8 Eylül 2020 Salı

Onat Kutlar'ın "Çevirmen" Adlı Denemesi Ekseninde Zulmün Karşısında Sessiz Kalmak, Mehmet İşten

Onat Kutlar denince akla pek çok şey birden gelir: denemeci, şair, dergici, çevirmen, öykücü, sinemacı… Ama deneme onun yoğunlaştığı alanların başında gelir. 60’lı yılların başından itibaren çeşitli dergilerde yayımladığı denemelerini 80’lerin ortalarında kitaplaştırır. Bahar İsyancıdır’ın ilk basımı 1986. De Yayınları’ndan çıkıyor kitap. İçinde on altı deneme var. Benim bu yazıda üzerinde durmak istediğim Çevirmenbu denemelerden biri. Farklı boyutlarda ele alınmaya elverişli, felsefi bir içeriği olduğunu söyleyebiliriz. Onat Kutlar üslubunun diğer güzelliklerini taşımasının yanı sıra ilginç de bir kurgusu var. Anı-öykü gibi başlıyor ve sonra denemeye bağlanıyor.

Çevirmen adlı denemeyi kısaca özetlemek gerekirse, yazar metne “Bu özelliğimi ilk kez, çocukken fark ettim.”cümlesiyle başlıyor; sonra belleğinde yer etmiş bir çocukluk anısının anlatımına geçiyor. On dört yaşındaki ablası, kendinden küçük kardeşi ve anne-babasıyla yaşadıkları bir olayı, öykü kurgusu içinde anlatıyor bize yazar. Doğrudan asıl olayın içinde buluyoruz kendimizi. O gün evlerine, aile dostları olan Ticaret Mahkemesi Yargıcı ve onun odacısı gelmiştir. Yargıç, bahçedeki meyve vermeye durmuş zerdali ağacına konan serçeleri tüfekle vurmaya başlamıştır. Ağacın yanındaki evin ikinci katındadırlar ve yargıç pencerelerin birinden ateş ederken anlatıcı da -yazarın çocukluğu- yan pencereden bu garip olayı izlemekte ve dakikalar geçtikçe olayın, üzerindeki baskısı artmaktadır. Aslında tüm aile rahatsızdır ama çeşitli kaygılarla Yargıç’a engel olmaya girişememektedirler. Sanki yaşanan şey, görmezden gelinebilecek bir şeymiş ya da büyütmeye gerek olmayan bir şeymiş gibi bir hal içindedirler. Birbiriyle ilgisiz bazı konuşmalar yapmaktadırlar. Sonunda anlatıcının ablası, Yargıç’a tepki gösterir ve "Vuracaksanız yılanı vurun. Serçeleri niçin vuruyorsunuz?" diye bağırır. Fakat yargıç, oralı olmaz, geçiştirici bir söz söyleyerek kuşları vurmaya devam eder. Baba ve anne de gergin olmakla birlikte açık bir tavır alamazlar. En nihayet çocuk anlatıcı, Yargıç’a, yüksek sesle çözümleyici bir konuşma yaparak ev halkının davranışlarıyla ve sözleriyle gerçekte ne demeye çalıştıklarını söyler. Biz de anlarız ki açıkça değil ama ima yolu ile Yargıç’a bu eylemi durdurmasını söylemeye çalışmaktadır hepsi! Yargıç da ev halkı da bu konuşma sonrası şaşırmıştır, anne ve babası Yargıç’a gönül alıcı bazı sözler söylemelerine rağmen Yargıç izin isteyerek evden ayrılır. Aktarılan anı bu kadar.




Sonrasında yazar, çocukken Yargıç’a karşı yaptığı bu konuşmanın bir tür ‘çeviri’ olduğunu zaman içinde anladığını söylüyor, kendisinde bunun bir alışkanlık ve kişilik özelliği olarak devam ettiğini, hayatı boyunca pek çok durumda söylenenleri asıl söylenmek istenenlere çevirdiğini belirtiyor. Dil içi bir çeviridir yaptığı. Bunun bazen iyi bazen kötü sonuçları olduğunu vurguluyor. İnsanların düşündüklerini neden açıkça söyleyemediklerini sorguluyor. Daha sonraları da bu yaptığı şeyin doğrudan bir çeviri olmadığını çünkü bu çeviriyi yaparken kendisinin üçüncü bir dil oluşturduğunu fark ettiğini söylüyor. Ve kendisindeki bu durum ile edebiyatçılık arasında bir benzerlik gördüğünü, bir yerde edebiyatın da söylenenleri söylenmek istenenlere çevirme işi olduğuna ama bunun nesnel bir çeviri olmaktan çok edebiyatçının öznel bakışının da dahil olduğu bir çeviri işi olduğuna inanmaya başladığını hissettirerek yazısını tamamlıyor.
Konu olarak da anlatım olarak da çok çarpıcı bir metin olan Çevirmen’e biraz daha yakından bakmaya çalışacağım ben bu yazıda.

Çevirmen’in Yapısı

Çevirmen, ilginç bir başlangıca sahip: “Bu özelliğimi ilk kez, çocukken fark ettim.” cümlesiyle başlıyor. Ama bu giriş cümlesi gerçekte tuhaftır, çünkü böyle bir cümle için, ya hemen öncesinde bir özellikten söz edilmiş olması gerekir ya da hemen sonrasında bu özelliğin açıklanması gerekir. Oysa yazar bu cümleyi söylüyor ve onu öylece bırakıp belleğinde yer etmiş çocukluk anısının anlatımına geçiyor. Yazar, başlangıç için bu cümleyi niye seçmiş olabilir? Bu cümle olmadıkça metin uzunca bir süre ‘öyküsel anı’ anlatımı olarak devam edeceği ve bu durum da onu yazmak istediği yazı türünden -deneme- uzaklaştıracağı için cevabını verebiliriz bu soruya. Hatta sonradan eklenmiş gibi durmaktadır. Belki de gerçekten öykü yazmak için başladığı metin daha sonra denemeye evrilmiştir. Öte yandan, böyle bir başlangıcın yazara avantaj yaratmış olabileceğini de düşünebiliriz, “bu özelliğimi” diyerek hem o özelliğin ne olacağı konusunda okuyucunun merakını diri tutmakta hem de okuyucuyu birazdan anlatmaya başlayacağı olayın daha sonra kendisinin bir kişilik özelliğine bağlanacağı konusunda uyarmaktadır. Daha sonra olayın anlatımına girişmekte ve anlatacağı olayı bitirinceye kadar bir daha görünmemektedir yazarın kendisi. Çünkü olay anlatımı boyunca muhatabımız artık yazar değil yazarın çocukluğu diyebileceğimiz bir anlatıcıdır.

O halde muhatabımızı şöyle gösterebiliriz:

1. cümle > Yazar
2. cümle > Olay anlatımının olduğu bölüm 1. tekil anlatıcı (yazarın çocukluğu)
3. cümle > Olay anlatımının sona erişinden sonrası Yazar

İlk cümleden sonra başlayan anı aktarımı boyunca anlatıcı, yazarın kendi çocuk hali. Bunu tercih etmesi metne ayrıca bir gerçeklik duygusu katıyor ve okuyucuların olayı o an yaşanıyormuş duygusuyla takip etmesini sağlıyor. Cümlelerde konuşma dilinin doğallığından çok edebi dilin mesafesi hissediliyor. Bu da bize, her ne kadar olayları anlatan ve cümleleri kuran ‘çocuk anlatıcı’ olsa da yakından bakıldığında metinde “çocuk dili” değil “yetişkin dili” kullanıldığını düşündürüyor (Vüsat O. Bener’in Havva’sı hariç çocuk anlatıcı kullanılan hemen hemen tüm metinlerde var zaten bu durum). Yazar sanki çocukluğuna gidip kendi çocukluğunun içine girmiş ve oradan konuşmakta gibidir. Örneğin metnin girişinde yer alan ve serçeleri anlattığı “İçlerinden bir bölüğü, iplere ve dallara çarparak kalkıyor, yüksek avlu duvarının ortasındaki bir deliğe doğru uçuyor, delik çevresinde bir süre çırpındıktan sonra yeniden ağaca konuyordu.” cümlesi, bir çocuğun muhayyilesinden ve dilinden çok bir yetişkine uygundur. Metnin başından itibaren saptanabilen bu durum özellikle “Gökyüzü, ikindi güneşiyle aydınlık, avlu gölgeliydi. Küçük kuşların ölümü için epeyce elverişli bir saat.” cümlelerine gelindiğinde açıkça anlaşılıyor. Çünkü bu iki cümleden ilkinde basit bir betimleme yapılırken ardından gelen ikinci cümle, içinde taşıdığı sertlik ve ironi göz önüne alınınca ancak bir yetişkinin kurabileceği bir cümledir.



Bir diğer nokta, anlatıcının olayları aktarırken takındığı nesnel, hatta duygudan arındırılmış tutum. Anlatıcı, kendi duygularını neredeyse hiç yansıtmıyor. Adeta bir bilim adamı nesnelliği içinde olay boyunca. Anlatıcının bir ‘çocuk’ olduğu düşünülürse bu da oldukça tuhaf görünmekte. Anlatıcının ‘çocuk’ oluşunu bir kenara bıraksak bile, okuyucu normalde bu tür bir anlatıda, anlatıcının olayın trajik yönünü [zavallı küçük kuşların öldürülmesi] öne çıkaran duygulanımlarını görmeye alışıktır. İlk anda olayın trajikliği ile anlatıcının çocuk oluşu ve katı nesnelliği arasındaki karşıtlığın; okuyucunun metne girmesinde ve onunla duygu özdeşliği kurmasında bir sakınca yarattığı düşünülebilir ama tersine yaratılan bu karşıtlık ile metin, alışılageldik olandan sıyrıldığı için daha ilgi çekici bir hale geliyor. Aynı şeyler “Odacı, ölü serçeyi, olgunlaşarak düşmüş bir meyve gibi tabağa koyuyordu.” cümlesi için de söylenebilir. Gösterilen ile gösteren arasındaki bu uyumsuzluk hali, sado-mazoşist metinlerden korku filmlerine; Testere gibi, özelliğini aşırı şiddetin görsel ifşasından alan filmlerden kimi polisiye metinlere kadar, üslup özelliği olarak kullanılan bir tekniktir. Çevirmen’de her ne kadar böyle dehşet verici bir olay yok gibi ise de masum serçelerin çocukların gözü önünde katledilmesi bizim durduğumuz yere göre değişen oranda dehşet verici bir olay olarak yorumlanabilir. Açıkçası ben, çocuk anlatıcının bu tutumunun aktarılan olaya, hak ettiği ‘dehşetli’ sıfatını vermemizde önemli bir payı olduğu kanısındayım.

Anlatıcının duygu durumunu hissettiğimiz küçük bir iki an ve cümle var. Birincisinde Yargıç’a yapacağı o analitik konuşma öncesinde “Bir şey yapmalıydım. Çünkü serçeler ölüp duruyordu.” diye konuşuyor içinden. Ama göründüğü gibi bu bile bir trajediyi yansıtma ya da aşırı duygulanımdan çok halin saptanması gibi. İkincisi de konuşmanın hemen sonrasında aklından geçenler: “Ama odadakilerin yüzüne bakınca bir korku doldu içime. Anlaşılan ciddi bir pot kırmıştım.” Her ne kadar ‘içine bir korku dolduğu’nu söylese de “anlaşılan” demesinden de anlaşıldığı üzere soğukkanlılığını sürdürüyor.
Hatta olayın ve metnin önemli anlarından biri olan anlatıcı-çocuğun Yargıç’a yaptığı konuşma da aynı nesnellik içinde gerçekleşiyor, adeta olayın çözümlemesini yapan bir müfettiş, bir dedektif gibi olan biteni anlatıyor. Fazladan trajedi yaratmadığı gibi konuşma esnasında hissettiklerine dair de tek sözcük söylemiyor.

Yargıç’ın bu konuşma sonrası izin isteyip gitmesiyle metnin birinci bölümü sona eriyor, yani olay anlatımı.

Sonrası bu yazıyı ‘deneme’ yapan özelliklere, dil ve anlatıma sahip. Artık anlatıcı-çocuk değildir muhatabımız, yazarın kendisidir. Yazar, yıllar sonra bu olayı anımsıyor ve anlatıyor bize. Bu anıyı çok güzel bir öykü halinde kurgulayabilecek ya da metni çok başka şekillerde sürdürebilecekken yazar yaşadığı bu olayla hayatının sonrasında edindiği kişilik özellikleri ve yaptığı iş olan yazarlık arasında ilişkilendirme yapmayı seçiyor. Son cümlelerde de bize yazıyı yazma amacını ve üzerinde düşünmeyi seçtiği konuyu açıklıyor: “İki insan, iki topluluk ya da yeryüzü ile insan arasında yeniden üretilen bir dil. Şimdi kimi zaman düşünüyorum: Acaba edebiyat denen şey bu mu? Bu konuda bir yazı yazmayı da bu yüzden düşündüm.” Bize aktardığı anısı başka pek çok konuda metaforik bir değer taşısa da Onat Kutlar bunu – belki de bu seferinde- edebiyat ve toplumsal hayatla ilintilendirmeyi seçiyor.

Çevirmen’in Üzerine Gitmek

Metnin dilinin sade oluşu, cümlelerin kısa ve anlaşılır olması, betimlemelerin gerektiği ölçüde verilmesi gibi diğer üslup özelliklerine çok fazla değinmeye gerek yok diye düşünüyorum.
Ama metnin anlam boyutunun ve derinliğinin daha iyi anlaşılması gayet de mümkün. Buna ben ‘metnin üzerine gitmek’ diyorum. Her metin ‘üzerine gidilebilecek’ nitelikte olmuyor elbette ama Onat Kutlar’ın metninin bu güçte ve sağlamlıkta olduğunu düşünüyorum.

Olayın başından itibaren insana ürperti veren korku ve gerilim filmlerine benzer sinematografik bir atmosferde buluyoruz kendimizi: Bir yanda zerdali ağacının üstüne konan kuşları vuran bir Yargıç vardır, öte yanda bu katliamı izlemek zorunda kalan, izlemek zorunda olduklarını düşünen bir aile. Sahne Nazi filmlerini de anımsatıyor. Tahakküm gücünü elinde bulunduran bir Komutan’ın emriyle yüzlerce masum insan kurşuna dizilmektedir sanki ve bir bölüm insan da bu katliamı izlemek zorunda bırakılmıştır. Üstelik bir Nazi kampında buna seyirci kalmanız, hayatta kalmak gibi anlaşılır bir gerekçeye sahipken burada, bu derece güçlü bir gerekçe de yoktur. Yalnızca toplumsal nezaket kuralları gereği seyirci kalmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Yani serçeleri öldüren Yargıç’a sanki “misafire ayıp olmasın” duygusu ile ses çıkaramıyorlar. Bu, kötülüğe seyirci kalma halinin bu derece zayıf bir gerekçeye, ‘toplumsal nezaket’e dayalı olduğunu anladığımız anda zulmün zayıf temelleri ile de yalın bir biçimde karşı karşıya kalıyoruz. Ve elbette metinle özdeşim kurduğumuzda ve metni hayatla sınadığımızda bunun her daim yürürlükte olan bir gerçeklik olduğunu da ayrımsıyoruz. Gerçek yaşamda da benzer duygularla nice kötülüğe seyirci kalındığını/kaldığımızı fark ediyoruz. Kocaları tarafından dövülen kadınlar için, anneleri tarafından azarlanan çocuklar için, gençler tarafından hor görülen yaşlılar için veya devletin zulmüne maruz kalan insanlar için hiçbir şey yapamamaklığımız da giriyor metne ve sorgulama düzlemimize.


Aslında olayın gelişimini okurken anlatıcıyı ya da ailesini doğrudan suçlamıyoruz, onların durumunu anlıyoruz daha çok. Kötülük tahtasının hedefinde Yargıç var. Kuşları öldüren Yargıç’tır sonuçta. Belki daha ince bir düşünüşle aileyi sorgulamaya başlıyoruz. Niye durdurmuyorlar Yargıç’ı? Belki bu soru bile çoğumuzun aklına gelmiyor çünkü benzer durumlarda izleyici durumuna sıkıştırılmayı görmüşlüğümüz, yaşamışlığımız var. Peki, acaba başka etkiler de var mıdır bu ailenin kendi bahçelerinde yaşanan bu kuş katliamına en azından belli bir süre seyirci kalmasında? Bu insanların kötülüğe karşı hemen harekete geçememelerinde belirgin sebep olan ‘toplumsal nezaket duygusu’nu asıl besleyen şey de misafir’in toplumsal statüsü. Yargıçtır o, mühim konuktur. Üstelik sağı solu belli olmaz, başınıza bir kötülük de gelebilir hoşgörüyle davranmazsanız. Yani geleneğe ve nezakete korku da eşlik ediyor. Hepimizin içinde, toplumdan aldığımız o gizli eğitimde, ’üstüne vazife olmayan işlere karışmanın başa bela getireceği’nden ‘erken öten horuzun başının kesileceği’ne; ‘her koyunun kendi bacağından asıldığı’ndan ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’a uzanan geniş bir yelpaze halinde bencilliği, risk almamayı, çıkarına uygun olanı yapmayı telkin eden görünmez bir öğreti var. Bu nedenle bu çiftlik evinde kuşları öldüren Yargıç’a karşı bir şey yapmamayı normal görüyor olabiliriz.

Edebiyat okuru herhangi bir metni okuduğunda/okurken sürekli transferler yapar, özdeşimler arar, bulur: Anlatılan olayla kendi yaşamı arasında, dünle bugün arasında, kişilerle kendisi ve tanıdıkları arasında, söz konusu edilen deneyimlerle kendi deneyimleri arasında... Metinde kişilerin takındığı tutumla kendisinin benzer bir olay karşısında nasıl bir tutum takınacağı arasında… Karşılaştırmalar, olasılıklar, değerlendirmeler, redler, kabuller arasında gider gelir okurun sarkacı. Bu metni okurken de doğal olarak benzer bir durumda kendimizin, babamızın ya da çocuğumuzun ne yapacağını düşünürken buluruz kendimizi. Bu nedenle metnin bizi içine çektiği bir soru anaforu vardır daha başta: Ne kadar açık sözlüyüm? İnsanlar açık sözlü olabilirler mi? Neden olamazlar? Açık sözlü olmamakta ve kötülüğe müdahale etmemekte haksızlar mıdır? Kötülüğe engel olmaya çalışmamanın anlaşılabilir insani sebepleri var mıdır, yoksa bu yalnızca ortağı olmak mıdır kötülüğün? Elbette artık felsefi bir metne dönüşen Çevirmen’in ürettiği bu sorular düzleminde mutlak ve tek bir doğru cevap vermemiz mümkün değildir, ama okurken içine girdiğimiz düşünme edimi bizi kendi cevaplarımızı oluşturmaya iter.

Yargıç, serçeleri öldürmektedir ve kimse sesini çıkaramamaktadır. Daha da önemlisi herkes bunu olağan karşılamak zorundadır, günlük rutinini sürdürmelidir. Anne, baba gündelik işlerini yapmalıdır. Başka her şeyle ilgilerini kesip bu olaya odaklanmaları sıra dışı bir tepki anlamına gelecektir aksi taktirde. Her şey yolundadır! Konuk Yargıç, iyi niyetle kuşları öldürmektedir nihayet. Abartacak bir şey yoktur. Çocukların gözleri ürkmüş ya da korkmuş bir şekilde açılmamalıdır!

Herkesin canhıraş çığlıklar attığı, bir yerlere kaçıştığı; kanın, gözyaşının savrulduğu bir kötülük atmosferi bildiğimiz bir zulüm anını resmeder; ama mesela bir adamın bir kadının boğazını kestiği sırada piyanistin piyanosunu çalmaya devam edişi, ustabaşının ızgaradaki etleri sakince çevirmesi, her çevirişte çıkan o cızırtı sesi, yükselen duman ya da iki küçük çocuğun koşturmacalı bir oyun oynayışı daha ürkütücü bir kötülük anıdır. Kötülük olağanlaşmıştır. Kötülük, rutinin bir parçası olarak yer bulmuştur kendisine, demek ki yapılan kötü değildir, öyle olsaydı her şey bu kadar olağan bir akışa sahip olmazdı. Belki o anda çalınan yanlış bir nota, ustabaşının ızgaradaki etleri değiştirmede kullandığı maşayı yere düşürmesiyle çıkan o metalik ses ya da çocuklardan birinin kendini boğazı kesilen kadının önünde bulmasıyla attığı çığlık bütün resmi değiştirecektir. Kötülük belki kontrolden çıkacak ve herkese yönelecektir. Çocuğa, ustabaşına ve piyaniste…

Öykünün başlangıcı böyledir tam da. Yargıç kuşları güzel güzel öldürmekte ve diğer her iş güzel güzel yürümektedir. Yargıç’ın odacısının çok önemli bir işlevi var öyküde. Vurulup düşen kuşları yerden alıp porselen bir tabağa koymaktadır. E koca adam bunu çok normal bir iş olarak yaptığına göre yapılan, o kadar kötü değildir demek ki… Gözümüzün önüne siyah kuyruklu smokiniyle mesafe bilgisine sahip bir uşak gelmektedir bu soğukkanlı anlatımla, öyle olmaması gerektiğini bildiğimiz halde. Nesnel bir uşak. Muhtemelen incelmiş, zarif el hareketleriyle her bir kuşu alıp porselen bir tabağa koyuyor, sonra birkaç adım geri çekilerek sonraki kuş ölüsünü bekliyor. Kuşlar, silah sesinden sonra havalanıyorlar, çatıda bir kovuğa girmeye çalışıyorlar ama sonra oraya girmeyip tekrar ağaca konuyorlar. Daha sonra anlıyoruz ki o kovukta yılan vardır ve abla, Yargıç’a “Vuracaksanız yılanı vurun!” derken bunu kastetmiştir. Aile fertleri de normal işlerini yapar görünmektedirler. Oysa göstermelik bir rutindir bu, herkesin içi sıkışmaktadır, herkes farkındadır olan bitenin ama ‘misafire ayıp olmasın’ örtüsü ile örtülmüş bir korku hepsini engellemektedir. Sanki sadece bu anın bir an önce bitmesini istemektedirler. Aralarındaki açı çok da küçük olmayan iki gerekçe -normal davranmak ve insani korku- birbirlerine omuz vermektedir rutinin devamı konusunda. Havada sıkıntılı bir hal vardır. İktidarın ve onun karşısındaki çaresizliğin ağır havası çökmüştür bu çiftlik evine.

Sonrasında çiftlik evindeki bu “sıkışma”yı çözmeye dönük ilk hamle gelir anlatıcının on dört yaşındaki ablasından: "Vuracaksanız yılanı vurun. Serçeleri niçin vuruyorsunuz?" diye bağırır. Kendi içinde neden sonuç ilişkisine sahip olmayan bu cümle, Camus’cü anlamda ‘absürt’tür. Anlatıcının Yargıç’a yaptığı konuşmaya kadar bağlantısız kalacak o da başka bazı ayrıntılar gibi. Ve aslında bütün bu absürtlüğü ile başka çaresi kalmayan abla’nın saçmalamak pahasına kendini ortaya atışı olarak yorumlanabilecek cümle, sahnelenen dehşet’in daha iyi duyumsanmasını sağlıyor. Oysa kardeşinin yaptığı konuşmadan anlayacağız abla’nın kendi içinde tutarlı bir gerekçe ortaya koyduğunu. Ve tabii 14 yaşında bir çocuğun anne babasının ses çıkaramadığı durumda bir Yargıç’a bağırabilmesi ve hemen öncesinde ‘tırnaklarını kemirme’ durumunda olması, dayanma noktasının sonuna geldiğini de gösteriyor. Ticaret Mahkemesi Yargıcı ise bir an gözlüklerini kaldırıp “Bu yezitler yarın tek çağla bırakmaz ağaçta kızım.”diyor ve serçeleri vurmaya devam ediyor. Serçeleri vuran kendisi değil de serçeler yezittir ona göre. Bu dünyada her şey insana göredir, insan içindir ve öyle ya, Yargıç aslında aileye iyilik etmektedir!

Anlatım bakımından gayet nesnel görünen anlatıcı çocuk “Bu tuhaf düğümü çözmesi için babama baktım.” cümlesiyle içinde olduğu cendereyi anlatıyor bize ve son bir umutla babasına bakmıştır ama babası göze alamamıştır belli ki Yargıç konuğunu üzmeyi ya da Allah korusun sinirlendirmeyi. Evde bazı tuhaf konuşmalar olmaktadır ve neyin niye söylendiğinin anlaşılmadığı bir ortam vardır: “Bu insanların hepsi aynı dili konuşuyorlar ama birbirlerinin söylediklerini anlamıyorlardı. Sanki odada bir Japon, bir İngiliz, bir Macar, bir İspanyol vardı ve hiçbiri ötekinin dilini bilmiyordu.”

İnsanların içine düştükleri bu “sıkışma”yı belki bu ilgisiz konuşmalar kadar hiçbir şey anlatamazdı. Yazar hem aile bireylerinin hallerini hem de yargıcın kişiliğini bir iki sözcükle anlatmada son derece yetkindir. Örneğin, babaanlatıcının kardeşinden kolonu getirmesini istemiş ama o “kolon”u yılan anlamıştır ve “Ben yılandan korkuyorum. Getiremem.” diye cevap vermiştir. Anne, bu kuş katliamını durdurmak için, yine dolaylı yoldan, korkarak: “Yoruldunuz…” demiştir Yargıç’a. Buna karşılık Yargıç’ın verdiği pervasız cevap onun kişiliğini, mesleği ile kişiliği arasındaki acımasızlık etkileşimini vurucu bir şekilde gösterir: "Yok canım" diye karşılık verdi Yargıç, "Kalemi kırdık bir kere..." Yazar, bizi Yargıç’ın mesleği ile kişiliği arasındaki uyuşuma göndererek düşündürüyor yine: İnsanlar, kişiliklerine uygun işlerde mi çalışırlar, yoksa işleri zamanla kişiliklerini mi belirler? Kötü olduğu için mi yargıç olmuştur yoksa yargıç olduğu için mi kötüleşmiştir? Anne, bunun üzerine bir hamle daha yapıp kardeş’e “Babanı duymadın mı, yola çıkacak.” demiş böylece Yargıç’a evde bir yolculuk telaşı olduğunu, şu serçeleri öldürme işini artık durdursa sevineceğini ima etmiş ama Yargıç’ın bön duyarsızlığı ile karşılaşmıştır vb. Bütün bunlar aslında ev halkının yaşadığı gerilimin şahane izdüşümleri. Her şey yolunda durumunu bozmaktan çekinmektedirler, o maşa yere düşmemeli, o yanlış nota çıkmamalıdır piyanodan. Birazcık kötülükten bir şey olmaz!

Edebi yapıtlar, özellikle de kurmacalar bir sosyoloji, psikoloji ya da tarih kitabı değildir ama çoğu kez bunların hepsinin alanına giren olayları durumları aktarırlar ve aktarırlarken açık ve iyi kurgulanmış bir olay üzerinden gittikleri için de önümüze üzerine düşünebileceğimiz daha somut bir veri koyarlar. Çünkü olaylar üzerine düşünürken daha açık seçiğizdir. Belli bir olay üzerinden akıl yürüttüğümüzde olguları kavramamız daha kolaydır. Çevirmen’de ortaya konan olay da bizim belli bir olguyu daha derinlemesine ama daha açık seçik düşünmemizi sağlayabilecek nitelikte. Olgu evrenseldir: Yaşanana müdahale etme olanağına sahip midir kişi? Bu olanak nasıl sınırlandırılır? Bir insan bilinçle bu sınırları genişletebilir mi? Nitekim metinde de evin 10-11 yaşlarındaki erkek çocuğu müdahale ederek akışı değiştirmiştir. Birtakım şeyleri göze almıştır: Anne-babasının tepkisini; toplumun saygın bir üyesi tarafından azarlanmayı, aşağılanmayı; hatta bu saygın üyenin ailesinin rahatını bozmasını, ailesine zarar vermesini… Ama olayın başında belli bir süre hiçbiri harekete geçememiştir sonuçta.

Çevirmenin Spotları Kimi Gösteriyor?

J. J. Rousseau Toplum Sözleşmesi’nde artık belli çevreler için kült haline gelmiş şu cümleyi sarf eder: İnsan özgür doğar oysa her yerde zincire vurulmuştur. Gerçekte de bu böyledir. İnsan özgürdür ama sadece doğduğu anda! Köle haline getirilme süreci neredeyse annesinin onu şefkatle kucağına almasıyla başlar. Her gün başka başka şeylerle kalınlaşır zinciri: Toplumsal bir varlık olmakla, normal olmakla, birey olmakla, yurttaş olmakla, iyi bir insan, iyi bir öğrenci, iyi bir dindar olmakla, vatanını sevmekle, arzu edilen bir erkek olmakla, cesur bir vatansever olmakla… Her biri bu kalın zincirin bir halkası haline gelir. Oysa sorduğumuzda herkes adil, eşitlikçi, kardeşliğin ve barışın hâkim olduğu bir dünyadan yanadır ve özgürlüğü, yeryüzü canlılarına saygıyı en temel değer olarak benimsemiştir. Üzgünüm ama sanırım benimsediğimiz yüce değerlerle inşa ettiğimiz ‘hayatın gerçekleri’nin örtüşmediğini kabul etmek zorundayız. Çünkü doğduğumuz andan itibaren bize öğretilen her şey bu değerlerle çatışma içerisindedir. Hatta o yüce değerleri teoride ve mahsusçuktan benimsiyor gibi görünmek de aynı zincirin bir parçasıdır. Herkes çevresinde barışsever, eşitlikçi, özgürlükçü, doğaya saygılı harika insanlar görmek istiyor. Ama herkes öncelikle başarılı olmak, çeşitli olanaklara kolay erişim hakkı edinmiş bir insan olmak, güzel erkeklerle ve kadınlarla birlikte olma olasılığına sahip olmak, geleceğini garantiye almış bir birey olmak istiyor.



Yüce değerleri gerçekten benimsemek ve kişiliğini, yaşamını bunlara göre oluşturmanın, böylece kendinden hoşnut olmanın bir albenisi var elbette. Böyle bir insan olarak görünmenin/görülmenin sağladığı kimi konforlar da var, pek çoğumuz öyle bir insan olmaya, en azından öyle görünmeye çalışırız, bu sayede elde edeceğimiz konfor da uğruna mücadele etmeye değer niteliktedir. Kaybedilecek bir şey olmadığı sürece bu mücadelenin gönüllüsü çok olur. Ama bazen bunu hayata geçirmenin, sürdürmenin bedeli çok ağır olabiliyor. O yüce değerleri içselleştirmiş bir insansanız ve bu biçimde oluşturduğunuz vicdani kanaatinizin emrettiklerini yaparsanız bir konfor elde etmek şöyle dursun elinizdekileri de, diyelim özgürlüğünüzü de, kaybetme riskiyle karşı karşıya kalabiliyorsunuz. Mesela yüce değerlerden biri olarak haksızlığa karşı çıkarken bütün o diğer şeylere erişim olasılığını tümden yitirebiliyorsunuz. Öte yandan bir değerin içselleştirilip içselleştirilmediğini anlamak için hep böyle bir an gerekir: Karşılığında ortaya ne koyabiliyordur kişi? En ufak bir bedel söz konusu olduğunda meydanı terk ediyorsa o yüce değerleri içselleştirmediği söylenebilir. Bir sahtekârdır o kişi. Peki ama canlı olmanın kendisinden gelen kolay ve nitelikli yaşam koşullarına sahip olmayı isteme duygusundan dolayı bir insan ayıplanabilir mi? Yani diyorum, o çocuk orada sussaydı onu kim ayıplayabilirdi? Ailesini güven içinde tutmak için susmanın daha iyi olacağını düşünen Baba’yı ayıplayabilir miyiz? Bir Nazi kampında hayatta kalmak için yapılan zulümler karşısında susan bir insanı neyle suçlayabiliriz? Çocuğun cesaretini veya esirlerden birinin Nazilerin zulmüne karşı başkaldırmasını alkışlayabilir ve ona hayranlıkla bakabiliriz ama böyle davranmayanı siyasi ya da ahlaki olarak aşağılamak için ne tür bir argüman ortaya koyacağız.

İnsanoğlunun kendi dışına çıkmasını, bencil olmamasını, başkaları için ve tüm canlılar için düşünmesini talep etmek insan türünün ‘bilinç’ gelişimiyle elde ettiği ‘etik’ bir düzey olarak görmek gerekir. Ve gerçekten de çok kıymetli bir bilinç düzeyidir bu. Ama insanın önce bir canlı olduğu ve hayatta kalma, yaşamını daha kolay yürütme güdüsüne sahip olduğunu, bunun daha öncelikli olacağını kabul etmek kaydıyla. Doğaya baktığımızda insan dışı canlılarda ve türler arasında da dayanışmayı görüyoruz öte yandan. Ancak bu tür dayanışmalar da nihayetinde kendi lehine bazı avantajlar yaratmaktadır. Söylediklerim insanın çıkarcılığını tescillemek ya da meşru hale getirmek için değil. Aslında sözü o yüce değerlerimize yani eşitliğe, adalete, barışa, kardeşliğe, özgürlüğe dayalı bir toplumsal yaşam ikame etmemize getirmek istiyorum.

Değerlerimizle ‘hayatın gerçeklerini’yakınlaştırmak zorundayız. Bütünüyle yüce değerlerimize uygun bir yaşam inşa etmeliyiz ama bunu başaramıyorsak bile değerlerimizle gerçekler arasındaki açıyı daraltmalıyız. Örneğin toplumsal yaşayışta haksızlığa karşı çıkan insanın başına bir şey gelmesini engellemeliyiz. Bunu engelleyemediğimiz sürece ‘haksızlığa karşı çıkmak’ sadece ‘ütopik bir yüce değer’ olarak kalacaktır. Varsayımsal, uyulması gerekmeyen, sadece aptalların gerçek olduğunu sandığı ve bu yüzden başlarını yaktığı… Peki haksızlığa karşı çıkanın başına bir şey gelmesini nasıl engelleyeceğiz? Kişi bu eylemi gerçekleştirirken neye dayanacaktır? Kendisinin haklı olduğunu bilmeye ve yasanın haklıyı koruyacağına inanmaya. Toplumun onu yüzüstü bırakmayacağına. Erdemliliğinin alkışlanacağına elbette. Eyleminden dolayı başı belaya girerse ve insanlar kendisine gülerse bunu bir daha yapmayacaktır kişi. Erdemli davranış aynı zamanda hepimizin çıkarına olmalıdır. Hepimizin çıkarına olduğuna inanırsak erdemli davranışlar sergileyen ve bunları destekleyen bir toplum oluruz. O halde yasaların, erdemi ve yüce değerleri destekleyecek şekilde kurgulanması gerekir. Ama bu yetmez, bir de görünmeyen yasalar vardır. Yargıç’ın sahip olduğu ayrıcalıkları ve gücü ailenin hayatını zorlaştıracak şekilde kullanamaması gerekir. Bu sadece yasayla da olmaz, bulunduğu makamı ve sahip olduğu gücü kendi istekleri doğrultusunda ve keyfi olarak kullanmasının çok ayıp bir şey olduğunun tüm toplum ahlak haline getirmelidir. Kötülük karşısında susan bir toplum haline geldiysek bu, üzerine düşünülmesi gereken bir şeydir. İnsanların haksızlığa karşı seslerini çıkaracak öz güvenleri yoksa bu yalnız bırakılmanın korkusundan, kimsenin kendisini desteklemeyeceğine dair oluşan pratiktendir.

O çocuk böyle bir haksızlık karşısında bunu yapmak zorunda kalmamalıdır çünkü ebeveynleri gereken tepkiyi çoktan göstermiş olmalıdır. Ve yargıç bu tepkiden hoşnut kalmasa da onlara bir şey yapamamalıdır. Yapmaya kalkarsa toplum tarafından düşkün ilan edilmelidir, insanlar onunla selamı sabahı kesmelidir, toplum özgüven kazanmalıdır. Bunun için de onlara bu özgüveni verecek bir hukuk ve ahlak anlayışı egemen kılınmalıdır.

Sonuç olarak, Çevirmen – diğer tüm metinler gibi- yalnızca bir deneme ya da anı değildir, sunduğu örnek olay üzerinden belli olgular üzerine cesurca düşünme olanağı sunan felsefi bir metindir aynı zamanda. Çünkü karşılaştığımız metinler estetik birer yapı olmanın ötesinde yaşamımıza ait düşünme ve sorgulama alanı açarlar. Onat Kutlar’ın trajik ölümü ile Çevirmen beraber okunduğunda zulmün karşısında sessiz kalmaya ve hayatın neresini ne kadar ve nasıl değiştireceğimize dair eleştirel/öz eleştirel bir muhakeme başlar içimizde.

Mehmet İşten
YKY Kitap-lık dergisinin 2020 Temmuz-Ağustos sayısında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder