mehmet seyda etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mehmet seyda etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ocak 2022 Çarşamba

Dönmeyen - Halikarnas Balıkçısı


DÖNMEYEN

İzmir Ortaokulu'na gitmek üzere, o gece vapura bindi.On, on bir çağlarında idi.Yolu açık olsun da ertesi yıl sağ salim eve dönsün diye, çocuk sokak kapısından çıkınca annesi, sokağa bir maşrapa su atmıştı.Babası dişten, tırnaktan artırarak Mehmet'e bir ikinci mevki bilet almaya çalışmıştı.Fakat ne birincide ne ikincide boş yer bulabildi.Çocuk güvertede gidecekti.Zaten vapurun ambarı ve güvertesi okul çocuklarıyla dolmuştu.

Mehmet'e babası: "Paranı iç cebinde sakla, sakın çaldırma," demişti.Vapurun güvertesinde elindeki ufak kumanya sepetiyle, kendine kalabalık arasında yol açmaya çalışan çocuğa, adamın biri çarptı.Kumanya sepeti denize düştü.Mehmet yemek için cebindeki paraya güvendi.Fakat baş tarafta bir hararın üzerinde, geceleyin uzanacak kadar bir yer bulunca, cebini yokladı.Cebindeki paranın çalınmış olduğunu gördü.Tan yeri o sırada ağarmaya koyuldu.Yepyeni bir gün doğuyordu.

Vapurda vinçler hırıldıyor, sesler, emirler veriliyor, selamlaşıyor, vedalaşıyorlardı.Çocuk o anın uyanış ve hareketinin neşesiyle neşelendi.İçinden "A canım ne olur?İki gün sonra İzmirr'deyim.Dişimi sıkar, açlığa iki günceğiz dayanıveririm," diye düşündü.

Hararın üzerine çıktı.Kamaralar, pijamalar giyinmiş birçok tüccar ve memurlar ıskarça doluydu.Tüccarlar birbirleriyle "Kaça aldın?Kaça sattın?Kaç para kazandın?Veyahut kayvettin?" diye hoşbeş ediyorlardı.Memurlar: "Bay Ahmet nereye becayiş oldu?Maaş ne kadar?Çankırı'ya Bay Mehmet mi tayin edildi?Yine Kazanç Vergisi Kanunu mucibince vergi yüzde kaç inecek? diye tatlı tatlı konuşuyorlardı.Dışarda okul çocukları kuşlar gibi cıvıldaşıyorlardı.Hava çok güzeldi.

***

Güneş, Mehmet'in yüzünü, göğsünü ısıtıyordu.Her tarafını hoş bir hal sarıyordu.Sanki bütün gövdesi türkü söylüyordu.Çocuk bütün bir inanç ile istikbale inanıyordu.İstikbalin getireceği saadetleri, bakışlarını takmış olduğu şu mavilerde uçan yumuşak bulut parçası kadar açık görüyordu.Günler, aylar, yıllar, neşe ve ümitten birbiri ardı sıra çakıp parlayan kahkahalar gibi, çocuğun gönül gözünün önünde çınlaya çınlaya uzanıyorlardı; çocuğa dünyayı cennet ediyorlardı.Çocuk bilmiyordu neden, fakat insan olduğu için, öteki insanlara karşı derin bir şükran duyuyordu.

Mehmet o sabah öteki çocuklarla konuştu.Karnı çok acıkmıştı.Öteki çocuklar yemek yemek için mendillerini önlerine serdiler.Ekmekleri görünce Mehmet'in ağzı sulandı, imrendi, yutkundu.Bu haline canı sıkıldı.Vapurun ta başına gitti.Heybelerine ve torbalarına yan gelmiş yolcular türküler söylüyorlardı.Mehmet pruvanın küpeştesine başını koydu.Gemi pruvasının denizleri fışıldatarak nasıl yardığına dalakaldı.Dalgalar üzerindekii güneş çakıntıları, vapurun hızından, eşit ışık şeritleri halinde, hep arkaya kaçıyorlardı.Mehmet orada uyuyakaldığı yerde, uyanınca vakit ikindi idi.Çocuk yine hararın üzerine döndü.

Çocuğun tam üstünde yukardaki birinci mevki güvertesinin parmaklığına yaşlıca bir kadın ve bir erkek yaklaşmışlardı.Akşam çayını içiyorlardı.Kadın elindeki reçelli ekmekten parçalar koparıp, vapurun yanı başında uçmakta olan martılara atıyordu.Martılar bazen, suya düşmezden önce lokmayı havada kapıyorlardı.Adam kadına: "Ne duygu inceliğiniz var.Şu an kuşlara acıyorsunuz," diyordu.Fakat püfür püfür esen sağnaklar sözleri dudaklarından alıp uzaklara uçuruyordu.Kadının attığı ekmek parçasının birinden, bir damla reçel Mehmet'in yaslanmış olduğu küpeştenin üzerine düştü.Çocuk yutkundu.Fakat dudaklarını reçel damlasına yanaştıramadı.Etrafına bakındı.Bütün vapur sanki göz kesilniş ve ona bakakalmıştı.Bir iki saat sonra, güneş batıp da sular kararınca, çocuk, üzerine baca kurumları yapışmış olan reçel damlasını yaladı.

Karanlıklar çöktü.Yolcuların konuşmaları dindi.Köşe bucakta rüzgârdan mahfuz kuytularda, uyurken birbirlerinin omzuna ve göğsüne yaslanmış olan insanların solukları duyuluyordu.Mehmet direk ucunda, renk renk ışık iğneleri yıldıran Venüs'e bakıyordu.Bir aralık insan şeklinde kara gölgeler, sinmiş bulundukları harar, küfe ve sandıkların arasından belirdiler.Bir fiskos oldu.Uyuduğunu sandıkları çocuğun üzerine çirkin niyetlerle çullandılar.Çocuk bağırmaya savaştı.Çocuğun haykıracağını anlayınca onu küpeştenin üzerinden denize ittiler.Denizde bir fışıltı oldu.Kaptan köprüsünün altındaki nöbetçinin "Ne o?" diye sesi çınladı.Gemide de gayrıtabii bir gürültü ve bir hal yoktu.Vapur bütün hızıyla yoluna devam ediyordu.

Kadın, bir gece önce çocuğu Mehmet'in yanı başında uyumakta olduğunu hatırlıyordu da bir türlü göz yumamıyordu.Bir aralık kocası: "Merak edecek bir şey yok.Kumanyası tam, cebinde parası da var.Hem vapur bizimki gibi çocuklarla dolu.İzmir'e Bay Süleyman'a telgraf çektim.Çocuğu gidip karşılayacak," dedi.Kadının çocuğu göresi gelmişti.İçinde acı bir özleyiş vardı.Ta neden sonra kadını uyku yendi.Rüya görmeye başladı.Ay ışığı ile ışıldayan, yapayalnız ve yoksul bir deniz görüyordu.Bir vapurun kırmızı kırmızı parıldayan ışıkları ufka doğru uzaklaşıyordu.Bomboş denizin ortasında küçücük bir gölge, belki de bir insan yavrusu, başını suların üstünde tutmaya çabalıyordu.Garipsi garipsi ağlamakta olduğu uzaktan uzağa fark ediliyordu.Ay ışığı ile karaltı fiskesi arasında, denizin yüzüne üç köşeli bir gölge çıktı.Denizi yarıyor ve ardında ay ışığından bir iz bırakıyordu.Artık kadın denizdeki küçük gölgenin bir çocuk olduğunu kolaylıkla seçebiliyordu.O koca üç köşeli gölge çocuğun etrafında geniş bir kavis yapıyordu.Çocuğun arkasına doğru yüzüyordu.Ay ışığı o üç köşeli gölgeye çarpınca, kadın sivri bir burun, ay ışığında soğuk soğuk bakan hain bir göz, çocuğun boyundan iki üç kat büyük bir ağızda pırıl pırıl parlayan iki sıra diş görüyordu.Kadın çocuğa yanaşır gibi oluyordu.Çocuk o koca canavarı görünce ürktü, bağırdı.Canavar suları şapır şapır öttürerek çocuğa yaklaşıyordu.İki çene çocuğun bacaklarını kıstı ki, çocuk çırpınışlarla battı.Kadının kulağında "Anne!" diye müthiş bir yalvarış çınladı.Birden "Mehmet!" diye acı bir çığlık attı.Fakat yeryüzünde, Mehmet'in yüzünü bir daha gören olmadı.

Halikarnas Balıkçısı
(Cevat Şakir Kabaağaçlı)
Dönmeyen
Yazarın "Ege'nin Dibi" adlı kitabından

Cumhuriyet Öncesi Yazarlardan Çocuklara Hikâyeler
Mehmet Seyda
Bilge Kültür-Sanat

Ayran - Sabahattin Ali Öyküsü


Köyden istasyona giden yol, eriyen karlarla diz boyu çamurdu. İki mızrak boyu yükselen güneş, tarlaları hala örten karların üzerinde pırıltılarla ve göz kamaştırarak yanıyor, fakat yoldaki pis su birikintilerine vurunca donuk sarı bir renk alıp boğuluyordu.

Kocaman ve altı çivili kunduralarını çıplak ayaklarına geçirmiş olan küçük Hasan, sağ koluna aldığı güğümü, ara sıra dinlenerek sürüklemeye çalışmaktaydı. Bazan sol elindeki çinko maşrapayı yere bırakarak ağır yükünü vücuduna daha az ağrı verecek bir şekilde kavramak istiyordu. Ağzına kadar ayranla dolu olan güğümün alt kenarı her adım atışında dizlerine vurmakta ve dirseğine kadar geçirdiği sapı, kolundan kurtulup önüne yuvarlanmak ister gibi, ileri hamleler yapmakta idi. Kunduralarının arka tarafı o kadar dışarı doğru eğilmişti ki, çocuğun topukları ayakkabının ökçesine değil, doğrudan doğruya çamura basıyordu.

Yaz kış, her gün gitmeye mecbur olduğu bu iki saatlik yol bu sefer daha uzamış gibiydi. Tam yarı yolda bulunan küçük ve kuru söğüt ağacı henüz ufukta ve sisler içindeydi.

Küçük Hasan senelerden beri gördüğü şeylere alakasız gözlerle bakıyordu. Kuru sazların arasında çorak ovayı oyarak geçen ve ta yanına gelmeden farkına varılmayan dört adım genişliğindeki küçük derenin, yan yana uzatılmış üç kalastan ibaret köprüsü artık çökecek kadar sallanmaya başlamıştı.

Biraz daha yukarda, küçük bir sırta dayanarak ovaya bakan değirmenin uğultusu duyulmuyordu. Bu kış günlerinde üç gün işlerse beş gün işlemiyor, kapısının önündeki, yaprakları dökülmüş, üç söğütle tamamen terk edilmiş bir viraneyi andırıyordu.

Küçük Hasan hiçbir şey düşünmeden ilerliyordu. Ne evde kendisinin dönmesini bekleyen iki küçük kardeşi, ne de dört saat uzaktaki nahiye merkezinde hizmetçilik yapan anası bu anda aklında değildi. Ayranını satıp satamayacağını da düşünmüyordu. Kafasında yalnız bir şey vardı: Bu yolu tekrar yürümek, geri dönmek mecburiyeti…

Uzun bir ağlamanın sonundaymış gibi içini çekti. Maşrapayı tuttuğu sol elinin çatlaklarla örtülü üst tarafı ile burnunu sildi. Gözlerini ileri çevirince istasyona yaklaştığıni gördü.

İki tarafı çıplak dağlarla çevrilen bu upuzun ovanın tam orta yerinde yapayalnız duran ve etrafındaki yapraksız akasyalarla daha zavallı görünen bu soğuk bina, oraya rastgele atılmış bir taş parçasını andırıyordu. Günde iki defa geçen posta treni bile, ne diye bu manasız yerde duruyorum diye hayret eder gibiydi ve birkaç dakika durduktan sonra kalkarken, çaldığı düdükte keyifli bir ıslık edası vardı.

Küçük Hasan, istasyonun tahta parmaklıkla ayrılan hududuna gelince biraz dinlendi, sonra yine tahta parmaklıklı kapıyı aralayarak içeri süzüldü.

İstasyon binasıyla raylar arasında kalan dört beş adım genişliğindeki yerde, heybelerinin üstünde oturan iki köylü ile, kaputunun içinde büzülmüş gibi duvara dayanan bir jandarmadan başka kimse yoktu. Burası öyle tren zamanı çeşit çeşit kebapçılar, gazozcular, yemişçilerle dolan büyük istasyonlardan değildi. Ancak yazın civar köylerden kara üzüm, kavun, karpuz getiren beş on köylü burasını canlandırırdı. Kışın ise küçük Hasan’la üç dört günde bir küçük bir küfe kış armudu getiren topal ve ihtiyar bir köylüden başka kimse ortalıkta görünmezdi. Tren geldikçe rahatsız edilmiş bir suratla ortaya çıkan istasyon memuru, işi biter bitmez derhal odasına çekilir, bütün gününü, on senelik akümülatörlü radyosundan bir ses çıkarabilmek için asla yeis getirmeden uğraşmakla geçirirdi.

Bugün, kış armudunu satan köylü de ortada yoktu. Küçük Hasan güğümü yerin ıslak kumları üzerine bırakarak rayları seyre daldı. Her gün yüzlerce adamı bilmediği bir yerden alıp bilmediği bir yere götüren bu upuzun ve sonu olmayan demirlerin arasında, gelip geçen lokomotiflerin bıraktığı siyah yağ lekeleri görülüyordu.

Keskin bir düdük sesi ile irkildi. İstasyona gelen tren, kendini haber veriyordu. Lokomotif tam yağ lekelerinin üstüne geldi ve durdu.

Küçük Hasan, kurulu bir makine gibi, güğümü ve maşrapayı yakalayarak trenin boyunca koşmaya ve başını pencerelere kaldırarak:

-Ayran, ayran, temiz ayran!- diye bağırmaya başladı.

Yazın -buz gibi!- diye bağırırdı; şimdi, bu soğuk havada, sanki her ayran kelimesinin başında hala o -buz gibi- sıfatı vardı. Kimse başını çevirip bakmıyordu bile. Trenin hemen hemen bütün camları kapalıydı, açık olan bir iki tanesinde de boyalı saçlı, yün bluzlu kadınlar duruyordu.

Küçük Hasan’ın gözleri, delecekmiş gibi, kapalı camlara dikiliyor ve bunların arkasında teneke maşrapadan ayran içebilecek insanlar; hali vakti yerinde köylüler, boyunbağsız esnaflar, izinli giden askerler, hasılı susamış kimseler arıyordu.

Bir baştan bir başa üç kere koştu. Güğümün keskin kenarlı dibi ince bacaklarına çarpıp acıtıyor, fakat o, azıcık yüzünü buruşturarak:

-Ayran, temiz ayran!..- demeye devam ediyordu.

Dört bardak, hiç olmazsa dört bardak satabilseydi. Buna mukabil alacağı on kuruşla eve bir kara ekmek götürebilirdi. Onun gelmesini, aç bir uyuşukluk içinde dört gözle bekleyen iki küçük kardeşinin hayali gözünden şimşek gibi gelip geçiyor ve o hep bağırıyordu:

-Temiz ayran… Temiz…-


Annesi hizmetçi bulunduğu yerden haftada bir kere, birkaç saat için geliyor, yanında biraz yufka, birkaç soğan, bazan da yarım desti pekmez getiriyordu. Fakat bunlar, üç tane aç mideye iki gün bile yetmiyordu… Ondan sonra iki kardeşi beslemek vazifesi küçük Hasan’a düşüyordu. Biri iki, öteki beş yaşında olan bu sıska çocukların bütün işleri, basık tavanlı bir damdan ibaret olan evde ellerine ne geçerse yemekten ibaret gibiydi. Küçük Hasan hergün yoğurt çalmak için kendisine lazım olan mayayı onların yetişemeyeceği ve bulamayacağı bir yere –tavan direklerinin duvarla birleştiği köşeye– saklamaya mecbur oluyor ve her gün, istasyonda bulunduğu sırada, bu iki aç midenin, kendileriyle aynı çatı altında aynı açlığı çeken ihtiyar keçiyi bile yiyeceklerinden korkuyordu.

Çok akşamlar, koltuğunun altında getirdiği ekmeği ortaya koyarak ayran boşaltmak için bir toprak çanak getirmek üzere ocağın yanındaki köşeye gider, sofra başına döndüğü zaman o balçık gibi ekmekten ortada bir şey kalmadığını dehşetle görürdü. O zaman kendisi bir çanak ayran içer, açlığa alışmış olan midesinin hafif ezilmelerine kulak asmadan, eski bir pösteki üzerinde yatan kardeşlerinin yanına, delik deşik ve yağlı bir yorganın altına sokulurdu.

Onu asıl dehşete düşüren, kardeşlerinin bu kuyu gibi daima yutan ve hiç doymayan mideleri değildi; eli boş olarak eve döndüğü zaman, bu iki sıska mahlukun kendisine nasıl parlak ve büyümüş gözlerle ve nasıl sonsuz bir kinle baktığını hatırlayınca tüyleri ürperiyordu. Şimdi de bu korkuyla avazı çıktığı kadar bağırdı:

-Ayran… Ayran!..-

Trenin üçüncü mevki vagonlarından birinin penceresi indirildi. Uzun boyunlu, kasketli, kır bıyıklı bir baş uzanarak:

-Ver bakalım bir tane!- diye seslendi.

Küçük Hasan maşrapayı titreyerek uzattı. Adam minimini gözlerini maşrapanın içine dikerek sindire sindire içiyor ve sulu ayranı bıyıklarının ucundan yakalıksız gömleğine damlatıyordu.

Maşrapayı uzatarak:

-Doldur bir daha!..- dedi.

Onu da içtikten sonra yeleğinin cebinden bir onluk alıp aşağı attı:

-Ver beş kuruş!..-

Küçük Hasan:

-Yok ki!- dedi ve etrafına bakındı. Ortalıkta istasyon memurundan başka kimse kalmamıştı. O da, hafiften kar çiselemeye başladığı için, boynunu içeri çekmiş, trenin kalkmasını bekliyordu. Çocuk güğümünü olduğu yerde bırakarak ona koştu, parayı uzattı:

-Şunu iki çeyrek yapsana!..- dedi.

Memur cevap vermeden arkasını döndü ve hareket kampanasını çaldı.

Trenin penceresindeki uzun boyunlu adam eliyle işaret ediyor:

-Gelsene ulan!- diye bağırıyordu. Küçük Hasan o tarafa koştu. Penceredeki:

-Ver on kuruşu!..- dedi.

Çocuk derhal parayı uzattı. Tren yavaşça harekete geçmişti. Adam parayı yine yeleğinin cebine koyduktan sonra, çaresiz bir eda ile:

-Yok çeyreğim, ne yapalım!- dedi.

Vagon küçük Hasan’dan beş altı adım uzaklaşmıştı. Uzun boyunlu adam, pencereden sarkarak:

-Hey, çocuk, hakkını helal et!- diye bağırdı. Küçük Hasan hiçbir şey anlamıyormuş gibi bakakalmıştı. Tren hızlanıp uzaklaşıyordu. Tekerleklerin gürültüsü arasında adamın sesi tekrar duyuldu:

-Helal et bakayım, helal et!.. Hadi!-

Küçük Hasan bir şeyler mırıldandı. Sonra güğümünü alarak istasyon duvarının kar tutmayan bir kenarına çömeldi.

Kar adamakıllı serpiştirmeye başlamıştı. Küçük Hasan eve eli boş dönmektense akşam trenine kadar beklemeye karar verdi.

Soğuktan donan ellerini ovuşturuyor ve annesinin keçi kırptıkları makasla kestiği kertikli saçlarını kaşıyordu. Rüzgardan gözleri yaşarıyor ve mavi gözlerini saran kirpikleri çapaklanıyordu.

Akşama kadar bu köşede bekledi. Ara sıra ayağa kalkıp dizlerini ovuşturuyor, sonra tekrar çömelerek kafasının içindeki sisli boşluğa gözlerini çeviriyordu. Düşünmesi ve tahayyül etmesi kendisine hoş gelecek hiçbir şey mevcut olmadığı için, bu boşluk ona bir dinlenme gibi geliyordu. Birkaç kere anası aklına geldi. Onun ağlamaklı yüzünü görür gibi oldu. Üç küçük çocuğunu toprak bir damda bırakarak başka köylerde ve el yanında birkaç lokma için didinen bu kadına karşı garip bir merhamet duyuyordu. Bunda, biraz da, kardeşlerine karşı anasıyla aynı vaziyette bulunmasının tesiri vardı. Evdeki iki aç mahluk haftada bir gelen zavallı kadını da hep o kin dolu bakışlarla karşılarlardı. Kadıncağız, getirdiği bulgurdan yağsız bir çorba yaparken, kuru kuru hıçkırıklarla iktifa eder, (yetinir) evi bir parça düzeltmeye çalışır, akşama kadar kaldıktan sonra, bazen bir kelime bile konuşmadan çıkar giderdi. Küçük Hasan onun ağzından babasına veya herhangi bir akrabaya dair bir kelime bile duymamıştı. Zaten kendini bildiğinden beri bir an bile bunları merak etmiş değildi. Hayatı istasyonda ayran satmaktan ve küçük kardeşlerini beslemekten ibaret sanıyordu. Bunun için de bir tek korkusu vardı: Ya anam yine günün birinde eve gelip birkaç gün yatar, iniltiler içinde ve kendi kendine bir çocuk daha doğurur, beş on gün sonra onu da başıma bırakarak giderse, diyordu… Bu yeni misafiri de doyurmak kendisine düşecekti. Köylü de onların evinden nedense uzak kalmayı tercih ediyordu. Kapılarını bir gün bir insanın açtığı görülmemişti. Hayat eskisinden daha feci olarak devam edecek ve Hasan, günden güne sütü azalan ihtiyar keçinin yardımıyla bu müthiş mücadeleyi başarmaya çalışacaktı. Gününün boş zamanlarını keçiyi otlatmak, karlı havalarda ise dere boyunda, bir karıştan kısa, kuru otlar bulup hayvana getirmekle geçirecekti.

Yazın işleri o kadar fena değildi. Sabahleyin serinde yola çıkarsa istasyona yorulmadan varıyor, hemen hemen bütün güğümü satıyordu. Cebine doldurduğu ufak paralar kadar, belki de daha fazla onu sevindiren bir şey de, köye dönerken yükünün hafif olacağı düşüncesiydi.

Sabah treninde bütün ayranı satamasa bile, akşam trenine kalıyor, fakat istasyona ekin getiren köylüler öğleyin ekmek yerken çok kere bütün güğümü haklıyordu.

Akşam treni saat dört buçukta geldiği için yazın ortalık kararmadan köye dönebiliyordu. Fakat bugün daha trene yarım saat kala istasyon korkutucu bir alacakanlığa gömülmüştü.

Ayazda ve karanlıkta kalkıp geri döneceğini düşünerek titredi ve hemen gitmek istedi. Fakat bu sırada odasından dışarı çıkan istasyon memuru trenin yakın olduğunu anlattı.

Trenin istasyonda durmasıyla kalkması bir oldu. Küçük Hasan kapalı ve puslu pencerelerin arkasında hayal meyal belli olan insan şekillerine bakarak trenin bir başından öbür başına koştu ve -Ayran, temiz ayran!- diye bağırdı, kocaman kunduraları ıslak kumlarda gıcırtılar yapıyor, karlar bağırmak için açtığı ağzına doluyordu.

Vagonların pencerelerinden dökülüp yerdeki su birikintilerine yayılan soluk muştatil (dikdörtgen biçimindeki) ışıklar sıçraya sıçraya uzaklaşırken küçük Hasan güğümünü kavradı ve tahta parmaklıklı kapıyı iterek köyün yolunu tuttu.

Henüz karanlığa alışmayan gözlerine kar parçaları vuruyordu. Güğümün içindeki ayran her adımda çalkalanıyor ve garip sesler çıkarıyordu. Yavaş yavaş sırtından içeri işleyen rutubet onu titretmeye başlamıştı.

Hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey hissetmeden ve bir hayvan gibi yolunu alışkanlıkla bularak yürüyordu. Ovanın içerisine doğru daldıkça pabuçlarının ve güğümdeki ayranın sesine başka sesler de karıştı. Uzaklarda birtakım hayvanlar bağrışıyordu.

Müthiş bir korku ile zangır zangır titremeye başladı. Adımlarını daha hızlı atmaya çalışıyor, fakat ayakları birbirine dolaşıyordu. Soğuktan uyuşan bacaklarında, güğümün her çarptığı yer dakikalarca sızlıyordu.


Karanlıktan, yüzünü kamçılayan kar ve rüzgardan, dizlerine sıçrayan çamurdan ve duyduğu seslerden korkuyordu. Açlığı, sıska kardeşlerinin korkunç gözlerini, yorgunluğunu unutmuştu. Bir an evvel köye varmak, ocakta küllenen bir odun parçasıyla aydınlanan toprak dama girmek ve bir köşede saklanmak istiyordu. Ne yatmak, ne dinlenmek, sadece bir dört duvar arasında bulunmak… Bu geniş karanlıktan, bu seslerden kaçmak…

Ayakkabıları çamurda saplanıp kalmıştı. Yalınayak koşuyordu. Savrulan güğümden üstüne başına ve yerlere ayranlar saçılıyordu. Birbirine vuran dişlerinin arasından manasız korku sesleri fırlıyordu.

Uzaklardaki hayvan sesleri gitgide yaklaşıyor gibiydi. Halbuki yarı yoldaki kuru söğüt ağacını daha yeni geçmişti. Çapaklı gözlerini karanlığı delmek ister gibi açarak ilerilere baktı. Hiçbir şeyler göremedi. Havanın güzel olduğu gecelerde bile ışıkları ta kenarına gelmedikçe görünmeyen köy ona, varılması imkanı olmayan bir yer gibi geldi. Bir yere sıkıştırıldığını ve kaçacak yer olmadığını anlayan bir hayvan gibi vahşi ve nihayetsiz bir korku duydu. Elinden ayran güğümünü ve maşrapayı fırlatarak koşmaya ve gırtlağından anlaşılmaz sesler fırlatmaya başladı. Bunlar bazan -Ana… Ana!- der gibi oluyor, bazan da -A…A…Aaah- -A…A…Aaah- halinde karanlığa yayılıyordu.

Hayvan sesleri daha yakınlaşmış, yolun ilerisinde, karların arasında, birtakım karaltılar belirip tekrar kaybolmaya başlamıştı. Küçük Hasan dizlerinin artık kendisini taşıyamayacağını hissetti. Korku her tarafını bağlamıştı. Çıplak ayaklarının cıvık çamura her basışında çıkardığı ezik ses, sırtına bir kamçı gibi iniyor ve korkusunu birkaç misli artırıyordu. Boğazına bir şeyler tıkanmıştı. Çatlak elleriyle gözlerini silerek ileri bakmak isterken dizlerinin üstüne yuvarlandı. Kalktı, fakat beş altı adım sonra tekrar düştü. Boğazından fırlayan sesler daha vahşi bir şekil almıştı.

-Ana…Ana!- derken sesi, gitgide yaklaşan ve kar üzerinde kayıyormuş gibi süratli adımlarla etrafında daireler çizen hayvanların bağırışından farksız oluyordu.

Büzülmüş bir halde yolun çamurları üzerine uzanan vücudunu kar örtmeye çalışırken o hala birbirine vuran dişlerinin arasından:

-Ana… Anacığım… Ana!- diye mırıldanmaya çalışıyordu. Bu sırada, birkaç yüz metre ötede, evlerinin tahta kapısı arkasında rüzgarın sesini dinleyerek küçük Hasan’ı bekleyen iki kardeş, onunkine pek benzeyen bir korku ile titriyorlar ve köyün etrafında dolaşan kurtların sesini duydukça, birbirlerine sokularak ağlaşıyorlardı.

Sabahattin Ali
Yazarın "Yeni Dünya" adlı kitabından

Resimler: Sedat Girgin ( Üç Öykü - YKY)

Kuduz Düğünü - Ahmet Naim Öyküsü / Cumhuriyet Öncesi Yazarlardan Çocuklara Hikâyeler - Mehmet Seyda


Demirci Kasım Usta’nın oğlunu köpek daladı. Bu iş olurken, Kasım Usta ocakta tavladığı ısmarlama bir sapan demirine su veriyordu. Dükkânın önünde kısa bir dalaşmadan sonra oğlunun acı acı bağırdığını duyunca, sapan demirini bir yana, çekiçle kıskacı bir yana fırlatıp, kapıdan uğradı.

Çocuk, üstü başı çamur içinde, babasına doğru koşuyor, eliyle de yarım elifiye biçimi pantolonunun parçalanmış paçasını gösteriyordu. Beş on adım ötede, başı yerde, kuyruğu sopa gibi dimdik ha­vaya dikilmiş bir köpek kaçıyor, ellerinde taşlar ve değneklerle bir yığın adam da köpeği kovalıyordu.

Kasım Usta çocuğun küçücük elini iri, nasırlı avuçları arasına aldı, sonra koltuk altlarından tutarak dükkânın içine soktu. Korkusu geçsin diye, demirlere su verdiği fıçıdaki bulanık sudan bir iki yu­dum içirdi.

Çıraklar, çocuğun parçalanmış olan paçasını sıvamışlar, köpeğin daladığı ya­ra yerini meydana çıkarmışlardı. Kasım Usta:

- Ben bu köpeğin hâlini hiç beğen­medim, çocuklar! diyordu. Sakın kuduz olmasın?

Çırağın biri:
- Başı yere bakıyordu, dedi.

Öbürü de:
- Kuyruğu sopa gibi dimdikti... diye ekledi.

- İçime kurt düştü bir kere. Kuduzdu, değildi. Biz tedbirde kusur etmeyelim.

Kalktı, körüğün üzerinde duran simsiyah bir sicim çilesini aldı ve çocuğun tam diz kapağı hizasından baldırını morartıncaya kadar boğdu. Bu işi bitirince çıraklarına çocuğu göstererek.

- Kavrayın bakalım şunu! dedi. Biriniz bir yanından, biriniz de öbür yanından... mengene gibi kavramalı ha, karışmam!

İki iri kıyım delikanlı, çocuğu kıskıvrak yakaladılar. Kasım Usta sustalısını çıkardı, sustalıyı gören çocuk çığlığı bastı. Kasım Usta oralı bile değildi. Çocuğun yaralı bacağını bir odun parçasıymış gibi yakaladı ve tam köpeğin dişlediği yerin üstünden, sanki çetele kertiyormuş gibi, bir alttan, bir üstten, sustalıyı bastı. Yaradan fışkıran kanın toprakta meydana getirdiği birikintiye çakının kopardığı küçük bir et parçası düşmüştü. Kasım Usta bir hamlede ocak başına seğirtti ve tavlı ocağa sokulu çubuk demirlerden birini kaptı. Kızıllıktan çıkarak beyaza yakın bir kor parçası hâline gelen çubuğu yaraya yaklaştırdığı zaman iki çırak gözlerini yummuşlardı. Bir anda yükselen, sonra yükseldiği gibi yine bir anda sönen acı bir çığlık arasında kısa bir cızırtı duyuldu. Yaradan sarı, mavi ve yeşil karışımı bir duman çıktı, yanık etin pis kokusu dükkânı doldurdu. Çocuk bayılmıştı.

Usta, baygın çocuğu çıraklardan birinin sırtında eve gönderirken, dükkândan içeri Kaşıkçıoğlu Rasim Ağa girdi. Çırağın sırtında eve doğru yollanan çocuğun arkasından bir an baktıktan sonra:

- Sana da, bana da geçmiş olsun, dedi. Haber aldın mı? Bizim çocuğu da köpek daladı!

Kasım Usta:

- Ya! dedi. Geçmiş olsun Ağa!

- Eyvallah Usta. Bizim uşaklar köpeği gebertmişler, ayağına ip takıp sürükleyerek getirmişler. “Ağa bu köpek kuduza benziyordu...” diye yüreğime kurt soktular. Sen ne yaptın ki?

Kasım Usta:

- Köpeğin dişlediği yeri çakıyla oydum, dedi. Sonra da oyulan yeri kızgın demirle dağladım.
Kaşıkçıoğlu gözlerini yummuştu. Sanki kızgın demir kendi etini dağlıyormuş gibi:

- Anacuğum, ışş!.. diye inledi ve arkasından:

- Vay canavar herif vay! diye bağırdı. Çocuğun ayağını kesip budarken, yakıp dağlarken elin de mi titremedi?

Kasım Usta, ağzını açıp tek söylemeye fırsat bulamadan Kaşıkçıoğlu yeniden gürledi:

- Bacak kadar masuma yazık değil mi be! Kuduz daladıysa, palgurtlatırdın olup biterdi. Kuduz düğününe harcayacak palgurtçuya verecek üç beş kuruşa kıyamadıysan biz verirdik. Kasabanın eşrafı daha ölmedi. İşte, benim çocuğu da köpek daladı. Ona yapacağımız kuduz düğününde seninki de aradan çıkardı.

Kasım Usta:

- Vallahi Ağa, dedi, ben demirciyim. Devaların en iyisinin ateş olduğuna ve ateşin her şeyi temizlediğine inanırım. Kuduzdan şüphelendim. Aklımın erdiği kadarını yaptım. Sen ne dilersen öyle yap. Yap ama, beni dinlersen gel çocuğu İstanbul’a elet. Benim param olsa, tövbeler olsun daha durmazdım.

Kaşıkçıoğlu güldü:

-Dedemizin zamanında her köpek ısıranı İstanbul’a göndermezlerdi. Ne de senin gibi kesip dağlarlardı. Hiç kimse de kudurmazdı.

Kasım Usta, biraz önce bir köşeye savurduğu sapan demirini ocağa yerleştirirken omuzlarını kaldırıp:

- Sen bilirsin Ağam, dedi. Malum ya... sen bilirsin deyince, kavga gürültü olmaz derler.

Kaşıkçıoğlu Rasim Ağa’nın oğluna üç günden beri kuduz düğünü yapılıyordu. Gece, harman yerinde meşaleler yanmıştı. Sırayla değişen davulcular ve çifteciler, davullarını gümbürdeterek, çiftelerini dolu nefes üfleyerek ortalığı inletiyorlardı. Kalabalık ortasında, küçük Kaşıkçıoğlu’nun elinden iki kişi tutmuş, sürüklercesine gezdiriyorlardı. Kuduz düğününün dehşetli gürültüsüyle üç günden beri uyutulmayan çocuğun gözleri kan çanağına dönmüştü. Kafası önüne sarkıyor, yürürken, baskın bir sarhoş gibi ayakları birbirine dolanıyordu. Ara sıra, elinden tutanlara yalvarması vardı:

- Bırakın beni uyuyayım, ama kudurup ölecekmişim, varayım öleyim! Üç günden beri uykusuzluk canıma yetti. Biraz daha bırakmazsanız elinizde öleceğim!

Ama ona; “Sabır!” diyorlardı. “Sabır! Bu akşam palgurtlanacaksın.”

Palgurt yapılıncaya kadar uykusuzluğa sabrettin mi, dalayan köpek, kuyruğunun başından dişinin ucuna kadar kuduz olsa zararı dokunmazdı artık.

Harman yerinde alev alev yanan meşalelerin döktüğü kızıl ışık altında davullar gümbürdüyor, dolu ciğer üflenen çifteler yankılanıyor, beri yanda palgurtçu İlyas Dayı hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyordu.

Kuduz köpeğin leşi yerde yatmaktaydı. Bu leşe paralel olarak bir ateş yakılmıştı. İlyas Dayı, yakındaki ağaçlardan birinden kestiği ince bir çubuğun yapraklarını yontup temizledikten sonra, çocuğu getirmelerini işaret etti.

Küçük Kaşıkçıoğlu günlerden beri uykusuzluğun verdiği bitkinlikle yaklaştı. İlyas Dayı çocuğun omuzlarını sıvazladı, yapacağı iş üzerinde gereken şeyleri söyledi. Ve köpek leşiyle ona paralel olarak yakılan ateşin arasında yer aldı, bacaklarını açtı, sopasını hazırlayıp bekledi.

Şimdi çifteler daha zorlu üfleniyor, davullar daha zorlu tokmaklanıyordu. Meşalelerin dil dil uzayan kızıl ışıkları bu sahneyi çepeçevre aydınlatıyordu. Küçük Kaşıkçıoğlu ellerinden tutanların yardımıyla önce köpek leşinin üzerinden, leşi tekmeleyerek geçti. Geçerken de Dayı’nın elindeki çubuk kıçına indi. Ve yine İlyas Dayının “Atla!” komutasıyla ateşin alevleri arasından sıçradı.

Bu hareket tam kırk defa tekrarlandı. Şu farkla ki, her geçişte kıçına inen sopa sayısı geçiş sayısına göre artıyor ve ateşten atlama komutası her on geçişte bir tekrarlanıyordu.

Sayı kırkı bulunca, kuduz köpek leşinin kuyruğundan, belinin ortasından, kulaklarının arkasından birer tutam tüy yolundu. Bu tüyler ateşe atıldı ve çıkan dumanın üzerine küçük Kaşıkçıoğlu baş aşağı tutularak tütsülendi.

Bundan sonra palgurtçu İlyas Dayı çocuğu anadan doğma soydu. Üzerinden çıkan elbise ve çamaşırları orada hazır açılmış olan bir çukura gömdü. Sonra cebinden çıkardığı bir kibrit kutusu içindeki üç tane kunduz böceğini canlı olarak çocuğa yutturduktan sonra omuzlarını sıvazladı:

- Haydi artık, piripâk! dedi.

Çocuk kusarak uzaklaşıyordu. Palgurtçu İlyas Dayı da çevresini alanlara çocuğun çamaşırlarını gömdüğü çukuru göstererek:

- Kırk gün sonra bu çukuru açalım, göreceğiz ki, çamaşırlar kudurmuş ter ter tepiniyor, diye bilgi veriyordu.

Ama, çamaşırlar kudurmadı. Kırk güne varmadan küçük Kaşıkçıoğlu kudurdu.

Bir sabah yağmur yağmıştı. Evlerinin avlusunda arkadaşlarıyla oynayan küçük Kaşıkçıoğlu yağmur damlaları dökülmeye başlayınca birdenbire oyunu bıraktı. Yüzü sararmış, bakışları garip, koşa koşa eve girdi, boş odalardan birisine saklandı, pencerelerdeki perdeleri sımsıkı kapadı. Bu da yetmiyormuş gibi, odadaki yüklüğün içerisine girdi ve kapaklarını üstüne çekti. Akşam, yemek vakti onu araya taraya yüklükte bir yorgana sımsıkı bürünmüş, yüzükoyun yatar buldular. Küçük Kaşıkçıoğlu, o gece yemek yemedi. Hele suyu, uzaktan bardakta bile görmeye dayanamıyordu.

Ertesi gün, öğle yemeği vakti, çocuğu yine yüklükte, katlanmış bir yatağın arasında büzülmüş buldular. Yüklüğün kapağını açtıkları zaman, çocuk:

- Kapayın, rüzgâr geliyor! Allah aşkınıza kapayın rüzgâr gelmesin! diye yalvarıyordu.

O gün, küçük Kaşıkçıoğlu’nu yüklükten çıkarmak mümkün olmadı. Ne yalvarmak, ne zor kullanmak para etmedi. Çocuk üstüne gelenlere kanlı gözlerini çevirerek:

— Bırakın beni, bırakın beni, ısırırım. Bırakın gelmeyin, vallahi hepinizi ısırırım! diye bağırıyordu.
Hastalığın üçüncü günü küçük Kaşıkçıoğlu artık yüklükte de duramaz oldu. Elleriyle yüklüğü de eşelemek, daha derinlere, daha karanlıklara inmek istiyordu. Bir süre tilki bayılması gibi dalgın yatıyor, sonra ağzından köpükler saçarak kendisini yerden yere vuruyordu. Bu bunalımlar geçtikten sonra kısa bir süre aklı başına gelip:

- Beni saklayın! beni sarın, yorgana sarın! diye yalvarmaya başlıyordu.

Ama, annesi de içinde olmak üzere, artık küçüğe yaklaşan yoktu.

Hastalığın dördüncü günü, Kaşıkçıoğlu Rasim Ağa, Kasım Usta’nın dükkânına gitti.

- Kasım Usta, dedi. Oğlan fena... senin dağlamanın şimdi faydası olur mu dersin?..

Kasım Usta, örse inen çekicini yavaşlatıp:

- Çok geç kaldın, dedi. Ben, dağlamaya da kanmadım, karının boynundaki tek beşliyi bozdum, gönderdim onları...

Rasim Ağa, ustadan ayrılınca palgurtçu İlyas Dayı’yı buldurdu. Ama İlyas Dayı:

- Bende ne kabahat var? diyordu. O gece yedirdiğim kunduz böceklerini kusup çıkarmış...

Rasim Ağa eli böğründe:

- Bir çare?.. diye yalvaran gözlerle İlyas Dayı’ya bakıyordu.

İlyas Dayı içini çekti:

- Çare, dedi, sizin de onun da çabuk kurtulması için bir çare var... Üzerine su eleyin.
Rasim Ağa, gözleri umut dolu, palgurtçunun ağzından çıkacak tek harfi bile kaçırmamak için bütün vücudu kulak kesilmiş dinliyordu. Palgurtçu, öğüdünün etkisine inanmış bir adamın güçlü sesiyle ekledi:

- Çabuk ölür!

Hastalığın haftasında, gözleri kanlı, ağzından salyalar saçarak kendi yumruklarını yemeye başlayan çocuğu, bağlayarak dama attılar. Çocuğun tiz feryatları, ulumaları evdekileri ıstırap içinde kıvrandırıyor, delirtiyordu.

En sonunda, dayanmaları tükendi, palgurtçunun öğüdünü yerine getirmeye karar verdiler. Nasıl olsa ölecekti, değilse bu kadar acı çekmezdi. Ama, ne evdekiler, ne komşulardan hiç kimse bu acıklı görevi üzerine almadı. Çaresiz, Rasim Ağa bir kovaya su doldurdu, eline bir kalbur aldı ve damın üstündeki odaya çıktı. Odanın tahta kirişleri hayli aralıktı ya, çocuğun bağlı bulunduğu yere suyu eleyebilmek için, Rasim Ağa tahtalardan birini daha kopardı, maşrapa ile aldığı suyu kalburun üzerine dökerek hastanın üzerine elemeye başladı.

Kalburdan tıpkı bir duştan damlar gibi serpilen su, aşağıdaki hastanın üzerine döküldükçe, kuduz büsbütün kuduruyor, ağzından köpükler saçarak bağının elverdiği kadar, çevik bir kaplan gibi, tavana doğru atılıyordu.

O gece, hastanın ulumalarından evde kimse yatamadı.

Ertesi gün, Rasim Ağa, yine elinde kalbur, adımları geri geri giderek damın üstündeki odaya çıktı. Boşluktan aşağıya baktı. Hasta, sakin, bir köşede yatıyordu.

- Oğlum! diye seslendi.

Ses alamadı. Bir an ölmüş olduğunu sandı, yüreği yerinden çıkacak gibi oldu. Kovaya maşrapayı daldırarak doldurdu ve hastanın üzerine serpti. Hasta, şimşek gibi yerinden fırladı. Yine bağının elverdiği kadar tavana atıldı, düştü, atıldı, düştü. Sonra, çenesinden irin gibi salyalar akıtarak kollarını kemirmeye başladı.

Rasim Ağa, gördüğü manzaranın dehşetine dayanamadı; başı döndü, gözleri karardı ve önüne çömeldiği tahta boşluktan aşağı yuvarlandı.

Küçük Kaşıkçıoğlu, ayağının dibine yuvarlanan babasının üstüne atıldı, aralarından salya sızan dişleriyle, ellerini, yanaklarını, burnunu kemirmeye başladı.

Ne ki, Rasim Ağa’da en ufak bir kıpırtı bile yoktu. Daha damdan düşmeden önce kalbi durmuştu.

Ahmet Naim
Yazarın “Kuduz Düğünü” adlı kitabından



Mehmet Seyda
Cumhuriyet Öncesi Yazarlarından Çocuklara Hikâyeler
Bilge Kütür-Sanat