ömer erdem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ömer erdem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Temmuz 2014 Çarşamba

serçelerin şarkısı, ömer erdem

Her kuşun bir iklimi, bir mevsimi vardır ya, o iklim ve mevsim üstü bir varlıktır. Ne göç eder ne de sadece bir mevsimde görünür.
 
Türünü korumakta ve yaşatmakta kıskançtır üstelik. Pek başkalarının arasına karışmaz, takım olacaksa kendi cinslerinden bulut bulut dalga kümeleri kurar, yeme, oraya buraya saçılmışa yaklaşırken de sadece kendisini düşünür. Bencil, ürkek, kurnaz, temkinli ve hızlıdır. Bülbül mesela kendi içinde renk renk hatta ses ses bölündüğü, dağıldığı halde o sadece kendisine benzer. Yuvasını bir başına kurar, dişisine anaç, erkeğine de babaç denir. Tuzağa kolay düşmez. Neredeyse hiç düşmez. Her an pır deyip uçmaya ve kendi koruma çemberine dahil olmaya hazırdır. Ötüşünden dost, tüyünden yastık olmaz. Kafese hele sığmaz. Evrim geçirmemiş, bildiğin ham kuştur. Sesi, bütün kuşların sanki ilk ve ilkel hali gibidir. Bir noktanın virgüle evrilmesine benzer sesi. Bu haliyle içten içe köklü bir köken iddiası bile taşır.

Kırlar kadar şehirler, köyler kadar kasabalar, bahçeler kadar bostanlar, yol kenarları kadar su başları, metro istasyonları, havaalanı çatıları, hasılı hayatın ve insanın sığdığı, sığındığı her yerde gölgesi vardır. Lakin, koca dünyamız, beyhude ömrümüz, eğip bükmeye, evirip çevirmeye, doymak bilmez iştiha ile şehirler yanına şehirler, kentler üstüne gökdelenler dikmeye çok düşkün insan soyu, bu tutumuyla ona da çoktan zarar vermeye başlamış. Geçenlerde gazetelere yansıyan haberlere göre sayıları hızla azalmaktaymış. ‘Dostlar azalıyor’ başlığını taşıyan haber vardı gazetelerin birinde. Bir babaç (erkek), o ince tırnakları ile bahçe çitine konmuş, hafifçe gagasını aralamış, kalın boynunu içe çekmiş, kuyruğunu da geriye öylesine uzatıvermiş… Dostça nazar ediyor dünyaya anlayacağınız.

‘Koca binaların yanındaki küçük çalıların içinden ya da pencerenizin önünde öten, baharı insanlara duyurmaya çalışan serçeler her geçen gün azalıyor. Doğa Derneği, son 3 yıldır, onların yok oluşuna dikkat çekmek amacıyla 20 Mart Dünya Serçe Günü kapsamında etkinlikler düzenliyor. Doğa Derneği, bu yıl da tüm doğa gönüllülerini, serçeleri saymaya ve Türkiye’nin kuş gözlem verilerinin toplandığı Kuşbank veritabanına (http://kusbank.org) üye olarak serçe kayıtlarını burada toplamaya davet ediyor.’ Bu kısa haberi okurken bir yandan gülümsemedim değil. Belli ki haberi yazan muhabir ne serçeyi biliyor ne de kuşları. Gerçi onları dost olarak nitelemek gibi bir güzellik de düşünmüş. Bu ayrı. Lakin koca binalar, küçük çalılar, pencere önleri, hele baharı insanlara duyurma misyonu kelimenin tam anlamıyla boşlukta, serçenin ruhundan uzakta… Çalıda ne işi var serçenin? Pencere önleri ise başka.

Bilmezler ki o ilkin mevsim ve iklim üstüdür. Hem kışın hem baharın, yaz kadar sonbaharın da hakimidir. Hiç değişime uğramamış cüssesi, özenilesi bir içgüdü ile o yavrudan bu yavruya aktarılan sekiş kabiliyeti, yem bulma ve beslenme becerisi, belki de asıl önemlisi savaşmayı hiç sevmeyen engin barışçılığı ile o bambaşka bir evrendir. Hiçbir zaman bir martının, bir karganın, bir şahin veya atmacanın savaşçılığını göremezsiniz. O adeta sadece kendisini korumaya ve yaşatmaya adanmıştır. Ürkektir. Çabuk doyar. Çok uçar. Yorulmaz. Yormaz. Eğer çarpan bir yüreğe, eğer merhamet ve inceliğe ve eğer insan kalbinin bir kuş haline bürünmüşlüğüne bir isim vermek gerekseydi onun adı serçe olurdu. Zaten bir kişi kalbinin kuş gibi attığını söylüyorsa bilin ki serçeyi işaret ediyordur. Ölümde bile, iyiler onun teni kadar hafiflemez mi?

Eski Osmanlı mutfağında, özellikle padişahların serçe etine gönül düşürdükleri sır değil. Taşrada da çoluk çocuğun, yaramazın haylazın gözü serçededir. Yetişkinlerin pek umursamadığı serçe, çocuklar için çoktan hayat baloncuklarına dönüşmüş, yakalayıp kovalamanın merkezi olmuştur. Ama o kadar değil. Serçe, neredeyse daha hilkat günlerinden beri insanla beraber olduğu için onun huyu kadar tıynetini de biliyor olmalı ki, kendisince nitelikler kazanmış, döne seke, uça kona çareler üretmiştir. O sebepten zordur serçeyi yakalamak. Uçtukça, kaçtıkça çocuğun adrenali yükselir, yemin oranı artar, tuzağın rengi değişir, taşın, sapanın hızı artar. Nafile, çok kere nafile. Serçe, gücünü o çevik sekişinden ve uçucu kaçışından alır. Kışta, kar ortasında, yaz sıcağında su başında tedbiri hiç elden bırakmaz. İnsan kadar diğer canlıların ne yapacağı hiç belli olmaz. Bunu bilmiştir. Öğrenmiştir evvelden.

Serçeler en çok sonbaharda düğün yaparlar. Kışın sert günleri atlatılır, baharın vaadi geçiştirilir, yazın nimeti nimet bilinir fakat sonbahar hasadının kimseye görünmeyen tohumları onların bayramı olur. İşte o zaman sararmaya yüz tutmuş kavak gölgelerinde, harman yerlerinde, bozulmuş ekin tarlalarında, bağ ve bahçelerde serçe gününü gün eder. Bölük dalga dolaşmaya, sanki gövde gösterisi yapmaya koyulur. Hemen her yemi arayıp bulmasında, onu deşip çıkarmasında kendisine özgü temizliği de vardır. Temiz kuştur. Yıkanmayı, çırpınmayı... Dalıp çıkmayı sever. Bir su birikintisine, bir çeşme başında, o ürkek ve kaçkın haliyle, biraz da etlenmiş gövdesiyle dönüp çırpınan, su içip yıkanan serçeyi izlemeye doyum olmaz.

Doğa Derneği, serçelerin sayımını yapmayı ne kadar başarır bilinmez ama, serçelerin geleceği biraz da bizim hayat kalitemizle bağlantılı olmalı. Kimsenin umursamadığı, rakip görüp kişelemediği, sesini duyduğunda bunun zaten normal bir varlık gibi yanından geçip gittiği serçe, oysa tam da yaşamanın efekti, merhamet ve sevginin simgesi, varlık ile yokluğun dengesi, gözün cambaz oyuncusu hatta balkonun ve pencerenin sorgusuz ortağıdır. Bir kez olsun serçelerin şarkısı hepten silinip gittiğinde, şehir ve tabiat kuşlardan çalınıp zalimlerin eline geçtiğinde ne olur, ne olmakta, onu düşünmek gerekir. Onu duymak beklenir.

Ömer Erdem
29.03.2014
Zaman Gazetesi

faniliktir güzellikte kalıcı olan, ömer erdem

Dün bir minik dal iğde kopardım ders dönüşü. Ne tuhaf. Yaşlanıyor muyum, dikkatim mi zayıflıyor, bu bahar, iğdelerin çoktan açıp solduklarını sanıyordum. Birkaç kez de yokladım hızla zihnimi.
Bayıltmadan, uyarmadan, uyandırmadan sabahı, küsüp gittiler demek dedim, kendi kendime. Bu olabilir mi? Kim bilir her şeyin olduğuna, artık olabilirliğine o kadar çok inanmaya başladık ki, zihnimizin yanılgısına da böylece kapılıveriyoruz. İyi de, ağaca çiçeğe, böceğe kuşa onca düşkün sayılan ben, nasıl atlarım, nasıl geçerim iğdelerin uyanışını? İşte o küçük salkım şimdi çantamda. Çantanın ilk gözüne kasten koydum. Solsun ve soldukça kokusunu bıraksın istedim. Sevgi saklanır. Hem, hangi koku iğdeninkine yaklaşabilir ki? İğde uyanık. İğde hükümdar. İğde baskın. İğde kıskanç. O beyaz tozu buzlu yeşili kuruyunca daha bir gönlümü çeliyor her bahar. Ne buluyorsam onda, bana ne çağrıştırıyorsa. Ders dönüşü. Birdenbire. Beklemediğim anda… Bir minik dal iğde…

Akılları baştan aldığını nereden bilsin?

Bahar iyiden bastırıp dışarıda coşunca, sınıflar çekilmez oluyor. Onca yoğun ve genç enerjiyi, ilgi ve dikkati düşürmeden, sıkmadan ama oradan buraya gezdirerek ve dersin içine sokarak bir arada tutmak kolay değil. Çıkmak istiyor herkes. Gözlerde bastırılmış oflayıp puflamalar. Tıpkı vakti gelip de daldan kurtulmak, sereserpe açılmak isteyen iğdeler gibi. Beyazın sardığı sarı borucuklar öylesine bir güzel düzenle diziliyorlar her biri koku orkestrasının sazları gibi tek ses, tek kokuda buluşuyorlar ki, ne diyeyim. Sen bilirsin işte. Fakat bir iğde, açtığını, insanların aklını başından aldığını nasıl ve nereden bilsin? Ben öyle, kurumsal tarih yayıncılığı kitapları satılan bir dükkana girmiştim ders çıkışı. Olur ya belki bilmediğim bir kitapla karşılaşırım. Umudum artar. Bilgiden dile, coğrafyadan zamana atlarım. Sıkıntımı çoğaltmaktan başka bir işe yaramadı. Kitaptan kaçılır mı? Bazen kaçılır. Bir kesif devlet ve memur kokusu omuzlarımdan aşağı bastırdı. Bir süre nefesimi içimde tutmuşçasına hızla dışarı fırladım… Hava rüzgârlı.

Böyle olur. Beklediklerinizle değil aklınızdan geçmeyenlerle buluşursunuz çarpılınca. Sen de yine o Anadolu seyahatlerinden birisine mi çıkmıştın? Dün geceki sesinde otel kokusu mu vardı? Bunu demedin. Ben hissettim. Sevdiğin yanında olmayınca otel odası mağaradan soğuk, ıssızlıktan daha geniş gözükür. Girmek için değil çıkmak için, kalmak için değil hep ayrılmak için sığınılır sanki oralara. Gerçi nice şehirde, otel köşelerinde ömür süren, evden kopmuş, evcilliğini yitirmiş fakat vahşi doğaya da dönemeyen hayvanlar gibi, onlar da var. Birkaçını tanımış mıydım, fotoğraflarını yoksa belgesellerini mi izlemiştim bunun da bir hükmü yok. Belki de ömrün bir kısmını öyle geçirmeli. Göze almalı. Otellere atılmalı… Otellerde yaşamalı.
Semt mi şehir mi, cadde mi sokak mı olacağına ya da bunlardan hangisi ise o olarak yaşayacağına karar verememiş, daha doğrusu karar verilmemiş hatta her tür yapılaşmaya uygun bu bölgede biraz yürüdüm. Solda genişçe bir arsa vardı. Nedense bu genişlik, bu boşluk bir gün işgal edilecek korkusu hep içimde. Ama henüz kepçe girmemiş, makineler çalışmamış, betonlar dökülüp demirler bükülmemişti. Bu bekleyişten cesaret alan kimi vişne ağaçları, erikler, elmalar, birkaç armut, hurma ve elbette iğde. İşte birdenbire o salkım şelalesinin o çiçek kümesinin içine düşüverdim. Çiçeklerin yüküyle sanki biraz daha eğilmiş dallar sadece gölge bırakmıyorlar yola. Kokular saçıyorlar. Gönül ipeği gibi seriliyorlar.


İğde kabuklarından kumaşlar mı diktim?
Sessizlik dolusundan bu koku patlamasına sığınırcasına durdum, bekledim. Ne kadar bekledim. Çocukluğuma kadar mı bekledim? İlk gençliğin hayal kuyularına mı eğildim? İğde dallarının kahve kırmızısı ince kabuklarından kumaşlar mı diktim, bunun da önemi yok. O oradaydı. Eğilmişti. Dur. Dur. Dur diyordu. Yolcu musun, in mi yoksa cin mi? Akıl bastonun mu var yoksa soru fabrikaların mı? Neyse dur! Bu koşuşturmanın kara dumanı biraz dinsin.
Bütün bunlar dün olmuştu. Dün deyince kısa bir zamanı çağırır gibiyiz oysa bir düne neler sığmaz ki? İşte bu yüzden sabah metro istasyonundan çıkarken, anahtarımı unutmuş olabileceğim korkusuyla çantamın ilk gözüne el attım. İlkin yabancısı olduğum solgun ve yumuşak bir şeylere dokundum. Yabancılık. Dokunuşun da hafızası var ve bildiği olmayınca şaşırıyor. Çok pek çok kısa bocalamadan sonra koku imdadıma yetişti. Önümü aydınlattı, benim, ben dedi. O yükselen, görünmez dönüşüyle beni kucaklayıp saran koku olmasaydı? Ya olmasaydı?
Oydu. Bilerek. Özellikle küçük bir parça olarak kopardığım ve ön göze koyduğum iğde, gece boyu uyumuş, kendi içine çekilmiş fakat kokusunu kaybetmemişti. İlk fermuar açılımında, ilk havayla buluşmasında süzülüp burnuma kadar gelmişti. Hafızanın kapısını bir bayram çocuğu saflığıyla tıklatıyordu. Diyeceksin ki mini bir dal bunu nasıl yapsın?
Uyandım ve ikna oldum ya, bir kez daha, henüz iğdeler uçup gitmemiş, gözüm, yürüdükçe iğdelerde, iğde yapraklarında. Enginarın bütün saltanatıyla sofraları doldurduğu şu günlerde, ben de iğdenin mecnunu oldum, o duvardan bu köşeye onların peşine düştüm. Çok kısa sürecek onların da sakin lakin kışkırtıcı saltanatı. Daha dün nokta nokta serpilip veda eden erguvanlardan zihinde mor bir ışıktan başka bir şey kalmadı. Beyhudelik değil ancak dünyaya çivi çakma sevdası gütmeyen güzellik, o ağaçtan bu çiçeğe el verip geçiyor. Ben de şimdi sana bunları yazıyorum. Oralarda meyveler, erik ve kirazlar dalları doldurmuş olmalı. Bir yokluk var aramızda. Meyvelerin ve kokuların doldurmaya çalıştığı. Olsun. Faniliktir kalıcı olan.


Ömer Erdem
24.05.2014
Zaman Gazetesi