Söyleşi: Yücel Göktürk
Haziran ortasında sosyal medyada dolaşıma giren ve anında viral olan video, herkes gibi bizi de “kopardı”. Kahkahalarla birlikte, vaktiyle Bir+Bir dergisinde yayınlanan söyleşi canlandı hafızamızda. Orada da kırıp geçirmişti. Bundan on yıl önce, Bir+Bir’in Mayıs 2010 sayısında yayınlanan Engin Günaydın söyleşini şu cümlelerle sunmuştuk:
“Oynadığı reklamı bile zaplamaya elimiz gitmiyor. Bir Demet Tiyatro’daki ‘Zabıta İrfan’dan beri hastasıyız dersek yalan olmaz. Burhan Altıntop şaheseri bir yana, Yazı Tura’da, Takva’da, Yazgı’da küçük rolleri uçurarak büyük oyuncu olduğunu zaten ispatlamıştı, ama Vavien’de tam manasıyla döktürüyor. Dahası var: Marifeti oyunculukla sınırlı değil. Vavien’in İstanbul Film Festivali’nde en iyi film’in yanısıra en iyi senaryo ödülünü almasının altını çizmek gerekiyor. Engin Günaydın’ın kalemi de oyunculuğu gibi kalburüstü. Laf aramızda, sohbetine de doyum olmuyor. O yüzden freni patlattık, A’dan Z’ye deyip 11 sayfaya yaydık.”
Aradan on yıl geçti, ama Engin Günaydın’ın anlattıkları taptaze. Şu kasvetli günlerde yeniden okumak iyi gelir diye düşünerek Bir+Bir’den naklediyoruz.
Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu
“Annem benim gerçek dilim” diyorsun, “annemle konuşmaya çok ihtiyaç duyarım, bana kendi dilimi anımsatır.”
Engin Günaydın: Annesi insanın yaratıcısı; yaratıcım olarak görüyorum. O nedenle benim için kutsal bir tarafı var annemin. Bir şeye itaat edilecekse anneme itaat etmeyi doğru buluyorum. (gülüyor) Söylediklerini çok doğru buluyorum. Bazen muhafazakârlığı artıyor, ama genel anlamda çok önemli tüyolar veriyor.
Nasıl tüyolar?
“Yalan yanlış konuşma”, “atıp tutma”, “insanlar sana güvensin”. Bunlar çok önemli tavsiyeler. Sağlam bir karakter olabilmek için tavsiyelerini hep dinledim. “Sırcı olma” der. “Ortada olsun her şeyin”. Sıra çok kızar. Hayatta hiç sır olmasın ister. Sır beni de rahatsız eder, arkadaşlarıma “bana sır vermeyin” derim. Söylerim çünkü. Söylemeyince bir rahatsızlık oluyor bende, yaşama karşı bir rahatsızlık. Sevgilimi aldattığımda söyledim mesela. Sonra ağzıma sıçıldı tabii. (gülüyor) Vavien’de Settar abinin (Tanrıöğer) “içine atmamak” üzerine söyledikleri annemin laflarıdır. “Hiçbir şeyi içine atmayacaksın” der, ona göre bütün hastalıkların ana nedeni içine atmaktır. Neşelidir, konuşkandır, konuşmayanları sevmez. Çok güldürür beni. Bir dönem Erbaa’ya çarşaflı gruplar geldi. Mahalle mahalle dolaşıyorlardı, bizimkileri de –okur yazar değil annem– korkutmuşlar cennet-cehennem diye. “Çocuklarınıza böyle bakarsanız cehennemde cayır cayır yanarsınız” demişler. Bir gün bağırarak geldi annem, “sizin yüzünüzden cayır cayır yanacağım, niye namaz kılmıyonuz oğlum!” (gülüyor) Üç yengem ve annem kara çarşafa girdi. O dönem bütün Anadolu kapandı tahmin ediyorum. Sadece Erbaa’da olduğunu zannetmiyorum.
Babamın bana bıraktığı en büyük miras duygular oldu. Birisi seni seviyor mu, sevmiyor mu, onu anlamayı verdi. Son iki-üç ayında çok yakınlaştık. Bütün kritik hikâyelerini anlattı bana. Hayatla ilgili anladıklarını anlattı. Anlamadıklarını da anlattı.
Yıl kaç?
12 Eylül’den sonraydı, ortaokuldaydım. 1985-86 olmalı.
Daha önce kapalı değiller miydi?
Değillerdi. Bir fotoğraf göstereyim. (Kalabalık bir aile fotoğrafı, çeşitli yaşlarda başları açık altı-yedi kadın) Bu kadınların hepsi kapalı şimdi. Hepsi kara çarşafa girdi. (Annesini gösteriyor, saçları upuzun, dizine kadar neredeyse) Annem kızılderili gibi kadın. Zaten düşünceleri kızılderililere benziyor. (gülüyor)
Kocaları ne dedi çarşafa girmelerine?
Zaten sorun orada başladı. Kapanınca bütün seksapelini kaybetti kadınlar. (gülüyor) Erkeklerde bir memnuniyetsizlik başladı.
Ve filmdeki gibi, Samsun’a pavyona gitmeye mi başladılar?
Samsun’a pavyona gidenler çok şanslı bir kesimdi. En azından bir yere gidebiliyorlardı. Bir de gidemeyip çok ağır bunalımlar yaşayan erkekler oldu. Erkeklerde inanılmaz bir mutsuzluk var. Türkiye’deki erkeklerin birçoğu gibi, onların da durumu iyi değil. (gülüyor)
Vavien'in Celal'i
Annen hâlâ “sizin yüzünüzden cayır cayır yanacağım” diyor mu? Ünlüsün, çok seviliyorsun...
Şimdi çok memnun. “Bir yere gittiğim zaman altıma minder koyuyorlar” diyor. Bankada sandalye veriyorlarmış. (gülüyor) Annem çok komiktir. Bir gün bulaşıkları yıkamış, yengem de “anne, niye yıkıyorsun ki bulaşıkları, makine var, makine yıkasın” demiş. Annem buna sinirlenmiş, elindekileri yere atmış: “Ne yani, makina benden daha mı iyi yıkıyor!” (gülüyor)
Binnur Kaya’nın filmdeki bardak yıkama sahnesi çok etkileyici. Bütün hıncını bardaktan alıyor gibiydi...
Onu Binnur’a sormuştum, kadın dünyasını çok iyi bilemediğim için. “Çok köşeye sıkıştığı zaman bir kadın, neyle bir şey ifade eder?” diye sormuştum. “Bardak yıkar” dedi. Kendisi de çok yapıyormuş. “Hırç, hırç, hırç...” Bir şey düşünüyor o anda, sistemi çalıştırıyor. (gülüyor)
Vavien’de çoktandır dolaşımda olmayan kelimeler geçiyor, onları yeniden duymak güzel oldu. “Andavallı” onlardan biri...
Bana da çok diyen oldu. (gülüyor) Aşağılama kelimesidir. Erbaa’da ergen çocuklara denir daha çok. Ben de çok duydum o lafı, bende de andaval bir tip vardı. (gülüyor) Sürekli bisikletle gezerdim, yürümeyi de çok severdim. Şimdi de çok yürüyorum. Evde hep yürürüm. Bir yürüyüş yolum var, hep yürürüm. Hiç oturmam. Burada (kanepeyi gösteriyor) oturduğumu pek bilmem yani. (gülüyor)
“Elimden geleni yapıyorum, baba”: Vavien’de iki yerde geçiyor bu cümle.
Ben kayınpederime söylüyorum, oğlum da bana söylüyor. Zincirleme gidiyor. (gülüyor) Geçmişte üzerime gelindiğinde söylemek istediğim bir şeydi, “elimden geleni yapıyorum, daha ne yapayım”. Çok içimden geçen, çok da üzüldüğüm bir laftır.
Babana söylediğin oldu mu onu?
Babam suratıma bile tükürdü benim. (gülüyor) Üniversite sınav sonuçları gazetede çıkıyor ya, diz çöktü, kanepeye açtı gazeteyi, beraber bakıyoruz, nereyi kazandım diye. İki yıllık bir yer çıktı, istemediği bir yer, döndü, “tu sana” dedi, gitti. (gülüyor) Hiç hoşlanmazdı para istememden. Konservatuarda öğrenciyim, telefon ettim, para isteyeceğim. Santraldeki kadının konuşmasını duyuyorum. “Galip Günaydın?” diyor, “evet” diyor babam, kadın “Engin Günaydın arıyor ödemeli olarak, kabul ediyor musunuz?” diyor. Babam “yok, yok” diyor, “öyle birini tanımıyorum”. (gülüyor) Çat kapatıyor. Ama ertesi gün parayı gönderiyordu.
Babam dindardı, ama dinle ilişkisi garipti. Allahtan çok azrailden korkuyordu. Hastalığının son dönemlerinde, evdeki bütün yastıkları istedi, yatağının etrafına dizdi, barikat yaptı azraile.
Bir söyleşide “ben babamı son iki ayında tanıdım, aramızda aşk gibi bir şey oldu” diyorsun.
Babamın bana bıraktığı en büyük miras duygular oldu. Birisi seni seviyor mu, sevmiyor mu, onu anlamayı verdi. Babam öldüğünde İstanbul’daki sevgilimden ayrıldım mesela, “beni sevmiyor” diye. Son iki-üç ayında çok yakınlaştık. Orada sevmenin ne olduğunu anladım. Bütün kritik hikâyelerini anlattı bana. En son “hep iyi bir insan olmaya çalıştım” demişti. Bütün hikâyeleri öyleydi çünkü, iyi insan olduğu için ağzına sıçılmış. Bunları yazmayı düşünüyorum. Bir sonraki filmimde babamın son üç ayını anlatacağım.
Baban demiryollarında hareket memuruydu, değil mi?
Evet. Sefertası vardı, üçlü, annem yemek yapardı, onu demiryolunda yürüyerek istasyona götürürdüm. Oradan yürüme, yürüme, yürüme... (gülüyor) İnsanı tanımamda babamın çok faydası vardır. Bir dellenir, “onun a.ına korum” filan der, sonra onun karşısına çıktığında da bütün efendiliğiyle... Kaymakama laf ediyordu, gittik karşısına, bayağı rengi mengi gitti, titriyor filan. (gülüyor)
Annen hâlâ “sizin yüzünüzden cayır cayır yanacağım” diyor mu? Ünlüsün, çok seviliyorsun...
Şimdi çok memnun. “Bir yere gittiğim zaman altıma minder koyuyorlar” diyor. Bankada sandalye veriyorlarmış. (gülüyor) Annem çok komiktir. Bir gün bulaşıkları yıkamış, yengem de “anne, niye yıkıyorsun ki bulaşıkları, makine var, makine yıkasın” demiş. Annem buna sinirlenmiş, elindekileri yere atmış: “Ne yani, makina benden daha mı iyi yıkıyor!” (gülüyor)
Binnur Kaya’nın filmdeki bardak yıkama sahnesi çok etkileyici. Bütün hıncını bardaktan alıyor gibiydi...
Onu Binnur’a sormuştum, kadın dünyasını çok iyi bilemediğim için. “Çok köşeye sıkıştığı zaman bir kadın, neyle bir şey ifade eder?” diye sormuştum. “Bardak yıkar” dedi. Kendisi de çok yapıyormuş. “Hırç, hırç, hırç...” Bir şey düşünüyor o anda, sistemi çalıştırıyor. (gülüyor)
Vavien’de çoktandır dolaşımda olmayan kelimeler geçiyor, onları yeniden duymak güzel oldu. “Andavallı” onlardan biri...
Bana da çok diyen oldu. (gülüyor) Aşağılama kelimesidir. Erbaa’da ergen çocuklara denir daha çok. Ben de çok duydum o lafı, bende de andaval bir tip vardı. (gülüyor) Sürekli bisikletle gezerdim, yürümeyi de çok severdim. Şimdi de çok yürüyorum. Evde hep yürürüm. Bir yürüyüş yolum var, hep yürürüm. Hiç oturmam. Burada (kanepeyi gösteriyor) oturduğumu pek bilmem yani. (gülüyor)
“Elimden geleni yapıyorum, baba”: Vavien’de iki yerde geçiyor bu cümle.
Ben kayınpederime söylüyorum, oğlum da bana söylüyor. Zincirleme gidiyor. (gülüyor) Geçmişte üzerime gelindiğinde söylemek istediğim bir şeydi, “elimden geleni yapıyorum, daha ne yapayım”. Çok içimden geçen, çok da üzüldüğüm bir laftır.
Babana söylediğin oldu mu onu?
Babam suratıma bile tükürdü benim. (gülüyor) Üniversite sınav sonuçları gazetede çıkıyor ya, diz çöktü, kanepeye açtı gazeteyi, beraber bakıyoruz, nereyi kazandım diye. İki yıllık bir yer çıktı, istemediği bir yer, döndü, “tu sana” dedi, gitti. (gülüyor) Hiç hoşlanmazdı para istememden. Konservatuarda öğrenciyim, telefon ettim, para isteyeceğim. Santraldeki kadının konuşmasını duyuyorum. “Galip Günaydın?” diyor, “evet” diyor babam, kadın “Engin Günaydın arıyor ödemeli olarak, kabul ediyor musunuz?” diyor. Babam “yok, yok” diyor, “öyle birini tanımıyorum”. (gülüyor) Çat kapatıyor. Ama ertesi gün parayı gönderiyordu.
Babam dindardı, ama dinle ilişkisi garipti. Allahtan çok azrailden korkuyordu. Hastalığının son dönemlerinde, evdeki bütün yastıkları istedi, yatağının etrafına dizdi, barikat yaptı azraile.
Bir söyleşide “ben babamı son iki ayında tanıdım, aramızda aşk gibi bir şey oldu” diyorsun.
Babamın bana bıraktığı en büyük miras duygular oldu. Birisi seni seviyor mu, sevmiyor mu, onu anlamayı verdi. Babam öldüğünde İstanbul’daki sevgilimden ayrıldım mesela, “beni sevmiyor” diye. Son iki-üç ayında çok yakınlaştık. Orada sevmenin ne olduğunu anladım. Bütün kritik hikâyelerini anlattı bana. En son “hep iyi bir insan olmaya çalıştım” demişti. Bütün hikâyeleri öyleydi çünkü, iyi insan olduğu için ağzına sıçılmış. Bunları yazmayı düşünüyorum. Bir sonraki filmimde babamın son üç ayını anlatacağım.
Baban demiryollarında hareket memuruydu, değil mi?
Evet. Sefertası vardı, üçlü, annem yemek yapardı, onu demiryolunda yürüyerek istasyona götürürdüm. Oradan yürüme, yürüme, yürüme... (gülüyor) İnsanı tanımamda babamın çok faydası vardır. Bir dellenir, “onun a.ına korum” filan der, sonra onun karşısına çıktığında da bütün efendiliğiyle... Kaymakama laf ediyordu, gittik karşısına, bayağı rengi mengi gitti, titriyor filan. (gülüyor)
“Bütün kritik hikâyelerini anlattı” dedin. Neler anlattı?
Hayatla ilgili anladıklarını anlattı. Anlamadıklarını da anlattı. “Hata mı yaptım acaba” dediği çok oldu. Anlattığı hikâyelerden biri şuydu: Yolcular biniyor trene, aralarında çiftçiler var. Çiftçilerden ağır bir koku yayılıyor. Bazı yolcular “bunları indirin, çok kokuyorlar” filan diyor. Babam da diyor ki, “yönetmelikte var, herkes biner”. O yolcular istasyon şefini çağırıyor, şef de diyor ki, “Galip, sen bunları indir”. Babam “indiremem” diyor, “yönetmelik var”. Bekçi Murtaza gibi. İstasyon şefi de diyor ki, “sen yönetmeliğe bakma, benim dediğime bak, dediğimi yap”. Babamın aklına şu soru takılıyor: “Keşke dediğini yapsaydım. Bunun sonucunda istasyon şefi olamadım. İstasyon şefi olsaydım, size daha iyi bir hayat sağlardım. Sence hatalı mıyım?” Bu tip sorular çok sordu bana. Baban böyle bir hayat hikâyesiyle geliyor. Bundan sonrasını artık sen devam edeceksin.
Siyasi görüşleri nasıldı?
Babam Menderes’çiydi. Hep güzel bir hatıra gibi anlatırdı Menderes’i. Adnan’dır zaten bir abimin ismi.
Menderes sonrasında siyasi çizgisi ne oldu?
Demirel hastasıydı. Siyasi hayatını Demirel’le bitirdi. (gülüyor) Erbakan’a kızıyordu.
Yaşasaydı AKP’li olur muydu?
Bence olmazdı. Sert insanları sevmezdi, bizim ailede kavgacı insan sevmezler. Güleryüzlü olacak, “bir kurnazlık yapacaksan, paramızı alacaksan da güle güle yap” durumu vardır.
Coen kardeşler sinema konusunda beni heveslendiren insanlar oldu. Başka türlü hikâyelerin de anlatılabileceğini gösterdiler. Çok yakın buldum, karakterlerini, hikâyelerini... Türkiye’ye çok uygun görüyorum kara komediyi.
Özal’cılık da uyarmış.
Özal’ı da seviyordu. “Sert sert yapma yani, güle oynaya yap” olayı. (gülüyor) Komik adamdı babam. Hastalandığında bayram ziyaretine geliyordu mahallenin kadınları. Bir kadın geldi, “geçmiş olsun Galip amca”, “sağol” filan. “Bayramın mübarek olsun.” “Bayramını da sikiyim, seni de sikiyim.” (gülüyor) “Hiçbir yerim tutmuyor ki, ne bayramı!” Bir gece tavana bakıyor, “eşşedüenlâilaheillahlah, eşşedüenlâmuhammedi...” deyip duruyor. Giderek sesini yükseltiyor, “eşşedüenlâ...” Gecenin üçü, millet uyuyor. Yüksek yüksek söylüyor, “eşşedüenlailâheillah ve eşşedünenlâ...” Bayağı sürdürdü bunu, “eşşedüenlâ, enlâ, enlâ, enlâ”... Birden durdu. “Bu ne lan!” dedi, “bu ne!” (gülüyor) Yabancılaştı yani, “enlâ, enlâ, enlâ...” Dindardı, ama dinle ilişkisi garipti. Allah’tan çok Azrail’den korkuyordu. Hastalığının son dönemlerinde, evdeki bütün yastıkları istedi, yatağının etrafına dizdi, barikat yaptı Azrail’e. (gülüyor) Bir gün Renault Station’la doktora götüreceğiz, ambülans filan yok, para yok zaten. Babamı battaniyeye koyduk, herkes tutuyor, yengemler filan. Station’ın arkasına yerleştirdik. Komşular geldi o arada. Bir yakınları ölmüş, abim de onlarla konuşuyor, “başınız sağolsun”, “dostlar sağolsun” filan. Ben babamın yanındayım. Baktı, baktı, “öldük mü lan yoksa?” dedi. O konuşmaları duyunca, öldü de haberi yok zannetti. (gülüyor) Ölümü hep bekliyordu, “ne zaman öleceğiz, nasıl olacak bu iş?” filan diyordu. Bir gün “iki gibi ölürüm” diye tutturdu, saate bakıyordu, “iki oldu mu, iki, iki?” diyordu. “İkiyi geçtikse yırttık” diye düşünüyordu herhalde. (gülüyor) Bir seferinde “baban gidiyor, gel” diye telefon etti bizimkiler. Kalktım gittim, hastanenin koridorunda yürüyorum, babamın yattığı odadan sesler geliyor; ağlamalar, vedalaşmalar, bir cenaze ortamı var. İçeriye girdim, babam beni görünce “hah” dedi, “işte küçük oğlum da geldi, artık elveda, herkese elveda!” (gülüyor) Sonra böyle bekliyor. “Baba” dedim, “oğlun gelecek ve öleceksin diye kim dedi sana?” “Yok oğlum” dedi, “vadem doldu benim, elveda, sana da elveda!” “Ya kim söyledi, doktor mu dedi, ‘yarım saat sonra öleceksin’ diye?” Başucunda bir ilaç şişesi vardı, anneme fırlattı, “aha” dedi “bu söyledi”. Annem de “kız ben öyle bir şey demedim” filan, ortalık karıştı. Sonra taburcu ettiler. Boşuna bir vedalaşma sahnesi oldu yani. (gülüyor)
Annen demiş mi öyle?
Öyle hissettirdi demek ki. “Gidiyor bizimki artık” gibi bir his yaydı herhalde.
Coen kardeşleri seviyorsun...
Coen kardeşler sinema konusunda beni heveslendiren insanlar oldu. Başka türlü hikâyelerin de anlatılabileceğini gösterdiler. Dramatik sertlikleri vardır ya Amerikan sinemasının, başka yolların da olabileceğini gördüm onlarda. Çok yakın buldum, karakterlerini, hikâyelerini... Türkiye’ye çok uygun görüyorum kara komediyi. Coen kardeşlerin üslûbu bütün ülkelere uyuyor aslında.
Hep Fargo benzetmesi yapıldı Vavien için.
Fargo’yu çok seviyorum, çok beğendiğim bir film. Çok da komik buluyorum. Evrensel komedinin yeni damarı olabilir kara komedi. Belki saçma bir şey söylüyor olabilirim, ama komedide –şirazesinden çıkmış mı derler– ipin ucu kaçmış durumda. Doğru yeri buralar olabilir diye düşünüyorum. Komediyi çok seviyorum, ama üslûbu olan komediyi daha çok seviyorum. Komedi dünyanın en güzel şeyi. İnsanları kendilerine getiren bir sonucu var komedinin. İnsanlara bir faydası var. Ondan dolayı önemli ve gerekli buluyorum komediyi. Ama Türkiye’de oturmuş bir tür değil. Jönünden fazla komedyeni var bu ülkenin, doğru bir damara otursa dünyada önemli bir yere gelir.
Vavien’de evin duvarındaki şelale resminin vurgulanması Barton Fink’i getiriyor akla. O şelale resmi özellikle yapılan bir gönderme mi?
Senaryoda yoktu, sanat yönetmenimizin bulduğu bir aksesuar, sonra Taylan’lar (Durul ve Yağmur Taylan) filmin bir parçası haline getirdiler onu. Senaryonun ruhuna çok uydu, çok başarılı bir seçimdi. Işıklı çakmak da yoktu, onu da sanat yönetmenimiz buldu. Sanat yönetmeninin bir filme ne kadar katkıda bulunduğunu Vavien’de daha iyi anladım.
Başka kimler etkiledi seni? İz bırakan yönetmenler, filmler neler?
Beni çok ters köşe yapan filmler oldu. Before The Rain (Yağmurdan Önce) mesela. Tekrar sinemaya heveslenmeme neden olan bir filmdir. Kieslowski’nin atmosferleri de ilgimi çekiyor. Onda da ağır bir kafa var. Mavi’nin müziğini hâlâ dinlerim. Woody Allen komedyen olarak ilgimi çeker. Bizde Anayurt Oteli, Aaahh Belinda, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni başka türlü iz bırakan filmler oldu.
Dostoyevski’yle aran nasıl?
Dostoyevski ilk okuduğum romancı. Ruhunu, atmosferini çok iyi anladığım bir yazar. Roman olarak aklımda Dostoyevski kaldı. Onu okurken film izliyor gibisin, bayağı görüyorsun. Çok roman okuyan biri değilim. Konservatuara girdiğimde Dostoyevski’yi okumuştum. Ondan sonra da hiç roman okumadım.
Dostoyevski’nin nesini okudun?
Suç ve Ceza’yı okudum. (düşünüyor) Suç ve Ceza’yı okudum. (kahkaha atıyor)
Vavien’de bir Dostoyevski boyutu var.
Büyük ihtimalle iz bırakmıştır. Dostoyevski sinema için olması gereken bir yer. Ders gibi bir tarafı var. Gerçekçiliği inanılmaz. O tarafı bende hiç zedelenmedi. Oyunculuğa bakarken de, sinemaya bakarken de Dostoyevski gibi hayal ettim. “Bunun üzerine komedi nasıl olur”u çok merak ediyordum. Vavien’de bence oldu. Gerçek hayatın içindeki komedi çok daha zevkli ve çok da kalıcı. Yara almayan bir konudur Dostoyevski bende. Hayatım boyunca da devam edecek herhalde.
Dostoyevski ilk okuduğum romancı. Ruhunu, atmosferini çok iyi anladığım bir yazar. Konservatuara girdiğimde Dostoyevski’yi okumuştum. Ondan sonra da hiç roman okumadım. Oyunculuğa bakarken de, sinemaya bakarken de Dostoyevski gibi hayal ettim. “Bunun üzerine komedi nasıl olur”u çok merak ediyordum.
Ama Vavien çok çabuk çıkıyor Dostoyevski boyutundan.
Biraz korktum aslında, “film çok ağıra mı gidiyor” diye. Yapımcıdan laf mı gelir –tanımıyorum da yapımcıyı. “Ağır bir film mi çıkıyor?” diye endişelendim. Türkiye’de öyle bir durum var ya, “ağır bu, olmaz”. Hiçbir şeyini tartışmıyorlar, at çöpe gitsin. Bir senaryo yazmıştım, Sırlar ve Kararlar, beş karakterin ne sırrı var, neye karar veriyorlar, konusu buydu. Çok ağır dediler, o da duruyor. Daha rahat olsaydım, biraz daha girerdim Dostoyevski boyutuna. Giriyormuş gibi yapıp, “yo, yo, öyle bir şey yok, öyle bir şey yok, hayat güzel, hayat güzel” filan diyerek filmi bitirdik. Tatlıya bağladık. (gülüyor)
Final farklıydı aslında, Binnur (Sevilay) kocasını öldürecekti... Baktım her şey düzeldi, şimdi ortalığı karıştırmayayım dedim. (gülüyor) Film o trajediyi anlattı aslında. Yine iyi kurtardık filmi. Piyasa inanılmaz, neredeyse hiçbir şey yapmana izin vermiyorlar. Hep fikir şu: “Ortada tutan bir şey var, bunu niye yapmıyorsun, al paranı otur evladım.” Konuşmalar bunlar. Sen diyorsun ki, “iyi de ben hayatım boyunca bu işi yapacağım; para, para, para, kazan, kazan, kazan, nereye gidecek ki bu? Ben bir yere gitmeyeceğim ki.” Gazanfer bey (Özcan) sahnede öldü. Paraya endeksli takılıyor herkes. Bu “para, para, para”, sinemanın ruhunu çok zedeliyor.
Sevilay kocasını nasıl öldürecekti?
Vavien tertibatıyla öldürüyordu. İlk fikrim oydu. Abim elektrikçi ya, onun vasıtasıyla elektrikçilere haber saldım: “Birisini vavien tertibatıyla öldürmek istesen nasıl bir yöntem uygularsın?” Değişik fikirleri vardı, ama bana mantıklı gelmedi. Abimin fikri şuydu: Bir lamba bozulacaktı, Celâl’in karısı “banyodaki şu lambayı bir türlü yapmadın” durumu yapacaktı. Kadın sonra banyoya buz koyacaktı, o buz eriyecekti, Celâl karanlıkta oraya girdiği için görmeyecekti suyu. Kadın vavienle elektriği açacaktı –vavieni o da öğrenmişti. Su ve elektrik birbiriyle temas edince, kalp krizi yaratacaktı, Celâl ölecekti. O su da kuruyacağı için kimse şüphelenmeyecekti. (kahkaha atıyor) Hiçbir polis de “bu sistem başka bir yerden çalışıyor mu” diye sormaz, vavien tertibatını bilmez çünkü. (gülüyor)
Büyük planmış, kusursuz cinayet...
Evet, ama film çok gerçekçi gidiyordu, o cinayet çok “film gibi” duracaktı. Normalde filmdeki gibi olurdu zaten. (gülüyor) Kocasından, ailesinden kopmak istemezdi. Bu finali daha gerçekçi bulduk.
Erbaa çok güzel bir yermiş...
Havası çok güzeldir. Bir profesör söylemişti, dünyanın sayılı oksijen dengesi olan yerlerden birisiymiş. Işığı da çok güzeldir. Tazedir, süt gibidir güneşi. Işık güzel olunca zaten her şey çok güzel görünüyor.
Erbaa Arapçada dört anlamına geliyor; Erbaa dört yerleşim biriminden oluştuğu için Nevahi-i Erbaa, dört nahiye denirmiş.
Eski ismi Erek, amaç anlamında. Hâlâ dolanır eski ismi, otobüs firmaları filan kullanır.
“Tokat bir bağ içinde, gülü var bardağ içinde” diye de bir türkü var.
Onu bilmiyorum... Bağ durumu bizde çok vardır, bizim de bağımız vardı köyde. Bağcılık çok yaygın. Üzümü çok çeşitli. Çok iyi şaraplar çıkar oradan. Tarımı çok bereketlidir. Domatesi, biberi, her şeyi toprağından çıkıyor. Onun için de kendilerine anormal bir güven var. Nasılsa yemek buradan çıkıyor gibi. Ondan dolayı endişeli insanlar değillerdir. Keyifçidirler. Erbaa’da Türkiye’nin bilmediği 700 kelime var. (gülüyor) Bir öğretmen üşenmemiş, listesini çıkarmış. “Sorutmak” mesela, ayakta durmak demek. “Ne sorutuyorsun?” derler. “Sorutma”da “andavallı duruş” da vardır, gizli bir aptallık yani.
Konuşurken bir bakıyorum, sanki gay’mişim de gay’liğimi saklamak için çırpınan bir adam psikolojisi oluyor. Onun için o konuyla ilgili çok fazla konuşmak istemiyorum. Çünkü herkesin şüphesi artıyor: “Niye bu adam bu kadar çaba gösteriyor?”
Piknik sahnelerinin çekildiği yer neresi?
Orası Düden, bir dağ gölü. Oraya ailecek piknik yapmaya giderdik. Abimin yengeme yaptığı “seni şuradan bir atsak da kurtulsak” esprisi çok dönerdi. İnsanı büyüleyecek kadar güzel bir yer. Bir balkon düşünün, balkonun önünden bulutlar geçiyor. Garip bir hissi var. Settar abiyle filme başlamadan önce dört gün dağda kaldık, bize de çok iyi geldi. Filmin atmosferine daha çabuk girdik.
Settar Tanrıöğen’in Neşet Ertaş “karaoke”si nereden çıktı?
(gülüyor) Nereden çıktı, hiç hatırlamıyorum. Settar abi Neşet’i çok seviyor diye yazmış olabilirim. Ama çok komik. İnsan zihnini nasıl rahatlatır? Müzikte doğaçlama yaparak rahatlamak vardır ya, Neşet Ertaş’ın o doğaçlamasıyla kendini onun yoluna bırakıp onun başarısından nemalanması, zihnini öyle rahatlatması, yalnız bir adamın eğlencesi... Evet, karaokeye de benziyor. (gülüyor) Settar abi bir ay filan çalıştı onu yapabilmek için.
Mükemmel çalıyor...
Çok sever çalmayı, elinde bağlama bekler. Muhabbet ediliyor mesela, bir boşluk olsa da araya girse diye bekliyor. O kadar çok çalıyor ki, biz de o boşluğu vermemeye çalışıyoruz, konuşmayı boşluksuz devam ettiriyoruz Settar abi girmesin diye. (gülüyor)
Ne tür şeyler çalar?
Türküler, en çok sevdiği Neşet, bayılıyor ona. Bazen kızılderililere benzetirim Settar abiyi. Ateş yakıp başında oturmayı çok sever.
Mangal yapmayı da sever gibi.
Oo, çok seviyor. Sette yemek yapar, onunla gurur duyar. “Yüz kişiyi doyurabilirim” filan der. Arabasının bagajında kıyma makinası var. Buzluk gibi dolapları var, onun için kırk-elli kişilik seti doyurabilecek malzemesi var. Tezgâhının arkasına kimseyi sokmaz, girene laf eder. Çünkü konsantresi bozuluyor. (gülüyor) Bir dönem gelen teklifler iyi değilmiş, hoşuna gitmeyen işler yapmamak için köfte satmış, bayağı seyyar köftecilik yapmış. Onun için zabıtalardan hâlâ hoşlanmaz, çok çektirmişler herhalde.
“Fallow Me Disko” adını nereden buldun?
Orijinali o, ismi öyle.
Hakikaten öyle mekânlar var mı?
Var. Gösteriye gittiğimde gezdirmişlerdi pavyonları. Şaşırmıştım. Elektronik müzik çalıyor, esnaflar filan elektronik müzikle dans ediyor. (gülüyor) Genelde kadınlar dans ediyor tabii, erkekler bakıyor. Sonra kadınlar erkeklerin masalarına oturuyor, beraber içki içiyorlar. Pavyonların ekipleri çok kalabalık, birisi dengesiz bir hareket yaptığı zaman, yüksek sesle gülmeye başlarsa hemen uyarılıyor. “Hişt” filan yapıyorlar, o da hemen duruyor. Gizli bir baskı da var, cıvıtmak yok. (gülüyor) Pavyon çok seviliyor. Tek eğlence yerleri. Samsun’un pavyon kültürünü iyi bilen bir tanıdığımız “eskiden daha güzeldi” diye anlatıyor. Bir gazino havası varmış, orkestra çıkıyor, solist çıkıyor, şarkı söylüyor. Sonra Ruslar Muslar gelince bu modele dönmüş. Kadınlar genelde yabancı, ama çatpat Türkçe konuşuyorlar.
Konservatuara girdiğimde tavernacıları, Arif Susam’ı filan dinliyordum. Dinlerken üzülüyordum da, onlar böyle hıçkırarak söylerdi ya, herhalde ağlıyor filan diye düşünüp üzülüyordum. Sonra durumun gerçeğini öğrenince tabii bıraktık.
Pek bir sohbet olmuyor o zaman.
Yanında güzel bir kadın oturuyor. Olay o. (gülüyor) Geçici de olsa güzel bir gece yani. Bizim gece hayatı da öyle değil mi? Senaryoyu anlatırken “biz Mojo’ya, Hayal Kahvesi’ne gitmiyor muyuz, adamlar da Samsun’a pavyona gidiyorlar” diyordum. Aslında özünde o. (gülüyor)
Gay olup olmadığın sorulduğunda “bu konuda konuşmak istemiyorum” diyorsun. Niye konuşmak istemiyorsun?
Konuşurken bir bakıyorum, sanki gay’mişim de gay’liğimi saklamak için çırpınan bir adam psikolojisi oluyor. Onun için o konuyla ilgili çok fazla konuşmak istemiyorum. Çünkü herkesin şüphesi artıyor: “Niye bu adam bu kadar çaba gösteriyor?..” (gülüyor) Ablam aradı, “senin için böyle şeyler söylüyorlar” filan. “Ya abla saçmalama” dedim. “Allah belalarını versin” dedi, o da bir rahatladı içinden. (gülüyor)
Ablan da şüphelenmiş mi?
Şüphelenmiş tabii. Yengem “o konuda bir operasyon yaptık” dedi. “Operasyon” şu: Abim basına “kızlar gelip gidiyor, isimlerini bilmiyorum” demiş. Öyle söylüyor ki, “çok kızla yatıyor” imajı olsun. Kurtardı beni yani. (gülüyor) Abim zaten beni başka bir dünyada yaşıyormuşum gibi anlatıyor. Sorana “Fransa’da” diyor, aklına ne eserse artık. “Paris’te yaşıyor şimdi, gelmeyi de düşünmüyor.” (gülüyor) Nasıl istiyorsa öyle konumlandırıyor beni. Bir ara “Aydan Şener’le birlikte” diyordu herkese. Hoşlanıyordu herhalde Aydan Şener’den. (gülüyor) Bütün hayallerini benimle yaşıyor.
Huzurevi filmin hikâyesine nasıl girdi? Geniş aile ortamının olduğu bir kasabada huzurevinin açılması bir toplumsal değişimin olduğuna mı delalet?
Bunlar artık konuşulmaya başlandı. Kreş açıldı, anaokulu açıldı. Böyle talepler gelmeye başladı. Aileler yalnızlaştı. Tokat çok göç veriyor. İnsanlar gidiyor, dönmüyor. Anne-babalar yalnız kalıyor. Huzurevi yeni bir konu oralarda. Onun olmasını istedim, çünkü öyle bir gerçeklik var. Hikâye olarak da bir inşaata ihtiyacım vardı. İnşaat huzurevi inşaatı olursa o konu da söylenmiş olur diye düşündüm. Samsun’da huzurevi var, Erbaa’da da belediyenin bir huzurevi var. Çıkardığımız bir sahnede, Erbaalı yaşlı bir teyze oğluna saydırıyordu: “Allah belasını versin, bırakıp gitti orospu çocuğu...” Rol gereği benzer bir şeyler söyleyecekti, ama kendisini öyle bir kaptırdı ki. Öyle bir gerçekliği varmış çünkü. Ondan dolayı filme konulmasını istemedi bizimkiler.
Çeşitli söyleşilerde “yer sofrasında yemek yiyen 18 kişilik bir aileden geliyorum” diyorsun.
Bizim evde uzun süre yerde yendi. Hâlâ duruyor yer sofrası. Tek başına olduğunda büyük ihtimalle yer sofrasında yiyor annem. Alışkanlığı o. Benim bütün çocukluğum öyle geçti. Bir tek yengemler masada yiyordu.
18 kişi aynı evde mi yaşıyordunuz?
Üç abim, karıları, çocuklar –ikişer üçer çocukları vardı. Her yerde birileri vardı. Onun için korku hiç bilmedim çocukken. Kalabalıklığı kendi hayatımda da devam ettirdim ailemden ayrıldıktan sonra. Konservatuarda da öyleydi. Hâlâ kalabalık yaşarım. Kalabalık olmak, sürü psikolojisi mi artık, kendimi iyi hissettiren bir konu. (gülüyor) Ev iki katlıydı, bir ton oda vardı. Beş kardeşiz, üç abim, bir ablam var. Büyük bir ailenin en küçüğü olmak çok avantajlı. Çocukların da büyüğüydüm. Bir komutan durumum da vardı, onlara taframı yapıyordum, rolüm iyiydi yani. (gülüyor)
Iskaladım dediğin bir şey var mı Vavien’de?
Yok. Kafamdaki atmosfer buydu. Filmin hiçbir yerine karışmadım. Bir aylık bir masabaşı çalışmamız oldu. Orada zaten işlemeyen yerler çıktı. Sonrasında yönetmenler çekti, o atmosferi çıkardılar. Bir ara çıkmıyordu, çok kâbuslu zamanlardı. “Çıkmıyor” dediler bana.
Ne zaman dediler bunu?
Montajda.
Yazılı metinle perdedeki öykü arasında bir mesafe var mı sence?
Bence bire birdi. Çok başarılıydı. Ben içip izliyorum, hoşuma gidiyor. Bir sınavı vardı filmin, o sınavı verdi. İzleyen kişiyle bağını kuruyor, en önemli konu buydu.
“İkinci hareket” diye bir lafın var. Şöyle diyorsun: “Daha becerikli ol, şunları da yap derler. Hem erkeksin ya, o yükü verirler. Ben de o yükü aldım. Uğraştım, debelendim, fakat 30 yaşına kadar yapamadım. Aile, gelenekler, sistem sana bir şeyler öğretiyor. Onu yapıyorsun, fakat ikinci hareketi yapamıyorsun.”
(gülüyor) Konservatuarda düzgün konuşma baskısı vardı. “Hha-yır; o ‘h’yi duyacağız, hha-yır” denirdi. Bunları yapacağım diye hocayla konuşurken “Hha-yır”, “Ee-vet” diyorum, bunlar birinci hareket, ama ikincisi yok. (gülüyor) Ne dediğimden de haberim yok, aslında saçmalıyorum, sadece bir şeyi düzgün tutmaya çalışıyorum. Ona benziyor; “bir şeyi uygula ama, devamını beklemiyorum senden” gibi bir sistem. (gülüyor) Celâl de (Vavien’in baş kahramanı) mesela, ilk hareketi yapıyor, ama ikincisi yok.
Bizim evde uzun süre yerde yendi. Hâlâ duruyor yer sofrası. Tek başına olduğunda büyük ihtimalle yer sofrasında yiyor annem. Alışkanlığı o. Benim bütün çocukluğum öyle geçti. Bir tek yengemler masada yiyordu.
18 kişi aynı evde mi yaşıyordunuz?
Üç abim, karıları, çocuklar –ikişer üçer çocukları vardı. Her yerde birileri vardı. Onun için korku hiç bilmedim çocukken. Kalabalıklığı kendi hayatımda da devam ettirdim ailemden ayrıldıktan sonra. Konservatuarda da öyleydi. Hâlâ kalabalık yaşarım. Kalabalık olmak, sürü psikolojisi mi artık, kendimi iyi hissettiren bir konu. (gülüyor) Ev iki katlıydı, bir ton oda vardı. Beş kardeşiz, üç abim, bir ablam var. Büyük bir ailenin en küçüğü olmak çok avantajlı. Çocukların da büyüğüydüm. Bir komutan durumum da vardı, onlara taframı yapıyordum, rolüm iyiydi yani. (gülüyor)
Iskaladım dediğin bir şey var mı Vavien’de?
Yok. Kafamdaki atmosfer buydu. Filmin hiçbir yerine karışmadım. Bir aylık bir masabaşı çalışmamız oldu. Orada zaten işlemeyen yerler çıktı. Sonrasında yönetmenler çekti, o atmosferi çıkardılar. Bir ara çıkmıyordu, çok kâbuslu zamanlardı. “Çıkmıyor” dediler bana.
Ne zaman dediler bunu?
Montajda.
Yazılı metinle perdedeki öykü arasında bir mesafe var mı sence?
Bence bire birdi. Çok başarılıydı. Ben içip izliyorum, hoşuma gidiyor. Bir sınavı vardı filmin, o sınavı verdi. İzleyen kişiyle bağını kuruyor, en önemli konu buydu.
“İkinci hareket” diye bir lafın var. Şöyle diyorsun: “Daha becerikli ol, şunları da yap derler. Hem erkeksin ya, o yükü verirler. Ben de o yükü aldım. Uğraştım, debelendim, fakat 30 yaşına kadar yapamadım. Aile, gelenekler, sistem sana bir şeyler öğretiyor. Onu yapıyorsun, fakat ikinci hareketi yapamıyorsun.”
(gülüyor) Konservatuarda düzgün konuşma baskısı vardı. “Hha-yır; o ‘h’yi duyacağız, hha-yır” denirdi. Bunları yapacağım diye hocayla konuşurken “Hha-yır”, “Ee-vet” diyorum, bunlar birinci hareket, ama ikincisi yok. (gülüyor) Ne dediğimden de haberim yok, aslında saçmalıyorum, sadece bir şeyi düzgün tutmaya çalışıyorum. Ona benziyor; “bir şeyi uygula ama, devamını beklemiyorum senden” gibi bir sistem. (gülüyor) Celâl de (Vavien’in baş kahramanı) mesela, ilk hareketi yapıyor, ama ikincisi yok.
.
Ondan sonrasını bilmiyor.Bir Demet Tiyatro'da Zabıta İrfan rolünde
Fakat birinci hareket müthiş, o cinayet planı...
Bence çok saçma fikirdi, otomatik kapıyla uçuruma atmak. (gülüyor) Çok komiğime de gidiyordu. Celâl yakalanmak istemiyor, öyle bir plan yapmalı ki, kimse şüphelenmemeli. İlk bulduğum sahnedir o otomatik kapı. Filmle ilgili olarak heyecanlanmam otomatik kapıyla başladı. Sonra “vavien”le çok güçlendi, “acaba ben bunu zihinle bağlar mıyım” filan diye.
Esin neydi?
Nasıl bulduğumu bilmiyorum. Birinci hareket çok güzel de, sonrasında ne var, neyi planladın, kafanda ne var? İnsanlar soracak edecek, onlara cevabı yoktu. Mümkün olduğu kadar az konuşup kendisini belli etmemeye çalışması lâzım. Konuşunca çuvallar çünkü. Ondan dolayı ikinci hareketi kapalıydı aslında. Ondan biraz mal gibi dolaştı ortada.
İlker Aksum’un canlandırdığı Sabri uyanıyor olaya. Elektronikçi...
(gülüyor) Elektronikçi. Durumu daha iyi Celâl’den. Uyuz da oluyor ona. Biraz tekniği bilen biri olduğu için kıllanan o oluyor. “Otomatik kapı ha? Nasıl açılıyor, hem de uçurumun kenarında, ha?” (gülüyor) Ona polis diyordum. Filmin polisi yok, didiklemiyor kimse. Bir adam cinayet işliyor ve kimse sormuyor. Aslında bir polis rolüydü İlker’in rolü.
Jovi’den, Bon Jovi’den ve Pink Floyd’dan bahsedelim biraz. Yani radyo macerandan...
Onu yazacağım, çünkü neredeyse ülkeyi anlatan bir hikâyeydi bizim radyoculuk maceramız. Şu an Türkiye televizyonlarının durumunu özetleyen bir hikâye. Radyo dediğin Bon Jovi’ler, Pink Floyd’lar filan çalar diye biz de öyle şeyler çalıyorduk. Sonrasında istekler gelmeye başlayınca, radyo birden Ferdi Tayfur’lar, Âşık Nuri Yücel’ler, Mihrican Bahar’lara döndü. Çok uzun ve detaylı bir hikâye aslında.
Bon Jovi’yi sever miydin ya da Pink Floyd’u?
Bon Jovi’yi çok severdim. Konservatuara girdiğimde tavernacıları, Arif Susam’ı filan dinliyordum. Dinlerken üzülüyordum da, onlar böyle hıçkırarak söylerdi ya, herhalde ağlıyor filan diye düşünüp üzülüyordum. Sonra durumun gerçeğini öğrenince tabii bıraktık. (gülüyor) Konservatuarda yurtta kalıyordum, oda arkadaşım kemancıydı, o çok müzik dinletti bana. Müzikle ilgili değişimim orada başladı. Canlı müzik dinlemeye, okul orkestrasının provalarına gitmeye başladım. Müzisyenleri çok sevdim, hâlâ da en sevdiğim tayfa müzisyen tayfasıdır. Timuçin Esen’le ev arkadaşıydım, onun Indie diye bir grubu vardı. Bon Jovi şarkıları çalarlardı, en eğlenceli şarkılar Bon Jovi şarkılarıydı. Radyoyu kurunca Bon Jovi çalalım dedim. Pink Floyd’u da üzüntülü müzik olarak. (gülüyor)
Bir baktım, kendin olmayı hiç kimse tavsiye etmiyor. Çünkü bu zararlı bir konu gibi. “Sakın ha kendin olma!” “Başımıza iş açarsın!” Herkes bir laf ediyor, üst komşundan tut Silahlı Kuvvetler’e kadar. Kendin olmayı çok uzun bir süre zararlı bir şey olarak düşündüm. Karakter baktığım bile oldu kendime.
Pink Floyd üzüntülü mü geliyor sana?
Moralin bozuluyor ya dinlerken. (gülüyor) Benim moralim bozuluyor. Radiohead filan, aman diyorum. Uzaktan duysam bile moralim bozuluyor. Ne bileyim, sanki bir dertleri var gibi. Yabancı dil de bilmiyorum; sanki biri debeleniyor gibi, “yardım edin” gibi, “elimden bir şey gelmiyor” gibi. (gülüyor)
Ne seviyorsun, ne dinliyorsun?
Cesaria Evora dinliyorum, bayağı meditasyon gibi dinlediğim biridir. Küba şarkılarını severim, Brezilya müziklerini severim. Tatil havası veren müzikleri daha çok seviyorum. (gülüyor) Üzmesin, sıkmasın, moralimizi bozmasın şimdi durduk yerde. (gülüyor)
“Kendin olamamak Türkiye sisteminin temelidir” diyorsun.
(gülüyor) Bu kendimden yola çıkarak söylediğim bir şey. Bir baktım, kendin olmayı hiç kimse tavsiye etmiyor. (gülüyor) Çünkü bu zararlı bir konu gibi. “Sakın ha kendin olma!” “Başımıza iş açarsın!” (gülüyor) Herkes bir laf ediyor, üst komşundan tut Silahlı Kuvvetler’e kadar. Kendin olmayı çok uzun bir süre zararlı bir şey olarak düşündüm. Karakter baktığım bile oldu kendime. Şu karakter mi olayım filan diye. Sonra dedim “o da olmaz”. (gülüyor)
Herkeste bir başkası olma sevdası var, ondan dolayı kimseden doğru bilgi alamıyorsun. İdare ediyorlar seni, sorularına idare cevaplar veriyorlar. Net bilgi alamazsın. “Git bak işte...” Çok sert bir şey ama, şizofren buluyorum bu ülkeyi. Herkes bir başka karaktere öykündüğü için..
Beğendiğin bir karakter olmadı mı?
Sıkıcı geldi. Bir karakter olmak sıkıcı bir konu gibi. Karaktersizlik en iyisi dedim. Latife Tekin de sordu, “nasıl bir karaktersin sen?” filan gibi, ben de “benim karakterim sanki yok gibi Latife hanım” dedim. “Zaten en iyisi bu” dedi o da. (gülüyor) Herkeste bir başkası olma sevdası var, ondan dolayı kimseden doğru bilgi alamıyorsun. İdare ediyorlar seni, sorularına idare cevaplar veriyorlar. Net bilgi alamazsın. “Git bak işte...” Çok sert bir şey ama, şizofren buluyorum bu ülkeyi. Herkes bir başka karaktere öykündüğü için...
“Lanet bir duygu” dediğin korkudan konuşalım mı biraz?
Korkuyu çok iyi biliyorum. Belki ileride yazarım. Benim günüm korkuyla başlıyor. Kahvaltım odur yani. (gülüyor) Korkuyu yenmekle günü bitiriyorum. Korku çocukluğumda bildiğim bir duygu değildi. Sonradan keşfettiğim bir duygu. Beni bu kadar korkutacağını bilmiyordum açıkçası. (gülüyor) Halledebilirim diye düşünüyordum, ama sürekli yer değiştiriyor, yeni konular üretiyor, birini yendin, hadiii daha büyüğü var. Bunlarla mücadeleyle geçiyor benim zihnim. Gün korkuyla başlıyor, korkuyu yenmekle bitiyor.
Fakat birinci hareket müthiş, o cinayet planı...
Bence çok saçma fikirdi, otomatik kapıyla uçuruma atmak. (gülüyor) Çok komiğime de gidiyordu. Celâl yakalanmak istemiyor, öyle bir plan yapmalı ki, kimse şüphelenmemeli. İlk bulduğum sahnedir o otomatik kapı. Filmle ilgili olarak heyecanlanmam otomatik kapıyla başladı. Sonra “vavien”le çok güçlendi, “acaba ben bunu zihinle bağlar mıyım” filan diye.
Esin neydi?
Nasıl bulduğumu bilmiyorum. Birinci hareket çok güzel de, sonrasında ne var, neyi planladın, kafanda ne var? İnsanlar soracak edecek, onlara cevabı yoktu. Mümkün olduğu kadar az konuşup kendisini belli etmemeye çalışması lâzım. Konuşunca çuvallar çünkü. Ondan dolayı ikinci hareketi kapalıydı aslında. Ondan biraz mal gibi dolaştı ortada.
İlker Aksum’un canlandırdığı Sabri uyanıyor olaya. Elektronikçi...
(gülüyor) Elektronikçi. Durumu daha iyi Celâl’den. Uyuz da oluyor ona. Biraz tekniği bilen biri olduğu için kıllanan o oluyor. “Otomatik kapı ha? Nasıl açılıyor, hem de uçurumun kenarında, ha?” (gülüyor) Ona polis diyordum. Filmin polisi yok, didiklemiyor kimse. Bir adam cinayet işliyor ve kimse sormuyor. Aslında bir polis rolüydü İlker’in rolü.
Jovi’den, Bon Jovi’den ve Pink Floyd’dan bahsedelim biraz. Yani radyo macerandan...
Onu yazacağım, çünkü neredeyse ülkeyi anlatan bir hikâyeydi bizim radyoculuk maceramız. Şu an Türkiye televizyonlarının durumunu özetleyen bir hikâye. Radyo dediğin Bon Jovi’ler, Pink Floyd’lar filan çalar diye biz de öyle şeyler çalıyorduk. Sonrasında istekler gelmeye başlayınca, radyo birden Ferdi Tayfur’lar, Âşık Nuri Yücel’ler, Mihrican Bahar’lara döndü. Çok uzun ve detaylı bir hikâye aslında.
Bon Jovi’yi sever miydin ya da Pink Floyd’u?
Bon Jovi’yi çok severdim. Konservatuara girdiğimde tavernacıları, Arif Susam’ı filan dinliyordum. Dinlerken üzülüyordum da, onlar böyle hıçkırarak söylerdi ya, herhalde ağlıyor filan diye düşünüp üzülüyordum. Sonra durumun gerçeğini öğrenince tabii bıraktık. (gülüyor) Konservatuarda yurtta kalıyordum, oda arkadaşım kemancıydı, o çok müzik dinletti bana. Müzikle ilgili değişimim orada başladı. Canlı müzik dinlemeye, okul orkestrasının provalarına gitmeye başladım. Müzisyenleri çok sevdim, hâlâ da en sevdiğim tayfa müzisyen tayfasıdır. Timuçin Esen’le ev arkadaşıydım, onun Indie diye bir grubu vardı. Bon Jovi şarkıları çalarlardı, en eğlenceli şarkılar Bon Jovi şarkılarıydı. Radyoyu kurunca Bon Jovi çalalım dedim. Pink Floyd’u da üzüntülü müzik olarak. (gülüyor)
Bir baktım, kendin olmayı hiç kimse tavsiye etmiyor. Çünkü bu zararlı bir konu gibi. “Sakın ha kendin olma!” “Başımıza iş açarsın!” Herkes bir laf ediyor, üst komşundan tut Silahlı Kuvvetler’e kadar. Kendin olmayı çok uzun bir süre zararlı bir şey olarak düşündüm. Karakter baktığım bile oldu kendime.
Pink Floyd üzüntülü mü geliyor sana?
Moralin bozuluyor ya dinlerken. (gülüyor) Benim moralim bozuluyor. Radiohead filan, aman diyorum. Uzaktan duysam bile moralim bozuluyor. Ne bileyim, sanki bir dertleri var gibi. Yabancı dil de bilmiyorum; sanki biri debeleniyor gibi, “yardım edin” gibi, “elimden bir şey gelmiyor” gibi. (gülüyor)
Ne seviyorsun, ne dinliyorsun?
Cesaria Evora dinliyorum, bayağı meditasyon gibi dinlediğim biridir. Küba şarkılarını severim, Brezilya müziklerini severim. Tatil havası veren müzikleri daha çok seviyorum. (gülüyor) Üzmesin, sıkmasın, moralimizi bozmasın şimdi durduk yerde. (gülüyor)
“Kendin olamamak Türkiye sisteminin temelidir” diyorsun.
(gülüyor) Bu kendimden yola çıkarak söylediğim bir şey. Bir baktım, kendin olmayı hiç kimse tavsiye etmiyor. (gülüyor) Çünkü bu zararlı bir konu gibi. “Sakın ha kendin olma!” “Başımıza iş açarsın!” (gülüyor) Herkes bir laf ediyor, üst komşundan tut Silahlı Kuvvetler’e kadar. Kendin olmayı çok uzun bir süre zararlı bir şey olarak düşündüm. Karakter baktığım bile oldu kendime. Şu karakter mi olayım filan diye. Sonra dedim “o da olmaz”. (gülüyor)
Herkeste bir başkası olma sevdası var, ondan dolayı kimseden doğru bilgi alamıyorsun. İdare ediyorlar seni, sorularına idare cevaplar veriyorlar. Net bilgi alamazsın. “Git bak işte...” Çok sert bir şey ama, şizofren buluyorum bu ülkeyi. Herkes bir başka karaktere öykündüğü için..
Beğendiğin bir karakter olmadı mı?
Sıkıcı geldi. Bir karakter olmak sıkıcı bir konu gibi. Karaktersizlik en iyisi dedim. Latife Tekin de sordu, “nasıl bir karaktersin sen?” filan gibi, ben de “benim karakterim sanki yok gibi Latife hanım” dedim. “Zaten en iyisi bu” dedi o da. (gülüyor) Herkeste bir başkası olma sevdası var, ondan dolayı kimseden doğru bilgi alamıyorsun. İdare ediyorlar seni, sorularına idare cevaplar veriyorlar. Net bilgi alamazsın. “Git bak işte...” Çok sert bir şey ama, şizofren buluyorum bu ülkeyi. Herkes bir başka karaktere öykündüğü için...
“Lanet bir duygu” dediğin korkudan konuşalım mı biraz?
Korkuyu çok iyi biliyorum. Belki ileride yazarım. Benim günüm korkuyla başlıyor. Kahvaltım odur yani. (gülüyor) Korkuyu yenmekle günü bitiriyorum. Korku çocukluğumda bildiğim bir duygu değildi. Sonradan keşfettiğim bir duygu. Beni bu kadar korkutacağını bilmiyordum açıkçası. (gülüyor) Halledebilirim diye düşünüyordum, ama sürekli yer değiştiriyor, yeni konular üretiyor, birini yendin, hadiii daha büyüğü var. Bunlarla mücadeleyle geçiyor benim zihnim. Gün korkuyla başlıyor, korkuyu yenmekle bitiyor.
Ne tür korkular bunlar?
Ölüm korkusu, yaşlanma korkusu, delirme korkusu... Bir ara şu korku vardı: Arkadaşımı arıyorum, beni tanımıyor. “Buyrun, kimi aradınız?” (gülüyor) Diz çöktüğüm bile olur. Aynaya bağırdığım çok oldu, “beni bir daha korkutma” diye. Kime söylüyorsam? Titrediğim çok oldu, bacaklarımın filan titrediği...
Korkuyu yenme nasıl oluyor?
Yenme kabul etmeyle başlıyor, korkuyu kabul etmekle. Sinen bir tarafım var zihnimde, o tarafımı besliyorum sürekli. O daha cesur bir tarafım. Ve o cesur tarafım korkuyu didikliye didikliye yok ediyor. Ama tabii ertesi gün bir daha başlıyor. Bu hiçbir zaman öğrenemediğim bir hastalığım. Belki de çözeceğim, planım da çözmek zaten. Bir doktorla filan çözmek istemiyorum, kendi kendime sebeplerini bulmak istiyorum. Neden üretiyor, neden oluyor filan diye. Onu daha sağlıklı buluyorum, kendi reçetemi yazmayı.
Bireysel boyutunun yanısıra çok da toplumsal bir şey değil mi korku? Geçenlerde bir televizyon programında, eski bakan Işın Çelebi şöyle dedi: “Türkiye’yi korku kültürüyle yönetiyoruz.”
Doğru. Benim içime bulaşan yarattıkları korku olabilir. Gazeteye bakıyorsun, sana sadece korku satıyor, haberlere bakıyorsun, sadece korku satıyor. “Peki bunlarla ilgilenmeyeyim mi?” diyorsun. Bu sefer de asosyal olacaksın. Büyük şehrin verdiği korku, yalnız kalma korkusu, ülkenin verdiği korku... Özgür, rahat bir ülke değil burası. Tiril tiril dolaşmıyor insanlar. Korku içinde, birbirlerine bağıra çağıra yürüyorlar. Ritm bozukluğundan da kaynaklanıyor olabilir. İstanbul’un yaşama ritmi de bozuk... Bir korku kültürü var, doğru bir tespit.
Korku bahsine döneriz, “misyon”undan konuşalım biraz. “Saçma bir misyonum var” diyorsun, “millet beni seyredince, ‘aa, bunu ben de yapıyorum’ diyor ve yapmamaya başlıyor.”
Evet. (gülüyor) Bir süre bununla çok uğraştım aslında, Burhan Altıntop’ta çok yapıyordum. Bir şeyi yapınca, hele bir komedide yapıldığı zaman insanlar hemen terk ediyorlar. Burhan’ın çantası gibi... Bir ara şuna takmıştım, ama dizi bitti. Şöyle bir şey yapıyorlar. (işaret ve orta parmaklarla yapılan tırnak açma işaretini, “alıntılıyorum” jestini yapıyor) Onu bir yere saracaktım. (gülüyor) Genç kızların “s”li konuşmaları, “se-se” diye konuşmaları o kadar çoğaldı ki. Yaşları gittikçe daha büyüyor, 40 yaşında kadın bile “se-se” yapıyor. Ya niye çocuk gibi konuşuyorsun? O tip takıntılarım var. İnsan oyunbaz oldukça, oyunların içine girdikçe kendisini çok çabuk terk eder. Kendisini terk eden insan hastadır. Kendisinden haber almayan, kendisiyle bilgi alışverişi yapmayan herkes hastadır. Çünkü insanın tek danışacağı yer kendisi. Ondan dolayı bu oyun dünyasını sevmiyorum. Uğraştığım bir konudur gizli gizli. (gülüyor) Kendinden bilgi almak bence insanın yapacağı ilk şey. Ondan sonrasında hayat başlar. Resim, sinema, yazarlık hep kendinden başlar.
İnsanın kendisinden bilgi alması nasıl bir şey?
İnsanın aslında bütün cevapları var kendisinde. En samimi tarafından cevaplarını veriyor. Akıl biraz kurnaz. Ya da kurnazlık öğretilmiş. Ben çok eskiden beridir akıllı insanlardan hoşlanmadım. Aklı kurnaz buldum, hatta “dünyayı akıl batıracak” filan diye de olayı büyüttüm. (gülüyor) Aklı doğru kullanmak, daha doğrusu aklı doğru eğitmek, kendinden doğru bilgi almanın güzel bir aracı oluyor. “Sevgilini seviyor musun, sevmiyor musun acaba? Bilgiyi nasıl alırız?” dediğin zaman aslında hepsi geliyor. Ondan dolayı kendinden bilgi almayı doğru buluyorum. Vavien’i yazmamdaki heyecanım çok içtendi. Kendimi çok seviyordum, kendi dünyamı çok sevdiğimi iyi biliyordum. Kendimden doğru bilgi alıyordum. Saçma bir konu olabilir. (gülüyor)
İnsan oyunbaz oldukça, oyunların içine girdikçe kendisini çok çabuk terk eder. Kendisini terk eden insan hastadır. Kendisinden haber almayan, kendisiyle bilgi alışverişi yapmayan herkes hastadır. Çünkü insanın tek danışacağı yer kendisi.
Hiç değil, ama biraz daha açalım. Ne hissettiğine mi bakıyorsun? Kendini dinlemek denilen şey mi kastettiğin?
Evet, kendini dinlemek. Konuşur o, onu dinleyeceksin. Bazen gündüz dinliyorum kendimi, bazen de gece, çok sarhoşken. İçtiğimi daha iyi anlıyorum kendimi dinlersem. İçkide süper oluyor. Kendinden haberin yoksa ne içtiğini de anlamıyorsun. Arkadaşlarıma hep derim, ilk önce kendinizi temizleyin, sonra için. İçkiyle kendinizi temizlemeye çalışmayın, daha beter olursunuz. İçip de ayarı kaçan adamı hiç sevmem.
“İnsanın kendisini terk etmesi”nden söz ettin. Geçenlerde bir taksi şoförü tipik bir panik atak vakası anlattı, “panik atak” terimini kullanmadan. Laf arasında şöyle dedi: “Kendimden ayrılmıştım sanki. Sonra uğraşa uğraşa kendime kavuştum.” Sana da oldu mu hiç öyle?
Konservatuarda insana şizofren olmayı da öğretirler biraz. Kendini kontrol eden birisi haline geldim konservatuarda. Orada yol ayrıldı bence. Kendimden koptuğum için büyük bir sorun yaşadım. Mesleği de bırakmak istedim. Sonra bir panik atakta büyük bir deprem yaşadım zihnimde. Sonrasında tekrar kendime kavuştum ben de. Benim de hikâyem biraz böyle gelişti. Kendime cezalar veriyordum, aylarca evden çıkmama cezası. (gülüyor) Küçücük bir odam vardı, penceresi apartman boşluğuna bakıyordu. Aylarca dışarı çıkmıyordum. Bir tür eziyet çektiriyordum kendime.
Ölüm korkusu, yaşlanma korkusu, delirme korkusu... Bir ara şu korku vardı: Arkadaşımı arıyorum, beni tanımıyor. “Buyrun, kimi aradınız?” (gülüyor) Diz çöktüğüm bile olur. Aynaya bağırdığım çok oldu, “beni bir daha korkutma” diye. Kime söylüyorsam? Titrediğim çok oldu, bacaklarımın filan titrediği...
Korkuyu yenme nasıl oluyor?
Yenme kabul etmeyle başlıyor, korkuyu kabul etmekle. Sinen bir tarafım var zihnimde, o tarafımı besliyorum sürekli. O daha cesur bir tarafım. Ve o cesur tarafım korkuyu didikliye didikliye yok ediyor. Ama tabii ertesi gün bir daha başlıyor. Bu hiçbir zaman öğrenemediğim bir hastalığım. Belki de çözeceğim, planım da çözmek zaten. Bir doktorla filan çözmek istemiyorum, kendi kendime sebeplerini bulmak istiyorum. Neden üretiyor, neden oluyor filan diye. Onu daha sağlıklı buluyorum, kendi reçetemi yazmayı.
Bireysel boyutunun yanısıra çok da toplumsal bir şey değil mi korku? Geçenlerde bir televizyon programında, eski bakan Işın Çelebi şöyle dedi: “Türkiye’yi korku kültürüyle yönetiyoruz.”
Doğru. Benim içime bulaşan yarattıkları korku olabilir. Gazeteye bakıyorsun, sana sadece korku satıyor, haberlere bakıyorsun, sadece korku satıyor. “Peki bunlarla ilgilenmeyeyim mi?” diyorsun. Bu sefer de asosyal olacaksın. Büyük şehrin verdiği korku, yalnız kalma korkusu, ülkenin verdiği korku... Özgür, rahat bir ülke değil burası. Tiril tiril dolaşmıyor insanlar. Korku içinde, birbirlerine bağıra çağıra yürüyorlar. Ritm bozukluğundan da kaynaklanıyor olabilir. İstanbul’un yaşama ritmi de bozuk... Bir korku kültürü var, doğru bir tespit.
Korku bahsine döneriz, “misyon”undan konuşalım biraz. “Saçma bir misyonum var” diyorsun, “millet beni seyredince, ‘aa, bunu ben de yapıyorum’ diyor ve yapmamaya başlıyor.”
Evet. (gülüyor) Bir süre bununla çok uğraştım aslında, Burhan Altıntop’ta çok yapıyordum. Bir şeyi yapınca, hele bir komedide yapıldığı zaman insanlar hemen terk ediyorlar. Burhan’ın çantası gibi... Bir ara şuna takmıştım, ama dizi bitti. Şöyle bir şey yapıyorlar. (işaret ve orta parmaklarla yapılan tırnak açma işaretini, “alıntılıyorum” jestini yapıyor) Onu bir yere saracaktım. (gülüyor) Genç kızların “s”li konuşmaları, “se-se” diye konuşmaları o kadar çoğaldı ki. Yaşları gittikçe daha büyüyor, 40 yaşında kadın bile “se-se” yapıyor. Ya niye çocuk gibi konuşuyorsun? O tip takıntılarım var. İnsan oyunbaz oldukça, oyunların içine girdikçe kendisini çok çabuk terk eder. Kendisini terk eden insan hastadır. Kendisinden haber almayan, kendisiyle bilgi alışverişi yapmayan herkes hastadır. Çünkü insanın tek danışacağı yer kendisi. Ondan dolayı bu oyun dünyasını sevmiyorum. Uğraştığım bir konudur gizli gizli. (gülüyor) Kendinden bilgi almak bence insanın yapacağı ilk şey. Ondan sonrasında hayat başlar. Resim, sinema, yazarlık hep kendinden başlar.
İnsanın kendisinden bilgi alması nasıl bir şey?
İnsanın aslında bütün cevapları var kendisinde. En samimi tarafından cevaplarını veriyor. Akıl biraz kurnaz. Ya da kurnazlık öğretilmiş. Ben çok eskiden beridir akıllı insanlardan hoşlanmadım. Aklı kurnaz buldum, hatta “dünyayı akıl batıracak” filan diye de olayı büyüttüm. (gülüyor) Aklı doğru kullanmak, daha doğrusu aklı doğru eğitmek, kendinden doğru bilgi almanın güzel bir aracı oluyor. “Sevgilini seviyor musun, sevmiyor musun acaba? Bilgiyi nasıl alırız?” dediğin zaman aslında hepsi geliyor. Ondan dolayı kendinden bilgi almayı doğru buluyorum. Vavien’i yazmamdaki heyecanım çok içtendi. Kendimi çok seviyordum, kendi dünyamı çok sevdiğimi iyi biliyordum. Kendimden doğru bilgi alıyordum. Saçma bir konu olabilir. (gülüyor)
İnsan oyunbaz oldukça, oyunların içine girdikçe kendisini çok çabuk terk eder. Kendisini terk eden insan hastadır. Kendisinden haber almayan, kendisiyle bilgi alışverişi yapmayan herkes hastadır. Çünkü insanın tek danışacağı yer kendisi.
Hiç değil, ama biraz daha açalım. Ne hissettiğine mi bakıyorsun? Kendini dinlemek denilen şey mi kastettiğin?
Evet, kendini dinlemek. Konuşur o, onu dinleyeceksin. Bazen gündüz dinliyorum kendimi, bazen de gece, çok sarhoşken. İçtiğimi daha iyi anlıyorum kendimi dinlersem. İçkide süper oluyor. Kendinden haberin yoksa ne içtiğini de anlamıyorsun. Arkadaşlarıma hep derim, ilk önce kendinizi temizleyin, sonra için. İçkiyle kendinizi temizlemeye çalışmayın, daha beter olursunuz. İçip de ayarı kaçan adamı hiç sevmem.
“İnsanın kendisini terk etmesi”nden söz ettin. Geçenlerde bir taksi şoförü tipik bir panik atak vakası anlattı, “panik atak” terimini kullanmadan. Laf arasında şöyle dedi: “Kendimden ayrılmıştım sanki. Sonra uğraşa uğraşa kendime kavuştum.” Sana da oldu mu hiç öyle?
Konservatuarda insana şizofren olmayı da öğretirler biraz. Kendini kontrol eden birisi haline geldim konservatuarda. Orada yol ayrıldı bence. Kendimden koptuğum için büyük bir sorun yaşadım. Mesleği de bırakmak istedim. Sonra bir panik atakta büyük bir deprem yaşadım zihnimde. Sonrasında tekrar kendime kavuştum ben de. Benim de hikâyem biraz böyle gelişti. Kendime cezalar veriyordum, aylarca evden çıkmama cezası. (gülüyor) Küçücük bir odam vardı, penceresi apartman boşluğuna bakıyordu. Aylarca dışarı çıkmıyordum. Bir tür eziyet çektiriyordum kendime.
Niye?
Kendimi çok başarısız buluyordum. İşe yaramaz buluyordum. İkinci hareket yok. (gülüyor) Sürekli eşofmanla dolaşıyordum. Oyunculuğu yapamayacağımı düşünüyordum.
Onu sana düşündüren neydi?
Gösteride (Bu Hikâyedeki Mal Benim) anlatıyordum onu. Sahneye çıkıyorsun, elinde flöre var, kılıç var, taytlar filan. Baban izliyor, annen izliyor, durumu kendime açıklayamıyordum. “Ben ne yapıyorum acaba?” (gülüyor) Babam “n’apıyon lan sen?” dese, “kılıç işte, bilmiyor musun?” (gülüyor) “Savaşacağız birazdan.” Ben bu işi yapmayayım dedim. Bıraktım. Başka işlerle uğraştım. Pazarlamacılık yaptım, Rainbow sattım...
Rainbow ne?
Elektrik süpürgesi. 1800 dolardı. Kadın “ama bu çok pahalı” diyordu, “evet” diyordum, “çok pahalı”. Evlerine gidiyordum, yalan söyleyemiyordum. Birisi “bunun alışı kaç para?” dedi. “500” dedim. 500 dolara girişi vardı, 1800’e satıyorlardı. Kadın da almadı doğal olarak. (gülüyor)
Kaç tane sattın?
Bayağı bir uğraştım, ama iki tane satabildim. Başarısızlık hikâyem çok fazladır. (gülüyor) Bu başarısızlığın bir nedeni olmalı diye biraz uğraştım. Ama sonra rahat ettim, “olmuyor zaten” filan diye.
“Nasıl oluyor da hayatta da perdedekinin aynısı gibi?” Bir arkadaşımıza “Engin Günaydın’la söyleşeceğiz; merak ettiğin, sorulmasını istediğin ne var?” dediğimizde bunu söyledi.
Bence sinemada olması gereken bu. Hayatın karşılığı olmalı sinema. İnsanlar karakterlere yakın hissedecekler kendilerini. “Aa, ben bunu tanıyorum; aa, bendeki huylar bunlar” filan diyecekler. Kendilerini, kendi hayatlarını daha iyi anlamalarını sağlayacak. Benim sinemada hep hedeflediğim şu: İnsanlar kendilerini görürlerse, sorunlarını da görebilirler. Çünkü bir insanı tarif eder, “sen şöyle bir adamsın” dediğinde, “ha, ben böyle bir adamım” der, insan bir rahatlar. Acaba, filmde de “sen böyle bir insansın” dendiğinde seyirci rahatlar mı? İzleyenin hoşuna gider mi diye gerçeğe yaslanmasını çok istedim. Gerçek hayata ne kadar yaklaşırsa hikâye ya da oyunculuklar, o kadar etkili olacağını düşündüm. Ondan dolayı gerçek hayata çok yakınlaşmasını istedim. Onu da yan hikâyelerle, “ellerini yıkadın mı?”larla sağlamak istedim. İnsanın yalnız kaldığı zamanları, özel zamanları vardır, o özel zamanlar bir filmde olursa, “aa, ben böyle bir şey yaşıyorum fark etmeden” filan gibi hissettiğinde filme girmiş demekti benim kafamda. Onun için bardak yıkama gibi lokal şeyler vardı. Hem komedisi açısından, hem bizim mesleki oyunculuk düzensizliğini bir düzene sokabilmek için, gerçekçi olmasını arzuluyorduk. Öyle de oldu. Sandığımızdan kolay oldu, halbuki zorlanacağımızı düşündük, “acaba olmayacak mı, gerçek hayata yaklaşırken çok mu zorlanacağız” diye endişeleniyorduk. Sahneler çok kolay oynandı. İki-üç seferde çekiyorduk, çünkü herkes biliyordu oynadığı sahnenin hayattaki karşılığını.
Akıl biraz kurnaz. Ya da kurnazlık öğretilmiş. Ben çok eskiden beridir akıllı insanlardan hoşlanmadım. Aklı kurnaz buldum, hatta “dünyayı akıl batıracak” filan diye de olayı büyüttüm.
Bir yerde “ben kamerayla değil, karşımdaki oyuncuyla oynuyorum” diyorsun.
Doğru. Kameranın nerede olduğuna bile bakmam, sadece oyun alanıma bakarım. Karşımdaki insanla ya da bir objeyle –telefon da olabilir, bir sigara da– bağ kurmayı daha doğru buluyorum. Kameraya oynamak biraz eski bir oyunculuk yöntemi bence. Yazı Tura’da bir kavga sahnesi vardı Olgun’la (Şimşek), öyle bir kavgaya tutuştuk, sahne bittikten sonra Uğur abi (Yücel) “takip etmek için aks atladı, seni yakalamaya çalışmak çok zordu” dedi. Karşımdaki oyuncuyla o sahnenin verdiği hissin peşine düşerim. Sahne bir his vermedir sonuçta. O atmosferi yaratmam gerekiyor, kavga edilecekse izleyicinin “ulan bunlar birbirine mi dalacak birazdan” demesi lâzım. Sinemanın ya da oyunculuğun bildik bir dili var ya, onu kırıyor. O dili kırınca da yeni bir şey çıkıyor, başka bir ritme doğru gidiyor seyirci. Bu filmde ilk defa bilerek yaptığım bir yöntem oldu, “filmi gözlerimle anlatabilir miyim?”, “yaşadığım hikâyeyi seyirci gözlerimden anlar mı acaba?” soruları vardı kafamda.
Bir oyuncuyu “büyük oyuncu” yapan da o değil mi?
Binnur bunu yapıyor mesela.
O da büyük oyuncu.
Bence de. Spielberg “kameranın çok önemli özelliği düşünceyi okuması” diyor. Kamera düşüncenizi görebiliyor aslında. Bu, seyirciyle kurulan birebir bağ. Kafandaki düşünceleri, eğer düşünüyorsanız gerçekten, görebiliyor. Ondan dolayı Vavien’de çok fazla diyaloğa ihtiyacımız olmadı. Seyirci anlıyordu, Binnur’un kocasından kıllandığını.
12 Eylül’e gelelim. Korkudan konuşurken etrafından dolaşmıştık. Şöyle diyorsun: “12 Eylül gelene dek bahar gibi bir çocukluk yaşıyordum. Bir günde bütün Türkiye dayak yedi. Sırf bana değil, hepimize musallat oldu korku denen lanet duygu. Artık onsuz yaşayamıyoruz.”
Doğru. Harika bir çocukluğum vardı, hakikaten bahar gibiydi. Sonra sanki hava soğudu gibi, sanki az sonra şimşekler çakacak, gök gürüldeyecek. Öyle bir atmosfer girdi. Bence bütün Türkiye sıra dayağına çekildi. Yaptığınız yanlış dendi. Halbuki ortada bir yanlış yoktu bence. Ve insanlar doğrularını kaçırdılar. Herkes doğrusunu kaçırdı. Mehmet abi vardı, Faruk abi vardı, öyle karakterler birdenbire yok oldu. Bir karakter tırpanı da oldu. Komşu teyze sana bir şey olduğu zaman yırtınırdı. Mehmet abiye, Faruk abiye güvenirdim, o dönemin delikanlı çocuklarıydı. Onların hepsi tırpana girdi bu dayaktan sonra. Herkes doğrusunu kaybedince kafa karıştı. Kafa karışınca mutsuzluk başladı. Benim gördüğüm hikâye budur.
Hayatın karşılığı olmalı sinema. İnsanlar karakterlere yakın hissedecekler kendilerini. “Aa, ben bunu tanıyorum; aa, bendeki huylar bunlar” filan diyecekler. Kendilerini, kendi hayatlarını daha iyi anlamalarını sağlayacak. Sinemada hep hedeflediğim şu: İnsanlar kendilerini görürlerse, sorunlarını da görebilir.
İkinci filmimde de bunu anlatmayı düşünüyorum. Bayağı bir travma. Bir psikiyatri bakanlığı bile kurulabilir yani. (gülüyor) O kadar bozuk ülkenin psikolojisi. Şöyle bir psikoloji kaldı: Kafayı kaldırırsan dayağı yersin. Bu, benim okulda duyduğum bir laf. Her kafayı kaldırdığında ülke, dayağı yiyor. Ondan dolayı da kafayı kaldırmamaya karar verdi herkes. Okulda gazete çıkarıyorduk, benim ilk yazım dayak üzerineydi. İlk sansürle de orada karşılaştım. (gülüyor) Müdür yardımcısı odasına çekti, “oğlum” dedi, “bu okulda dayak mı var?” “Var” dedim, “her gün dövüyorsunuz”. Dayağıyla meşhur bir adamdı, Turhan hoca. Orada dedi, “çok kafayı kaldırırsan tırpanlarlar”. Ben de “hıı” yaptım.
“Her gün dövüyorsunuz” dediğinde kızmadı mı Turhan hoca?
Onu safça söyledim. “Bu eğitimin bir parçası gibi görülse de aslında iyi değil” gibi bir yere getirdim. (gülüyor) Bir sarıldı bana, ben hemen gevşedim. Beni satın aldı yani. (gülüyor) Unutamadığım olaydır, beden hocamız bize İstiklâl Marşı’nı söylettirirken ereksiyon oldu. Üzerinde eşofman vardı, bayağı belli oluyordu, kalktı böyle. Kendi de bence engel olamadı ereksiyon olmasına. (gülüyor)
“Özgür olmak” cevabını veriyorsun, “seni ne mutlu eder?” sorusuna. Bir başka yerde de “hayatımda hiç özgür hissetmedim kendimi” diyorsun. Özgürlüğü nasıl tanımlıyorsun?
Özgür olmayı çok istiyorum. Neredeyse hayatımın bütün mücadelesi bunun üzerine oldu. Çalışmamın tek nedeni özgürlük. Özgürce film yazabilmek, özgürce tiyatro yapabilmek; özel hayatımda da kendimi özgür hissetmek istedim hep. Bunu da çok doğal bir hak olarak görüyorum. Lafta söylüyor herkes ama, ben kendimi özgür hissetmiyorum. Niye böyle? (gülüyor) “Özgürüz, özgürüz” deyip duruyorsunuz! Özgürlüğü ulaşılması çok değerli bir yer olarak, çok erotik bir yer olarak görüyorum. Taze, yepyeni bir yer olarak görüyorum zihnin özgürlüğünü. Bu mücadelem devam edecek. Zihin özgürlüğü mücadelem. (gülüyor)
Nasıl tanımlıyorsun zihin özgürlüğünü?
Özgür zihinde dayatmalar yoktur, kurallar yoktur. Örfler, âdetler, hepsi aslında bir bilgi olarak kalır. Özgürlükte sadece duygular vardır. Kararlar yoktur. Duyguların özgürlüğünden bahsediyorum. Zihnimin özgürlüğü, duygularımın özgürlüğü, istediğimi söyleyebilme özgürlüğü... Hep oraya ulaşmaya çalışıyorum. Bazen özgür oluyorum, çok kısa süreli özgürlükler yaşıyorum. “Aa” diyorum, “on dakika sürdü, yine o berbat düşünceler geri geldi”. İlişkilerde de özgür olamıyor insan.
Bütün Türkiye sıra dayağına çekildi. Yaptığınız yanlış dendi. Halbuki ortada bir yanlış yoktu bence. Ve insanlar doğrularını kaçırdılar. Bir karakter tırpanı da oldu. Herkes doğrusunu kaybedince kafa karıştı. Kafa karışınca mutsuzluk başladı. Bayağı bir travma.
Sevgililik anlamında mı?
Evet, kadınlarla ilişkilerde. Anlaşma şu: “İkimiz de özgürlüğümüzü bir kenara bırakıyoruz, hep beraber olacağız”. Ben bunu anlıyorum ilişkilerden. Bunca yıl o zaman ben bu kadar niye uğraştım? Özgürlüğümü bir kenara bırakmak için mi? Bu konuyu da çözemiyorum. Onun için ilişkilerde zorlanıyorum.
Kieslowski’ye soruyorlar, özgürlük nedir diye. “Bir şey yapmak zorunda olmamak” diyor.
Doğru aslında. Tam özgürlük o.
Bir de Marx alıntısı yapalım, tamamlayıcı nitelikte: “Özgürlük zamandır”.
Evet, kimsenin zamanı yok, herkes bir yere yetişiyor. İnsanlara hiç zaman kalmıyor.
Peter Sellers’la aran nasıl?
Çok sevdiğim bir komedyen. Çok büyük bir komedyen. Dünyanın en önemli komedyenlerinden biri. Daha da ötesi yok. Komedi üslûbu da çok güzel, kaba değil. Tercihleri var. Beceriksiz dünyayla çok alâkadar. İnsan ruhuna yakın, düşünceye yakın.
Özellikle sevdiğin bir filmi var mı?
Orada Olmak muhteşem bir film, müthiş bir komedi. Parti de çok güzeldir. Çok eğlenceli. Fakat kendisi kıl bir adammış. (gülüyor)
Seinfeld’deki Kramer’i de çok sevdiğini söylüyorsun.
Evet, Kramer tipini çok seviyorum. Dünyasını çok seviyorum. George da müthiş bir karakter. Elaine de öyle. Neumann’ı bile çok severim. George’un annesini ve babasını da çok severim. (gülüyor) Seinfeld komedide bir zirve diyebilirim. O da beceriksiz dünyayı anlatır. İşbilir tiplerle hep dalga geçilir. O mantığı hoşuma gitmişti.
Radyo macerana dönelim, “çok uzun ve detaylı bir hikâye” demiştin. Nasıl başladı, niye bitti?
Abim benim projelerime çok güvenir. Erbaa’da konser düzenlerdik, abimi o konuya sokan ben olmuştum. Küçük Ceylan’ı, Cenk Koray’ı, Yılmaz Köksal’ı filan getiriyorduk. Ve iyi para kazanıyorduk. Sonra “video kaset dükkânı açalım” dedim, açtı. Vavien’e başlarken bana şöyle tavsiyede bulunuyordu: “Bizim insanımız konulu film sevmez, video zamanlarını hatırla, Son İmparator, Gülün Adı, Uçurtmayı Vurmasınlar filan hiç kiraya gitmiyordu. Hep Bud Spencer’lar, Çük Norris’ler (Chuck Norris’e öyle demeyi sever) gidiyordu, öyle filmler yapmak lâzım”. (gülüyor) Neyse, abime “bir radyo aç” demiştim, bir gün yengemin bilezikleriyle geldi. “Ne yapacağız?”, “radyo açacağız”. Kayseri’de bir yerden verici aldık, ben yarım yamalak bilgimle seslendirme stüdyosuna benzeyen bir şey yaptım. Sonra yayına başladık. Abim, “peki nereden para kazanacağız?” dedi. “Reklâmla oluyor bu işler, reklâm toplayacağız” dedim. Kiremit fabrikaları filan var Erbaa’da, abim onlara gitti, “ne işimiz var reklâmla” dediler, bakkallara gittik, “ne reklâmı ya” filan. Tam “bizim proje yattı” yattı derken, istekler gelmeye başladı, “şunu da çalsanıza, bunu da çalsanıza”, biz de çalıyorduk. Abim bir süre sonra “istekler artık paralı oldu” dedi. (gülüyor)
Bir psikiyatri bakanlığı bile kurulabilir yani. O kadar bozuk ülkenin psikolojisi. Şöyle bir psikoloji kaldı: Kafayı kaldırırsan dayağı yersin. Her kafayı kaldırdığında ülke, dayağı yiyor. Ondan dolayı da kafayı kaldırmamaya karar verdi herkes.
Kral FM durumu yani.
O sistemi aslında biz başlattık. (gülüyor) Günde 400-500 istek çalıyorduk. Bir şarkıda 15 kişinin adı geçmeye başladı, Ferdi Tayfur’un Çeşme’si çok popülerdi o zamanlar, 15-20 istek bir şarkıya gidiyordu, çok iyi para kazanıyorduk.
Bir istek kaç liraydı?
Tam fiyatını hatırlamıyorum, bir uzun Marlboro’ya denk geliyordu. İlk kazandığımız paralarla uzun Marlboro alıyorduk. Bir şarkıda 15-20 uzun Marlboro’luk para kazanıyorduk. Bizim için çok iyi bir gelirdi. Sonra “bunda çok iyi para var” diye başka radyolar açıldı, onlar istekleri ücretsiz yapmaya başladılar ve biz battık. (gülüyor) Sonra onlar da battı, herkes battı.
Adı neydi radyonun?
Hakan FM 104. Abim kendi ismini vermişti. (gülüyor) İsmini duymayı çok seviyordu. Sinyal müziğimiz de Hababam Sınıfı’nın müziğiydi. (gülüyor)
Kendimi çok başarısız buluyordum. İşe yaramaz buluyordum. İkinci hareket yok. (gülüyor) Sürekli eşofmanla dolaşıyordum. Oyunculuğu yapamayacağımı düşünüyordum.
Onu sana düşündüren neydi?
Gösteride (Bu Hikâyedeki Mal Benim) anlatıyordum onu. Sahneye çıkıyorsun, elinde flöre var, kılıç var, taytlar filan. Baban izliyor, annen izliyor, durumu kendime açıklayamıyordum. “Ben ne yapıyorum acaba?” (gülüyor) Babam “n’apıyon lan sen?” dese, “kılıç işte, bilmiyor musun?” (gülüyor) “Savaşacağız birazdan.” Ben bu işi yapmayayım dedim. Bıraktım. Başka işlerle uğraştım. Pazarlamacılık yaptım, Rainbow sattım...
Rainbow ne?
Elektrik süpürgesi. 1800 dolardı. Kadın “ama bu çok pahalı” diyordu, “evet” diyordum, “çok pahalı”. Evlerine gidiyordum, yalan söyleyemiyordum. Birisi “bunun alışı kaç para?” dedi. “500” dedim. 500 dolara girişi vardı, 1800’e satıyorlardı. Kadın da almadı doğal olarak. (gülüyor)
Kaç tane sattın?
Bayağı bir uğraştım, ama iki tane satabildim. Başarısızlık hikâyem çok fazladır. (gülüyor) Bu başarısızlığın bir nedeni olmalı diye biraz uğraştım. Ama sonra rahat ettim, “olmuyor zaten” filan diye.
“Nasıl oluyor da hayatta da perdedekinin aynısı gibi?” Bir arkadaşımıza “Engin Günaydın’la söyleşeceğiz; merak ettiğin, sorulmasını istediğin ne var?” dediğimizde bunu söyledi.
Bence sinemada olması gereken bu. Hayatın karşılığı olmalı sinema. İnsanlar karakterlere yakın hissedecekler kendilerini. “Aa, ben bunu tanıyorum; aa, bendeki huylar bunlar” filan diyecekler. Kendilerini, kendi hayatlarını daha iyi anlamalarını sağlayacak. Benim sinemada hep hedeflediğim şu: İnsanlar kendilerini görürlerse, sorunlarını da görebilirler. Çünkü bir insanı tarif eder, “sen şöyle bir adamsın” dediğinde, “ha, ben böyle bir adamım” der, insan bir rahatlar. Acaba, filmde de “sen böyle bir insansın” dendiğinde seyirci rahatlar mı? İzleyenin hoşuna gider mi diye gerçeğe yaslanmasını çok istedim. Gerçek hayata ne kadar yaklaşırsa hikâye ya da oyunculuklar, o kadar etkili olacağını düşündüm. Ondan dolayı gerçek hayata çok yakınlaşmasını istedim. Onu da yan hikâyelerle, “ellerini yıkadın mı?”larla sağlamak istedim. İnsanın yalnız kaldığı zamanları, özel zamanları vardır, o özel zamanlar bir filmde olursa, “aa, ben böyle bir şey yaşıyorum fark etmeden” filan gibi hissettiğinde filme girmiş demekti benim kafamda. Onun için bardak yıkama gibi lokal şeyler vardı. Hem komedisi açısından, hem bizim mesleki oyunculuk düzensizliğini bir düzene sokabilmek için, gerçekçi olmasını arzuluyorduk. Öyle de oldu. Sandığımızdan kolay oldu, halbuki zorlanacağımızı düşündük, “acaba olmayacak mı, gerçek hayata yaklaşırken çok mu zorlanacağız” diye endişeleniyorduk. Sahneler çok kolay oynandı. İki-üç seferde çekiyorduk, çünkü herkes biliyordu oynadığı sahnenin hayattaki karşılığını.
Akıl biraz kurnaz. Ya da kurnazlık öğretilmiş. Ben çok eskiden beridir akıllı insanlardan hoşlanmadım. Aklı kurnaz buldum, hatta “dünyayı akıl batıracak” filan diye de olayı büyüttüm.
Bir yerde “ben kamerayla değil, karşımdaki oyuncuyla oynuyorum” diyorsun.
Doğru. Kameranın nerede olduğuna bile bakmam, sadece oyun alanıma bakarım. Karşımdaki insanla ya da bir objeyle –telefon da olabilir, bir sigara da– bağ kurmayı daha doğru buluyorum. Kameraya oynamak biraz eski bir oyunculuk yöntemi bence. Yazı Tura’da bir kavga sahnesi vardı Olgun’la (Şimşek), öyle bir kavgaya tutuştuk, sahne bittikten sonra Uğur abi (Yücel) “takip etmek için aks atladı, seni yakalamaya çalışmak çok zordu” dedi. Karşımdaki oyuncuyla o sahnenin verdiği hissin peşine düşerim. Sahne bir his vermedir sonuçta. O atmosferi yaratmam gerekiyor, kavga edilecekse izleyicinin “ulan bunlar birbirine mi dalacak birazdan” demesi lâzım. Sinemanın ya da oyunculuğun bildik bir dili var ya, onu kırıyor. O dili kırınca da yeni bir şey çıkıyor, başka bir ritme doğru gidiyor seyirci. Bu filmde ilk defa bilerek yaptığım bir yöntem oldu, “filmi gözlerimle anlatabilir miyim?”, “yaşadığım hikâyeyi seyirci gözlerimden anlar mı acaba?” soruları vardı kafamda.
Bir oyuncuyu “büyük oyuncu” yapan da o değil mi?
Binnur bunu yapıyor mesela.
O da büyük oyuncu.
Bence de. Spielberg “kameranın çok önemli özelliği düşünceyi okuması” diyor. Kamera düşüncenizi görebiliyor aslında. Bu, seyirciyle kurulan birebir bağ. Kafandaki düşünceleri, eğer düşünüyorsanız gerçekten, görebiliyor. Ondan dolayı Vavien’de çok fazla diyaloğa ihtiyacımız olmadı. Seyirci anlıyordu, Binnur’un kocasından kıllandığını.
12 Eylül’e gelelim. Korkudan konuşurken etrafından dolaşmıştık. Şöyle diyorsun: “12 Eylül gelene dek bahar gibi bir çocukluk yaşıyordum. Bir günde bütün Türkiye dayak yedi. Sırf bana değil, hepimize musallat oldu korku denen lanet duygu. Artık onsuz yaşayamıyoruz.”
Doğru. Harika bir çocukluğum vardı, hakikaten bahar gibiydi. Sonra sanki hava soğudu gibi, sanki az sonra şimşekler çakacak, gök gürüldeyecek. Öyle bir atmosfer girdi. Bence bütün Türkiye sıra dayağına çekildi. Yaptığınız yanlış dendi. Halbuki ortada bir yanlış yoktu bence. Ve insanlar doğrularını kaçırdılar. Herkes doğrusunu kaçırdı. Mehmet abi vardı, Faruk abi vardı, öyle karakterler birdenbire yok oldu. Bir karakter tırpanı da oldu. Komşu teyze sana bir şey olduğu zaman yırtınırdı. Mehmet abiye, Faruk abiye güvenirdim, o dönemin delikanlı çocuklarıydı. Onların hepsi tırpana girdi bu dayaktan sonra. Herkes doğrusunu kaybedince kafa karıştı. Kafa karışınca mutsuzluk başladı. Benim gördüğüm hikâye budur.
Hayatın karşılığı olmalı sinema. İnsanlar karakterlere yakın hissedecekler kendilerini. “Aa, ben bunu tanıyorum; aa, bendeki huylar bunlar” filan diyecekler. Kendilerini, kendi hayatlarını daha iyi anlamalarını sağlayacak. Sinemada hep hedeflediğim şu: İnsanlar kendilerini görürlerse, sorunlarını da görebilir.
İkinci filmimde de bunu anlatmayı düşünüyorum. Bayağı bir travma. Bir psikiyatri bakanlığı bile kurulabilir yani. (gülüyor) O kadar bozuk ülkenin psikolojisi. Şöyle bir psikoloji kaldı: Kafayı kaldırırsan dayağı yersin. Bu, benim okulda duyduğum bir laf. Her kafayı kaldırdığında ülke, dayağı yiyor. Ondan dolayı da kafayı kaldırmamaya karar verdi herkes. Okulda gazete çıkarıyorduk, benim ilk yazım dayak üzerineydi. İlk sansürle de orada karşılaştım. (gülüyor) Müdür yardımcısı odasına çekti, “oğlum” dedi, “bu okulda dayak mı var?” “Var” dedim, “her gün dövüyorsunuz”. Dayağıyla meşhur bir adamdı, Turhan hoca. Orada dedi, “çok kafayı kaldırırsan tırpanlarlar”. Ben de “hıı” yaptım.
“Her gün dövüyorsunuz” dediğinde kızmadı mı Turhan hoca?
Onu safça söyledim. “Bu eğitimin bir parçası gibi görülse de aslında iyi değil” gibi bir yere getirdim. (gülüyor) Bir sarıldı bana, ben hemen gevşedim. Beni satın aldı yani. (gülüyor) Unutamadığım olaydır, beden hocamız bize İstiklâl Marşı’nı söylettirirken ereksiyon oldu. Üzerinde eşofman vardı, bayağı belli oluyordu, kalktı böyle. Kendi de bence engel olamadı ereksiyon olmasına. (gülüyor)
“Özgür olmak” cevabını veriyorsun, “seni ne mutlu eder?” sorusuna. Bir başka yerde de “hayatımda hiç özgür hissetmedim kendimi” diyorsun. Özgürlüğü nasıl tanımlıyorsun?
Özgür olmayı çok istiyorum. Neredeyse hayatımın bütün mücadelesi bunun üzerine oldu. Çalışmamın tek nedeni özgürlük. Özgürce film yazabilmek, özgürce tiyatro yapabilmek; özel hayatımda da kendimi özgür hissetmek istedim hep. Bunu da çok doğal bir hak olarak görüyorum. Lafta söylüyor herkes ama, ben kendimi özgür hissetmiyorum. Niye böyle? (gülüyor) “Özgürüz, özgürüz” deyip duruyorsunuz! Özgürlüğü ulaşılması çok değerli bir yer olarak, çok erotik bir yer olarak görüyorum. Taze, yepyeni bir yer olarak görüyorum zihnin özgürlüğünü. Bu mücadelem devam edecek. Zihin özgürlüğü mücadelem. (gülüyor)
Nasıl tanımlıyorsun zihin özgürlüğünü?
Özgür zihinde dayatmalar yoktur, kurallar yoktur. Örfler, âdetler, hepsi aslında bir bilgi olarak kalır. Özgürlükte sadece duygular vardır. Kararlar yoktur. Duyguların özgürlüğünden bahsediyorum. Zihnimin özgürlüğü, duygularımın özgürlüğü, istediğimi söyleyebilme özgürlüğü... Hep oraya ulaşmaya çalışıyorum. Bazen özgür oluyorum, çok kısa süreli özgürlükler yaşıyorum. “Aa” diyorum, “on dakika sürdü, yine o berbat düşünceler geri geldi”. İlişkilerde de özgür olamıyor insan.
Bütün Türkiye sıra dayağına çekildi. Yaptığınız yanlış dendi. Halbuki ortada bir yanlış yoktu bence. Ve insanlar doğrularını kaçırdılar. Bir karakter tırpanı da oldu. Herkes doğrusunu kaybedince kafa karıştı. Kafa karışınca mutsuzluk başladı. Bayağı bir travma.
Sevgililik anlamında mı?
Evet, kadınlarla ilişkilerde. Anlaşma şu: “İkimiz de özgürlüğümüzü bir kenara bırakıyoruz, hep beraber olacağız”. Ben bunu anlıyorum ilişkilerden. Bunca yıl o zaman ben bu kadar niye uğraştım? Özgürlüğümü bir kenara bırakmak için mi? Bu konuyu da çözemiyorum. Onun için ilişkilerde zorlanıyorum.
Kieslowski’ye soruyorlar, özgürlük nedir diye. “Bir şey yapmak zorunda olmamak” diyor.
Doğru aslında. Tam özgürlük o.
Bir de Marx alıntısı yapalım, tamamlayıcı nitelikte: “Özgürlük zamandır”.
Evet, kimsenin zamanı yok, herkes bir yere yetişiyor. İnsanlara hiç zaman kalmıyor.
Peter Sellers’la aran nasıl?
Çok sevdiğim bir komedyen. Çok büyük bir komedyen. Dünyanın en önemli komedyenlerinden biri. Daha da ötesi yok. Komedi üslûbu da çok güzel, kaba değil. Tercihleri var. Beceriksiz dünyayla çok alâkadar. İnsan ruhuna yakın, düşünceye yakın.
Özellikle sevdiğin bir filmi var mı?
Orada Olmak muhteşem bir film, müthiş bir komedi. Parti de çok güzeldir. Çok eğlenceli. Fakat kendisi kıl bir adammış. (gülüyor)
Seinfeld’deki Kramer’i de çok sevdiğini söylüyorsun.
Evet, Kramer tipini çok seviyorum. Dünyasını çok seviyorum. George da müthiş bir karakter. Elaine de öyle. Neumann’ı bile çok severim. George’un annesini ve babasını da çok severim. (gülüyor) Seinfeld komedide bir zirve diyebilirim. O da beceriksiz dünyayı anlatır. İşbilir tiplerle hep dalga geçilir. O mantığı hoşuma gitmişti.
Radyo macerana dönelim, “çok uzun ve detaylı bir hikâye” demiştin. Nasıl başladı, niye bitti?
Abim benim projelerime çok güvenir. Erbaa’da konser düzenlerdik, abimi o konuya sokan ben olmuştum. Küçük Ceylan’ı, Cenk Koray’ı, Yılmaz Köksal’ı filan getiriyorduk. Ve iyi para kazanıyorduk. Sonra “video kaset dükkânı açalım” dedim, açtı. Vavien’e başlarken bana şöyle tavsiyede bulunuyordu: “Bizim insanımız konulu film sevmez, video zamanlarını hatırla, Son İmparator, Gülün Adı, Uçurtmayı Vurmasınlar filan hiç kiraya gitmiyordu. Hep Bud Spencer’lar, Çük Norris’ler (Chuck Norris’e öyle demeyi sever) gidiyordu, öyle filmler yapmak lâzım”. (gülüyor) Neyse, abime “bir radyo aç” demiştim, bir gün yengemin bilezikleriyle geldi. “Ne yapacağız?”, “radyo açacağız”. Kayseri’de bir yerden verici aldık, ben yarım yamalak bilgimle seslendirme stüdyosuna benzeyen bir şey yaptım. Sonra yayına başladık. Abim, “peki nereden para kazanacağız?” dedi. “Reklâmla oluyor bu işler, reklâm toplayacağız” dedim. Kiremit fabrikaları filan var Erbaa’da, abim onlara gitti, “ne işimiz var reklâmla” dediler, bakkallara gittik, “ne reklâmı ya” filan. Tam “bizim proje yattı” yattı derken, istekler gelmeye başladı, “şunu da çalsanıza, bunu da çalsanıza”, biz de çalıyorduk. Abim bir süre sonra “istekler artık paralı oldu” dedi. (gülüyor)
Bir psikiyatri bakanlığı bile kurulabilir yani. O kadar bozuk ülkenin psikolojisi. Şöyle bir psikoloji kaldı: Kafayı kaldırırsan dayağı yersin. Her kafayı kaldırdığında ülke, dayağı yiyor. Ondan dolayı da kafayı kaldırmamaya karar verdi herkes.
Kral FM durumu yani.
O sistemi aslında biz başlattık. (gülüyor) Günde 400-500 istek çalıyorduk. Bir şarkıda 15 kişinin adı geçmeye başladı, Ferdi Tayfur’un Çeşme’si çok popülerdi o zamanlar, 15-20 istek bir şarkıya gidiyordu, çok iyi para kazanıyorduk.
Bir istek kaç liraydı?
Tam fiyatını hatırlamıyorum, bir uzun Marlboro’ya denk geliyordu. İlk kazandığımız paralarla uzun Marlboro alıyorduk. Bir şarkıda 15-20 uzun Marlboro’luk para kazanıyorduk. Bizim için çok iyi bir gelirdi. Sonra “bunda çok iyi para var” diye başka radyolar açıldı, onlar istekleri ücretsiz yapmaya başladılar ve biz battık. (gülüyor) Sonra onlar da battı, herkes battı.
Adı neydi radyonun?
Hakan FM 104. Abim kendi ismini vermişti. (gülüyor) İsmini duymayı çok seviyordu. Sinyal müziğimiz de Hababam Sınıfı’nın müziğiydi. (gülüyor)
Takva’nın Erol'u
Sigara sahneleri çok güzel Vavien’de. Hele filmin başında, adamın biri öyle derin bir nefes çekiyor ki, sigarayı bırakmış olan Settar Tanrıöğen’i acayip imrendiriyor.
Evet, çok iyi oldu sigara sahneleri. Settar’ın sağlık takıntısının esini abimden. Abimde de sağlık takıntısı var, yaşlanma korkusu var. Spor yapıyor ama, şöyle yapıyor. (Kollarını dirsekten büküp vücuduna yapıştırıyor, sonra kanat çırpar gibi dirseklerini açıp kapıyor) Sonra göbeğini şaplatıyor. Büyük hareketler yapmıyor yani. (gülüyor) Sigarayı bırakmak, tekrar başlamak, çok güncel bir psikoloji. “Bırakayım ya şu mereti” durumu çok ilgimi çekiyor. Ben sigara içen biriyim. Sigara içmemin nedeni bir keyif değil aslında, bir sıkıntı. Kendimi çok iyi hissettiğim zamanlarda sigara içmem, oradan biraz biliyorum. Mutlu olduğum zamanlarda “sigaradan uzak duralım, rakıdan uzak duralım” filan yaparım. Psikolojik rahatlıkla alâkalı bir konu.
Özgürlüğü ulaşılması çok değerli bir yer olarak, çok erotik bir yer olarak görüyorum. Taze, yepyeni bir yer olarak görüyorum zihnin özgürlüğünü. Bu mücadelem devam edecek. Zihin özgürlüğü mücadelem.
Sigara yasağına ne diyorsun?
Herkes grip oldu. (gülüyor) Genelde “illet” diye bakılıyor sigaraya, “şu illetten kurtulamadım”, herkeste bu var. “Şu yasak çıksa da ben de mi bıraksam” diye millet bir heveslendi. Sonra dışarda, soğukta sigara içmekten grip oldu herkes. Fakat şöyle bir faydası var: Barda sigara içmek için dışarı çıkıyorsun, küçük bir anlaşan grup gibi oluyorsun. Bir arkadaşım sigarayı bıraktı, “bir bakıyorum” diyor, “barda kimse yok, bir ben kalıyorum, sigaraya mı başlasam acaba”... (gülüyor) Anlaşacağın kızı da orada hemen anlayabiliyorsun. Sigara içen biriyle içmeyen birinin beraber olması çok zor. Bu çok ters bir laf ama, sağlıklı olmayı ben sevmiyorum. Bana sağlıksız geliyor. (gülüyor) Sağlıklı insan psikolojisi, yaşamayan sanal insanlar gibi geliyor bana. Sağlık denince bir reklam filmi dönüyor gibi oluyor. Sağlıksızlığı da ayrıca sağlıklı buluyorum bir anlamda. (gülüyor) Yasak zaten hiçbir konuda istemediğim bir şey. İnsanlar olabildiğince özgür olmalı, başkalarına zarar vermediği sürece, şiddet uygulamadığı sürece. İnsanlar istedikleri şekilde yaşamalı. İnsanın canını sıkmamak lâzım, hiçbir devletin, hiçbir insanın canını sıkmaması lâzım. Çünkü insan gittikçe daha tehlikeli bir hale doğru gidiyor. Olabildiğince sakinleştirmek lâzım insanları. İnsan özünde çok vahşi bir yaratık. Yasaklar insanın içindeki vahşeti daha fazla ortaya çıkarabilir. Onun için özgür olmalarını sağlamak lâzım.
Şiirle aran nasıl? Sevdiğin bir şair var mı?
Şiir benim için Ahmet Selçuk İlkan’dır. (gülüyor) Bir video-kaset dükkânımız vardı demiştim ya, teyp kasetler de satıyorduk. Kendi yaptığımız kayıtlar vardı, abimin şiirlerini –abim şiir yazardı– okurdum. Ahmet Selçuk İlkan gibi duygusal okuyordum, arkasından şarkıya bağlıyorduk. (gülüyor) Böyle kasetler yapıyorduk, çok da tutmuştu, bir numaralı müşterimiz askerlerdi. Filmdeki şiir de abimindir. Bir defteri vardı, ona yazardı. O defteri istedim, bir kolaj yaptım şiirlerinden. Olgun (Şimşek) okuyor, Settar abinin radyo dinlediği sahnede.
Duyguların özgürlüğünden bahsediyorum. Zihnimin özgürlüğü, duygularımın özgürlüğü, istediğimi söyleyebilme özgürlüğü... Hep oraya ulaşmaya çalışıyorum. Bazen özgür oluyorum, çok kısa süreli özgürlükler yaşıyorum. “Aa” diyorum, “on dakika sürdü, yine o berbat düşünceler geri geldi”.
Ne tür şiirler yazıyordu abin?
Aşk şiirleri, ayrılık üzerine, yıllar sonra hatırlamama, “beni ne çabuk unuttun, seninle halbuki neler yaşamıştık” filan. “Yolda gördüm yine seni, başını çevirip dönüp bakmadın”... Üzücü şiirler yazıyordu, mutlu şiirler değil. Pink Floyd gibi. (gülüyor)
Ahmet Selçuk İlkan’ın kasetlerini alıp dinler miydin?
Feyz almak için, esinlenmek için dinliyordum. En duygusal yerden kanırtan oydu. (gülüyor)
“Türkiye kendisini doğru ifade edemiyor. Onun da sırları var. Nezaketsiz, olgun değil, aklı başında değil. Filmdeki adam (Celâl) gibi. Ya da benim gibi.”
Doğru. Benim hissettiğim kendimden farklı değil bu ülke. Benim kadar arızaları var. Sonuç olarak bu ülkenin çocuğuyum, ülkenin hali bana yansıdı tabii ki. (gülüyor) Bir de ülkenin çok önemli bir dönemini çocukluğumdan itibaren yaşadım. ’72 doğumluyum. Algı başladıktan itibaren problemlere düştüm bütün ülke gibi. Şimdi de psikolojimi kurtarmaya çalışıyorum. Bu ülke de psikolojisini kurtarmaya çalışıyor bence. Ondan dolayı bir yakınlık kuruyorum ülkeyle. Kendinden haberi yok bu ülkenin. (gülüyor) Bu korkunç bir durum. Kafası karışık bir ülke. Ergen bir çocuk gibi. Mastürbasyona bağlamış gibi. (gülüyor) Başka ülkelere bakıyorsun, adamlarda bir yere yerleşmişlik var. O hissi alıyorsun. Karakterlerinde var, binalarında var, bir oturmuşluk var yani. (gülüyor) Bizde sivilce yeni pırtlıyor gibi. Bu genç hali umut da veriyor. Demek ki önünde yaşayacağı güzel duygular var. Çünkü büyüyecek bu ülke, büyümek zorunda. Öyle hayal ediyorum yani. (gülüyor)
Babayı öldürse rahatlar mı?
Evet, bir baba sorunu var ülkenin. Onun için kahraman çok seviyorlar. “Hah, bu adam bizi kurtarır, allah razı olsun”. (gülüyor) “Nasıl olsa benden bir şey olmaz, birileri de zaten bu işi herhalde halleder”. Böyle bir kafa var benim anladığım.Yazı Tura'da Olgun Şimsek'le
Eskiden “asker gelsin” durumu vardı...
Şimdi o da yok, onun da boku çıktı. Kurtarıcı da kalmadı. (gülüyor) 12 Eylül’e de öyle bakıldı: “Düzen bozuldu, baba müdahale etti.” Kendi zihinlerine güvense bu ülkenin insanları... Sadece kendilerine değil, kimseye güvenmiyorlar. Hiç kimsenin hiç kimseden haberi yok. Geçmişinden haberi yok, tarihinden haberi yok.
“Türkiye filmdeki adam gibi” diyorsun, “filmdeki adam”, Celâl, çok gaddar ve benmerkezli. En yakınını öldürmek üzere bir cinayet planı kurabiliyor.
Kurabiliyor. Sonra da hiçbir şey yapmamış gibi gülerek devam ediyor.
Burhan Altıntop’la Tayyip Erdoğan arasında bir benzerlik görüyor musun?
Biraz yerellikleri benziyor. Düşünce biçimleri farklı ama. Burhan Altıntop çok sahtekâr.
Tayyip Erdoğan?
Yok, öyle düşünmek istemiyorum. Sonuçta ülkeyi yönetiyor. (gülüyor) Öyle düşünmemekte fayda var. Çok tehlikeli. (gülüyor)
Histeri aynı histeri.
Histerisi benziyor. (gülüyor) O da çok gezinen bir karakter. Bazen AB başkanı gibi konuşuyor, son derece demokratik. Bazen mahalleden yeni çıkmış bir kabadayı gibi. Bazen çok bağırıyor, çağırıyor, bir diktatör karakteri oluyor. Bazen Mevlânâ gibi. Geziniyor. (gülüyor)
Sağlıklı olmayı sevmiyorum. Bana sağlıksız geliyor. Sağlıklı insan psikolojisi, yaşamayan sanal insanlar gibi geliyor bana. Sağlık denince bir reklam filmi dönüyor gibi oluyor. Sağlıksızlığı da ayrıca sağlıklı buluyorum bir anlamda.
Dolayısıyla Türkiye toplumunun geniş bir kesimini temsil ediyor.
Türkiye insanı bazen çok demokratik olur, bazen inanılmaz faşist olur. Bazen şiirler okunur, gözler sulanır, sanat müziği dinlenir. (gülüyor) Bizde karakter bol. Hepimiz geziniyoruz. Göçebelik her alanda devam ediyor. “Nasılsa gideceğiz, burada fazla kalmayız.” Karakter konusunda da öyle. “Bu karakterde fazla kalmam ben zaten.” (gülüyor) Üst kat çok gürültücü. Patır patır, yerlerinde durmuyorlar. Planlar yapıyorlar. Yukarıda çok gürültü var... Uçakta bir hakimle tanıştım, merhaba filan yaptı. Bir hakime “işler nasıl?” filan diyemiyorsun tabii. (gülüyor) Mahkemede bir trip oluyor ya, yüksek yüksek konuşuyorlar, uçakta bir görsen, “seni kim hakim yaptı ya” diyesin geliyor. (gülüyor) Demek ki mecbur o tafrayı yapmaya. Normal davranınca kimse ciddiye almıyor herhalde. Onun için karakterler sürekli geziniyor. Başbakan kendisinden bahsederken “Recep Tayyip Erdoğan şunu hiçbir zaman yapmaz” diyor mesela. (gülüyor) Gitmiş artık yani, baybay. Başka birisinden mi bahsediyor?
Öyle konuşan çok, futbolcusundan sanatçısına, kendilerinden üçüncü tekil şahıs olarak söz ediyorlar...
Şöhretin özünde vardır bu. Çevrende konuşan insan sayısı azaldıkça, düşünce sayısı azaldıkça, merkeze yönelir karakter. Şöhret hastalığıdır bu. Başbakanda da var. “Recep Tayyip Erdoğan bunu yapmaz”, bir tane daha kendinden yaratıyor, “biz zaten iki kişiyiz” diyor. (gülüyor)
Uykusuz’daki yazılar niye durdu?
Çok ağır eleştiriler geldi. Ekşisözlük dangalakları moralimi bozdu.
İyi gidiyordu halbuki.
Bence de güzeldi. Çok değişikti. Moral bozdular. Oradan bir kitap çıkarmayı düşünüyordum, herhalde yüz sayıda bir kitap olurdu. Bir kitabım olsun istiyordum. Çok saçma yazılardı. Fantastikti. Anlaşılmıyor diye üst üste yazılar çıktı, “ne anlatıyor bu adam” filan. “Herhalde anlaşılmıyor, yerine ulaşmıyor” dedim. Hem senaryo için bir egzersiz olacaktı, amacım egzersize açmaktı kendimi. O plan yürümedi, sonuçta 14 sayı yazdım. Derginin editörleri çok beğendiklerini söylüyorlardı ama, acaba nezaketen mi söyleniyor diye insan kıllanıyor.
Ekşisözlük’te övücü yazılar yok muydu?
Vardı, ama azdı. Çoğunluğu kötüydü. İlk etapta çok bozuldum, şu kafayla baktığımda erken bir karar olmuş. Takmamalıydım, devam etmeliydim, üzerine gitmeliydim. Ama insan o kafada doğru kararlar veremiyor.
Ünlü olmak nasıl bir şey?
Hep iyi bir şey olarak anlatılır ünlü olmak. “Daha ne istiyorsun?” Ama benim gözümde büyük bir yalnızlık hikâyesi. Tavsiye etmem. (gülüyor) Ben bu ünlülükten hoşlanmadım, çünkü özgürlüğümü çok kısıtladı. Kız arkadaşınla yemeğe bile gidemiyorsun, çünkü sana suç işlemiş gibi davranan bir kamera var. Onun için kendini yakalanmış hissediyorsun. Normalde arkadaşınla yemek yersin. Kendine elit bir hapishane kuruyorsun. Hiçbir şey özgür değil. Erbaa kafasıyla çözmeye çalışıyorum meseleyi. Erbaa’da dükkâna giderken yedi-sekiz yerde durursun, çay içersin, herkese “merhaba, merhaba” dersin, “kolay gelsin” dersin. Bir anlamda ünlüsündür. Tanınırsın, herkes tanır çünkü seni. Herkes birbirini tanır. Herkes ünlüdür yani. (gülüyor) Öyle çözmeye çalıştım, “Erbaa gibi düşün” dedim, “dükkâna gidene kadar herkesle merhabalaşıyorsun”. Ünlülük Erbaa’daki gibi devam ediyor diye çözmeye çalışıyorum meseleyi.
Yeraltı'nın Muharrem'i
Ün bir sorumluluk da getiriyor mu?
Getiriyor tabii. Sorumluluk insanı insanlaştırıyor. Vavien’in böyle yapılması bir sorumluluktan kaynaklanıyor. Tiyatro yapacağım şimdi, Hücreler diye bir oyunum var, onda da sorumluluktan kaynaklanan yapma nedenlerim var. Ayrıca ben bundan memnunum, bu sorumluluğum bir işe yarayacaksa, bundan memnunum. Bir işe yaramayı çok isterim çünkü. Öbür türlü kendimi ülkenin gereksiz bir varlığı hissederdim. Sorumluluk hissetmeseydim, Burhan Altıntop’tan basar giderdim. Burhan Altıntop çok beğenildi, ben de çok beğeniyorum, izlerken çok hoşuma gidiyor. Ama onu kullanmak istemedim. Başka taraflarımı gösterebilirim. Zihin diyorum, bilmem ne diyorum, insanların iç mutsuzlukları diyorum. Bunlar beni biraz daha yaşama bağlıyor, işimi daha çok sevmemi sağlıyor. Kuru gürültü iş yapmak istemiyorum, bir faydası olsun, bir anlamı olsun istiyorum. “Bu filmi niye yaptın sen?” sorusuna bir cevabım olsun istiyorum. “Ya yaptık işte”. Çocuk değilim ki ben. “Eğleniyorduk ya”. Böyle bir cevap veremem. Sinemayı çok önemli buluyorum, tiyatroyu da. Kalıcı, kitaplar gibi artık DVD’ler. Hatıralara da önem veriyorum. Bir hatıra bırakmak istiyorum kendi hayatımda. Mânâsı olan bir iş yapmanın hissi bana iyi geliyor. Psikolojime faydası var. Ben psikolojisiyle yaşayan bir insanım. Psikolojimi iyi etmek için uğraşıyorum, bütün çabam bu. Yaptığım işler de psikolojime iyi gelmeli. Sorumluluk bunu artırıyor, mânâ artırıyor, üslûp artırıyor. Herkes gibi ben de psikolojimi kurtarmak isteyen biriyim. (gülüyor)
Vavien’in adı ilk başta neydi?
Otomatik Kapı’ydı, sonra filmin konusunu biraz ihbar ediyor gibi geldi. Başta öyle düşünmüyordum, ama otomatik kapı çok önemli bir objesi haline geldi filmin, kendiliğinden öyle oldu. O zaman ismi de gitti. Vavien, çok büyük bir hayalimdi, bir filmi vaviene bağlamak. Çok heyecanlandırıyordu beni. Acaba bağlanır mı? İyi piknik-kötü piknik, ışık yandı, yanmadı; insanların karakterlerinin ışıklarını bir yakıp bir söndürmek...
Vavien kavramıyla mı düşünüyordun bütün öyküyü?
Evet. Yönetmenler de hep aynı açılardan çektiler. Telefon sahneleri, karar vermeler, her karakterin sigarayı bırakması, sonra başlaması kafamdaki vavien mantığıyla örtüşüyordu. Vavien’in zor bir bağlanış şeması var. Abim elektrikçi, bana öğretmeye çalıştı, bir türlü öğrenemiyordum. Zil de öyledir, bağlanması zordur. Yanlış bağlarsanız trafoyu yakarsınız. Babam 12 tane trafo patlatmış, yanlış zil bağlamaktan. Sonra müşteriye “siktir ol git” demiş. (gülüyor) Emekli olduktan sonra abimin dükkânına gidip gelmeye başlamıştı. Sonra abimler de “baba, sen gelme” dediler. Dükkânı yıkıyormuş, millete ayaklarını sildiriyormuş, müşteriye kötü muamele... Sonra Yalan Rüzgârı hastası oldu, onun saatinde eve erken gitmeye başladı, sonra evcil oldu.
Algı başladıktan itibaren problemlere düştüm bütün ülke gibi. Şimdi de psikolojimi kurtarmaya çalışıyorum. Bu ülke de psikolojisini kurtarmaya çalışıyor. Kendinden haberi yok bu ülkenin. Bu korkunç bir durum. Kafası karışık bir ülke. Ergen çocuk gibi. Mastürbasyona bağlamış gibi.
Vavien’e dönersek...
Bağlaması zor. Bir elektrikçiye sorsan, “vavien nedir?” desen, hemen böyle “ee, neydi ya?” yapar, kendisine bir düşünme süresi verir. Bir statü göstergesidir, bazı evler vavienlidir, bazı evler vaviensizdir. Mesela elektrikçiler “vavienli ev” derler, “ha, durumu iyi”. (gülüyor) Genelde kullanır herkes, ama sistemin ismini bilmez. Vavien’den başka bir isim gerçekten düşünemedik yani. Bunu bir hata olarak gören de çok oldu.
Ne açıdan?
Pazarlama açısından. Seyirci ismini söyleyemediği için filme gidemedi, yanlış söylerim korkusu oldu diyorlar. Bu filmdeki benim en büyük mutluluğum bir öyküyü vaviene bağlamak oldu. Ben bu kadar gerçek bir hikâye aslında planlamıyordum. Gerçeği malzeme olarak kullanınca, bir trajedi oluştu filmde. (gülüyor) Bunu hiç planlamıyordum, benim için önemli olan bir sistemi vaviene bağlamak ve kara komedi unsurlarını kullanmaktı. “Evrensel bir dil yaratılabilir mi, Türkiye’deki karakterler aslında evrensel karakterler mi?” Niyetim buydu aslında. Fakat ortaya çok büyük bir dram çıktı, Türkiye dramı. Onu da gerçekten beklemiyordum, bir dram çıkarayım ortaya diye yazmadım çünkü. (gülüyor) Sinemada yazarken gerçeklikten hiç çıkamıyorsunuz, çünkü tek dayanak noktan gerçek. Küçük hikâyeleri de kullanınca böyle şeyler oldu. İstemezdim yani böyle bir gerçeği ortaya çıkarmak. (gülüyor)
“Yaşı geçmiş genç insanlar” diye bir tabir kullanıyorsun, 2006’da şu kehaneti yaparken: “Çok tıkandı herkes. Medyada çok genç ve yaşı geçmiş genç insanlar var. Beş yıl içinde siyasette, medyada, sinemada, tiyatroda el değişimi bekliyorum.”
Bir tayfa fena bir şekilde zihin olarak tıkandı. Kaçan da çok genç var, ona da çok üzülüyorum, çok parlak çocukları kaybetti ülke. “Sisteme adapte oliceksin” diye bir muhabbet var. Kendi zihnini kullanmamaya gayret eden birçok genç var. Genelde işin başındakiler “yapımcı zihniyeti”nde. Bunun bir çıkmaz sokağa gireceğini ve orada patlayacağını tahmin ediyordum, etmeye de devam ediyorum. (gülüyor) 30 yaşında çocuğu görüyorum, 40-45 olmuş. “Ne oldu oğlum sana?” diyorum. İçimden öyle diyesim geliyor. 30 yaş nedir ya? Kendi içlerindeki bu yaşlanmadan korkacaklar bence. Bir grup kafasını kaldıracak, ‘80 doğumlulardan çok umutluyum. 30’a yeni geliyorlar, 30’u döndükten sonra “sikerim bu işi” diyecekler.
Yazgı'nın Necatis'si
Var mı onun işaretleri?
Var. Yeni yeni isimler geliyor. Bir arayış var. Bir değişim yaşanıyor. Medyanın bütün alanında bir değişim yaşanıyor. Siyasetteki gerçek değişim daha başlamadı, ama değişime hazır artık. Yeni ekiplerin siyasete gireceğini düşünüyorum. Siyasetin söylemleri de daraldı. Yeni bir partinin yeri hazır aslında. Yabancı bir adam bile gelse yüzde 30-40 oy alır gibi geliyor bana. İnsanlar özgür olmak istiyor, ekonomik olarak iyi olmak istiyor. Herkesin beklentisi bu. Türkiye insanı faşizmden hoşlanmaz aslında.
Peki niye bu kadar kesif bir faşizm var?
Aslında özünde sevmiyor, onu demeye getiriyorum. Anadolu’da şiir var, bağlama var, Yunus var, Mevlânâ var...
Ama “bağlama, Yunus, Mevlânâ” anlayışıyla şimdiki hâkim İslâm anlayışı farklı şeyler. Söyleşinin başında gösterdiğin aile fotoğrafı çok manidar değil mi?
Benim tanıdığım insanlar iyi niyetliydi, hayata iyi niyetle bakardı. Hep bir kollama, imece vardı. Nasıl oldu da yardımlaşma birdenbire bitti? O karakterler nereye gitti? Benim anlamadığım ve sorduğum soru budur: Bu ülke böyleyken neden böyle oldu? Burada insanları suçlu görmüyorum. İnanırlar, saf insanlardır, bilmezler, kurnazlıkları iki adım öteye gitmez. İkinci hareket yoktur yani. (gülüyor)
Yılmaz Özdil’e ne diyorsun? Ahmet Türk’e atılan yumruğa “adaletin tokmağı” dedi.
Hiçbir zaman katılacağım bir görüş değil.
Eski bir söyleşide sevdiğin köşe yazarları onun da ismini veriyorsun.
Esprili yazıyordu, neşeli bir adamdı. Komedi sevdiğim için komedisi olan köşe yazarlarını da seviyorum. O anlamda söylemiştim. Bu durum tabii hiç doğru değil. Olur mu öyle şey! Şu köken araştıranlardan da hiç hoşlanmıyorum. “Sen aslında Ermeniymişsin de sonra Alevî olmuşsun”. Ne uğraşıyorsun, Ermeni olsa ne olur, Rus olsa ne olur?
Türkiye insanı bazen çok demokratik olur, bazen inanılmaz faşist olur. Bazen şiirler okunur, gözler sulanır, sanat müziği dinlenir. Bizde karakter bol. Hepimiz geziniyoruz. Göçebelik her alanda devam ediyor. “Nasılsa gideceğiz, burada fazla kalmayız.” Karakter konusunda da öyle. “Bu karakterde fazla kalmam ben zaten.”
Genel siyasî tabloyu nasıl yorumluyorsun?
Ben olayı söyleyeyim kafama göre: AKP solun dilini çaldı. Solun dili kalmadı. AKP evrensel insan hakları bildirilerini okuyan bir parti gibi oldu. Sol oradan tokadı yedi. Kendine gelemiyor bir türlü. Dil arıyor, bulamıyor. Peki n’apalım? O “a” diyorsa ben “b” diyeyim gibi basit çözümler ürettiği bile olabiliyor. Saçma bir tez mi sence? Pek aklına uymuyor değil mi? (gülüyor) Ben öyle hissettim yani. “Allah allah, bu solun dili değil mi?” diyordum AKP’yi ilk dinlediğimde. “Dindar mindar, bak geliştirdiler kendilerini” filan. Anadolu’da bir dönem çok İmam-Hatip açıldı. İmam ve hatip; hatiplik sanatı, düşünsenize bir okul hatip yetiştiriyor. Bu hatiplerin hepsi siyasete girdi. AKP İmam-Hatip’lerin uzantılarının kurduğu bir parti. Hatiplik bir ders, tiyatroda da bir ders, bu dersi almak önemlidir. İkna kabiliyetleri çok yüksek. İstanbul daha çok Galatasaray Lisesi’nin ekolü, medya o dili kullandı, Galatasaray dilini. Onun karşısına hatipliler geldi. Bu da mı saçma sence? (gülüyor)
Değil... Galatasaray dili deyince çeşitli isimler geliyor akla. Coşkun Kırca, Mehmet Ali Birand, Fatih Altaylı... Ayrı kamplar gibi, ama aynı kamp aslında.
Bir okul müsabakası gibi, Galatasaray’la İmam-Hatip arasında. O onu aşağılıyor, o ona “senden adam olmaz” diyor. Komik aslında. İmam-Hatipli çok köşe yazarı var.
Hitabet sağlam.
Tabii, seni hemen ikna ederler. Bir dönem girdim aralarına Erbaa’da, meraklı bir tip olduğum için her yere bakmışlığım vardır. Bir oğlan vardı, o kadar iyi ders anlatıyordu ki bana, anlıyordum. Hocadan anlamıyordum. Geometri filan, zor konular, sert konular. Ondan dolayı oraya çok gittim geldim. Bir ara kafamda takke, elimde tesbih, Kuran-ı kerim’le fotoğrafım var. O fotoğrafı çektirdikten sonra vınn.
Niye vınn?
Çok sıkıcıydı.
Dershane mi bu?
Bizim bir komşuydu. Akıllı bir oğlandı. Ondan ders aldırttı bizimkiler. Evlerine gittiğimde kadınlar kaçıyordu, çünkü göz göze gelmememiz gerekiyordu, ikram yapılırken de kendilerini göstermeden kapıdan tepsiyi uzatıyorlardı. Çok sıkıcı bulduğum için oraya daha fazla takılmadım.
Bu takke filan nasıl oldu?
İmam-Hatipliler çok yaygınlaştı. Bizim mahallede üç-dört İmam-Hatipli vardı. Çok parlak öğrencilerdi, benim ders aldığım çocuk onlardan biriydi. O dersler sonrasında gelişen bir olaydı o. Ben de parlak bir öğrenciydim; teşekkür, takdir filan alıyordum. Fakat matematikte, geometride anlamadığım sorunlar çok oluyordu, ama ondan öyle bir öğrendim ki, hayatım boyunca hep on aldım. Bütün şifrelerini çözdüm matematiğin. Bununla hava atmak bu saatte... (gülüyor) Senaryo da matematiktir.
Takke hikâyesine dönersek...
Birtakım kadınlar, genç kızlar, grup grup gelip mahallenin kadınlarını topladı, onlara “siz dindar mısınız?” sorusunu sordu. “Dindarız” dediler. “Peki dinin gereklerini yerine getiriyor musunuz?” Bizimkiler çuvalladı. (gülüyor) Türk kahvesinin yanında likör bile vardı, alkol gözüyle bakılmazdı, ikram gözüyle bakılırdı, ki havalı bir ikramdı. Dindarlık soruları başlayınca bütün gelenekler teker teker tırpanlandı.
Zihin en çok kullandığın kelimelerden biri. Ne ifade ediyor senin için?
Zihin hastalanmaya çok müsait ve hastalığını da belli etmeyen gizli bir yer aslında. Zihnin hasta olduğu zaman organizma otomatik olarak hastalanıyor. Çok büyük bir hastalık, kanser gibi, Allah göstermesin. Büyük bir arıza ve bu konu hiç önemsenmiyor. Herkes kalbinden, midesinden, karaciğerinden filan bahsediyor, ama zihninden bahsetmiyor. Zihin benim takıntım. Sinema zihne girebiliyor. Gizli arızalar sinemada çözülebilir mi? Vavien’de de çok uğraştığım bir konu bu. İnsanlara karanlığa gösterip “yok ya, o kadar da karanlık değil” filan hissettirmekti Vavien’deki ilk hedeflerimden biri. Bir film bir zihin rahatlığı yaratabilir mi? Zihindeki trafiğe de benzeyen bir sistem kurmaya çalıştım Vavien’de. Zihin bazen suç işler. Suç işlediği zaman, zihin polisi vardır, o sorgular. “Ne oldu? Ne yaptın?” (gülüyor) Her şeyi gerçekliğiyle söylemen lâzım, uydurmasyon olmaz. Sonra meseleler yavaş yavaş çözülür, “ha, öyle miymiş, ha, ondan” filan gibi. Vavien’de de böyle bir benzeme olsun istedim. Vavien açıp kapatmak, yakıp söndürmek ya... Zihinde bir trafik vardır; suçlar, korkular, hatalar, kusurlar ve onlarla mücadele... Birçok insan zihninin hasta olduğunu bilmiyor. Sağlık manyaklığı sardı ortalığı; karaciğerdi, kalpti, oydu buydu, ama zihinden bahseden yok. En önemli organın ya! Zihin öyle bir hastalık ki, öldürür insanı. İntihara kadar gider. Bence konuşulması gereken tek konu zihin, zihin hastalıkları. (gülüyor)
Benim tanıdığım insanlar iyi niyetliydi, hayata iyi niyetle bakardı. Hep bir kollama, imece vardı. Nasıl oldu da yardımlaşma birdenbire bitti? O karakterler nereye gitti? Benim anlamadığım ve sorduğum soru budur: Bu ülke böyleyken neden böyle oldu?
Psikolojiden, psikiyatriden farklı bir şeyden bahsediyoruz galiba.
İnsanın içindeki trafik bu. İnsanın kendisi anlar zaten. Zihniyle nasıl bir bağ kurduğunu kendisi biliyordur. Zihin ve ruh çok yakın konular birbirine. Bütün bu meditasyonlar, yogalar, bilmemneler, hepsi zihne daha yakınlaşabilmek, ruhuna, bedenine daha yakınlaşabilmek için yapılıyor... Tabii abartmamak da lâzım. (gülüyor) Çok da deşmemek lâzım. Anadolu’da pek sevmezler fazla düşüneni. “Bu çok düşünüyor, yanar bu, yanar” diyorlar. (gülüyor) Düşünmekle ilgili bütün atasözleri olumsuz. “Hindi gibi ne düşünüyorsun?”, “gemilerin batar” filan, sakın düşünme! Düşünmeyi zararlı bir şey olarak görüyorlar. Halbuki en önemli yerin zihnin. “Aman abi, zihne bulaşmayalım, ayarı kaçar” gibi yere bağlanıyor. Zihin dediğin geyik gibi zaten. (gülüyor) Atlar gider, onun peşine düşersen, ohoo... Dizginlemek lâzım. Onun hızına yetişilmez. “Sus” diye bağırıyorsun kendine. Bir yazar bir senaryo anlatıyordu. Bir ismi hatırlayamadı, “o adamın adı neydi ya?” dedi. “Neydi, neydi...” Sonra “NEYDİ?” yaptı. Bağırdı kendine. Azarladı kendini. Orada çalışmayan hücreleri var sanki, onlara seslendi. “Ne o, ne işe yarıyorsunuz, gayret edin, biraz toparlanın.” (gülüyor) Hücreler tembelliğe müsaittir. Zihni açmak büyük bir sorundur. Allahtan arkadaşlarım var da delilikten yırtıyorum. Deli olmak bir yalnızlık hikâyesi. Yalnızlığı arttıkça insan delirebiliyor. Bir deliyi kurtaran bir deli arkadaşı. İnsanın delirmeye eğilimi varsa arkadaşının deli olmasına özen göstermeli. O zaman ikisi de yırtar. (gülüyor) Delirmek zihnin bir arızasıdır çünkü. Ama o kadar korkmamak lâzım. Zihni özgür bırakmak gerekiyor...
Bir+Bir, sayı 3, Mayıs 2010
Çok sıkıcıydı.
Dershane mi bu?
Bizim bir komşuydu. Akıllı bir oğlandı. Ondan ders aldırttı bizimkiler. Evlerine gittiğimde kadınlar kaçıyordu, çünkü göz göze gelmememiz gerekiyordu, ikram yapılırken de kendilerini göstermeden kapıdan tepsiyi uzatıyorlardı. Çok sıkıcı bulduğum için oraya daha fazla takılmadım.
Bu takke filan nasıl oldu?
İmam-Hatipliler çok yaygınlaştı. Bizim mahallede üç-dört İmam-Hatipli vardı. Çok parlak öğrencilerdi, benim ders aldığım çocuk onlardan biriydi. O dersler sonrasında gelişen bir olaydı o. Ben de parlak bir öğrenciydim; teşekkür, takdir filan alıyordum. Fakat matematikte, geometride anlamadığım sorunlar çok oluyordu, ama ondan öyle bir öğrendim ki, hayatım boyunca hep on aldım. Bütün şifrelerini çözdüm matematiğin. Bununla hava atmak bu saatte... (gülüyor) Senaryo da matematiktir.
Takke hikâyesine dönersek...
Birtakım kadınlar, genç kızlar, grup grup gelip mahallenin kadınlarını topladı, onlara “siz dindar mısınız?” sorusunu sordu. “Dindarız” dediler. “Peki dinin gereklerini yerine getiriyor musunuz?” Bizimkiler çuvalladı. (gülüyor) Türk kahvesinin yanında likör bile vardı, alkol gözüyle bakılmazdı, ikram gözüyle bakılırdı, ki havalı bir ikramdı. Dindarlık soruları başlayınca bütün gelenekler teker teker tırpanlandı.
Zihin en çok kullandığın kelimelerden biri. Ne ifade ediyor senin için?
Zihin hastalanmaya çok müsait ve hastalığını da belli etmeyen gizli bir yer aslında. Zihnin hasta olduğu zaman organizma otomatik olarak hastalanıyor. Çok büyük bir hastalık, kanser gibi, Allah göstermesin. Büyük bir arıza ve bu konu hiç önemsenmiyor. Herkes kalbinden, midesinden, karaciğerinden filan bahsediyor, ama zihninden bahsetmiyor. Zihin benim takıntım. Sinema zihne girebiliyor. Gizli arızalar sinemada çözülebilir mi? Vavien’de de çok uğraştığım bir konu bu. İnsanlara karanlığa gösterip “yok ya, o kadar da karanlık değil” filan hissettirmekti Vavien’deki ilk hedeflerimden biri. Bir film bir zihin rahatlığı yaratabilir mi? Zihindeki trafiğe de benzeyen bir sistem kurmaya çalıştım Vavien’de. Zihin bazen suç işler. Suç işlediği zaman, zihin polisi vardır, o sorgular. “Ne oldu? Ne yaptın?” (gülüyor) Her şeyi gerçekliğiyle söylemen lâzım, uydurmasyon olmaz. Sonra meseleler yavaş yavaş çözülür, “ha, öyle miymiş, ha, ondan” filan gibi. Vavien’de de böyle bir benzeme olsun istedim. Vavien açıp kapatmak, yakıp söndürmek ya... Zihinde bir trafik vardır; suçlar, korkular, hatalar, kusurlar ve onlarla mücadele... Birçok insan zihninin hasta olduğunu bilmiyor. Sağlık manyaklığı sardı ortalığı; karaciğerdi, kalpti, oydu buydu, ama zihinden bahseden yok. En önemli organın ya! Zihin öyle bir hastalık ki, öldürür insanı. İntihara kadar gider. Bence konuşulması gereken tek konu zihin, zihin hastalıkları. (gülüyor)
Benim tanıdığım insanlar iyi niyetliydi, hayata iyi niyetle bakardı. Hep bir kollama, imece vardı. Nasıl oldu da yardımlaşma birdenbire bitti? O karakterler nereye gitti? Benim anlamadığım ve sorduğum soru budur: Bu ülke böyleyken neden böyle oldu?
Psikolojiden, psikiyatriden farklı bir şeyden bahsediyoruz galiba.
İnsanın içindeki trafik bu. İnsanın kendisi anlar zaten. Zihniyle nasıl bir bağ kurduğunu kendisi biliyordur. Zihin ve ruh çok yakın konular birbirine. Bütün bu meditasyonlar, yogalar, bilmemneler, hepsi zihne daha yakınlaşabilmek, ruhuna, bedenine daha yakınlaşabilmek için yapılıyor... Tabii abartmamak da lâzım. (gülüyor) Çok da deşmemek lâzım. Anadolu’da pek sevmezler fazla düşüneni. “Bu çok düşünüyor, yanar bu, yanar” diyorlar. (gülüyor) Düşünmekle ilgili bütün atasözleri olumsuz. “Hindi gibi ne düşünüyorsun?”, “gemilerin batar” filan, sakın düşünme! Düşünmeyi zararlı bir şey olarak görüyorlar. Halbuki en önemli yerin zihnin. “Aman abi, zihne bulaşmayalım, ayarı kaçar” gibi yere bağlanıyor. Zihin dediğin geyik gibi zaten. (gülüyor) Atlar gider, onun peşine düşersen, ohoo... Dizginlemek lâzım. Onun hızına yetişilmez. “Sus” diye bağırıyorsun kendine. Bir yazar bir senaryo anlatıyordu. Bir ismi hatırlayamadı, “o adamın adı neydi ya?” dedi. “Neydi, neydi...” Sonra “NEYDİ?” yaptı. Bağırdı kendine. Azarladı kendini. Orada çalışmayan hücreleri var sanki, onlara seslendi. “Ne o, ne işe yarıyorsunuz, gayret edin, biraz toparlanın.” (gülüyor) Hücreler tembelliğe müsaittir. Zihni açmak büyük bir sorundur. Allahtan arkadaşlarım var da delilikten yırtıyorum. Deli olmak bir yalnızlık hikâyesi. Yalnızlığı arttıkça insan delirebiliyor. Bir deliyi kurtaran bir deli arkadaşı. İnsanın delirmeye eğilimi varsa arkadaşının deli olmasına özen göstermeli. O zaman ikisi de yırtar. (gülüyor) Delirmek zihnin bir arızasıdır çünkü. Ama o kadar korkmamak lâzım. Zihni özgür bırakmak gerekiyor...
Bir+Bir, sayı 3, Mayıs 2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder