18 Mayıs 2020 Pazartesi

Numara 400, Julius Fuçik - Darağacında Röportaj, Yar Yayınları



Numara 400 (Günlük) – Julius Fučík

24 Nisan 1942 günü Çekoslovak gazeteci ve komünist parti üyesi Julius Fučík, Nazi işgali altındaki Çekoslovakya’da, Nazi gizli polisi Gestapo tarafından gözaltına alınarak Prag’daki Pankrác Hapishanesine gönderildi. Burası Hitler Almanya’sına gönderilmeden önce sorgulanacağı ve işkence göreceği bir duraktı.

Fučík işte bu süreçte Darağacında Röportaj (Darağacından Notlar) – “Reportáž psaná na oprátce” adlı eserini zor koşullar altında, sigara kağıt parçalarına yazarak oluşturdu. Bu notlar Kolinski ve Hora adlı iki gardiyanın yardımıyla dışarı çıkarıldı.

Fučík’in 1943’te idam edilmesini izleyen yıllarda bu notlar kitap haline getirildi, 70’i aşkın dile çevrildi ve büyük yankı uyandırdı.

Bu notlarından iki tanesini sizlerle paylaşıyoruz.

NUMARA 400


Kefeni yırtmak, ölümden dönüp iyileşmek, insanda tuhaf tuhaf duygular uyandırıyor. Hem o kadar tuhaf duygular ki, anlatılmıyor bunlar, tanımlanmıyor. İyi bir uyku çekmişsin, tatlı bir hava… Ohh, ne güzeldir dünya… Ama bir de ölümlerden döndükten sonra böyle bir şeyi düşün… Hava çok çok daha tatlı gelir. Hiç bunca esaslı uyku çekmemiş gibi olursun. Hayat sahnesi öyle şakır şakır bir ışık içinde görünür ki gözlerine, sanki bir ışık yönetmeni bütün parlak ışıkları bir anda yakmış, sahneyi ışığa boğmuştur tüm. Gözlerin hem mikroskop, hem teleskop gibi görür dünyayı artık. Kefeni yırtmak, ölümden dönmek, baştanbaşa bir bahardır ki, göre göre usandığın şeylerde bile sana ummadığın mutluluklar, sevinçler tattırır.

Bunun bir lokma süreceğini, seni çepçevre saran şeyin Pankrac hapishanesinin hücresi olduğunu bilsen de yaşarsın bu duyguları.

Ama bir gün birtakım insanların önüne getirecekler seni. Sorgu için çağıracaklar. Üstelik sedyeye falan koymadan. Her ne kadar yürüyeceğini aklın kesmese de yürüyeceksin.

Koridorda bir merdiven var. Dört bacak değil de iki bacak sürünüyorsun yanlara tutunup. Aşağıda, seni arabaya kadar götürecek hapishane arkadaşların bekliyor. Sonra gelip giriyorsun gezici hapishaneye. Oturuyorsun. İçerde, on, on iki kişiyle karşılaşıyorsun. İlk görüyorsun hepsini. Gülümsüyorlar sana. Sen de onlara gülümsüyorsun. Biri, bir şey fısıldıyor yavaşça. Kim bu, tanımıyorsun. Bir başkasının elini sıkıyorsun. Kimin elini sıkıyorsun, bildiğin yok. Sonra bakıyorsun, araba Petschek adliye sarayının o koca sundurmasının altına girivermiş. Arkadaşların indiriyorlar seni. Duvarları çıplak geniş bir salona giriyorsunuz. Sıkış sıkış dizilmiş beş beyaz sıraya, birtakım adamlar oturmuş. Elleri dizlerinde, gözlerini çıplak duvardan ayırmıyorlar hiç. Kıllarını kıpırdatmadan duruyorlar öyle işte dostum, senin yeni dünyanın bir parçasıdır burası. Adına “sinema” diyorlar.

MAYIS 1943

Bugün 1 Mayıs 1943. Özel olarak görevliyim. Bu arada yazı da yazabiliyorum. Bir an için de olsa sosyalist bir gazeteci olarak bir kez daha yeni dünyaların savaş güçlerinin geçit törenlerini anlatan yazılar yazabilmek ne büyük mutluluk!

Benim öyle havalarda dalgalanan bayraklardan söz edeceğimi falan sanma sakın. Dinlendikçe insanı kendinden geçiren, yüreklendiren bir takım olmuş şeyleri de anlatacak değilim. Bugün her şey olduğundan daha sadeydi. Eski yıllarda olduğu gibi binlerce insanın sıralar halinde Prag caddelerinden bir sel gibi akışını ya da Moskova’daki Kızıl Meydan’da milyonlarca insanın uçsuz bucaksız bir deniz gibi dalgalandığını görmüyordum artık. Burada öyle yüzlerce, milyonlarca insan yok. Burda görsen görsen birkaç dost, arkadaş görürsün yalnız. Ama yine de bunun az buz şey olmadığını bilirsin. Çünkü buradaki tören ölüm sınavı geçiren, yok olup gitmeyecek, üstelik çelik gibi sertleşmiş güçlerin töreni. Bilirsin, sivil elbiselerle savaşılmaz siperlerde.

Icığını cıcığını anlatıyorum her şeyin. Sen ki bunları bizimle yaşamıyor, okuyorsun yalnız. Anlar mısın, anlamaz mısın, bilmem. Ama anlamaya çalış, n’olur. Bana inan. Bir güç yaşıyor burda.

Komşu hücrenin iki tiktaklı sabah selamı bugün daha okkalı, daha törensel. Duvar daha sert geçiriyor sesi bugün.

Elimizden geldiğince iyi giyiniyoruz. Bütün hücredekiler öyle. Sabah kahvaltısında çakı gibiyiz. Hücrelerin açık kapıları önünden ekmek, siyah kahve ve su servisi geçiyor. Skorepa yoldaş iki yerine üç ekmek veriyor bize. Yüreği iyilik dolu bir insanın elle tutulur, gözle görülür selamı bu. 1 Mayıs selamı. Ekmeği alırken parmakların bir başkasının parmaklarını sıkıyor gizlice. Konuşmak yasak. Bakışların bile gözaltında.

– Ama dilsizler parmaklarıyla ne güzel anlaşırlar, değil mi?

Kadınlar yarım saatlik gezinti için bizim hücrenin altındaki avluya çıkıyorlar çabuk çabuk. Masaya çıkıp demir parmaklıklardan aşağı bakıyorum. Olur ya görürler belki. Evet, görüyorlar, yumruklarını kaldırıp selam veriyorlar. Ben de aynısını yapıyorum. Bugün aşağıdaki avluda bir cıvıl cıvıllık, her zamankinden başka bir şeyler var. Kadın gardiyanın gördüğü yok hiçbir şeyi. Görmezlikten geliyor belki de. O da bizim bu yılki 1 Mayıs törenimize katılmış oluyor.

Şimdi sıra bizde. Yarım saatliğine avluya çıkıyoruz. Ben yaptırıyorum bugün cimnastiği. Bugün 1 Mayıs canlar! Öbür günlerde olduğu gibi başlamayacağız bugün. Gözetleyiciler afallasın varsın! N’olacak? Birinci hareket: Bir, iki, bir, iki, çekiç sallama hareketi. Öbürü orakla ot biçmek…

Çekiç ile orak… Şöyle bir parça kafalarını çalıştırırlarsa; anlar bunu canlar! Sağa sola bakıyorum: Gülümsüyorlar. Canla başla yapıyorlar hareketleri. Anladılar. İşte, dostlar, 1 Mayıs gösterimiz bu bizim. Oynadığımız bu sözsüz oyun ölüme giderken bile bağlı kalacağımız 1 Mayıs andı.

Hücrelere dönüyoruz. Saat dokuz. Kremlin’in saati onu vuruyor şimdi. Kızıl Meydan’da geçit başlıyor. Yürüyoruz seninle baba. Aha Enternasyonal başladı söylenmeye. Bizim hücreden tut da, dünyanın dört bir yanında yankılanıyor ses. Şarkılar söylüyoruz. Devrimci marşlar birbirini izliyor. Yalnız kalmak istemiyoruz. Yalnız değiliz. Dışarda göğüslerini şişire şişire şarkı söyleyen, ama bir yandan da bizim gibi kavga verenlerle yan yanayız.

“Mahpus damlarına düşmüş canlar
Ömür çürütenler buz gibi zindanlarda
Nice ırak yollarda olsa aramızda
Değiyor saçlarınız saçlarımıza”


Evet, değiyor saçlarınız saçlarımıza. Biz Hücre 267’nin tutukluları, 1943 1 Mayıs töreninin artık sona erdiğini düşünüyorduk kendi kendimize. Ama sona ermiş miydi gerçekten? Kadınlar bölümünün koridorundaki görevli kadının öğleden sonra avluda dolaşarak hücrelerdeki erkek tutukluları yüreklendirmek için söylediği yiğitçe şarkılara ne demeliydi peki.

Hele o bana kağıt kalem getiren, bir yaramazlık olmasın diye koridoru gözleyen, çek polisleri gibi giyinmiş adam? Bir başkası daha var ki, benim yazıp çizdiklerimi dışarıya kaçırıyor gizli gizli. Ola ki bir gün herkes okur. Öğrenir her şeyleri. Lamı cimi yok, bu kağıt parçaları için kelleyi verebilirler onlar. Demir parmaklıklar arkasındaki bugünle, özgür bir yarın arasında ilişki kurdukları için canlarına okunabilir. Ama onlar öyle yürekten, öyle içten sürdürüyorlar kavgalarını! Herkesin bir yeri var kendine göre. Herkes kendi savaş alanında ellerindeki bütün olanakları kullanarak çaba gösteriyor. Hepsi de öylesine sade, kasıntısız ve telaşsız ki, bir ölüm-kalım savaşı verdiklerine asla inanmazsın. Üstelik bu savaşta yenmekten çok yenilmek var onlar için.

Julius Fuçik
Darağacında Röportaj
Yar Yayınları
Çeviri: İrfan Yalçın

Not: Yar Yayınları’nın Darağacında Röportaj (Darağacından Notlar) kitabından alıntıdır
.

Lale Koçgün & Erdem Pancarcı - Kırmızı Bir Gül müydü Elinde Solan, Mustafa Yeşilyurt

Lale Koçgün & Erdem Pancarcı 
 Kırmızı Bir Gül müydü Elinde Solan 
Munis Akustik



Kırmızı bir gül müydü elinde solan
Nafile dolanma dünyada murad almak yalan
Meyil verme yar diye bir ahdına vefasıza
Dem-i devranı gider, gam kederdir geri kalan

Deli bir poyraz eser de savurur dallarını
Döker yapraklarını koparır goncalarını
Eğilmeyen başın bir gün düşer omuzlarına
Gün biter eskitemen morun ile allarını


Yari yaralanır, yari sararmış yaresini
Yari yar olmayan bulamaz derdin çaresini
Bülbül gül için eylermiş feryat ile figanı
Gül görmezmiş bülbülün göz yaşının katresini


Söz-Müzik: Mustafa Yeşilyurt

Vanya Dayı (1971), Anton Çehov


Vanya Dayı (1971)
-Profesör, Sanat Eleştirisi ve Aldatmak Üzerine-

- Size bir şey söyleyeyim.
Adam 25 senedir sanat üzerine yazıyor.
...ama bu konuda çoğu temel şeyi bilmiyor.
Tam 25 yıldır diğerlerinin gerçekçilik, doğalcılık ve diğer zırvaları hakkındaki fikirlerini tekrarlıyor.
25 yıldır zeki insanların bildiği, ahmaklarınsa ilgilenmediği konularda okuyup yazıyor.
25 yıldır küçük tepeciklerden hayalinde dağlar yapıyor.
- Sanırım onu kıskanıyorsun.
- Evet, kıskanıyorum.Kadınlar konusundaki başarısına bir bakın!
İkinci eşi, parlak bir güzellik, bu yaşlı halinde onunla evlendi ve güzelliğinin bütün görkemini,
özgürlüğünü ona adadı.
Neden? Niçin?
- Ona sadık mı?
- Evet, ne yazık ki öyle.
- Neden yazık olsun ki?
- Çünkü bu tür bir sadakat yanlış.
Bir kadının nefret ettiği kocasını aldatması ahlâksızlık olarak görülür...ama hayati arzularını
göğsünden sürgün ederek gençliğini harcaması ahlâklı mıdır?


-Ne güzel bir gün!Çok sıcak değil.
-Kendini asmak için güzel bir gün.



"Adam 25 senedir sanat üzerine yazıyor.
25 yıldır zeki insanların bildiği, ahmaklarınsa ilgilenmediği konularda okuyup yazıyor."


Vanya Dayı ve Doktor'un Şarkısı
"Hayır canını sıkmayacağım / söyleyecek hiçbir şey yok"

#Söyleyecek hiçbir şeyim yok.#
#Canını sıkmayacağım.#
#Ve ne düşündüğümü...#
#...söylemeye asla cesaret edemeyeceğim.#</i>
#Gün boyunca bütün gece çiçekleri uyudu,#
#Fakat güneş, tepelerin ardında battığında#
#Yaprakları narince açtı.#
#Ve kalbim, ve yorgun, ağrıyan göğsüm#
#Yeniden çiçeklendi.#
#Gece meltemi esmeye başlıyor, irkiliyorum.#
#Hayır, canını sıkmayacağım.#
#Söyleyeceğim hiçbir şey yok.#




- Onun yüzünden tamamen bitkin düştüm.
- Sen onun yüzünden, ben de kendi yüzümden bitkinim.


- Onların korunmasına yardım etmek zor olabilir,
fakat bu gerçek işinizi yapmayı engellemiyor mu?

- Bir adamın gerçek işinin ne olduğunu yalnızca Tanrı bilir.

Doktor, Vanya Dayı & Yaşama Katlanmak Üzerine

- Artık ne yapabilirim?
- Hiçbir şey.
Keşke geri kalan ömrümü yeni bir şekilde yaşayabilseydim.
Keşke sakin, parlak bir sabah uyansam ve yaşamın tekrar başladığını...
...ve geçmişin unutulup duman gibi dağıldığını hissetseydim.
Söyle bana, nasıl başlamalıyım?
- Saçmalık! Seninle benim bekleyeceğimiz, ne çeşit bir hayat olabilir?
Hiç umudumuz yok.
- Altmışına kadar yaşasam, hâlâ on üç yılım var. Çok fazla!
Bu on üç yıl boyunca nasıl katlanacağım?
- Kes şunu.
- Bizi körlüğümüz ve aptalca yaşamımız için hor görecek olan 
bizden sonraki kuşaklar belki de mutlu olmanın bir yolunu bulacaklar.
Fakat biz, sen ve ben!
Evet kardeşim.
Bu koca ilçede saygınlığı olan yalnızca iki kişi vardı.
Sen ve ben.
On yıl içinde bu yaşam, bu sefil yaşam bizi emdi.
İlaç çantamdan küçük bir şişe morfin almışsın.
Eğer kendi hayatına bir son vermeye kararlıysan,
ormana gidip kafana bir kurşun sık.
Bana morfini ver, yoksa dedikodu olur ve zan altında kalırım.
Sana otopsi yapmak zorunda kalmaktan hoşlanmam.





Vanya Dayı, Profesör ve Taşra
"Olmamış Yaşamlar/Eksik Yarınlar"

"Hayatım boşa geçti. 
Zekiyim, cesurum ve güçlüyüm.
Normal bir hayat yaşamış olsaydım,
bir Schopenhauer ya da Dostoyevski olabilirdim."





ve unutulmaz o tirad:
"Yaşayacağız Vanya Dayı"

Evet, yaşayacağız Vanya Dayı.
Uzun günlerin ve gecelerin içinden geçerek yaşayacağız.
Kaderin bize yüklediği çileyi sabırla taşıyacağız.
Şimdi ve yaşlandığımız zaman, başkaları için hiç dinlenmeden çalışacağız.
Ve son saatimiz geldiği zaman, ölümü alçakgönüllülükle karşılayacağız.
Ve orada; 
öbür dünyada çok acı çekip gözyaşı döktüğümüzü ve yaşamımızın zor olduğunu söylediğimizde,
Tanrı bize acıyacak.
İşte o zaman sevgili dayıcığım,
parlak ve güzel bir yaşam olduğunu göreceğiz.
Mutlu olacağız ve buradaki mutsuzluğumuza bakacağız.
Yumuşak bir gülümseme.
Ve huzura ereceğiz.
Melekleri işiteceğiz.
Bir mücevher gibi parlayan cenneti göreceğiz.
Bütün kötülüklerin ve acılarımızın,
Tanrı'nın merhametiyle dünyayı kuşatarak yok olduğunu göreceğiz.
Hayatımız huzur dolu ve bir öpücük kadar tatlı ve yumuşak olacak.
Buna inanıyorum, 
inanıyorum.
Huzur içinde dinleneceğiz.
Dinleneceğiz!




"Bir kadın çirkin olduğunda, hep saçlarının ya da gözlerinin güzel olduğunu söylerler."




"Benim güneşim battı
ve sonra ben"









"Vanya Dayı ve ben çok mutsuzuz! Bize acı."












Vanya Dayı (1971)
Anton Çehov

Konuşabilselerdi, Hayvan Öyküleri - Yordan Yovkov


...Köyümüzde bir Stoyan Baba vardı, ona İnce Stoyan derlerdi.Ben görmedim, ama duydum...Diyeceğim o ki, hastalanmış ölecek, çok hastaymış zavallı.Getirin, demiş, öküzleri buraya, eşik önüne getirin!Gel Dimitre, demiş oğluna, elini vererek ona dayanmış...Gel nine, demiş karısına, öteki eliyle de ona dayanmış.Topallaya topallaya kapıya dek gitmiş.Öküzleri getirmişler.Birini alnından öpmüş, ötekilerini de öpmüş.E, şimdi, demiş, iş bitti.Şimdi ölebilirim.Yatağa yatmış, ellerini çaprazlama koymuş, akşama doğru ölmüş.

(Herkes Kendi Adıyla)

---

...Diyelim ki, dişi kurt üç-dört yavru doğurdu, ötekiler öldü, yalnız bir tek yavru kaldı.Bu kurt yavrusu, anasının bütün sütünü emerse, çok büyük olur.Böyle bir kurt büyüyünce tek başına dolaşır, işini kendisi görür, derler.

(Ölüme Dek Savaşım)

---


Su kuyusunun işi yineleniyor, aynı iş yapılıyordu: Makara keskin, yüksek bir sesle gıcırdıyordu, sanki yalvarıyordu.Kuyuda, yılan gibi kapkara, deri kayışlarla örülmüş, kurumaması için katranla boyanmış bir ip yukarı doğru çıkıp -keleve- denilen kuyu çıkrığına sarılıyordu.Bu ip, aynı zamanda iriyarı ak bir alaşaya (ata) bağlanmıştı.

Bu ak alaşa çoktan beri aynı kuyudan su çıkarıyordu.Artık bembeyaz oluşundan yaşlandığı anlaşılıyordu.Çünkü ak atlar doğuştan ak değildir.İlkin boz renkte doğarlar, yaşlanınca bembeyaz olurlar.Vaktiyle bu at (boz renkliydi) eski sahibi Hacı Peter'in binek atıydı.Sırasıyla uzun yıllar onu arabaya da koşmuşlardı.Yaşlanınca, ağırlaşıp şimdiki gibi olunca: sağrısı fıçı gibi olmuş, sırtı kamburlaşmış, ayak ve bacakları şişmiş, topuklarında sert, kalın kıllar belirince, onu alaşa yaptılar, su çıkarsın, dediler.

(Ak Alaşa)


---

Mituş amca Ağa'ya:

-Hayvana neden vuruyorsun? dedi.Hayvana vurmak, bir çocuğa vurmak gibidir.O bilmez, anlamaz, ona sen öğret!Neden dövüyorsun?Onun da canı var.Hayvanlar konuşabilseydi, bizim gibi olurlardı.Hatta daha iyi olurlardı.Senin düşüncen nedir?Onlar her şeyi anlar, yalnız dilleri yoktur.Ona ağır gelen şudur -Vurursun susar.Bir yanı ağrır susar,Kesmek için yatırırlar, susar.Acılarının sonu yoktur.
...
Bu gibi yerlerde, doğduğum köyde öküzlerin melek olduğuna inanılır- dedi.Genç gelin, kabil değil, bir öküzün önünden geçmez: Onun geçmesini bekler, o zaman geçer.Bir öküzün yatırılıp kesildiğini görürse, etini yemez.
...
Tabutunu kanatlı bir arabaya koydular.En iri, en güzel öküzleri.Balan ile Çıvgar'ı arabaya koştular.Öküzlerin ikisi de apak, boynuzları kıvrık ve uzundu.Onları ak mendillerle süslediler.Kapkara gözleriyle, sakin bakışlarıyla ağır ağır yürüyorlardı.

(Kendi Yakınları Arasında)

---

Galunka:

-Yabanisin, yabani...diye konuşuyordu.

O gerçekten yabanıldı.Ama güzeldi, gösterişliydi, keklik gibi göğsü kırmızıydı.İyi bir anneydi.Yapayalnız, kimsesizdi.Yavrularını korkunç zararlı otlar arasından çıkarmıştı.Orası atılmış yeşil cam kırıkları ve yılanlarla, çıyanlarla dopdoluydu.

(Yaban Kazı - Yaban Ördeği)

...


Yordan Yovkov
Konuşabilselerdi
Hayvan Öyküleri
Yaba Yayınları
Bulgarcadan Çeviren: Türker Acaroğlu


Uzakların Türküsü - Dursun Özdil & Özlem Özdil Düeti

Uzakların Türküsü
Dursun Özdil  - Özlem Özdil

Karanlık bir akşamüstü
Hüzünlü gezer olmuşum
Gözüm dalar uzaklara
Bir hayal, rüya olmuşum

Şehir yanar, deniz susar
Fabrikalar zehir kusar
Bize benzemez buralar
Kendime diyar olmuşum

Başında savunan insan
Gündeme gelir bu isyan
Özdil’im yıpranmış bu can
Bir hayli ziyan olmuşum

Dursun Özdil


Kuzu (2014), Kutluğ Ataman & Dewe Dewe

-Dewe Dewe-

Kuzu (2014) - Kutluğ Ataman