2 Temmuz 2014 Çarşamba

faniliktir güzellikte kalıcı olan, ömer erdem

Dün bir minik dal iğde kopardım ders dönüşü. Ne tuhaf. Yaşlanıyor muyum, dikkatim mi zayıflıyor, bu bahar, iğdelerin çoktan açıp solduklarını sanıyordum. Birkaç kez de yokladım hızla zihnimi.
Bayıltmadan, uyarmadan, uyandırmadan sabahı, küsüp gittiler demek dedim, kendi kendime. Bu olabilir mi? Kim bilir her şeyin olduğuna, artık olabilirliğine o kadar çok inanmaya başladık ki, zihnimizin yanılgısına da böylece kapılıveriyoruz. İyi de, ağaca çiçeğe, böceğe kuşa onca düşkün sayılan ben, nasıl atlarım, nasıl geçerim iğdelerin uyanışını? İşte o küçük salkım şimdi çantamda. Çantanın ilk gözüne kasten koydum. Solsun ve soldukça kokusunu bıraksın istedim. Sevgi saklanır. Hem, hangi koku iğdeninkine yaklaşabilir ki? İğde uyanık. İğde hükümdar. İğde baskın. İğde kıskanç. O beyaz tozu buzlu yeşili kuruyunca daha bir gönlümü çeliyor her bahar. Ne buluyorsam onda, bana ne çağrıştırıyorsa. Ders dönüşü. Birdenbire. Beklemediğim anda… Bir minik dal iğde…

Akılları baştan aldığını nereden bilsin?

Bahar iyiden bastırıp dışarıda coşunca, sınıflar çekilmez oluyor. Onca yoğun ve genç enerjiyi, ilgi ve dikkati düşürmeden, sıkmadan ama oradan buraya gezdirerek ve dersin içine sokarak bir arada tutmak kolay değil. Çıkmak istiyor herkes. Gözlerde bastırılmış oflayıp puflamalar. Tıpkı vakti gelip de daldan kurtulmak, sereserpe açılmak isteyen iğdeler gibi. Beyazın sardığı sarı borucuklar öylesine bir güzel düzenle diziliyorlar her biri koku orkestrasının sazları gibi tek ses, tek kokuda buluşuyorlar ki, ne diyeyim. Sen bilirsin işte. Fakat bir iğde, açtığını, insanların aklını başından aldığını nasıl ve nereden bilsin? Ben öyle, kurumsal tarih yayıncılığı kitapları satılan bir dükkana girmiştim ders çıkışı. Olur ya belki bilmediğim bir kitapla karşılaşırım. Umudum artar. Bilgiden dile, coğrafyadan zamana atlarım. Sıkıntımı çoğaltmaktan başka bir işe yaramadı. Kitaptan kaçılır mı? Bazen kaçılır. Bir kesif devlet ve memur kokusu omuzlarımdan aşağı bastırdı. Bir süre nefesimi içimde tutmuşçasına hızla dışarı fırladım… Hava rüzgârlı.

Böyle olur. Beklediklerinizle değil aklınızdan geçmeyenlerle buluşursunuz çarpılınca. Sen de yine o Anadolu seyahatlerinden birisine mi çıkmıştın? Dün geceki sesinde otel kokusu mu vardı? Bunu demedin. Ben hissettim. Sevdiğin yanında olmayınca otel odası mağaradan soğuk, ıssızlıktan daha geniş gözükür. Girmek için değil çıkmak için, kalmak için değil hep ayrılmak için sığınılır sanki oralara. Gerçi nice şehirde, otel köşelerinde ömür süren, evden kopmuş, evcilliğini yitirmiş fakat vahşi doğaya da dönemeyen hayvanlar gibi, onlar da var. Birkaçını tanımış mıydım, fotoğraflarını yoksa belgesellerini mi izlemiştim bunun da bir hükmü yok. Belki de ömrün bir kısmını öyle geçirmeli. Göze almalı. Otellere atılmalı… Otellerde yaşamalı.
Semt mi şehir mi, cadde mi sokak mı olacağına ya da bunlardan hangisi ise o olarak yaşayacağına karar verememiş, daha doğrusu karar verilmemiş hatta her tür yapılaşmaya uygun bu bölgede biraz yürüdüm. Solda genişçe bir arsa vardı. Nedense bu genişlik, bu boşluk bir gün işgal edilecek korkusu hep içimde. Ama henüz kepçe girmemiş, makineler çalışmamış, betonlar dökülüp demirler bükülmemişti. Bu bekleyişten cesaret alan kimi vişne ağaçları, erikler, elmalar, birkaç armut, hurma ve elbette iğde. İşte birdenbire o salkım şelalesinin o çiçek kümesinin içine düşüverdim. Çiçeklerin yüküyle sanki biraz daha eğilmiş dallar sadece gölge bırakmıyorlar yola. Kokular saçıyorlar. Gönül ipeği gibi seriliyorlar.


İğde kabuklarından kumaşlar mı diktim?
Sessizlik dolusundan bu koku patlamasına sığınırcasına durdum, bekledim. Ne kadar bekledim. Çocukluğuma kadar mı bekledim? İlk gençliğin hayal kuyularına mı eğildim? İğde dallarının kahve kırmızısı ince kabuklarından kumaşlar mı diktim, bunun da önemi yok. O oradaydı. Eğilmişti. Dur. Dur. Dur diyordu. Yolcu musun, in mi yoksa cin mi? Akıl bastonun mu var yoksa soru fabrikaların mı? Neyse dur! Bu koşuşturmanın kara dumanı biraz dinsin.
Bütün bunlar dün olmuştu. Dün deyince kısa bir zamanı çağırır gibiyiz oysa bir düne neler sığmaz ki? İşte bu yüzden sabah metro istasyonundan çıkarken, anahtarımı unutmuş olabileceğim korkusuyla çantamın ilk gözüne el attım. İlkin yabancısı olduğum solgun ve yumuşak bir şeylere dokundum. Yabancılık. Dokunuşun da hafızası var ve bildiği olmayınca şaşırıyor. Çok pek çok kısa bocalamadan sonra koku imdadıma yetişti. Önümü aydınlattı, benim, ben dedi. O yükselen, görünmez dönüşüyle beni kucaklayıp saran koku olmasaydı? Ya olmasaydı?
Oydu. Bilerek. Özellikle küçük bir parça olarak kopardığım ve ön göze koyduğum iğde, gece boyu uyumuş, kendi içine çekilmiş fakat kokusunu kaybetmemişti. İlk fermuar açılımında, ilk havayla buluşmasında süzülüp burnuma kadar gelmişti. Hafızanın kapısını bir bayram çocuğu saflığıyla tıklatıyordu. Diyeceksin ki mini bir dal bunu nasıl yapsın?
Uyandım ve ikna oldum ya, bir kez daha, henüz iğdeler uçup gitmemiş, gözüm, yürüdükçe iğdelerde, iğde yapraklarında. Enginarın bütün saltanatıyla sofraları doldurduğu şu günlerde, ben de iğdenin mecnunu oldum, o duvardan bu köşeye onların peşine düştüm. Çok kısa sürecek onların da sakin lakin kışkırtıcı saltanatı. Daha dün nokta nokta serpilip veda eden erguvanlardan zihinde mor bir ışıktan başka bir şey kalmadı. Beyhudelik değil ancak dünyaya çivi çakma sevdası gütmeyen güzellik, o ağaçtan bu çiçeğe el verip geçiyor. Ben de şimdi sana bunları yazıyorum. Oralarda meyveler, erik ve kirazlar dalları doldurmuş olmalı. Bir yokluk var aramızda. Meyvelerin ve kokuların doldurmaya çalıştığı. Olsun. Faniliktir kalıcı olan.


Ömer Erdem
24.05.2014
Zaman Gazetesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder