28 Ocak 2018 Pazar

woyzeck (1979), werner herzog, georg büchner




"Yeryüzü cehennem kadar sıcak, bense buz kadar soğuğum.
Cehennem soğuk..."
...
"Hava da pek güzel, yüzbaşım.
Kaskatı kesilmiş bu kurşuni havada, 
insanın ağaca ipi atıp kendini asası geliyor.
Sırf şu basit "evet" meselesi yüzünden...
Evet mi yoksa hayır mı? Ne?
Yüzbaşım, evet hayırdan mı oldu, yoksa evet hayır mıdır?
Bunu düşünmek istiyorum."



"Her insan bir cehennem çukuru.
Başın döner içine bakınca."




"Şunu al, Andres...Bu gömlek askeriyeden değil.Onu kullanabilirsin.Bu yüzük ve haç kız kardeşime aitti.Küçük bir aziz resmi bile var.Bunlar da iki altın kalp.Annem İncil'in içine koyardı.

Er Friedrich Johann Franz Woyzeck...
2'nci Piyade Alayı, 4'üncü Tabur, 4'üncü Bölük.
Doğumu, 20 Temmuz, 
Meryem Yortusu Günü.
Ben doğalı 40 yıl, 7 ay, 12 gün olmuş.
Marangoz talaşlarını toplarken, 
ne bilsin hangi başlar uzanacak o tabutun içinde?"



Bizim yolcu, bırakmış kendini zamanın akışına.
Girmiş en derinden ilahi mevzulara.
Kendine şöyle soruyor:
"Ne için var insan?"
Ne için var insan?




Gelin size bir hikâye anlatayım.
Evvel zaman içinde, anası babası olmayan bir çocuk yaşarmış.
Her bir şey ölmüş ve dünyada hiç canlı kalmamış.
Dışarı çıkıp, gece gündüz birilerini aramış.
Bakmış yeryüzünde kimsecikler yok, 
göğe doğru yola çıkmış.
Önce ay kucak açmış ona.
Oraya vardığında ayın çürük bir tahta olduğunu görmüş.
Sonra güneşin yolunu tutmuş...
Ama onun da kurumuş bir ayçiçeği olduğunu görmüş.
Ve sonra yıldızlara gitmiş,
onlar da küçük birer altın böcekmiş.
Yeniden dünyaya dönmek isteyince,
onun ters dönmüş bir kazan olduğunu görmüş.
Yapayalnızmış.
Oturmuş ve ağlamış da ağlamış.
Şu an bile orada oturmuş, 
yapayalnız ağlamakta.





Music: Alessandro Marcello - Oboe Concerto in D Minor




Woyzeck (1979) - Werner Herzog
Friedrich Johann Franz Woyzeck: Klaus Kinski

Eser: Georg Büchner

27 Ocak 2018 Cumartesi

1965 yılından, elias canetti, insanın taşrası


Çok küçük bir mekanda, çeşitli küçük masalara dağılmış olarak ve birbirine hiç benzemeyen gruplar halinde, çevremde toplanmış çok genç on ya da on iki insan.Onların sıkıştırmasına rağmen yazmayı inatla sürdürüyorum.Soğuk ve aşağılayıcı bakışlarının karşısına ancak yaşlılığımın merakını ve sıcaklığını çıkarabilirim.Benim masamı istiyorlar, onu ağırdan işgal ediyorlar, ritmik bir biçimde ona çarpıyorlar.Belki de niyetleri, beni yazarken rahatsız etmek bile değil, fakat sadece ritimlerini her nesnede sınamak, her şeye geçirmek, masa böyle bir nesne ve belki ben de öyleyim.Benim üzerimden konuşuyorlar, kulaklarıma haykırıyorlar.Onlara karşı koyuyorum ve sinirliliğimi belli etmemeye çalışıyorum.

Sadece aşağı gördükleri sabrım karşısında şaşırıyorlar.Yalnızca bir kurşun kalemin devindiği bir insan bedeninin katılığı, onlar için anlaşılmaz bir şey.Şarkı söylemeyi deneyebilirdim, ama söyleyeceğim onların şarkısı olmazdı.Konuşmaya çalışırdım, fakat sözcüklerim onlara Çince'ymiş gibi gelirdi.Hiçbir koşul altında, onlar için bir önemim olamazdı.Belki de hissettikleri merakım, onlarda tiksinti uyandırıyor.Aslında yüzüme tükürmekten çok hoşlanırlardı, içlerinden biri bunu yapsa, ötekiler de onu izlerlerdi.

Onların karşısında sırf onlar kulak verdiğim için dayanamıyorum.Kulak verebilecek tek tek şeyler olduğunu sezemiyorlar, kendilerini burada bir genel olarak algılıyorlar.Kızları onlara bağlı.Acaba hoşuma gideni var mı içlerinde?Bunu bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum.Sadece sürü diye kafamda canlandırmış olduğumu yaşamaktayım.

Elias Canetti
1965 Yılından...
İnsanın Taşrası

aşık garip ile şah senem, adnan özyalçıner, cem kızıltuğ çizimleri



"Erenler Maksut'a yitsin dediler
Onlar da birbirini tutsun dediler
Tiflisli Senem'i üstün dediler
Dostuma düşmüştü doğruluk yolu benim"


"Ateşine dağlar taşlar dayanmaz
Derdim çoktur benim kimseler bilmez
Şimdiden sonra bu yer bize el vermez
Ana ben Tiflis'e varmalı oldum"


"Kağıtta gördüm suretin
Tanrı'dan çektim niyetin
Şah Senem'de ol lezzetin
Ana Tiflis diyarında"


"Bir ah etsem arşı alemi yakar
Bir od düştü Aşık Garip'i yakar
Yüz bin penceresi kıbleye bakar
Böylece görmüştüm halini Tebriz'in"


"Aşıklar giymişler türlü libasın
Kısmetin ararken buldu belasın
Kırk sekiz şehrin iki kalesin
Mizansız kantarsız nice tartarsız"


"Dinleyin Garip'ten siz bu nidayı
Ki u nun'dan Hüda kurdu binayı
On iki kapıdır on iki ayı
Ömrümüz geçmekte hemen dediler"


"Aşık Garip döker gözünden abı
Nice bir çekeyim ben bu azabı
Sensin bu yerlerin hayır sahabı
Hoca Sinan sakla bizi kul gibi"


"Senem der ki aç gözünü
Şimdi oyarım yüzünü
Tere fark etmiş özünü
Garip uyanmaz uyanmaz"


"Aşık Garip der ki be hey gaziler
Arttı derdim yaralarım sızılar
Belki size gelir kara yazılar
Ağlama sevdiğim gene gelirim"


"Geldim konak oldum sana
Ana ben Garip'im Garip
Nazar kıl bu şirin cana
Ana ben Garip'im Garip"

"Geldim konuk oldum kendi haneme
Açmadım sırrımı bacım anama
Aşkın hançerini vurdum sineme
Nice yaralarım deştim de geldim"


Aşık Garip ile Şah Senem
Adnan Özyalçıner
Çizimler: Cem Kızıltuğ
Merkez Kitapçılık (Mayıs, 2007)

26 Ocak 2018 Cuma

georg büchner üzerine, elias canetti, sözcüklerin bilinci

Yaşamının son günlerinde Büchner, peşpeşe ateş nöbetlerine yakalanır; bu nöbetlerin türüne ve içeriğine ilişkin olarak elimizde bulunan bilgiler azdır ve kesin olmaktan da uzaktır.Bu sınırlı bilgilerin kaynağı, Caroline Schulz'un tutmuş olduğu notlardır.Şunlar yazılıdır bu notlarda:

"14 Şubat...Saat 8'e doğru nöbet ve sayıklamalar yeniden başladı, işin tuhaf yanı, düşlemlerinin doğru olmadığı anlatıldığında, Büchner'in bunlardan sık sık söz etmesi ve düşlemlerini değerlendirmesiydi.Sık yinelenen düşlemlerden biri de teslim edileceği sanısıydı."

"15 Şubat...Konuşması, kendinde olduğu zaman biraz ağırdı, ama sabuklamaya başladığında çok akıcı konuşuyordu.Bana uzun ve tutarlı bir öykü anlattı: Dün kente getirildiği, daha önce pazar yerinde bir konuşma yaptığı vb."

"19 Şubat...Hasta, tutuklanacağını ya da tutuklanmış olduğunu sanarak, kurtulmak amacıyla birkaç kez kaçmak istedi."

Öyle sanıyorum ki, bu düşlemleri oluşturan sözler elimizde bulunsaydı, Woyzeck'e çok yaklaşabilecektik: içinde kovalanma korkusunun bulunmadığı, acının ve sevginin yumuşak atmosferine bürünmüş bu dar kapsamlı notlarda bile Woyzeck'ten bir şeyler vardır.Büchner 19 Şubatta öldüğünde, iç dünyasında hala Woyzeck'i taşımaktaydı.

Büchner yaşasaydı, diye düşünmek, insanı onun ölümünde bir anlam aramaktan alıkoyacağından, boşuna bir çaba değildir.Her ölüm gibi, Büchner'inki de saçmaydı; ama onunki, ölümün saçmalığını daha da belirgin kılmaktadır.Büchner, geride bıraktığı yazın ürünlerinin olgunluğuna ve taşıdığı ağırlığa karşın, kendi sınırlarına henüz varabilmiş değildi.Kişiliğinin yapısı gereği, daha uzun yaşasaydı bile bu sınırlara hiçbir zaman varamayacaktı.Büchner, sınırlarına hiçbir zaman varamayan insana en yetkin örnek olarak karşımızdadır.Onun zaman zaman birbirinin yerini tutan yeteneklerinin çok yönlülüğü, tükenmezliği içerisinde sonsuz bir yaşamı gereksinen bir kişinin varlığını kanıtlar.

Elias Canetti
Georg Büchner - Sözcüklerin Bilinci

kaspar, peter handke


Kaspar mikrofonda konuşmaya başlar.Sesi suflörlerin konuşmalarını andırır.

Uzun zaman oldu
dünyada
hiçbir şey anlamaz oldum
doğal olanı
hayretle karşıladım
sonlu ve sonsuz olan her şeyi
gülünç buldum
her nesne ürküntü veriyordu bana
bütün dünya zehir oldu benim
için
ne kendim
ne de başka biri olmak istiyor-
dum
kendi elim
yabancı oldu bana
kendi bacaklarım
yalnız yürüyorlardı
açık gözlerle
derin
uykudaydım:
bir sarhoş gibi
bilinçsizdim
zorunda olmama rağmen
hiçbir şeye
uygun olmadım
her bakış
neşemi kaçırdı
her gürültü
bende
kendisi hakkında
hayal kırıklığı
yarattı
her yeni adım
bana tiksinti verdi
ve göğsümde
bir baskı yarattı
birlikte gelmedim
bizzat ben kendi görüşümü
engelledim
karmakarışık durumlarda
kafam dank etmiyordu
cümlelerin kargaşa ortamından
bir çıkış bulamadım
o benim için
dünyaya gelmeden önce geçer-
liyfi
çevremde olup bitenleri
hiç fark etmedim.
...
Saate göre
dünyaya
gelmedim
aksine
düşme anındaki
sancılar
bana yardımcı oldu
benim ve nesneler
arasına bir engeli
ortadan kaldırmak için geldim
aksine
düştüğümde duyduğum acılar
nesnelerle arama bir engel koy-
mama
yardımcı oldu:
ve nihayet
kekelememi önledi.
böylece duyduğum acı
beynimdeki karmaşayı yok etti.
...

Kaspar
Peter Handke

sokurov'un iki kişilik aileleri: father and son, simon sağlamoğlu


Beni kurtardın, beni yine kurtardın. Kurtarmasaydın onlar öldürecekti, beni öldüreceklerdi.

Günümüz sinemasının kuşkusuz en özgün ve saygıdeğer isimlerinden biri Aleksandr Sokurov. Andrei Tarkovsky”nin son röportajlarından birinde geleceğin sinema dehası olacağını müjdelediği Sokurov, ilerleyen yıllarda bu tespitin ne denli isabetli olduğunu on altı sinema filmi ve kırk kadar belgeselden oluşan devasa bir filmografiyle kanıtladı. Mezuniyet filmi olan The Lonely Voice of Man, tüm filmografisinde irdeleyeceği temel meselelerin altını çizmeye başladığı önemli bir ilk filmdi. İç savaş kaosundan çıkıp kasabasına dönen Nikita”nın karısına ve yaşadığı kasabaya olan yabancılaşmasına, içinde biriktirdiği acı ve suçluluk duygusuyla baş etme sürecine odaklanıyordu. özellikle ilk dönem filmlerinde sansürle oldukça boğuşan Sokurov”un aynı döneminden çarpıcı bir diğer filmi ise The Second Circle oldu. Uzun süredir görmediği babasının ölüm haberiyle kasabasına dönen genç bir adamın, artık tanımakta bile zorlandığı babasının cesedini defnetme uğraşını anlatıyordu. Sokurov”un daha az bilinen bu ilk dönem filmlerinden sonra 1997 yapımı Mother and Son ile hatırı sayılır bir üne kavuştuğunu söyleyebiliriz. Aile üçlemesi olarak adlandırılabilecek bir projenin ilk ayağında genç bir adamın ölmek üzere olan annesiyle yaşadığı son güne odaklanan film, yönetmenin biçimci sinemasının başyapıtlarından kabul edilir. Mother and Son filminin ardından önemli tarihi kişiliklerin birer gününü filmlerine konu edinen Sokurov, yazının asıl konusu olan 2003 tarihli Father and Son filmiyle birlikte iki kişilik ailelerinin yaşamlarına bakmaya devam etmiştir. Karı-koca, ana-oğul, baba-oğul gibi iki kişilik ailelerini baba-oğul üzerinden tekrar irdeleyen bu filmde, genç bir çocuk olan Alexei ile babasının birbirlerine olan derin sevgilerini koruyarak kopmamaya çalışmalarını şiirsel bir üslupla anlatmıştır.

Film tedirgin edici sesler ve mücadele içindeki iki çıplak bedenin yakın çekim görüntüleriyle açılır. Tam olarak idrak edilemeyen bu mücadelenin nedeni kamera uzaklaştıkça ortaya çıkar: çocuk bir kabusun içerisindedir ve baba onu sakinleştirmeye çalışmaktadır. çocuk sakinleştikçe babasına daha çok sarılır ve yetişip kurtarmasaydı onu öldüreceklerini sayıklar. İki beden tek vücut olmaya çalışıyormuşçasına birbirine sokulur. çocuk uykuyla uyanıklık arasında bir yerde asılı kalmış gibidir. Ormanda olduğunu, bir yol ve ağaçlar gördüğünü söyler. Gülümseyen bir yüzle kameraya dönen baba, oğluna onun da orda olup olmadığını sorar. çocuk gördüğü rüyanın içinden kameraya dönerek yalnız olduğunu belirtir. Yağmur yağmaya başlamıştır. Baba da yolu gördüğünü söyler ve aniden rüyanın içinde belirir. Alexei coşkuyla yol boyunca koşuyordur. İkisi aynı rüyanın içerisindedirler. Baba yüzünde tedirgin bir ifadeyle oğluna daha çok sarılır. Baba ve oğulun film boyunca göreceğimiz sevgi ve şefkat dolu ilişkisi, birbirlerinden ayrı düşebilecek olmanın getirdiği tedirginlikle yaşamaları bu enfes açılış sahnesiyle betimlenir. Rüya-gerçek karışımı bir prologla açılması filmin bir tonunu belli ederken, karakterlerin korkularını açık etmesi ve hayatlarına girmeye çalışan insanlara olan davranışların altında yatanları sunma açısından film için kilit bir vazife görür.


Dertler su ile akıp gider, gecenin rüyalarla gittiği gibi. Rüyalarında geceyle gitmesi gibi…

Artık uyumaya korkan Alexei acılarını suya fısıldayarak unutmaya çalışır. Bir yandan annesini özlerken diğer yandan babasını kaybettiği kabusların esiri olmuştur. Her kabus birbirine benzemektedir. Uyanıkken biriktirdiği korkularını rüyalarında açık eder. Babasını yitireceği düşüncesiyle her an savaştığı için evlerinde kurmaya çalıştığı minik evreni oldukça hassastır. Kız arkadaşı babasıyla olan ilişkisini kıskanmaktadır. Alexei ise sevgisini ikisine birden veremez. Babasının dahil olduğu her şey,onun için önceliğe sahiptir. Onun rahatını bozacak her şey Alexei için engellenmesi gereken bir durumdur. İki kişilik yaşamını koruma derdindeyken kapılarına Fyodor isimli bir genç gelir. Babasının askerlik arkadaşı Kolya”nın oğlu olan Fyodor, ölümünden habersiz olduğu babasının izini sürmektedir. Fyodor gibi Alexei de Kolya”nın öldüğünü bilmemektedir. Karşısındaki bu ürkek genç adam başta Alexei için bir derttir, iç savaş yıllarını babasına hatırlatıp keyfini kaçıracağını düşündüğü için onu savuşturmaya çalışır. Her ne kadar başta kötü davransa da babasını arayan bir oğul kadar özdeşleşebileceği kimse olmadığını hissederek Fyodor”a destek olmaya başlar. Fyodor”un babasından yıllardır ayrı yaşadığını öğrenmesiyle Alexei de kaçmaya çalıştığı düşüncelerini irdelemek zorunda kalır. Babadan ayrı kalabilme ihtimali yadsınamaz şekilde önünde durmaktadır.

Bir babanın sevgisi cefalıdır, sevgi dolu bir oğul bu cefayı çekmeye hazırdır.


Film boyunca Alexei babasına ve diğerlerine azizlerin söylediği bu sözleri tekrarlayıp cefa çekmekte olduğunu her fırsatta dile getirir. Davranışlarının sebebini ancak azizlerden ödünç aldığı sözlerle ifade edebilir. Kız arkadaşına, Fyodor”a ya da babasına bunu her söylediğinde kendine destek arar gibidir. Baba sevgisi zaten yeterince cefalıdır, sevgisi yüzünden yargılanmamalıdır.

Her ne kadar Alexei her daim birlikte olmanın düşü içerisindeyse de baba için durum daha açıktır. Henüz 20 yaşındayken baba olan, oğluyla birlikte büyümüş diyebileceğimiz bu adam ayrılığın eninde sonunda yaşanacağının farkındadır. Şehir dışından aldığı iş tekliflerini kabul edip gidecek gücü kendinde bulamasa bile günü gelince oğlunun gitmesi gerektiğini iyi biliyordur.

Sokurov tüm duygusallığıyla anlattığı bu baba-oğul ilişkisini çağdaş Amerikan ressamlarından Andrew Wyeth”in tablolarından esinlenerek yarattığı atmosfer içerisinde sunmuş . özellikle evde geçen sahnelerde dramatik ışığı yoğun olarak kullanırken dış mekanlarda buna kendine has deforme olmuş görüntüleri de ekleyerek filmin görsel yanını oldukça farklı bir seviyeye taşımış. Bir yandan optik araçları kullanarak önemli bir görsellik yakalarken, kurguladığı ses bandıyla da birlikte dramatik anların işitsel yönden de güçlü kılındığı bir bütün oluşturmuş.

Yönetmen, hayatlarından bir kesit aldığı baba ve oğulun hikayesini sonlandırırken filmin başında olduğu gibi bir rüya sahnesine başvurur. Karakterlerin gelecekteki eylemlerine referans veren finalde, bu noktaya ulaşırken babasından ayrılma fikrinin yavaş yavaş oluştuğunu hissettiğimiz Alexei”nin yine babasıyla paylaştığı bir düş ile film sonlanır. Alexei”nin okulu bitirince şehirden ayrılacağına dair yaptıkları konuşmanın ardından baba ve oğul kendi yataklarına uzanıp rüyaya dalarlar. Rüyada bu kez Alexei yoktur, baba evlerinin çatısında bir başına dolanır. Alexei muhtemelen gitmiştir. Mevsim kışa dönmüş, kar yağmaktadır.

Simon Sağlamoğlu
Sokurov'un İki Kişilik Aileleri: Father and Son

animasyon, bir köy hekimi (2007), koji yamamura, franz kafka

Bir Köy Hekimi 
Yönetmen: Koji Yamamura
Hikâye: Franz Kafka






...
Ah!Atların ikisi de aynı anda kişnemeye başlıyorlar, yüce bir mevkiden yönetilen bu müsamerenin konsültasyonu kolaylaştırması bekleniyor herhalde.Sonuca varıyorum sonunda: Evet, genç adam hasta, sağ böğrünün kalçaya yakın bölgesinde açılmış avuç ayası büyüklüğünde bir yara var.Rengi gül pembeliğinde, ortası daha koyu, kenarlara doğru nüans nüans açılan bir pembe; yara biraz pütürlü, bazı yeri az, bazı yeri çok kanlı; uzaktan sanki yer üzerinde açılmış bir maden ocağına benziyor bu yara.Yakından baktığımda işimin ne denli zor olduğunu görüyorum, bir ıslık koyuvermemek elde değil.Serçe parmağımın boyutlarında kurtlar, yine pembe renkli, kana bulanmış gövdeleriyle bir uçları yaranın içine girmiş, diğer yanda başları ve sayılamayacak kadar çok ayakçıklarıyla debelenip duruyorlar.Zavallı çocuğa kimse yardım edemez artık! Bu yarayı bulup çıkardım işte, bunun yüzünden ölüp gideceksin.Aile mutlu oysa, beni iş başında gördüler, kız kardeş anneye, anne babaya söylüyor, baba da pencereden içeri başlarını uzatan ve ancak pencereye kollarıyla dayanarak dengelerini bulabilen konuklara benim çalıştığımı iletiyor.Yarasında oynaşan yaşamlardan sarhoş genç, “Beni kurtaracak mısınız doktor?” diye fısıldayarak soruyor.Bu bölgedeki tüm insanlar aynı, hekimlerden beceremeyecekleri şeyleri istiyorlar.Eski inançlar yitip gitmiş, rahip evinde ayin giysilerini sıkıntıyla parçalarken, hekimin sihirli elini kullanmasını bekliyorlar.Nasıl arzu ederseniz, ben kendim gönüllü olmadım ya, beni böyle kutsal amaçlarla kullanmak istiyorsanız, pekala!Neden itiraz edeyim, hizmetçisini yitirmiş yaşlı bir köy hekimi için iyi iş.Derken aile ve köyün yaşlıları geliyorlar, öğretmenin yönetimindeki köy korosu evin karşısındaki yerini alıyor, ezgisi basit bir şarkıyı söylemeye başlıyorlar:

Soyun giysilerini, iyileştirir o zaman
Baktınız iyileştiremedi, gebertin gitsin!
Altı üstü bir hekim
Altı üstü bir hekim!
...

Franz Kafka
Bir Köy Hekimi










ulus baker anısına, angela melitopoulos, beyin ekran, deleuze


Video seminerim esnasında, öğrenciler, sabah saat 10.00’da beni Ulus’a takdim etti.Ulus, seminerin verileceği mekânda bekliyor ve Gilles Deleuze kasedini izlemek için sabırsızlanıyordu.Ertesi gün, mimarlık ve sosyoloji bölümlerinden bir hoca grubu da katıldı.Deleuze kasetini izlemek üzere yaklaşık yirmi kişi kendiliğinden biraraya gelmişti. Pek az öğrenci alınmıştı içeriye.Deleuze’ün beni kendimden geçiren sesi, şiirsel- felsefi bir sıvı gibi dostane yollarla sızar içinize.Sesi, film tarihine atıfta bulunuyordu.Seminerin bir yerinde, Dostoyevski'nin romanındaki budala karakterinde karşılık bulan belirli bir unutma ve hatırlama halini açıkladığını anımsıyorum.Göç üzerine olan araştırmamdan ötürü ilgilendiriyordu bu beni.Deleuze kararlı bir biçimde birkaç kez yinelediği “peki ama sinemada bir fikri olmak ne demektir?” sorusunu, ardından şu hikâyeyle cevaplıyordu:

"Adamın biri, yanmakla olan apartmanından dışarı fırlarken, durup düşünür: Sevdiğim kız -Tanya... Başı belâda, yardım istiyor...Yardımıma ihtiyacı var...Yoksa ölecek...Ve kahramanımız sokağa iner aceleyle...Ve aniden, köşe başında bir arkadaşla ya da ezilmiş bir köpekle karşılaşır...Ve...Her şeyi toptan unutuverir; ama her şeyi -Tanya'nın ölmekte olduğunu, onu beklediğini, yardımına ihtiyacı olduğunu...Sonra, başka bir arkadaşıyla karşılaşır, onunla çay içmeye gider...Ve aniden, yine...Beni bekliyor Tanya... Gitmeliyim... Vesaire...”

Bu da nedir?Bütün bunlar ne anlama geliyor?

Dostoyevski kahramanları hep bir aciliyet haline yakalanmış durumdadırlar...Hep ölüm kalım sorunlarıyla karşı karşıya kalırlar.Ama bilirler ki, daha da acil olan bir sorun vardır...Ama bu sorun nedir? İşte onu bilmezler...

Her şey, sanki bir yangın çıkmış, her şey yanmaktayken, kaçıp dışarı çıkmak yerine kendime şunları demem gibidir: Hayır!Hayır!Burada daha da acil bir şey var... Onu öğrenene kadar yerimden kımıldatmayın beni...

Ama bu BUDALA'dır...budala...bu, Budala’nın formülüdür...”

Ertesi gün, tebeşirle tahtaya, aynadan okunan yazı olarak ters gözükecek şekilde şu soruyu yazdım: “Nedir bu?” (“What is it?”).Ve tahtanın önünde, Yunanların Anadolu’daki unutulmuş tarihi üzerine Ulus’la bir görüşme yaptım.Tekinin camı düşmüş olan kırık gözlüklerinden bana bakarak: “Göç...” dedi, Hendrix model saçlarına henüz ak düşmemişti: “Göç problemi harekelin sonudur.Geriye dönüş yoktur, geçişli değildir: Bir şeyleri yeni bir kültüre ya da medeniyete getirirsin ama bir şeyler geri götürmeyi başaramazsın.Geçişsizdir.
...

Angela Melitopoulos
Beyin Ekran
Ulus Baker Anısına