Gideli üç dakika bile olmadığı halde Büyükanne Ethel uykuya dalmıştı.İtalyan şarabını fazla kaçırmıştı, sanırım.Bulaşıkları yıkamak için mutfağa gittim ama bütün o patırtıya rağmen bir bebek gibi uyumaya devam etti.Uyandırmanın anlamamı olmadığını düşündüm ve oradan ayrıldım.Kör olduğu için veda mesajı bile bırakamamıştım.Ben de öylece ayrıldım.Torununun cüzdanını masanın üzerine bıraktım.Kamerayı tekrar aldım ve evden çıktım.Hikâye burada bitiyor.
- Onu tekrar gördün mü?Hiç görmeye gittin mi?
- Bir kere, ama üç dört ay sonra.Kamerayı çaldığım için kötü hissediyordum, daha kullanmamıştım bile.Sonunda gitmeye karar verdim ama Büyükanne Ethel orada değildi.Daireye başkası taşınmıştı, ve nerede olduğunu bilmiyordu.
- Büyük ihtimal ölmüştür.
- Evet, büyük ihtimal.
- Yani son Noel'ini seninle geçirmiş oldu.
- Sanırım.Hiç böyle düşünmemiştim.
- İyi bir şey yapmışsın, Auggie.Ona iyilik yapmışsın.
- Ona yalan söyledim, çaldım.Nasıl olur da iyilik dersin anlamıyorum.
- Onu mutlu etmişsin.Kamera zaten çalıntıydı.Gerçek sahibinden çalmakla aynı şey değil.
- Sanat için her yol mubahtır, desene Paul?
- Öyle demezdim. En azından kamerayı iyi bir amaç için kullanıyorsun.
- Artık bir Noel hikâyen var, değil mi?
- Evet.Sanırım var.
- Sallamak büyük yetenek ister, Auggie.İyi bir hikâye yazabilmek için, doğru tuşlara basmayı bilmen gerekir.Sen bu işin ustalarından birisin.
- Ne demek istiyorsun?
- Yani...güzel bir hikâye diyorum.
- Sırlarını dostlarınla paylaşamayacaksan, senden dost olur mu?
- Kesinlikle.Yaşamanın hiçbir anlamı kalmazdı, değil mi?






Final Scene




Smoke (1995)
Yönetmen: Wayne Wang
Yazan: Paul Auster

21 Mart 2020 Cumartesi

elbruz dağları - şehir ışıkları

Elbruz Dağları - Grup Şehir Işıkları

Elbruz Dağları'nda olsam yar,
Bir Çerkez kızı sevsem yar,
Elimde akordiyon, belimde balalayka,
Şimdi Kafkasya'da olsam yar.

Kara günler gelip çökende,
Düşman çizmesiyle ezende,
Yüreğim kan ağlıyor, ilmik boyna geçende,
Sır vermez Partizan Sitare.

Yanan köyüm tüter burnumda,
Yoldaşım asılmış kolhozda,
Gün gelir hesap sorar Sitare’yle Natalia,
Faşiste mezardır Kafkasya.

Krasnodar, Kırım, Odessa,
Kiev, Harkov, Kuban, Ukrayna,
Düşmedi Stalingrad, verilmedi Moskova,
Kızıl süvariler hücumda.

Yoldaşların arasında,
Kızıl yıldız kalpağında,
Berlin'e ilerliyor tankların arkasında,
Ahmet’le İvan kol kola.

Görmeliydin yarim Sitare,
Faşisti ezdik biz ininde.
Kazaska oynuyoruz zafer türküleriyle,
Şimdi bayrağımız Berlin'de.

dönme dolap, behçet necatigil


Dönme Dolap

Nerden niçin mi geldim
Bilmeden bir şey diyemem, ya siz?
Hem hiç önemli değil
Geldim, yer açtılar, oturdum
Girip çıkanlar vardı
Zaten ben geldiğimde.


Başka şeyler de vardı, ekmek gibi, su gibi
Gülüşler öpüşler ne bileyim hepsi.
Doğrusu anlamadım bir düğün-dernek mi
Sonra da kimileri düşünceli, durgundu
Gidenler neye gitti doğrusu anlamadım
Zaten ben geldiğimde.


Bir luna-park mı bir konser bir gösteri
Bilmem pek anlamadım önüm kalabalıktı
Sıkıştığım yerde vakit çabuk geçti
Bak dediler baktım pek bir şey göremedim
Hem her yer karanlıktı
Zaten ben geldiğimde.


Benim tek düşüncem büzüldüğüm köşede
Nasıl kalkıp gideceğim kalk git dediklerinde
Çünkü çıkmak sıkışık sıralardan mesele
Kalkacaklar yol vermeye bakacaklar ardımdan
Az mı söylendilerdi şuracığa ilişirken
Zaten ben geldiğimde.

Behçet Necatigil

20 Mart 2020 Cuma

the souvenir (2019), joanna hogg

The Souvenir (2019)
Joanna Hogg

- Çok özelsin, Julie.
- Öyle olduğumu sanmıyorum.
- Hayır, öyle olduğunu sanmıyorsun.
Çok normal. Gerçekten.
- Evet. Normal.
- Normal falan değilsin.
Sen bir ucubesin.
- Teşekkür ederim.
 Nasıl bir ucube olabilirim ki?
- Kırılganlığın.
- Bu iyi bir şey mi?
- Sanırım biliyorsun.
- Bence tamamen sıradanım.
- Sen sıradan değilsin.
Kaybolmuşsun.
Ve sen hep kayıp olacaksın.















sadece senin yüzün, onat kutlar


Yeraltında bir bizans sarnıcı gibi loş
Kuyularda körlerin durağan bakışlarını
Tedirgin bir çocuğun önsezileriyle
Bozmadan geçerken hiç düşünmemiştim
Yukarda bembeyaz bir güvercinin
Mavi bir balkonun bulutlarından
Benim toprağımı aradığını

Karşıda tepelerin hayal perdesini
Bir sardunya ağacı hışırdatıyor
Koyunlar sessiz bir yılan bir güneş
Bir kısrağı her yıl aşan kırların
Azgın tanrısı Pan'dan doğma yabansı
Ve inatçı bir keçi gibi Gavvino
Bir zincirlemeyle geçiyor çocukluğumun
Kısa pantolonlu kara gözlü yoksulluğuna

Sanki Pera'nın bindokuzyüzden
Art nouveau pencerelerden baktığı
Tirse haliç ve loş kumrular oteli
Birbirinden habersiz iki odada
Seni de salıyor düşlere ve beni
Tanrım görmeden tedirgin ve kızgın
Gümüş bir asansör çıkarırken seni
Kara bir ağırlık gibi iniyorum boşluğa

Sakalının koyu meşe dallarıyla
Kapatınca karanlık bulutlar
Göklerdeki haşin ve eski ahitten
Bir mezmurla isyan eden babamız
Dilsiz ve korkulu ve yoksul
Sıkı toprağı delip güneşe doğru
Alınyazısı yırtan ufacık tohum
Benim geçmiş tarlalardan arkadaşım
Kemik saplı kaçamak bir çakıyla
Kurak hayalgücümü kanatıyor

Sanki bir sayım günü ya da sıkıyönetim
Issız sokaklarında surdiplerinin
Birbirine rastlamadan dolaşan
İki serüvenci gezgin gibiyiz
Bomboş bir sinemanın koltuklarında
Kapkara bir perdeyle ayrılmış gözlerimiz

Bir kuzunun boğazına saplanan hançer
Birden gürültülere boğuyor kenti
Kanlı sokaklarında gondollar yüzdüren
Bir venedik dışarda bu bozgun bizans
Çocukları hançerleyip öldürüyorlar
Kırık bir akordeon gibi yüzleri

Sanki erken rönesansın bir sarayında
Sesleri sarmaşıklar gibi bir madrigalin
İki sağır şarkıcı gibiyiz
Şiirimiz sarılıyor usanmaksızın
Birbirine ve biz sarılamıyoruz

Gölgeli kümeslerde yeniyetmeler
Kucağında fısıldaşan tavuklar
Kara gözlü şipalar ve soluk soluğa
Evreni sevişmenin kuşlarıyla dolduran
Gelinler metresler orospular melekler
Ağaçların ve rüzgarın ve tüm denizlerin
Seslerine karışan şu azgın hayat
Sanki seni ve beni
Boğazın çok derin akıntılarında
Ters yöne habersiz yelken kaldıran
İki çağdışı ve şaşkın balık gibi
Bir doyumsuz hasrete tutsak ediyor

Perdede şimdi kocaman bir hayal
Sadece senin yüzün

Onat Kutlar

salgın hastalıklar, elias canetti, kitle ve iktidar


Elias Canetti

Salgın Hastalıklar
- Kitle ve İktidar -

gökyüzüne, william pattison


Gökyüzüne

Tanrım! Şu hayat denen şeyin anlat esrarını bana, 
inanmayayım, n'olur, bu yükü boşuna taşıdığıma; 
Usandığımda, aman, yılların bezdirici geçişiyle, 
Atıvermeyeyim çaresizce sırtımdaki ağırlığı yere. 

William Pattison 
(1706-1727)

Çeviri: Roni Margulies

ve günler dolu değil yeterince, ezra pound


'Ve günler dolu değil yeterince' 

Ve günler dolu değil yeterince
Ve geceler dolu değil yeterince
Ve hayat süzülüp tarla faresi gibi
Geçiyor titretmeden çimleri. 


Ezra Pound
(1885-1972)

Çeviri: Roni Margulies