19 Ocak 2022 Çarşamba
Korkut'a Masal, Yusuf Atılgan - Ekmek Elden Süt Memeden
...
Anasına tek odalı evini sattıramadığı için bir gün "Kendimi asıcam!" diye evden çıkıp bakkaldan veresiye ip alan, yolda rastladığı birkaç kişiye kendini asacağını söylediğinde bunlar "Sen bilirsin," ya da: "İyi edersin," deyince bu işten cayan, köyün tanınmış ayyaşlarından Yalama Sait...
...
Korkut'a Masal
Ekmek Elden Süt Memeden
Zorla Hastalık - Kenan Hulusi Koray Öyküsü / Ömer Seyfettin'in hayatına dair gerçek bir olay
Kenan Hulusi Koray
Semaver, Sait Faik Abasıyanık
Son Kuşlar, Sait Faik Abasıyanık
Kış, Ada’nın bir tarafında yerleşebilmek için rüzgârlarını poyraz, yıldız poyraz, maestro, dramudana, gündoğusu, batı karayel, karayel halinde seferber ettiği zaman; öteki yakada yaz, daha pılısını pırtısını toplamamış, bir kenara oldukça mahzun bir göçmen gibi oturmuştur. Gitmekle gitmemek arasında sallanır bir halde, elinde bir pasaport, çıkınında üç beş altın, bekleyen bu güzel yüzlü göçmen tazeyi benden başka bu Ada’da seven hemen hiç kimse yoktur, diyebilirim. -Övünmek için değil!—
Herkesin yeni başlayacak olan altı yedi aylık soğuk hayata kendini şimdiden alıştırmak ve hazırlamak için bir şeyler yapmaya çalıştığı öyle günlerde ben, tembelliğim, hep kaçanı kovalayan huyumla, yazın, o güzel göçmenin peşine düşmüşümdür. Nerede yakalarsam orada kucaklarım onu. Kimi bir çamın gölgesinde durgun ve güneşsizdir. Kimi bir çalılığın kenarındaki çimenlikte bütün eski ihtişamıyla daha yeni başlamıştır.
Yazın daha parça parça, lime lime, bohça bohça eşyalarıyla gitmek için fazla telaş etmediği Ada’nın bu yakasında, hiçbir ev yoktur. Yalnız bir tek kır kahvesi vardır.
Bir küçük koyun hemen beş on metre yukarısında, bir apartman terası kadar ufak bu kır kahvesinin tahta masaları üstünde hâlâ karıncalar gezer, hâlâ sinekler kahve fincanının etrafına konarlar. Bütün sesler kesilmiştir. Kimi gökyüzünden bir uçak homurtusu gelir, içindeki, şimdi Yeşilköy’e inecek yolcuları düşündüğüm, yalnız bu yazıyı yazarken oldu. Ondan evvel de uçaklar geçmişti. Ama hiç, içindeki yolcuların Yeşilköy’e neredeyse ineceklerini, daha şu iki satırın sonunda inmiş bile olduklarını düşünmemiştim.
Kahvecinin kendisi sevimsiz bir adamdır. Kahveciden çok, ters bir devlet memuru hüviyeti taşır. Hastalıklı olmasa, doktorlar fazla yorulmamasını salık vermemiş olsalar, dünyada kahveci olmazdı. Tersine, ben bütün ömrümce iyi bir kahve bulamadığım için kahveci olamamışımdır. Bir kır kahvesi, bir köyün kahvesinin üç beş gediklisi… Bundan güzel bir ömür mü olur, elli altmış senelik yaşama bundan güzel başlar ve biter mi?
Ağaçtan ağaca serilmiş beyaz çamaşırlar bu kadar durgun, güneşsiz, ıslak bir şekilde ılık havada hiç kurumayacaklar. Bu kedi, tahta masanın üstüne çıkmış, köpeğime durmadan homurdanacak mı? Sandalyenin üstündeki vişneçürüğü rengindeki delik çoraplar… Asmanın yaprakları daha yemyeşil. Bizim bahçedeki kurudu bile.
Deniz, Bozburun’a doğru başını almış gidiyor. Uzaklarda görü- nen, İstanbul’un neresi kim bilir? Sesler neden gelmiyor?
Bir başka uçağın sesi gelmeye başladı. Bizim Ada, uçakların, üstünden geçtikleri bir yol güzergâhı olmalı ki, hep ya üstümden ya da solumdan geçip gidiyorlar. Kedi sustu. Köpeğim gözünü kapadı. Karga sesleri geliyor şimdi de. Vaktiyle bu Ada’ya bu zamanda kuşlar uğrardı. Cıvıl cıvıl öterlerdi. Küme küme bir ağaçtan ötekine konarlardı.
İki senedir gelmiyorlar.
Belki geliyorlar da ben farkına varmıyorum.
Sonbahara doğru birtakım insanların çoluk çocuk ellerinde bir kafes, Ada’nın tek tepesine doğru gittiklerini görürdüm. İçim cız ederdi.
Büyüklerin ellerinde birbirine yapışmış, pislik renginde acayip çomaklar vardı.
Bunlarla bir yeşil meydanın kenarına varır, bunları bir ufacık ağacın altına çığırtkan kafesiyle bırakırlar, ağacın her dalına ökseleri bağlarlardı. Hür kuşlar, kafesteki çığırtkan kuşun feryadına, dostluk, arkadaşlık, yalnızlık sesine doğru bir küme gelirler. Çayırlıkta bir başka ağacın gölgesinde birikmiş çoluklu çocuklu kocaman herifler bir müddet bekleşirler. Sonra kuşların üşüştüğü ağaca doğru yavaş yavaş yürürlerdi. Ökselerden kurtulmuş dört beş kuş, bir başka ökseye doğru şimdilik uçup giderken, birer damlacık etleriyle birer tabiat harikası olan kuşları toplarlar, hemen dişleriyle oracıkta boğarlardı. Ve hemen canlı canlı yolarlardı.
Hele bir tanesi vardı, bir tanesi. Çocukları bu işe seferber eden de oydu. Ökseleri cumartesi gecesinden hazırlayan da… Konstantin isminde bir herifti. Galata’da bir yazıhanesi vardı. Zahire tüccarıydı. Kalın, tüylü bilekleri, geniş göğsü, delikleri kapanıp açılan üstü kara kara benekli bir burnu, deriyi yırtmış da fırlamış gibi saçları, kısa kısa bir yürümesi, kalın kalın bir gülmesi…
O esmerle sarışın arası isketelerin bir damlacık etlerinden yapacağı pilavın hazzıyla pırıl pırıl yanan krom dişleriyle nasıl koparırdı kuşun imiğini, bir görseydiniz…
Hani sessiz, zenginliğini belli etmez, mütevazı adamdı da… Konu komşusu da severdi hani. Hiçbir şeye, hiçbir dedikoduya karışmazdı. Sabahleyin işine kısa kısa adımlarla koşarken, akşam filesini doldurmuş vapurdan çıkarken görseniz; iriliğine, sallapatiliğine, Karamanlı ağzı konuşuşuna, basit ama, hesaplı fikirlerine, iki kadeh atmışsa yine basit, sevimli şakalarına karşı, hakkında kötü bir hüküm de veremezdiniz. Kendi halinde, işi yolunda, hesaplı yaşayan bin bir tanesinden bir tanesiydi.
Ama, güz mevsiminde birdenbire böyle canavar kesilirdi. Akşam beş otuz beş vapurunun arka tarafında yerleştiği iskemlesinde, denizin üstüne oldukça mülayim bakan gözlerini havaya kaldırır, eylül sonlarına doğru böyle şairane gökyüzüne bakardı. Birden yüzünün ve gözlerinin parladığını görürdünüz.
Havada ve denizdeki tirşe maviliğin üstünde birtakım esmer damlacıklar görünürdü. Sağa sola oynarlar, sonra bir istikamet tutturur, bu esmer lekecikler geçip giderlerdi.
Konstantin Efendi onların çok uzaktan geçtiklerini görebilirdi. Gözlerini kısardı. Esmer lekelerin Adalar istikametinde gittiklerini görür, etrafına bakar, bir tanıdık görecek olursa gözünü kırpar, gökyüzüne bir işaret çakar:
— Bizim pilavlıklar geldi, derdi.
Kuşlar pek yakından geçmişse, seslerini taklit ederek kalın dudaklarıyla dişlerinin arasından onlara seslenirdi. Kuşların çoğunca aldandıklarına, bu sesi duyarak, dost sesi sanıp vapur etrafında bir dönüp uzaklaştıklarına şahit olmuşumdur.
Havalar sertleşir, poyrazlar, lodoslar birbirini kovalar, günün birinde teşrinlerin sonlarına doğru, ılık, hiç rüzgârsız parça parça oynamayan bulutlu, tatlı, sümbüli günlerde, o, en çığırtkan kafes kuşunu nereden bulursa bulur, mahalle çocuklarını çağırtır; bin tanesi iki yüz elli gram et vermeyen sakaları, isketeleri, floryaları, aralarına karışmış serçeleri gökyüzünden birer birer toplardı.
Seneler var ki kuşlar gelmiyor. Daha doğrusu ben göremiyorum. Güzün o güzel günlerini penceremden görür görmez, Konstantin Efendi’nin bulunabileceği sırtları hesaplayarak yollara çıkıyorum. Bir kuş cıvıltısı duysam kanım donuyor, yüreğim atmıyor. Halbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutlan, yakmayan güneşi, durgun maviliği, bol yeşili ile kuşlarla beraber olunca, insana sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor. Her memlekette kıra çıkan her insan, kuş sesleriyle böyle düşünecektir. Konstantin Efendi mani oluyor. Zaten kuşlar da pek gelmiyorlar artık. Belki birkaç seneye kadar nesilleri de tükenecek. Her memlekette kaç tane Konstantin Efendi var kim bilir? Kuşlardan sonra şimdi de milletin yeşilliğine musallat oldular. Geçen gün yol kenarındaki yeşilliklere basmaya kıyamayarak yola çıkmıştım. Konstantin Efendi’nin günlerinden bir gündü. Gökte hiç kuş gözükmüyordu. Evden çıkarken isketemin kafesine bir incir ya- pıştırdım. İsketem tek gözünü verip bana dostlukla bakmış, incir çekirdeğini kırmaya çalışıyordu.
Onu, ev duvarının bir kenarına çaktığım çiviye asmış, yola çıkmıştım. Kuşlar yoktu şimdi havada, ama yolun kenarında yeşillikler vardı ya… Baktım: Bu yeşilliklerin bazı yerleri sökülmüş. Biraz ileride dört çocuğa rastladım. Yürüyorlar. Yeşilliklerin en güzel yerinde duruyor, bir kaldırım taşı kadar büyük bir parçayı belle söküyorlar, bir çuvala dolduruyorlardı:
— Ne yapıyorsunuz, yahu? dedim.
— Sana ne? dediler.
Fukara, üstleri yırtık pırtık yavrulardı.
— Canım, neden söküyorsunuz? dedim.
— Mühendis Ahmet Bey söktürüyor.
— Ne yapacak bunları?
— Yukarıda deri tüccarı Hollandalı var ya hani, onun bahçesini düzeltiyorlar da…
— İngiliz çimi alsın, eksin, mademki herif zengin…
— İngiliz çimiyle bu bir mi?
— Bu daha mı iyi?
— İyi de laf mı? Bunun üstüne çimen mi olur? Hollandalı öyle demiş.
Karakola koştum. Polislere haber verdim. Güya menettiler. Gizli gizli, gene çimenler yer yer söküldü. Mühendis Ahmet Bey’e ceza bile kesilmedi. Belediye talimatnamesinde, yol kenarındaki çimenleri sökmek cezayı mucip olmuyormuş.
Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı.
Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi.
Hz. Ali & Devesi - Memleketimden İnsan Manzaraları, Nazım Hikmet
Memleketimden İnsan Manzaları - Nazım Hikmet
Dönmeyen - Halikarnas Balıkçısı
İzmir Ortaokulu'na gitmek üzere, o gece vapura bindi.On, on bir çağlarında idi.Yolu açık olsun da ertesi yıl sağ salim eve dönsün diye, çocuk sokak kapısından çıkınca annesi, sokağa bir maşrapa su atmıştı.Babası dişten, tırnaktan artırarak Mehmet'e bir ikinci mevki bilet almaya çalışmıştı.Fakat ne birincide ne ikincide boş yer bulabildi.Çocuk güvertede gidecekti.Zaten vapurun ambarı ve güvertesi okul çocuklarıyla dolmuştu.
Mehmet'e babası: "Paranı iç cebinde sakla, sakın çaldırma," demişti.Vapurun güvertesinde elindeki ufak kumanya sepetiyle, kendine kalabalık arasında yol açmaya çalışan çocuğa, adamın biri çarptı.Kumanya sepeti denize düştü.Mehmet yemek için cebindeki paraya güvendi.Fakat baş tarafta bir hararın üzerinde, geceleyin uzanacak kadar bir yer bulunca, cebini yokladı.Cebindeki paranın çalınmış olduğunu gördü.Tan yeri o sırada ağarmaya koyuldu.Yepyeni bir gün doğuyordu.
Vapurda vinçler hırıldıyor, sesler, emirler veriliyor, selamlaşıyor, vedalaşıyorlardı.Çocuk o anın uyanış ve hareketinin neşesiyle neşelendi.İçinden "A canım ne olur?İki gün sonra İzmirr'deyim.Dişimi sıkar, açlığa iki günceğiz dayanıveririm," diye düşündü.
Hararın üzerine çıktı.Kamaralar, pijamalar giyinmiş birçok tüccar ve memurlar ıskarça doluydu.Tüccarlar birbirleriyle "Kaça aldın?Kaça sattın?Kaç para kazandın?Veyahut kayvettin?" diye hoşbeş ediyorlardı.Memurlar: "Bay Ahmet nereye becayiş oldu?Maaş ne kadar?Çankırı'ya Bay Mehmet mi tayin edildi?Yine Kazanç Vergisi Kanunu mucibince vergi yüzde kaç inecek? diye tatlı tatlı konuşuyorlardı.Dışarda okul çocukları kuşlar gibi cıvıldaşıyorlardı.Hava çok güzeldi.
***
Güneş, Mehmet'in yüzünü, göğsünü ısıtıyordu.Her tarafını hoş bir hal sarıyordu.Sanki bütün gövdesi türkü söylüyordu.Çocuk bütün bir inanç ile istikbale inanıyordu.İstikbalin getireceği saadetleri, bakışlarını takmış olduğu şu mavilerde uçan yumuşak bulut parçası kadar açık görüyordu.Günler, aylar, yıllar, neşe ve ümitten birbiri ardı sıra çakıp parlayan kahkahalar gibi, çocuğun gönül gözünün önünde çınlaya çınlaya uzanıyorlardı; çocuğa dünyayı cennet ediyorlardı.Çocuk bilmiyordu neden, fakat insan olduğu için, öteki insanlara karşı derin bir şükran duyuyordu.
Mehmet o sabah öteki çocuklarla konuştu.Karnı çok acıkmıştı.Öteki çocuklar yemek yemek için mendillerini önlerine serdiler.Ekmekleri görünce Mehmet'in ağzı sulandı, imrendi, yutkundu.Bu haline canı sıkıldı.Vapurun ta başına gitti.Heybelerine ve torbalarına yan gelmiş yolcular türküler söylüyorlardı.Mehmet pruvanın küpeştesine başını koydu.Gemi pruvasının denizleri fışıldatarak nasıl yardığına dalakaldı.Dalgalar üzerindekii güneş çakıntıları, vapurun hızından, eşit ışık şeritleri halinde, hep arkaya kaçıyorlardı.Mehmet orada uyuyakaldığı yerde, uyanınca vakit ikindi idi.Çocuk yine hararın üzerine döndü.
Çocuğun tam üstünde yukardaki birinci mevki güvertesinin parmaklığına yaşlıca bir kadın ve bir erkek yaklaşmışlardı.Akşam çayını içiyorlardı.Kadın elindeki reçelli ekmekten parçalar koparıp, vapurun yanı başında uçmakta olan martılara atıyordu.Martılar bazen, suya düşmezden önce lokmayı havada kapıyorlardı.Adam kadına: "Ne duygu inceliğiniz var.Şu an kuşlara acıyorsunuz," diyordu.Fakat püfür püfür esen sağnaklar sözleri dudaklarından alıp uzaklara uçuruyordu.Kadının attığı ekmek parçasının birinden, bir damla reçel Mehmet'in yaslanmış olduğu küpeştenin üzerine düştü.Çocuk yutkundu.Fakat dudaklarını reçel damlasına yanaştıramadı.Etrafına bakındı.Bütün vapur sanki göz kesilniş ve ona bakakalmıştı.Bir iki saat sonra, güneş batıp da sular kararınca, çocuk, üzerine baca kurumları yapışmış olan reçel damlasını yaladı.
Karanlıklar çöktü.Yolcuların konuşmaları dindi.Köşe bucakta rüzgârdan mahfuz kuytularda, uyurken birbirlerinin omzuna ve göğsüne yaslanmış olan insanların solukları duyuluyordu.Mehmet direk ucunda, renk renk ışık iğneleri yıldıran Venüs'e bakıyordu.Bir aralık insan şeklinde kara gölgeler, sinmiş bulundukları harar, küfe ve sandıkların arasından belirdiler.Bir fiskos oldu.Uyuduğunu sandıkları çocuğun üzerine çirkin niyetlerle çullandılar.Çocuk bağırmaya savaştı.Çocuğun haykıracağını anlayınca onu küpeştenin üzerinden denize ittiler.Denizde bir fışıltı oldu.Kaptan köprüsünün altındaki nöbetçinin "Ne o?" diye sesi çınladı.Gemide de gayrıtabii bir gürültü ve bir hal yoktu.Vapur bütün hızıyla yoluna devam ediyordu.
Kadın, bir gece önce çocuğu Mehmet'in yanı başında uyumakta olduğunu hatırlıyordu da bir türlü göz yumamıyordu.Bir aralık kocası: "Merak edecek bir şey yok.Kumanyası tam, cebinde parası da var.Hem vapur bizimki gibi çocuklarla dolu.İzmir'e Bay Süleyman'a telgraf çektim.Çocuğu gidip karşılayacak," dedi.Kadının çocuğu göresi gelmişti.İçinde acı bir özleyiş vardı.Ta neden sonra kadını uyku yendi.Rüya görmeye başladı.Ay ışığı ile ışıldayan, yapayalnız ve yoksul bir deniz görüyordu.Bir vapurun kırmızı kırmızı parıldayan ışıkları ufka doğru uzaklaşıyordu.Bomboş denizin ortasında küçücük bir gölge, belki de bir insan yavrusu, başını suların üstünde tutmaya çabalıyordu.Garipsi garipsi ağlamakta olduğu uzaktan uzağa fark ediliyordu.Ay ışığı ile karaltı fiskesi arasında, denizin yüzüne üç köşeli bir gölge çıktı.Denizi yarıyor ve ardında ay ışığından bir iz bırakıyordu.Artık kadın denizdeki küçük gölgenin bir çocuk olduğunu kolaylıkla seçebiliyordu.O koca üç köşeli gölge çocuğun etrafında geniş bir kavis yapıyordu.Çocuğun arkasına doğru yüzüyordu.Ay ışığı o üç köşeli gölgeye çarpınca, kadın sivri bir burun, ay ışığında soğuk soğuk bakan hain bir göz, çocuğun boyundan iki üç kat büyük bir ağızda pırıl pırıl parlayan iki sıra diş görüyordu.Kadın çocuğa yanaşır gibi oluyordu.Çocuk o koca canavarı görünce ürktü, bağırdı.Canavar suları şapır şapır öttürerek çocuğa yaklaşıyordu.İki çene çocuğun bacaklarını kıstı ki, çocuk çırpınışlarla battı.Kadının kulağında "Anne!" diye müthiş bir yalvarış çınladı.Birden "Mehmet!" diye acı bir çığlık attı.Fakat yeryüzünde, Mehmet'in yüzünü bir daha gören olmadı.
(Cevat Şakir Kabaağaçlı)
Dönmeyen
Yazarın "Ege'nin Dibi" adlı kitabından
Mehmet Seyda
Bilge Kültür-Sanat