tanıl bora etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tanıl bora etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ocak 2024 Pazartesi

Linç Filmleri Festivali - Tanıl Bora


İnsan Hakları Belgesel Film Günleri’nin 14.’sü, şu günlerde sürüyor. Türkiye’de istikrarla, özenle sürdürülen kıymetli işlerden. Filmlerin 10-17 Aralık arasında çevrimiçi gösterime sunulduğu Hafta’nın bu yılki teması: “İşkence ve kötü muamele yasağı.”[2]

2019’daki 10. İnsan Hakları Belgesel Film Günleri’nde gösterilen bir film vardı: Terminalde Ölüm.[3] İsrail’de 2016’da gerçekleşen bir linç vakası. Beerşeba terminalinde otobüs bekleyen Eritreli gencin, “teröriste benziyor” diye linç edilerek öldürülüşünü gösteriyor. Hem İsrail örneğinde sıradan-gündelik ırkçılığı ve “terörist” heyûlasını, hem de linç ‘fenomenini’ konu etmesi bakımından, müstesna bir iş.

İnsan Hakları Belgesel Günleri misali, veya kadın filmleri festivali, işçi filmleri festivali misali, bir linç filmleri festivali veya … günleri de tertip edilebilir, memleketimizde.

2022 yılının üzerinde en fazla konuşulan iki filminin, Emin Alper’in Kurak Günler’i ve Özcan Alper’in Karanlık Gece’sinin, linçle ‘yakından’ ilgili filmler olduğunu hatırlayalım. Kurak Günler dramatik doruk noktasına linç girişimiyle yükseliyor, Karanlık Gece tamamen bir linç vakası etrafında dönüyor.

***

Sinemamızda klasik denebilecek linç filmi, Vurun Kahpeye’dir. Halide Edip’in aynı adlı romanından (1926), üç defa sinemaya uyarlandı: 1949’da (yönetmen Ömer Lütfi Akad; Sezer Sezin ve Kemal Tanrıöver), 1964’te (yönetmen Orhan Aksoy; Hülya Koçyiğit-Ahmet Mekin) ve 1973’te (yönetmen Halit Refiğ; Hale Soygazi-Tugay Toksöz). Roman, edebî kanonun mümtaz bir parçasıdır. Millî Mücadele döneminde, İstanbullu Aliye öğretmenin, ilk görevinde bir taşra kasabasında başına gelenleri anlatır. Kuvayı Milliye’yi destekleyen aydınlanmacı Aliye, Kuvayı Milliye’ye muhalif, hilafetçi, yobaz prototipi Hacı Fettah’la ihtilâf halindedir. Fettah’ın “kahpe” çamuru attığı genç öğretmen (bir Kuvayı Milliye subayıyla aşk ilişkisi vardır), bir linç saldırısının kurbanı olur.

Linç sahnesinde (Orhan Aksoy çekimini örnek alıyorum), Aliye öğretmenin haykırışı dikkate değerdir: “Daha düne kadar düşmanın adamlarıydılar… Beni değil asıl bunları öldürün. Bana değil, Fettah’a, Hüseyin’e vurun!” Bu sözler romandan alınmadır. Romanda, etraftan Aliye’yi kurtarmaya çalışanlardan da, “Önce bu hınzırları gebertelim,” diye bağıranlar çıkar. Can havliyle söylenmiş sözlerdir elbette; yine de bir haklı linç fikrini sezdirirler izleyiciye. Asıl gebertilecekler, asıl vurulacaklar vardır.

Klasik linç filmimizin, linçi bir skandal olarak ele alan klasik filmin, bir linç saldırısını bizzat bir barbarlık, bir insanlıktan-çıkma olarak görmekten önce, onun haklılığını, kime kıydığını kollayan bir tutuma göz kırptığını söyleyebiliriz, yani. Burada skandal, bizatihi linçten ziyade, lincin onu hak edenler yerine, hak etmeyenleri hedef almasındadır. Bu sahneyi, “Türkiyelinin linç karşısındaki davranışları” töresinin belirtilerinden biri sayabiliriz.

***

Güncel iki linç filminden önce kısaca, Bilge Olgaç’ın Kerem Korcan’ın aynı adlı romanından (1967) uyarladığı Linç filmini not edelim (1970). Hapishanede geçen bu filmin kahramanı Arap Kadir, gerek müdür ve gardiyanların uyguladığı, gerek mahpusların birbirlerine uyguladığı zorbalıklara karşı durur. Filmin sonunda, gardiyanların kışkırttığı mahkûmlar Kadir’i linç ederek öldürürler. Bu film, -tıpkı roman gibi-, linçi sorunsallaştırmakta Vurun Kahpeye’den ileridir. Linçi bizzat insanlık dışı bir hadise olarak resmeder.

***

Günümüz linç filmlerine, Karanlık Gece’ye ve Kurak Günler’e gelelim. Önce, bu iki filmde linçin bariz kötülük olarak resmedildiğinin altını çizmek gerekir. Faillerin-kurbanların kimliklerinden, ‘sicillerinden’ bağımsız olarak böyledir.

Sonra, bu filmlerde linçin saiklerine bakalım. Niçin linç ediyor, ediliyorlar? Özcan Alper’in Karanlık Gece’sinde, köye yeni atanmış orman muhafaza memuru Ali’nin linç edilmesinin “niçin”leri çoğuldur. Kimsenin takmadığı yasal hükümleri doğayı koruma azmiyle bilfiil uygulamaya kalkışarak avcılara müşkülat çıkarttığı için… Bu çıkıntılığından ötürü bizzat bir memur arkadaşı onu “terörist” diye bile yaftaladığı için… Yakışıklılığıyla, ekolojizmiyle, kendi başına takılmasıyla falan, “şehirli zibidi” olarak kendisine gıcık olunduğu için… Saikler çoğul olmak yanında çelişkilidir de. Ali, köyün güzel kızıyla görüştüğü, böylece ‘kadınlarımızı elimizden alıyor’ rivayetini kışkırttığı için hedef olmak yanında; o “şehirli zibidi” imgesinin refakatçisi olarak, “ibnelik”le de ‘itham’ edilir.

Saiklerin çoğulluğu, linç edilmeyi ‘hak ettirecek’ sebeplerin çokluğu olarak görülmemeli. Film, linçi mazur göstermeye yanaşmaz. Bu sebepler, avcıların işini zorlaştırması dışında, ‘mevhum,’ yani evhama dayalı, rivayet makinesiyle çoğaltılmış sebeplerdir. Linçin kurbanına değil, faillerine ait sebeplerdir. Karanlık Gece, linçin sebebini kurbanın yaptıklarında (“suçunda”) değil, linç edenlerde aramamız gerektiği açıkça ‘söyler’ bize. Linçte, “niçin yapmışlar?” sorusunun yanlış bir soru olduğunu, dahası skandal bir soru olduğunu söyler.

Nefret söylemi, hınç ve hasetin birbirine dolandığı bir dikenli çalı topağı, yuvarlana yuvarlana, çalı çırpıyı, çeri çöpü toplayıp büyüye büyüye gelir ve linç felâketini yaratır.

***

Kurak Günler’de de linçin çoğul dinamiğini görürüz. Genç savcı Emre ile yerel gazeteci Murat, idare-i maslahatı kurcaladıkları için nefret uyandırırlar. Savcı, bir Roman’ın şahitliğiyle eşraftan birini tutuklatmaya kalkar; yani adeta insan-altı gibi görülen, eşit addedilmeyen Roman kadını eşit hukuk öznesi gibi görerek, imtiyazlı/makbul vatandaşlık sözleşmesini ihlâl eder. Emin Alper eşitlik korkusu kavramıyla mühürlüyor bu durumu. Yerel gazeteci, yerel güç odağı ve iktidar partisi mensubu belediye başkanına muhalefetiyle zaten bozgunculuk timsalidir. ‘Dahası,’ savcı ve gazetecinin eşcinsel oldukları ‘şüphesinin’ dikenli çalı topağı, yuvarlanıp geliyordur.

Karanlık Gece’de avcıların ve heteroseksüel erkeklerin hissettiği tehdit, Kurak Günler’de daha güçlü bir saiktir. Ekolojik yıkımın yol açtığı susuzluk, büyük bir felâket olarak kasabanın üzerinde asılıdır. Büyüyen tehdit algısının tedirginliğiyle, belediye başkanının afakî ve hamasî “çözeceğiz” vaadine bağlanmak, bu vaatlerin yersizliğini anlatan gazeteciye inanmaktan daha iç rahatlatıcıdır. Tehdit algısının daralttığı ruhlar ve zihinler, “bozguncuların” üzerine boşalır. Günah keçisidirler. Tıpkı Karanlık Gece gibi, Kurak Günler’de de, sebebi, linç edilenlerde değil linç edenlerde aramak gerektiğini görürüz.

Kurak Günler’de linçi tetikleyen an, bir zafer anı. Seçim zaferi kutlamasında ortaya çıkan kirli neşe, linç güruhuna yakıt olur. O anın özgüveniyle haplanmışçasına, zaferin tadını linçle çıkarmaya girişirler. Zevkin doruğunu, nefret performansında bulurlar; belki de en iyi tanıdıkları, içinde kendilerini evlerinde hissettikleri duygu, nefrettir. Linç sefasıdır…[4] Kutlama sevincinin nefret cinnetine dönüşmesi, Kurak Günler’in linçin duygulanım ekonomisiyle ilgili güçlü katkısıdır.

***

Linç güruhu, dedik. Özellikle Kurak Günler, linçin güruhlaştırıcı dinamiğini irkilterek gösterir. Epeydir artık “grup, topluluk” anlamına kullanılır hale gelen güruhun, insanı sürü hayvanına dönüştüren bir ‘deneyim’ olarak, tam da linç pratiğinin meydana getirdiği bir hal olduğunu gösterir.[5] İnsan bir kitle hali olarak güruh, linçin öznesi değil, nesnesidir de; hem linç eden güruhtur, hem de linç, güruhlaştırır.

***

Karanlık Gece, linçteki saklı suç ortaklığını gösterir. Ortak sır olarak kaldığı müddetçe, linçteki suç yok hükmündedir. Bilinç dışında, kâbuslarda saklandığı yerden çıkarıldığı, çıkarılmaya cesaret edildiği zaman, yani kendisiyle yüzleşildiğinde, sorun olur. Güruhun anonimliğinin örttüğü perde kalkıverecektir çünkü.

Güruhun anonimliğinin örttüğü perdenin bir an kalkması, işte, Kurak Günler’de linç kurbanlarının kurtulmasını sağlar. Ki, Kurak Günler’i linç filmleri içinde müstesna kılan bir yanı da, linç saldırısına uğrayanların kurtulması - en azından kurtulmuş görünmesi. Savcı ve gazeteci, kuşatıldıkları evden çıkıp, güruhun içinden yürüyerek çıkıp arabalarına giderler. Güruh donakalır. İkilinin kalabalığın arasından geçerken onların yüzlerine, gözlerine bakması, kişileri güruhun anonim parçası olmaktan bir an çıkartır, onları kişi yapar. Bakan gözün –itibardan düşmüş de olsa- savcı olması, güruhun anonimliğinin korumasını kaldırarak ceza tehdidini yakına getirir.[6] Linçi ‘kolaylaştıran’ hatta mümkün kılan cezasızlık emniyeti, bir anlığına, sallantılı hale gelir.

Linç kurbanlarının rollerinden dışarı çıkmasının, -üstelik bunu daha anlaşılır bir tepki olan karşı-şiddete de başvurmadan yapmasının-, şaşırtma etkisi de başlı başına dikkate değer. Karanlık Gece’deki avcılar, av hayvanlarını Freiwild olarak görüyorlardı. Düz çevirisiyle ve orijinalinde “avlanması serbest yaban hayvanı” demek olan bu Almanca kavram, zaman içinde dönüşüp, “korumasızca keyfî muameleye tabi insan” anlamını kazanmıştır. Linç kurbanları Freiwild’dir,avlanması serbest yaban hayvanı gibidirler. Freiwild olsa olsa kaçmayı deneyebilir, pençe atabilir, ısırabilir, ama neticede avlanması ‘haktır,’ tabiatın ve törenin icabıdır. Linç güruhu, linç kurbanlarını da öyle görür. Kurak Günler’de Emre ile Murat’ın linç güruhunun arasından sakince yürümesi, Freiwild statüsünü ‘tanımamanın,’ onu sarsmanın bir jesti, aynı zamanda…

***

Linçin korkunçluğunu, karanlığını, barbarlığını gösteriyor bu filmler; her şeyden önce, kesinlikle kurbana değil faile bakmak gerektiğini gösteriyor; “bunu hak edecek ne yapmışlar?” sorusunu teklif dahi edilemez saymak gerektiğini gösteriyor.

Tanıl Bora
Kaynak: Birikim Dergisi: https://birikimdergisi.com/haftalik/11576/linc-filmleri-festivali-1

[1] Bu yazı, 18-22 Ekim’de düzenlenen Ulusal Psikiyatri Kongresi programında, Ayşe Devrim Başterzi ve Emin Alper’le beraber katıldığımız “Kurak Günler: Medeniyet Kaybından Linç Girişimine Yıkılan, Yozlaşan, Çöken Yanıklar’ı Anlamak” başlıklı panelde konuştuklarımıza dayanıyor. Ayşe Devrim ve Emin’in görüş ve yorumlarından bol bol yararlandım. Teşekkür borçluyum.

[2] https://tihv.org.tr/duyurular/tihv-14-insan-haklari-belgesel-film-gunleri-yola-cikiyor/

[3] https://bianet.org/yazi/lince-beraat-228362

[4] “Linç sefası,” Todd McGowan’ın Irkçı Fantezi kitabının bir alt bölümünün başlığıdır: “Linç festivali ırkçı fantezinin uç noktasıdır.” (çev. Erkal Ünal, Axis Yayınları 2023, s. 202.)

[5] https://birikimdergisi.com/haftalik/7484/guruh

[6] Buna da panelimizde Emin Alper dikkat çekti.

13 Ekim 2019 Pazar

medeniyet kaybı, milliyetçilik ve faşizm üzerine yazılar, tanıl bora


...Böyle bir zamanda milliyetçilik, belki en dayanıklı ezberdir.Hala işler gibi görünen bir ezberdir, zira dünyanın "kötülüğüne" karşı lanet okumaya, istim boşaltmaya yarar en azından.Üstelik, özellikle insanların kendini mağdur, güçsüz, aciz hissettiği koşullarda, onlara değerli bir kimlik ve sorumlu tutacakları dışsal bir neden, bir düşman verir!Zaten en kuvvetli yanı da bu, milliyetçi ideolojilerin : Kolay bir kimlik vermesi.Her kimlik kendisini "öteki"lerden ayırarak ve biricikleştirerek "biz"i herhangi bir vasfından önce salt "biz" oluşuyla değerli kılan yalın bir "biz" ontolojisinin, en teşekküllü halidir; yaygınlık ve sıklıkla teyid edilir, geniş bir zeminde yeniden üretilir.

Milliyetçiliğin "biz"i, belirli tercihlerle, deneyimlerle, edinimlerle insan/toplum tarafından inşa edilmiş bir kimlik, dolayısıyla medeni ve demokratik bir "biz" değildir.İnsanın içine doğduğu, kendi seçmediği ama dışına da çıkamayacağı (çıkması yasaklanan!), alınyazısı gibi bir "biz"dir.Milliyetçilerin en çok sevdiği "milli refleks" teriminin işaret ettiği gibi "refleks"e, güdülere indirger insan ve toplum eylemini.Düşünmenin, tartışmanın, değiştirmenin, müzakerenin karşısına, "refleks"i çıkartır.Üstelik malum, toplumsal ve siyasal ilişkiler karmaşık ve zahmetlidir, oysa refleks ne kolay!

(Sunuş)
---

...Fakat unutmamak gerekir ki, milliyetçiliğin özcü bir zihniyet kalıbı olarak dahlinin, cumhuriyet ile demokrasi arasındaki ilişkiyi ve çekişmeyi deforme etme ihtimali bir hayli yüksektir.Milliyetçilik, bu etkileşimdeki "pathos" boyutunu patetik bir düzeye sıçratma istidadıyla kalmaz; cumhuriyetçiliği bir tarihsel cemaat narsizmine, demokrasiyi de "milli irade" otoriteryanizmine doğru kaydırmaya yatkındır.

(Cumhuriyet, Demokrasi ve Muhafazakar Türk Cumhuriyetçiliği)
---
...Türk milli tarihçiliğinde Devlet Mitosunun inşasını ele alırken, özellikle cumhuriyetin kuruluş dönemini, yani resmi milli tarihi, "Türk Tarih Tezi"ni esas alıyorum.Resmi tarihin oluşum sürecini sanırım iki evreye ayırabiliriz.Doruğunu "1.Türk Tarih Kongresi'nin (1932) oluşturduğu "romantik" denebilecek evre ile 2.Türk Tarih Kongresi'nden (1937) başlatabileceğimiz, 1950'lere kadar uzanan ikinci evre.İlk evrelere kadim Tğrk tarihinin idealleştirilmesi ve etnisist bir tarihçilik hakim.İkinci evrede ise tarihsel mitos üretiminde bir durulma sözkonusu; mamafih Devlet Mitosu tahkim ediliyor ve ilk evrede üzerinden atlanan Osmanlı tarihi daha fazla içeriliyor.

(Milli Tarih ve Devlet Mitosu)
---
...Geleneksel muhafazakar yaklaşım, bu konuda teyakkuz halinden uzak olmakla birlikte, Osmanlı'nın çöküşünde oynadıkları rolden ötürü azınlıklara en azından "buğzeder".Genellikle görmezden geldiği azınlıklar meselesi hakkında söz aldığında da ırkçı ve milliyetçi yaklaşımdan 'aşağıda' kalmaz.Türkçü ve dinci söylemlere mesafeli, 'saf' bir muhafazakarlık çizgisinde duran, 1960'ların popüler kalemi Nihad Sami Banarlı'nın şu satırlarını aktarmak yeterlidir.: "Türkiye'de, Türkiye Cumhuriyeti'nin nüfus kağıdını taşıdıkları halde, eski ve soysuzlaşmış Anadolu ve Balkan kavimlerinin çocukları da yaşamaktadır.Bunlar, nüfusça ne kadar az olurlarsa olsunlar, (...) rahatça kundak vazifesi görebilirler."

(Türkiye'de Milliyetçilik ve Azınlıklar)
---

...Post-faşist gibi yeni bir sıfata başvurmayı gerektiren bir başka yenilik, yeni-neofaşizmin rejimle, makro politikayla ilgili hedeflerinin muğlaklaşması, sınırlanması, karşı-devrimci karakterin sönümlenmesidir.Post-faşizmin topyekün değişim iddia eden bir söylemi yoktur; mevcut düzenin çok da ileri gitmeyen bir revizyonuyla 'yetinecektir'.Neofaşist partilerin üst-orta sınıflara açılmasıyla doğrudan bağlantılı bir gelişmedir bu.

Post-faşizmin galiba en tehlikeli yanı, faşist hareketler ve ideoloji için bir potansiyel güç kaynağı olan sıradan faşizm etmenleriyle etkileşim kurmaya yetenekli oluşudur.Klasik faşizm, öncücü çizgisiyle, sıradan faşizm unsurlarını dönüştürmeye, işlemeye, örgütlemeye ihtiyaç duyardı.Post-faşizm, esnek ve popüler-medyatik bünyesiyle, sıradan faşizmin psişik, söylemsel ve eylemsel belirtileriyle titreşime geçebilir; onlara 'ham', kendiliğinden halleriyle, "bilinçlendirmeye" girişmeden seslenebilir ve onlardan yankı alabilir.Sıradan faşizmin fragmanter, dağınık, anlık dışavurumlarını stilize edip faşizan bir toplumsal-kültürel hegemonya istikametinde biriktirmeye dönük 'sinsi' bir stratejidir bu.

(Faşizmin Halleri)
---
Orta birdeyken bir gün, "Heil Hitler, pireler ve bitler" yazmıştı arkadaşlar tahtaya.Komiklik olsun diye.Almanca öğretmenimiz, İkinci Dünya Savaşı'nı yaşamış bir aksaçlı Alman, 'Hitler' kelimesini gördüğü anda, yüzündeki mûnis ifade kaybolmuştu.Buz kesmişti.Hiçbir şey söylemeden tahtayı sildi, biz de 'Hitler'in şakaya gelir bir şey olmadığını anladık.

('Kavgam' ne demektir?)
---
Faşizmin en ürpertici yanlarından biri, toplumun alt sınıflarından ezilip horlanan insanları kendine bağlamasıdır.Zaten ne denli gaddar ve kıyıcı olursa olsunlar sair otoriter, totaliter rejimlerden faşizmi ayıran da budur.Faşizmin iktidara gelişi, "aşağıdakilerin" kör öfkesini seferber etmesiyle olur."Yukarıdakilere", yönetenlere, bilenlere (entelektüellere), zenginlere karşı parlayan kör öfke, o kör haliyle pohpohlanır, okşanır.Asla aşağıdakilerin yönetmesine, bilmesine, zenginleşmesine dönük bir teşvik değildir bu.Eşitsizliği doğuran otoriter ve hiyerarşik ilişkilerin değişmesiyle ilgili bir vaad yoktur.Yozlaşmışlıklai toplumuna yabancılaşmışlıkla veya ihanetle damgalanan otoritenin yerini; onun gibi riyakar ve namussuz olmayan, dobra, hakbili ve dürüst otoritenin alacağı vaadi vardır.Faşist hareket, sunduğu 'adil otorite' hayaliyle aşağıdakilerin, ezilenlerin kör öfkesini, hıncını örgütler.Faşizmin kitle ruhunun psikanalitik tahlilini yapan Wilhelm Reich'in kıymetki eserine verdiği adla "sıradan, küçük adam"ı dolduruşa getirir."Sıradan, küçük adam"ı yine sıradan, küçük bırakır -hatta hayat pratiği itibariyle daha sıradanlaştırıp daha küçültür; ama onun kendini bir büyük organizmanın (milletinin) parçası gibi ve bir yüce gücün (devlet) himayesi altında hissederek şişinmesini sağlar.Faşizm işte bu yönüyle bir öz-yıkım ideolojisidir.

("Küçük adam" ve faşizm)
---
Bernhard Schlink, vatan sevgisinin billurlaşma anı olan sıla hasretinin, 'vatan'ın ütopik karakterine dair bir işaret olduğunu yazar: "Has vatan duygusu, sıla hasretidir.Ama bir yere gitmiş değilseniz de vardır sıla hasreti ve eksikliği çekilenden beslenir; artık olmayandan veya henüz olmayandan." Tıpkı Can Yücel'in, "Başka türlü bir şey"le verdiği duygu gibi: "Başka türlü bir şey benim istediğim/Ne ağaca benzer ne de buluta/Burası gibi değil gideceğim memleket/Denizi ayrı deniz, havası ayrı hava..." Schlink, vatan imgesi belirli bir yere, belirli bir surete sıkı sıkıya bağlandığında, fanteziyle gerçeklik birbirine lehimlendiğinde, "İnsanın doğup büyüdüğü yerle, memleketiyle ilgili" hatıraları ve hasretleri, hatıra ve hasret olmakla kalmayıp ideoloji haline geldiğinde, kısacası vatan duygusu ütopik karakterinden soyundurulduğunda, vatanseverliğin insana ufuk açan 'sahih' doğasının bozulacağı fikrindedir:

"Vatan her ne kadar belirli yelerle, doğulan ve çocukluğun geçtiği yerle, mutluluğun bulunduğu yerle, yaşanan, oturulan, çalışılan, insanın dostlarının ve ailesinin olduğu yerle ilişkili olsa da, neticede ne bir yeri vardır, ne de bir yerdir o.Vatan, yer-olmayandır.Vatan, ütopyadır.En yoğun olarak, uzağa gidildiğinde veya eksikliği hissedildiğinde yaşanır; esas vatan duygusu, sıla hasretidir.Ama başka bir yere gitmeden de, vatan duygusu eksikliği duyulandan beslenir; artık veya henüz olunmayan bir halden...Çünkü yerleri vatan yapan, hatıralar ve özlemlerdir.Anne babanın elini turarak atılan ilk adımların mutluluğundan, arkadaşlarla oynanan futbol maçının güzel duygusundan, yüzme havuzundaki yaz günlerinin  keyifli tembelliğinden, ilk öpücüğün büyüsünden bir şeylerin, büyüdüğümüz en sıkıcı taşranın ve en çirkin sanayi şehrinin bağrında saklı kalmasını sağlayan, hatıralardır.(...)Vatan, olduğu yer değil, olmadığı yerdir.Vatanın imgesi daha fantastik veya gerçekçi olabilir, bu arada.Bir yerin daha çok şimdiki halini veya daha çok dün olduğu hali kavrayabilir.Daha ziyade hatırayla ve daha ziyade özlemle yaşıyor olabilir.Hatta gelecekteki bir yerin imgesi olabilir vatan.Daha kurulacak bir evin, kurulacak bir koloninin, erişilecek bir vaat edilmiş ve cennetin imgesi"

Sol bir vatanseverlik, 'somut' vatanla, vatanın bu ütopik karakteri arasındaki gerilimi, hatta bir mücadeleyi, göze almak ve ciddiye almak zorundadır.

(Yurtseverlik ve Sol)

Tanıl Bora
Medeniyet Kaybı
Milliyetçilik ve Faşizm Üzerine Yazılar
Birikim Yayınları

18 Ocak 2019 Cuma

türkiye'nin linç rejimi, tanıl bora

...Konuyla ilgili sosyoloji, psikoloji, siyasetbilimi, antropoloji literatüründe, linç sözcüğünün daimi refakatçisi: güruh.Değersiz kalabalık, ayaktakımı, sürü.Lincin öznesi olduğu kadar, nesnesidir de güruh.Linç girişimcilerini illa bir lümpenler topluluğu, azgın bir fanatik kitlesi, tutunacağı bir dal, bağlanacağı bir değer kalmamış kopuklardan müteşekkil bir kara kalabalık olarak tasavvur etmeyn.Elbette, böyle bir kitlenin lince celp edilmesi bilhassa kolaydır; "böyleleri" eşiği kolayca geçebilir, kırıp dökebilirler.Ama unutulmasın: Linç eylemi, ona kalkışanları, ona kapılanları güruha dönüştürür.Linci yapan güruh olduğu kadar, güruhu yaratan da linçtir.Linç deneyimi, girişim ve ajitasyon 'aşamasından' itibaren, kitleyi, kalabalık içindeki insanları güruh haline getirir.Güruhlaşmanın meyli, lincedir.
---
...Toptaş'ta (Heba Romanı) ellerinde sopalar, taşlarla üzerine doğru gelen insanlara bakakalan linç kurbanının "bu insanların hepsi bana saldırmak için geliyor olamaz, geridekiler mutlaka öndeki o gözü dönmüşleri durdurmaya çalışıyor" diye içinden geçirmesi, 'ummak istemesi', linç dehşeti karşısındaki sahih insani hayreti anlatır bize.
---
...Hep akıl tutulmasından söz ediyoruz; evet, linççi atmosfer bir akıl tutulmasına yol açıyor.Ama bununla eş önemde bir duygu tutulması da yaşıyoruz biz.Kayıplarının yasını tutamayan, yas tutmanın vakarını gösteremeyen, kendi içine bakmak üzere bir an bile sessiz kalamayan, acısını, tepkisini mutlaka ve sadece intikam diline transfer eden, sürekli buna itilen bir toplumun durumunda duygusal bir problem görmez misiniz?
---
Nazi Propaganda Bakanı Joseph Goebbels'in Günlükler'inden yaptığım aktarmaları hatırlatacağım.Orada, bir politika olarak linç stratejisinin  "iç" meselelerinin veciz özetine rastlarız.Goebbels, her şeyden önce "aşağıdan yukarıya olağanüstü hal"in tesisini gayet veciz özetler: "Gösterileri devam ettiriyoruz.Polisi geri çekiyoruz.Yahudiler milli öfkeyi hissetsinler bir bakalım.(...)Şimdi eylem sırası halkta"
---
SA'ların tasfiyesi, bunun için yapılmış sembolik bir hamledirAşağıdan yukarıya olağanüstü hal, yerini, devlet otoritesi altında kalıcı olağanüstü hal rejimine bırakır.Klemperer'in yalın özetiyle,
"Pazar sporu mahiyetindeki yarı özel cezalandırma harekatlarının yerini, anında, nizami ve resmi polis eylemi aldı-hint yağının yerini de toplama kampları.Linççi vatandaşlar, muhbir vatandaşlara dönüştüler.
---
...Günümüz Türkiye'sindeki linç girişimlerinin bu temelde bir tahlilini yapan Zeynep Gambetti'nin İsmet Akça'dan naklettiği ifadeyle şiddet taşeronlaştırılabiliyor; vey Godoy'tan aktardığı daha karanlık terimle, şiddet demokratikleştiriliyor.

Tanıl Bora
Türkiye'nin Linç Rejimi - Genişletilmiş Baskı

18 Şubat 2016 Perşembe

tren bir hayattır, tanıl bora

 Mat i Syn (1997)-Aleksandr Sokurov

"...O zaman pederin Ankara deefterdarlığı vesilesiyle, Bursa'dan arabalara binerek Ankara'ya vu'ku bulan seyahatimiz, şimdikine nispeten gayet büyük bir sefer idi.Hakikat halde Bursa'dan itibaren şosesiz, tesviyesiz, bozuk yollardan araba içinde mevce vurarak köylerde kulübe içinde yatarak gitmek; dağ başlarında müsadif olduğumuz tek tük yolcuları görünce, hemcinse tesadüften dolayı büyük sevinmek, nihayet seferin onuncu günü bir tepe üzerinden Ankara'yı görerek enva-yı müşkilat-ı seferiyeye hatime çekeceğimizi anlayub i'lan-ı sürur etmekle Haydarpaşa'dan müteharrik odalar içinde, hareketin ikinci günü akşamüzeri Ankara'yı görmek arasında o kadar büyük bir fark vardır ki..." Ahmed İhsan Tokgöz, Servet-i Fünun
 ---
...Tren deyince bana, bu konserve kutuları gelmiyor aklıma kardeşim.Benim sendikamın amblemi daima buharlı tren olmuştur.Ben buharlı tren hastasıyım.İki sene önce Almanya'ya gittim, orada hala o makineler var ve hala çalışıyor.Özellikle gittim, makinistin yanında durdum.Fotoğraf çektirdim çocuklara.Bizde buharlı makine gerçekten demiryolculuğun başlangıcı ve devamı.Sonra çıkanlar, bunlar bana sardalye kutusu gibi gelmiştir...

Benim girdiğim yıllarda Bırık Osman derdik biri vardı.Babamdan büyüktü.Dağ gibi bir adamdı.95-100 kilo belki.İnanır mısın, cebinden mendilini çıkarıp treninin tekerleklerini temizlerdi boş kaldığı zaman, silerdi.Maaşını aldığında, cebinden para verip tekerleklerin kırmızısını, beyazını çekerdi.Böyle insanlar vardı.Sevgi o kadar ileri derecede.Ha içinde haylazları, bilmem neleri yok muydu?Hiç ummadığın zaman bir istasyondan bir bakarsın, pat diye bir müfettiş biner.O müfettişin oraya geldiğini kimse bilmez.Baskın yapardı.Şöyle bir hadise anlatılırdı misal, yolda tren bir ara duruyor, sürü var.Sürüden bir tane kuzuyu ateşçiye aldırtıyor makinist.İçerde ateş de yanıyor ya.Tam kesip pişirme niyetindeyken, haber alıyorlar ki istasyonda müfettiş var.Hayvanı canlı canlı kazana atmışO adam hep anılırdı. ( Zafer Boyar söyleşisinden)
---

Yolcu trenin penceresinden gördüğü yerleri düşünür.kıyıda köşede kalmış kasabaları, yapayalnız köyleri, ormanları, bozkırı.Bunlar yolcunun simgeleridir.Gerçekte bu simgeleri değersiz görmekle yalnızca bunları değil, kendi imgelemini de değersizleştirir, bir yolcu.Öyle ki, bana göre, yolcu, yol simgelerinin gözünün önünden hızla geçip gitmesinden ne anlayacaktır?Hız, belki bedeni hızlandırır ama imgelemi yavaşlatır.
 ...
Ankara'dan Kars'a trenle yolculuk ettiğim sırada -bir kompartımanımız vardı ama pulman vagonlarda da boş koltuklara oturabiliyorduk- okumak üzere yanıma Umberto Eco'nun baş belası Foucault Sarkacı'nı almıştım...Tren raylarından çıkan ritimli metalik ses, Foucault Sarkacı'nın okurda bıraktığı etkiye eşlik eder.Bugün hale Foucault Sarkacı aklıma gelse, trenler de gelir.Elbette, uçağın nimetlerini yadsıyacak değilim.Ama tren mi uçak mı diye soracak olanlara da yanıtım budur.Varın siz karar verin: Uçakla bir buçuk saat, trenle Foucault Sarkacı! (Faruk Duman)
 
Tren Bir Hayattır
Derleyen: Tanıl Bora

15 Haziran 2012 Cuma

afrika futbolunun bahtsızlığı ve neşesi, tanıl bora

Sahra altı Afrika, dünya kupasında ilk defa Almanya 1974'te boy gösterdi.Daha önce iki mağribi, Mısır (1934) ve Tunus (1970) bu büyük şampiyonada çerez olmuşlardı.Kara Afrika'nın 74'teki siftahını Zaire yaptı.Oryantalist yorumlar gırlaydı, o zamanlar: Zaireliler 'kedi gibi sıçrıyor, ceylan gibi koşuyorlar'dı.Gel gör ki, '10 metreden bir piramidi bile vuramıyorlar'dı.İskoçya Milli Takımı'nın teknik direktörü Wiilie Ormond'un alaycı ifadesiyle.Brezilya'yla oynadıkları maçta bir endirekt serbest atışta sazan durumuna düştükleri sahne, futbol mizahı tarihinde yerini almıştır.Zaireli Mwepu Ilunga hakem düdük çalar çalmaz fırlamış, atışı kullanmak üzere elleri bellerinde bekleşen Brezilyalıların şaşkın bakışları altında topa güm diye vurup tehlikeyi uzaklaştırmıştı.meraklısı için:



Ne yapsın adamlar, serbest atış protokolünü bilmiyorlardı.Hakem, İlunga'nın cehaletini sarı kartla cezalandırmıştı.Bugünün Afrika takımlarıyla kimse böyle dalga geçemez.Avrupa'nın en muteber ligleri Afrikalı yıldızlarla kaynıyor.Kitlesel fakirlikten bireysel yırtışın imkanı olarak futbolu bulan Afrikalı delikanlılar, Rusya steplerinden İskandinavya'ya, yedi iklimde top koşturuyorlar.
...
Tanıl Bora

26 Aralık 2011 Pazartesi

öyle topçu ismi olur mu, tanıl bora

...Bir türlü Baran veya Welat isimli bir oyuncu çıkarılamamasının, Diyarbakırspor'un rengini soluklaştırdığına dair şikâyetleri evvelce yazmıştım. 1990'larda Şeyhmus, 'bölgesel' ismiyle kırmızı-yeşil+sarı bir flama gibi geçmişti memleket futbolundan; kariyerini de Diyarbakırspor'un kaptanı olarak tamamlamıştı. Ali, Temel, Dursun, İdris... adları da, Karadeniz takımlarında başka bir rayihâ kazanırlar elbette. 1970'lerin Samsunspor'unda Temel, yakışıyordu mesela. Trabzonspor'un efsane takımı, buraya özgü denemese de, 'yörede' özel tınısı olan isimlerle dolu değil miydi baştan başa? Hele çift isimlileri düşündüğünüzde: Ali Kemal, Ali Yavuz, Mehmet Cemil... (Sivasspor'da bir Ali Haydar görebilir miyiz günün birinde?)

Türkiye'nin isimler yelpazesinin kutupları, İslâmi referanslı adlar ve modern-şehirli nevzuhur adlar, futbol ortamında da temsil ediliyorlar. Birinci kutup kesinkes ağır basar; futbolun sınıfsal ve sosyo-kültürel coğrafyasına ilişkin başlı başına çok şey söyleyen bir gösterge (yazar İdris Özyol'un sözüyle: 'Dedesinin ismini taşıyan çocuklar' bunlar). Gençlerbirliği'nin 1990'ların başındaki bir kadrosunda Ramazan, Rahim, İslâm yer alıyordu.Tribün efsanesidir; bir Fenerlinin, Gençler karşısında bir türlü gol bulamadıkları bir maçta yanındakine "Baksana zaten, ayet-el kürsi gibi takım!" dediği nakledilir. 'Modern' adların gururu, 1960'larda milli takıma yükselen Hacettepeli Onursal'dır.

İsimlerin soy kütüğü de önemli. Tabii, Metin adlı her topçunun, 'Taçsız Kral Metin Oktay' veya 'Sarı Fırtına Metin Tekin'ın hatırasıyla boğuşmasını beklemek haksızlık olur. Gerçi İslâm Çupi, Suat Kaya'yı, Suat Mamat'ın soylu hatırasından azâde düşünemediğini yazmıştı ama...

İsimlerin 'futbolcu ismi' olmaya uygunluğuyla ilgili önyargı ve sezileri yabana atmayın. Lâkin boşa da çıkabilir. Galatasaray'da parlak bir kariyer yapan Hamza Hamzaoğlu'nun İzmirspor'dan gelip forma giydiği ilk TSYD maçının ertesi günü otobüste tanık olduğum bir sohbeti hatırlıyorum. Delikanlının biri, "Hamza diye futbolcu ismi olmaz oğlum" diye kesip atıyordu. Şimdi de genç Cimbomlu Mülayim, ismiyle ilgili anlaşılabilir önyargılarla karşı karşıya..

Kârhanede Romantizm
Tanıl Bora