21 Ocak 2018 Pazar

chad sheehan, olamayanlar, c.d. rose

Bize her zaman dendi ki, bir şiir ya da öyküye yapılan görkemli bir girizgah, olası bir başarı için çok önemlidir.Çarpıcı bir görüntü ya da ifade, okuyucuyu ciddi anlamda yakalar ve onu, bir seri okurken yaşayacağı yolculuğun içinde tutar.Bir hikayenin açılışı, devamında gelecek olanların teminatıdır.

Chad Sheehan, on sekiz yaşındayken aklına gelen harika bir giriş cümlesiyle çarpılmıştı.Kafasının içine hiç beklenmedik bir anda giren bu cümlenin mükemmelliği tarafından ele geçirildi ve çıkıp kendine spiralli bir defter aldı.Dikkatlice bu kelimeleri yazıya döktü ve defterin geri kalanını boş bıraktı.Devamında gelmesi gereken ikinci cümleyi ve onu takip edecek üçüncü, dördüncü cümleleri bekledi.Hikaye tamamlandığında, giriş cümlesinin yarattığı beklenti, karşılığını bulmuş olacaktı.

Bu, hiçbir zaman gerçekleşmedi.Sheehan, o görkemli giriş cümlesini yazdıktan hemen sonra aklına başka bir cümle geldi: Tamamen farklı bir hikaye için mükemmel bir giriş cümlesi.Sheehan, ok gibi yerinden fırladı ve gidip yeni bir defter aldı.Giriş sayfasının başına bu yeni aklına gelen cümleyi yazdı ve sonrasında bir türlü devamını getiremedi.Artık tamamen başka bir fikir ve ona eşlik eden mükemmel bir girizgah tarafından ele geçirilmişti.

Bu süreç, bazen hızlı, bazen de yavaş bir şekilde devam etti.Sheehan, küçük aparman dairesinde dikkatli bir şekilde dosyalanmış 1917 adet deftere giriş yaptı ve hepsi de tamamlanmayı bekliyor.

C. D. Rose
Olamayanlar
Edebiyat Tarihinden Büyük Başarısızlık Öyküleri

bir bavul için noktürn (hiç çekilmeyecek bir film), yalçın tosun, peruk gibi hüzünlü


...
"Hüzün saklanamayan şeylerden değildir." Kim kurmuştu bu cümleyi, ne zaman kurmuştu?Bilmiyordu."Bir Haziran günüydü evet" diye geçirdi kadın çinden bir şeylere inanmak istermiş gibi.Uzun boylu, kanepenin üzerine oturmuş dalgın dalgın kulak memesini okşuyordu.Kadından -savunmasız bir anını yakalayıp- bir parça almıştı nasıl olsa.Netameli de olsa bir bağ kurulmuştu aralarında ona göre.En doğrusu belki de akışına bırakmaktı.Kirli sakallıya göz ucuyla baktı, neşe içinde köşelerinde taba rengi üçgenler olan hasır bavulunu seviyordu.Şaşırarak düşündü: "Her şeyi sevemez ki insan, yaralanarak hiç sevemez." Kirli sakallı kucağındaki bavulla birlikte dans eder gibi yaparak bir şarkı mırıldandı bir süre.Uzun boylu iyice şaşırdı ve şöyle düşündü: "Yağmur yağsa bile bu kadar sevemez insan bir bavulu." (Ona göre yağmur her şeyi daha güzel ve iyi kılıyordu.) Acaba içind ne vardı bu bavulun, neden bu kadar seviyordu onu?Bunları bir an aklından geçiren uzun boylu adam kadına döndü ve sanki kadınla ilgili düşünceleri bir an bile yer değiştirmemiş gibi, "Parçan bende" diye mırıldandı ve ekledi: "Farkında bile değilsin sen hiçbir şeyin." Kadın duymazdan gelinmenin acısını biliyordu ve o yüzden duymazdan geldi.
...

Bir Bavul İçin Noktürn (Hiç Çekilmeyecek Bir Film)
Yalçın Tosun
Peruk Gibi Hüzünlü

david constantine, başka bir ülkede, öyküler

...
Bay Silverman'ın kalan yılları için az buçuk sezdikleri iç karartıcıydı.Bir adamın yaşayan ruhunu elde tutma uğraşı vermesi için, önce bir ruha ihtiyaç duyduğuna ikna olması gerekirdi...
(Kayıp)
---
"Sen böyle acıları seversin.Ben hiçbir türlüsünü sevmem.Arabanın pedallarına basarken canım yandı.Kızların midesi bulandı -öyle bir kere değil, altı yedi kere- hep durup dışarı çıkmak, onları temizleyip paklamak zorunda kaldım."Acı çekmenin türleri vardır." dedi Max."Araba kullanamıyorsun." dedi kadın."Öğrenmek istemedin." "Yoldan nefret ediyorum." dedi adam."Keşke hiç yol yapmasalardı." İkisi de işin tekrarın tekrarına varacağını anladı, sustulr.Max gelecekteki yalnızlığı için endişeleniyordu.Bunun üzerinde durdu özellikle, kalbi çarpmaya başladı.Dönüp dolaşıp aynı düşünceye geldi,daha önce hiç bu kadar cazip gelmemişti bu düşünce: Acı çeker, suçluluk duyar, buz gibi bir yalnızlık içinde olursa, belki de ortaya daha, güzel eserler çıkarabilirdi."Acı çekmem gerek." dedi yüksek sesle...
...
Acıdan bayılmak üzereydi, tam kendinden geçerken bile şöyle dedi: Bu daha önce de oldu, ne yapılacını biliyorum; boğucu bir acıyla tekrar kendine geldiğinde, kendine gelip de sesi uykudaki eve seslenmeye yetmediğinde, at tepesinde duruyordu.Her türlü korku, atın bedeninde birleşerek birdenbire ortaya çıkmıştı: Zayıflığın en uç noktasında olmaktan, sakat olmaktan, topal ve aciz olmanın utancından duyulan korku, başkalarının eline bakma korkusu,bir kemik boyunca uzanan kanserin korkusu ve başka korkular, daha güçlüleri, kanına işlemiş olanlar, nesillerin, ailesinin, ırkının korkuları, hepsi ortaya çıkıyordu; şişmiş gözleri, burnundaki kara, ok gibi bıyıklarıyla kır atın uzun kafası ona doğru eğilirken, bütün bunlarla ve acıdan çok dehşetle, tekrar kendinden geçti.Göğsünün üstünde hafifçe kaldırılmış ayak, ezip canını çıkarabilirdi, ama Judith'in bütün dehşeti turuncu dilde, karşı dudaklardaki köpüklerde, atın suratında odaklanmıştı, bu ciddi suratta atın yabancılığını alabildiğine bir farklılık, akıl almaz bir şey, dünyayı kavrayışında açılan bir gedik gibi gördü, doğada açılan bir çatlağa benzeyen bu gedikte, bitip tükenmeyen katıksız dehşetten başka hiçbir şey yoktu.Atı gördü, atın altında aciz yattığını.
...
Önünde dağlar gibi yığılmış onu bekleyen gücünün sınavlarını gördü, zorlu sınavlar ama eşi benzeri görülmemiş sınavlar değil.
(Gerekli Güç)
---
France şöyle yazdı Elizabeth'e: "İlk aktarmamı yapıyordum, bekleme salonunda ağlayıp bağıran bir aam vardı.Etrafında büyük bir boşluk yaratmıştı.Tek istediğimiz salim kafayla bir fincan çay içip gazete okumaktı, gelgelelim çığlık atıp duruyordu.Pek genç bir adamdı, kafasında koca bir yığın, tarak görmemiş kuzu kıvırcığı saç vardı.Şöyle bağırıyordu: 'Neye yarar!' Sadece bu: 'Neye yarar!' Tekrar tekrar, bir yandan da öne arkaya sallanıyor, ara sıra yüzünü elleriyle kapatıyordu.'Neye yarar!' Bu kadarcık, ama sanki en inandırıcı tonu ararmış gibi, farklı ses tonlarıyla.Sonunda polisler geldi, onu alıp götürdüler."
(Haliç)
---
*Çok görmüşsünüzdür onları
Güneşli bir kış sabahında sırtlanmışlardır buzları
Yağmur sonrasıdır.Tokuşup tıkırdarlar.
Telaş minelerini çizer, çatlatır
Artan rüzgarla rengarenk olurlar
Çok geçmez güneşin ısısıyla döktükleri billur kabuklar
Düşer karın kaymağına, kaplar ortalığı
Süpürülecek yığınla cam kırığı
Cennetin iç kubbesi inmiş sanırsınız.
Onlarsa yüklerinden eğilirler kuru eğreltilere doğru
Kırılmazlar kırılmasına da; eğilmişlerdir bir kere
Çok alçaklara uzun uzadıya, doğrulamazlar bir daha...
Korularda görürsünüz bükülmüş gövdelerini
Yıllar geçmiştir, sererler yerlere yapraklarını
Saçlarını öne atmış güneşte kurutan
Diz çökmüş elleri yerde yatan kızlar gibi

*Amerikalı şair Robert Frost'un (1874-1963) "Huş Ağaçları" şiirinden.

...Geyik, yabankedisi ve ayı daha uzağa, sonra çok daha uzağa gideceklerdi, gidip duracaklardı, gidecek yerleri kalmayıncaya dek...

(Otoportre)
David  Constantine
Öyküler
Başka Bir Ülkede

kalda hattından anılar, franz kafka, erinnerungen an die kaldabahn


Aradan yıllar geçti, o eski günlerde, Rusya'nın derinliklerindeki küçük bir demiryolu istasyonunda çalışmıştım.Kendimi hiç o günlerdeki kadar öksüz hissetmemiştim.Burada belirtmesi gereksiz nedenlerden dolayı kendime böyle uzak bir köşe aramıştım, çevremdeki yalnızlık ne kadar büyük olursa o kadar mutlu olacağımı düşünmüştüm, işte bu yüzden şimdi şikayet etmemin yeri değil.Ne var ki, ilk günlerde kendimi avutabileceğim bir işim yoktu.Küçük demiryolunun yapım amacı belki ekonomik gereksinimlerdi ama para yetişmediğinden iş yarım kalmış, arabayla bizim buradan beş günlük yoldaki büyükçe bir kasaba olan Kalda'ya dek uzanacak hat bu ıssız çöl misali köyden öteye geçmemişti, bu köyden Kalda'ya gidebilmek için tam bir gün yol almak gerekiyordu.Oraya dek uzatılsaydı bile, önceden hesaplanması mümkün olmayanbir süre boyunca bu hattan gelir elde edilemeyecekti, çünkü hattın tasarlanışında baştan bir hata yapılmıştı.Bu ülkeye gerekli olan demiryolu değil, bildiğiniz yoldu.Şu anda bu hattın varlığını sürdürmesi olanaksızdı, her gün işleyen iki tren hafif bir arabanın ferah ferah üstesinden geleceği malları taşıyor, trenle yolculuk edenler ise, o da sadece yazın, birkaç tarım işçisini geçmiyordu.Yine de hattın çalışmasının tamamen durdurulmasına yanaşılmıyor, olur da ilerde tamamlanabilmesi için bir maddi kaynak bulunur umudu korunuyordu.İşin aslında, bence bu sonuçsuz bir umuttu, hatta bir tembellik kokusu da taşıyordu.Malzeme ve kömür bulunduğu sürece hattın çalışması isteniyor, birkaç çalışana ücretleri lütfedermiş gibi, üstelik kesintilerle ödeniyor, diğer yandan işletmenin bir an önce iflas etmesi dört gözle bekleniyordu.Görevli olduğum hat işte buydu, hattın döşendiği ilk günlerden kalma, aynı zamanda istasyon görevini de üstlenen bir barakada kalıyordum.Baraka tek odadan ibaretti, içeriye yatak olarak bir kerevet, olur da yazı işleri görülür diye bir masa konulmuş, masanın üzerine bir telgraf aygıtı yerleştirilmişti.Buraya geldiğimde ilkbahardı, trenlerden biri sabahın kör saatinde geçiyordu, sonradan bu trenin tarifesi değiştirildi, henüz uyanmadan bir yolcunun salona geldiği oluyordu o günlerde.Yazın ortalarına dek gecelerin pek serin olduğu bu bölgede, yolcu doğal olarak dışarıda beklemek istemiyor, barakamın kapısını çalmaya başlıyor, ben sürgüsünü çekerek kapıyı açıyordum, çoğu zaman yolcuyla karşılıklı geçip çene çalıyorduk.Ben kerevette yatarken konuğum yere çömeliyor, kimi zaman sözümü dinleyerek çay yapıyordu, karşılıklı bir anlaşma havası içinde bu çayı içip keyfimize bakıyorduk.Köy halkının ortak özelliği, hepsinin sakin yaradılışlı insanlar olmalarıdır.Üstlendiğim yalnızlığın kısa sürede içimdeki tasaları dağıttığını kendime itiraf etsem de safkan bir yalnızlığa dayanacak insanoğlu bulunmadığını da hemen fark etmiş, insanoğlunun daimi yalnılığa maruz kalışının ilerdeki bir felaket için ön alıştırma sayılacağını anlamıştım.Yalnızlık başka her şeyden güçlüdür, sonuçta kişiyi diğer kişilere yaklaştırır.Hiç kuşku yok, o zaman daha az üzücü olduğu varsayılan, aslında henüz bilinmeyen yollar araştırılıp bulunmaya çabalanır.

Kalda Hattında, insanların arasında umduğumdan hızlı karışmıştım.Yaptığım düzenli bir konuşup görüşme değildi elbette.Gidip gelebileceğim beş köyün hepsi, gerek istasyondan gerekse diğer köylerden birkaç saatlik uzaklıktaydı.İşimi kaybetmek niyetinde değilsem, istasyondan uzaklaşmayı göze alamazdım.En azından çalışmaya başladığım ilk zamanlarda bunu hiç istemiyordum.Bu yüzden başımı alıp köylere gitmem mümkün değildi, tren yolcuları ya da uzun yolu göze alıp ziyaretime gelenlerle yetinmem gerekiyordu.Daha işe başladığım ilk ayda böyle kişiler ortaya çıkmıştı bile ama nezaket ve güler yüzlerine söylenecek bir şey olmasa da ziyaretlerinin tek nedeninin bana bir şeyler satmak olduğu hemen anlaşılıyordu.Üstelik amaçlarını hiç gizlemiyor, gelirken yanlarında türlü öteberi taşıyorlardı.Param oldukça, önceleri getirdikleri her şeyi hiç düşünmeden satın alıyordum, gelmeleri, hele aralarından kimilerinin gelmesi beni öylesine mutlu ediyordu.Ne var ki, bir süre sonra bu alışverişe sınırlar koymaya başladım, bu sınırlamanın bir nedeni yaptığım alışverişe açıkça küçümseyerek bakmalarıydı.Üstelik yiyeceklerimi trenle de getirtebiliyordum, fakat bu yiyecekler hem kalitesiz hem de köylülerinkine kıyasla ateş pahasıydı.

Önceleri sebze yetiştirebileceğim küçük bir bahçe kurmayı, bir inek almayı, böylece kendimi diğerlerinden bağımsızlaştırmayı tasarlamıştım.Göreve başlarken yanımda bu iş için gerekli alet edevatla birlikte tohumlar da getirmiştim.Toprak istemediğin kadar çoktu, barakamın etrafında göz alabildiğine uzanıyor, üstelik küçücük bir tümsek bile barındırmıyordu.Ne yazık ki bu toprağı hale yola koyacak güçten eser yoktu bende.Toprak ilkbahara dek donmuş halde kalıyordu, inatla ucu keskin yeni kazmama direniyor, ektiğim her tohum ziyan olup gidiyordu.Bu boşa çalışma çaresizlik nöbetlerine kapılmama neden oluyordu.Günlerce kerevette uzanıp yatıyor, trenler geldiğinde bile dışarı burnumun ucunu çıkarmıyor, kerevetin üzerindeki küçük pencereden başımı uzatıp hasta olduğumu söylemekle yetiniyordum.Bunun üzerine üç kişiden oluşan tren personeli ısınmak için barakama geliyor ama içeride hiç de arzuladıkları sıcaklığa kavuşamıyorlardı, çünkü ölüme kavuşmaya dünden hazır demir sobayı yakmaya cesaret edemiyordum.En kolay yöntem olarak, eski ve kalın bir paltoya sarılıp yatıyor, üzerime de köylülerden aldığım kalın postları çekiyordum.Bana, "Amma sık hastalanıyorsun," diyorlardı, "için çürümüş senin,ü.Artık başka yere gidemez, burada ölürsün." Bunları söyleme amaçları hiç de beni üzmek değildi, ellerine her fırsat geçtiğinde gerçekleri söylemek gibi bir huyları vardı.Bunu da gözlerini faltaşı gibi açıp dimdik suratıma bakarken yapıyorlardı.

Her ay bir kez, ama hep değişik zamanlarda gelen bir müfettiş defterleri denetliyor, bilet paralarını teslim alıyor, her zaman olmasa da arada bir maaşımı ödüyordu.Her gelişi bir gün öncesinden, müfettişi bir önceki istasyonda bırakmış olan tren personeli tarafından bana bildiriliyordu.Personel bunu yapmakla sanki bana büyük bir iyilik yapmış havalarına bürünüyordu ama ben günlük işleri büyük bir düzen içinde yürütüyordum.Hem bunun için öyle büyük bir çaba da gerekmiyordu.Gel gör ki, müfettiş istasyona her geldiğinde, sanki bu kez kesin olarak bütün kabahatlerimi yakalayacakmış gibi bir yüz ifadesi takınıyordu.Barakanın kapısını bir diz vuruşuyla açıyor, bir yandan beni baştan aşağı süzerken beri yandan defteri eline aldığı gibi sözde bir kusurumu yakalıyordu.Hemen oracıkta hesap işlerine koyulup hatayı yapanın ben değil, kendisi olduğunu kanıtlamam epey zamanımı alıyordu.Orada elde ettiğim gelirden hiç memnun olmuyor, defteri sert bir hareketle kapatıp delici bakışlarla beni süzmeye devam ediyordu.Her seferinde "Bu hattı tatil etmem gerekecek," diyordu.Ben de genellikle, "Gün gelecek, bunu yapmak kaçınılmaz olacak," diye yanıtlıyordum.

Denetim sona erer ermez birbirimize davranışlarımız kökten değişiyordu.Barakamda şnaps eksik olmuyordu, yapabilirsem önceden çerezi de hazır ediyordum.Karşılıklı kadeh kaldırıyorduk.Müfettiş birdenbire pek kötü denemeyecek sesiyle bir türkü tutturuyordu.Ne var ki repertuarı iki türküyü aşmıyordu.Hüzünlü olan birinin sözleri şöyle başlıyordu: "Nereye gidiyorsun ormanda, küçüğüm?" Daha neşeli olan diğerinin ilk dizesi şöyleydi: "Ey şen dostlar, beni de alın aranıza!" Maaşımın küçüklü büyüklü taksitlerle ödenmesi, müfettiş üzerinde yarattığım izlenime bağlıydı.Söyleşmeye başladığımızda onu kuşkuyla süzerken kısa sürede ortak noktalarda buluşuyor, demiryolu yönetimine sövüp saymaya başlıyorduk.Müfettiş ileride kariyerime nasıl yararlı olacağını kulağıma gizlice fısıldıyordu.Sonra birlikte kerevete uzanıyor, neredeyse on saat kucak kucağa uyuyorduk.Sabah olduğunda yine amirim sıfatına bürünen müfettiş gitmeye hazırlanıyor, ben de peronda dikilip onu uğurluyordum.Trene binerken son kez arkasına bakıp bana şöyle diyordu: "Evet dostum, gelecek ay yine görüşeceğiz.Seni pusuda bekleyen tehlikeyi biliyorsun." Her seferinde zorlukla bana çevirdiği şişmiş yüzü hala gözlerimin önündedir, bu yüzün içerdiği her şey, yanaklar, burun, dudaklar ileri fırlamış olurdu.

Bu denetim, her ay yinelenen büyük bir değişiklikti.Bu günlerde her şeyi boşveriyor, geriye olur da biraz şnaps kalmışsa, müfettiş gider gitmez kafaya dikiyordum.Çoğu zaman trenin kalkcağını bildiren kampana çalarken içki gırtlağımdan aşağı yuvarlanmaya başlıyordu.Böyle gecelerin ardından müthiş susamış oluyordum, sanki içimde benden başka biri vardı, başı ve boynunun içimden dışarı uzatıp, içecek, n'olur, biraz içecek, diye yakarıyordu.Müfettişin içkiden yana derdi tasası yoktu, bindiği trende hiç azımsanmayacak bir içki deposu bulunurdu ama ben, ben arta kalanlarla yetinmek zorundaydım.

Fakat bundan sonra bir ay boyunca ağzıma içki sürmüyor, hatta sigara bile içmiyor, sadece görevimi yapıp başka hiçbir şey istemiyordum.Dediğim gibi, yapacak çok iş yoktu ama yapılması gerekenleri de layığıyla yapmaya çalışıyordum.Örneğin, tren hattını iki yanından bir kilometre sağ ve soluna doğru her gün temizleyip gözden geçirmek zorundaydım.Nedir, bu talimata bağlı kalmadan çoğu zaman bir kilometreden ötelere dek uzanıyordum, neredeyse biraz daha ilerlesem istasyonu göremez olacaktım.Hava açıksa istasyon beş kilometre uzaktan bile görülebiliyordu, çünkü arazi dümdüzdü.Giderek istasyondan uzaklaşıyordum, istasyon gözlerimin önünde titreşen bir nokta halini alana dek küçülüyordu, böyle anlarda gözlerim yanılıyor, bir sürü küçük kara noktanın barakama dek ilerlediği sanısına kapılıyordum.Kalabalıklar, kalabalık güruhlar.Yine de, kimi zaman gerçekten biri barakama yaklaşıyor, işte o anda elimdeki kazmayı havada sallayarak tüm yolu gerisin geri koşturuyordum.

Akşam yaklaştığında işimi bitirip daima barakama çekiliyordum.Bu saatlerde kimse ziyaretime gelmezdi genellikle, çünkü artık köye dönüş yolları güvenli sayılmazdı.Çevrede kimin nesi oldukları belli olmayan, buranın yabancısı pek çok insan dolanıyordu, kimi zaman bunlar gidip yenileri peyda oluyor ama sonradan gidenler dönüyordu.Çoğunu görmüştüm bunların, istasyonun yalnızlığı üzerlerinde bir çekim gücü oluşturuyordu, aslında tehlikeli sayılmazlardı ama sertliği elden bırakmaya gelmezdi.

İşte bunlar, uzun süren akşam alacakaranlığında huzurumu bozan tek kişilerdi.Geri kalan zamanlarda kerevete uzanıyor, ne geçmişi ne de Kalda hattını düşünüyordum.Bir sonraki tren on-on bir arasında geçiyordu.Uzun sözün kısası, hiçbir şey düşünmüyordum. Bazen, okumam için trenden attıkları eski bir gazeteyi alıyordum elime.Gazetede Kalda'da olup biten rezaletlerin haberleri oluyordu, bunlar ilgimi çekmesine çekiyordu ama gazetenin tek bir nüshasından işin içyüzünü öğrenmek mümkün olmuyordu.Ayrıca, gazetenin her nüshasında Komutanın İntikamı adlı tefrika romanın bir bölümü de yer alıyordu.Belinde hançeriyle dolanan, hatta bir keresinde hançeri dişlerinin arasına sıkıştıran bu komutan rüyalarıma bile girdi.Şunu da söylemem gerek: Uzun boylu okuduğum söylenemezdi, çünkü hava çabucak kararıyordu, gazyağı ya da mum da inanılmaz pahalıydı, almaya benim gücüm yetmiyordu.Akşamları gelip geçen tren için işaret lambasını yarım saat yanık tutmak için yönetimin verdiği gaz sadece yarım litreydi, ay sona ermeden çok önce bu yarım litreyi harcayıp bitiriyordum.Şu işaret lambasının ışığı da tamamen gereksizdi, gitgide, hele mehtaplı gecelerde lambayı hiç yakmamaya başlamıştım.Yaz bittiğinde gazyağına nasıl muhtaç olacağımı pek doğru kestirmiştim.Bu nedenle barakanın köşesine bir çukur kazdım, dibine eski bir bira fıçısını güzelce ziftledikten sonra yerleştirdim, her ay arttıtıp biriktirdiğim gazyağını bu fıçıya doldurdum, üzerini de samanla örttüm, kimsenin ruhu duymadı.Barakada gaz kokusu yoğunlaştıkça memnuniyetim de arttı, koku gün geçtikçe yoğunlaşıyordu, çünkü fıçının tahtaları eskimiş ve çürümüştü, tahtalar gazyağını emdikçe emiyordu.Nihayet fıçıyı alıp önlem olarak barakanın dışındaki bir yere gömdüm, neden derseniz, müfettiş bana hava atmak için bir kutu kibrit bulmuş, kibritleri elinden almaya kalkışınca hepsini teker teker yakıp havaya savurmuştu.Böylelikle her ikimiz de, öncelikle fıçıdaki gazyağı tehlikeye girmiş, müfettişin boğazına sarıldığım gibi elindeki kibritleri bırakıncaya değin sıkmış, tehlikeyi ancak bu yolla savuşturabilmiştim.

Kışın gerekecek ıvız zıvırı nasıl sağlayabileceğimi boş zamanımda düşünüp duruyordum.Şimdi, sıcak mevsimde bile böyle soğuktan titriyorsam, üstelik denilenlere kulak verilirse hava yıllardır hiç olmadığı denli sıcaksa, kışın başım dertte demekti.Gazyağını biriktirmem küstahça bir hevesten ötesi değildi, aslında aklımı kullanıp kış için öteberi biriktirmeliydim.Yönetimden uzun boylu bir şey beklenmeyeceğine kuşku yoktu.Yine de düşüncesizlik ediyordum.Aslında düşüncesizlik ettiğim de iddia edilemezdi, sadece bu konularda fazla emek harcamayacak kadar kendimi az düşünen biriydim.Şimdi, sıcak mevsimde durum zararsızdı, ben de büyük emek harcanacak girişimlerde bulunmuyordum.

Aklımı çelerek beni bu istasyona sürükleyen nedenlerden biri de avlanmaya çıkma umuduydu.Bu bölgenin av hayvanları bakımından çok zengin olduğu söylenmişti bana.Şimdiden alacağım tüfeği seçmiştim, biraz para biriktirir biriktirmez getirtecektim.Ne yazık ki, kısa sürede çevrede av hayvanlarından eser olmadığı anlaşılmıştı.Sadece kurtlar ve ayılara rastlanıyordu, istasyondaki ilk aylarımda bunlara bile rastlamamıştım, üstelik etrafta devasa farelerin cirit attığı buraya geldiğim ilk günlerde dikkatimi çekmişti.Fareler sanki bir rüzgarın önünde sürüklenircesine bozkırdan kopup buraya dek koşarak geliyorlardı.

Gelgelelim, sevinçle beklediğim av hayvanları görünürde yoktu.Beni yanlış bilgilendirmiş değillerdi, av hayvanın zengin olduğu bir bölge vardı ama oraya varmak için üç gün yol tepmek gerekiyordu, yüzlerce kilometre yol gidilip kimselere rastlamayacağın bu topraklarda şu ya da diğer bölgelere dair bilgilerin kesinlikten uzak olduklarını düşünememiştim.Sözün kısası, şimdilik bir av tüfeği gereksizdi, bunun için ayırdığım parayı başka yerlere harcayabilirdim.Yine de kış mevsimi için kendime bir tüfek ayarlamak zorundaydım, buna kuşku yoktu, bu nedenle bir kenara düzenli para ayırmayı sürdürüyordum.Zaman zaman yiyeceklerime saldıran farelere karşı uzun bıçağım yeterli oluyordu.

Henüz her şeye merakla baktığım ilk günlerden birinde farenin birini bıçağımla avlamış, duvarda gözüm hizasında bir yere sabitleyip hayvanı incelemiştim.Böyle küçük hayvanları ancak karşınıza, tam göz hizasına yerleştirince tam olarak seçebiliyorsunuz.Yere eğilerek baktığınızda, onlara dair tam bir izlenim edinmeniz mümkün değil.Barakamdaki farelerin en ilginç yanları pençeleriydi: Biraz yassı ama uçları yine de çok sivri, büyük pençelerdi bunlar, yeri kazmak için biçilmiş kaftandı bu pençeler.Fare son titreyişleriyle duvarda asılı dururken, herhalde fare doğasına ok aykırı biçimde pençelerini sıkıca germişti, bu pençeler insanoğluna uzanmış ellere benziyordu.

Bu hayvanların beni uzun boylu rahatsız ettikleri söylenemezdi, ne var ki, geceleri sert toprak üzerinde koşarak barakanın önünden geçmeleri beni uykumdan uyandırıyordu.Kalkıp oturur, bir de mum yakarsam, tahtaların arasındaki bir boşluktan farenin içeriye uzattığı pençelerinin durmaksızın çalıştığını görebiliyordum.Bu, sonuç vermeyecek bir çalışmaydı, çünkü arzulanan büyüklükte bir çukurun kazılması için günlerce uğraşmak gerekliydi ama gün aydınlanır aydınlanmaz fare hemen kaçıp gidiyordu, yine de amacının ne olduğunu bilen bir işçi misali çalışıp didiniyordu.Kuşkusuz iyi iş becerdiği iddia edilebilirdi, kazarken çıkardığı, havada uçuşan zerrecikler gözle seçilmeyecek kadar ufaktı ama farenin boşa pençe salladığı hiç görülmüyordu.Geceleri genellikle uzun uzun hayvanın çalışmasını izliyor, izlediğim manzaranın sessiz tekdüzeliği giderek uykumu getiriyordu.Derken mumu bile söndürmeden içim geçiyordu, yanan mumum ışığı farenin çalışmasını bir süre daha aydınlatmayı sürdürüyordu.

Sıcak bir gecede yine çalışan pençelerin sesini işiterek hayvanı görmek isteğine kapıldım, gizliden, ışık bile yakmadan dışarı çıktım.Hayvan yapabildiğince tahta duvara yaklaşabilmek, pençelerini tahtanın altındaki derinliklere alabildiğine daldırabilmek için sivri ağızlı başını toprağa tamamen gömmüş, handiyse ön ayaklarının arasına sıkıştırmıştı.Gören barakadan birinin hayvanı sıkıca yakalayıp içeri çekmeye uğraştığını sanabilirdi, hayvanın tüm gövdesi işte öylesine gergindi.İşte bu haldeyken, her şey bir tekmeyle sona ermişti, tek bir tekmeyle hayvanı cehenneme göndermiştim.Yegane mülküm olan barakamın, hem de açıkça uyanıkken saldırıya uğramasına hiçbir şey yapmadan seyirci kalamazdım.

Barakayı farelere karşı korumak için bütün delikleri ot ve kıtıkla tıkadım, her sabah dört bir yanı gözden geçirdim.Barakanın zemini tokmakla dövülerek sertleştirilmişti ama artık taban tahtalarıyla döşeyecektim, bu tahta zemin kışın da işime yarayabilirdi.İstasyona en yakın köyde oturan Jekoz adlı bir köylünün sözü vardı, bu işe uygun tahtalar getirecekti.Ben de sözüne karşılık olarak kendisini hep güzellikle ağırlamıştım.Zaten ziyaretlerinin arasını açmaz, iki haftada bir çıkar gelir, bazen de trenle bir şeyler gönderirdi.Ne yazık ki, tahtaları bir türlü getirmedi.Getirmemesi için durmadan bahaneler üretiyordu, en sık kullandığı bahane bu yükü omuzlarına yüklenemeyecek kadar kocaması, tahtaları taşıyıp getirecek oğlunun ise tarlada çalışmak zorunda olmasıydı.Söyledikleri doğruya benziyordu, iddiasına göre çoktan yetmiş yaşını devirmişti ama iri yarıydı, hala tuttuğunu koparıyordu.Beri yandan bahanelerini durmaksızın değiştiriyordu, örneğin bir kez, istediğim tahtaları sağlamanın ne kadar zor olduğunu anlatmıştı.Oysa onu tahta isterim diye zorlamıyordum, tahtalar olmuş olmamış fark etmezdi, üstelik zemini tahtayla kaplama düşüncesini aklıma sokan bizzat Jekoz'un kendisiydi, belki zemini tahtayla kaplama işi hiç yararlı olmayacaktı.Sözün kısası, bu yaşlı köylünün savurduğu palavraları kılım kıpırdamadan dinleyebiliyordum.Ona selam verirken, "Tahtalar Jekoz!" diyordum sürekli.O hemen kekelemeye başlayıp özürleri birbiri peşine diziyordu, bana müfettiş, komutan, bazen sadece telgrafçı diye hitap ediyor, bir sonraki ziyaretinde tahtaları getirmekle kalmayıp bir oğlu ve birkaç komşunun yardımıyla barakamı temelinden yıkıp yerine sağlam bir ev inşa edeceğine söz veriyordu.Söylediklerini uzun uzun dinliyor ama sonunda kulak vermekten yorulup adamı barakadan uzaklaştırıyordum.Jekoz kapıda durup onu affetmem için çok güçsüz olduğunu iddia ettiği kollarını havaya kaldırıyordu, oysa bu kolları kullanıp güçlü bir adamı rahatça boğazlayabilirdi.Tahtaları neden getirmediğini pekala biliyordum, kış yaklaştığında onlara daha çok gereksinim duyacağımı, satın almak için daha çok para ödeyeceğimi hesaplıyordu.Beri yandan, tahtaları bana teslim etmediği sürece gözümdeki değeri yüksek olacaktı.Elbette akılsız bir adam değildi, hesaplarını sezdiğimi de biliyordu ama bundan yararlanmayışımı kendisi için bir avantaj olarak görüyor, bu avantajını kaybetmek istemiyordu.

Barakayı hayvanlara karşı güvenli kılmak ve kıştan korunmak için yaptığım tüm hazırlıklar, istasyondaki ilk hizmet yılımın üçüncü ayı bitmek üzereyken ağır bir hastalığa yakalanmam üzerine yarıda kaldı.O güne dek, yıllardan beridir hastalık nedir bilmemiş, en küçük rahatsızlıklardan bile uzak yaşamıştım ama şimdi hastalanmıştım işte.Her şey şiddetli öksürükle başladı.İstasyondan arazinin içine doğru, yarım saat uzaklıkta akan küçük bir dere vardı, gerektiği kadar suyu el arabasına yüklediğim bir fıçıyla buradan taşıyordum.Yine bu derede sık sık banyo yapıyordum.Öksürük nöbetleri öyle güçlüydü ki öksürükten belim bükülüyordu,, böyle eğilip bükülüp tüm gücümü toparlamadığımda öksürüğe dayanamayacak gibiydim.Tren personeli öksürüğümü işittiklerinde korkacaklar diye düşünüyordum ama öksürük bu personele aşinaydı, onu kurt öksürüğü diye adlandırmışlardı.Nihayet, ben de kendi öksürüğümde bir kurt uluması sesi sezmeye başlamıştım.Barakanın önündeki küçük sıraya oturuyor, uluyarak trenin geçişini selamlıyor, yine uluyarak uğurluyordum.Geceleri tam yatacakken kerevette diz çöküyor, hiç olmazsa uluma sesinden kurtulabilmek için başımı postların içine gömüyordum.Gövdemdeki bir damarın ne zaman çatlayıp bu hale bir son vereceğini merak eder olmuştum.Ama olmadı bu, hatta öksürük de bir iki güne kesildi.Sözde bir çay varmış, öksürüğe iyi geliyormuş, trenin makinistlerinden biri bu çayı getireceğine söz verdi ama çayı öksürük başladıktan sekiz gün sonra içmem gerektiğini, yoksa hiçbir işe yaramayacağını uzun uzun anlatmış, gerçekten de tam sekizinci günde getirmişti çayı.Tren personelinden ayrı olarak, iki köylünün de barakama girdiğini hatırlıyorum, çünkü çay içildikten sonraki ilk öksürüğün işitilmesinin uğurlu olduğuna inanılıyordu.Çayı içmiş, ilk yudumu öksürerek köylülerin yüzüne püskürtmüştüm.Öksürük iki gündür zaten zayıflamıştı, yine de çayı içer içmez bir esenlik çöktü içime.Ne yazık ki geride ateş kalmış, bir türlü inmemişti.Ateş beni çok sarsmış, tüm direncimi alıp götürmüştü, kimi zaman alnımdan ter boşanıyor, gövdemi bir titremedir alıyor, nerde olduğuma bakmaksızın, kendime gelinceye kadar yere uzanıp yatmak zorunda kalıyordum.Sağlığım düzelmeyip kötüye gidiyordu, mutlaka Kalda'ya gidip iyileşene dek orada kalmam gerektiğini biliyordum.

Franz Kafka
Kalda Hattından Anılar
Erinnerungen an die Kaldabahn

Çin Seddi'nin İnşası (2013) , Altıkırkbeş Yayın
Çeviri: M. Kamil Utku

5 Kasım 2017 Pazar

haluk'un vedası, tevfik fikret


"Bize bol bol ziyâ kucakla, getir; 
Düşmek etrafı görmemektendir." 
                                                     Tevfik Fikret, Haluk'un Vedası

...
Ellerin şerha şerha, bağrın hûn;
Büsbütün teşne, büsbütün yorgun
Sen yoruldukça yol uzar, artar;
Çalı dişler taş ağrıtır, yırtar;
Çırpınır her dikende bir parçan...
Yine sen, pür-emel, önünde uçan
O esîrî hayâli kapmak için
Atılır, yırtılır ve inlersin.

Varsın uçsun, bugün değilse yarın
O senindir, mükedder olma sakın.
...

Tevfik Fikret - Haluk'un Vedası
Haluk'un Defteri

yerin dibi yedi katmış, keloğlan ile aykız, rüştü asyalı


Yerin Dibi Yedi Katmış - Keloğlan ile Aykız
Rüştü Asyalı

Yerin dibi yedi katmış,
Burda hep garipler yatmış,
Zulmedenler yukarıda,
Belli yatıp keyif çatmış.

Kafa gitse kalır beden,
Aşk yoluna az mı giden?
Aykızım sen gam eyleme,
Elbet bulur bize eden.

O gül yüzün bir görseydim,
Saçlarına yüz sürseydim,
Sevdiğimi söyleyip de,
Öylece rahat ölseydim.


duygu yaraları, sami baydar


X.

Bir güzellik beni incitiyor
ama nasıl bir ağaca bağlar gibi
Günlerce bırakıyor beni orada
yıldızlar, ay, peygamberdeveleri.

Bir güzellik yok Allah'ım
dünyayı tanıdığım günden beri.
Bir fetih için savaşıyorum
yılanları, yengeçleri, kalpleri.

Bunlar benim duygu yaralarım
gözle görülmüyor
hem de sessizlik var
insanlarda, odalarda, dağlarda.

Duran bir şey var Allah'ım kalplerde
unutulmuş gibi susuyor, sessiz hala.
Ne gözleri var karanlığa girmek için
ne dudakları tanımak için aşkı.

Sami Baydar
Duygu Yaraları

harry dean stanton, twin peaks


Harry Dean Stanton (1926-2017)
Twin Peaks


duygu yaraları, sami baydar, dünya inancı


VII.

Sonra bir köpek acıkmış
gözyaşları da varmış
insanlara yönelen.
İğrenmiş kemiklerden

"Şimdi kayboluyorum beni arayın"
uçmuş gitmiş bir kuş
Ölüm var mı hala daracık
daracık dünya karmakarışık.

Gökyüzü ne kadar rahattır kimbilir
kuş kayıp.
Ama ben o kuşu arıyorum şimdi
bütün dünyayla barışık.

Sami Baydar
Duygu Yaraları

stranger than paradise (1984), jim jarmusch


Stranger Than Paradise (1984)
Jim Jarmusch

"...Neden önce boğulmuşlar bu kadar uzaklarda
Bir daha boğulurlar
Gelir görünce birden kabaran denizi
Bu sular/da neden düşerler üstümüze
Biz bile unutmuşken kendi hikâyemizi."

                                                        Behçet Necatigil