7 Nisan 2024 Pazar

Ateş ve Güneş & Zeytindağı - Falih Rıfkı Atay

...

Kompartımanda üç kişiydik: Kolu bağlı doktor, bir oto memuru, bir de ben...Doktor romatizmasından meyus, gününü bin türküden bir bozuk mısra terennüm ederek geçirdi.Memur yorgun, neşesiz, hasta gibi.Neden sonra biri pelerininin, biri paltosunun içinde uykuya daldı.Akşama kadar yakaza arasında yolculuk ettiler.Ben, zorla kapatılmış bir hasta bakıcı gibi, onları rahatsız etmekten korkarak, fakat ölseler bile mükedder olmayacağımı hissederek, kir gibi duran, uzamış sakallarına baka baka esniyordum.

...

Bir koca memleket geçtim, hiçbir yerde bir mesut lakırdı işitmedim.Bir memnun yüz görmedim.

...

Erzak yerine kendileri için ekmek ve bakraçtan, hayvanları için kuru ottan başka bir şeyleri yoktu.Ne inlemenin, ne mustarip bakmanın faydası var.Kafileden ayrılan nereye gider?Şu kafile sefalete sığınan bir sefildi.Zamanla düşkün insanların, kalplerini öyle ümitsizli bürümüş ki yeşil kırını, kendi ırmaklarının sesini ve dağlarının irtifaını hayal edip gözleri yaşaran, kulakları dinlemek isteyen ve başları yukarı kalkan yok! Harbin, hudutlardaki gösterişi sönerken Anadolu'nun bağrında derin yarası kanıyor, bakalım bu yara iki ciğerimiz üstünde kaç sene işleyecek?

...

Çölün belli başlı güzergahlarından biri Süveyş ile Akabe'yi bağlayan caddedir.Bu kadim güzergah bile hakikatte bir izdir, fakat asırlarca üstünden geçen hayvan v at ayakları iki tarafın kumuyla geçit kumunun rengini ayırmış gibi.Yalnız büyük rüzgarlar estikçe renk ayrılığı gider.Günlerce boş ve ümitsiz ufuklar ortasında kalırsınız.

...

Bu keşif seferinde tarih bize hiç yar değildi.Çehreleri acı darbelerle döven, mesafeleri ve hedefleri karmakarışık eden şiddetli bir kum fırtınası, İngilizlerin müdafaasına tabiatın müdafaasını kattı.Gece yolları kaybettik.Kalabalık ümit ettiğimiz istikametlerde boş vasi kum yığınları çıktı.

Tayyareler zaten savaşın iptidasından beri bizi hiçbir tarafta rahat bırakmamıştı.Tayyareyi ilk defa gören develer, bedeviler, bazı askerler bile kaç kere küme küme dağıldı.O uzun, narin ve rahat hecinlerinden ayrılıp piyade kalmı birçok arkadaşlarımız var!

...

Ah! Bilmezsin buraya nasıl geliyorum? Deve her adım attıkça, yaram yeni bir yara gibi sızlıyor.

...

Temmuz 1332 (1916)

Rummani harbini şu birkaç kelime ile anlatabilirim.Faik kuvvetler karşısında adım adım mağlubiyet...

Yine kumlar üstünde isimsiz ölüler ve muvakkat mezarlar bıraktık.Zaten harplerimizizn bütün talihi bu değil mi?Daimi yabancılar bizden çok ve biz yabancılardan cesuruz.

Buradaki temmuz dünyanın bütün temmuzlarından sıcaktı.Kıtalar ağır, yorgun, hasta yürüdü.Vaktiyle peygamber mi çölden geçmişler, çölden geçenlere mi peygamber demişler?Kendi kendime bunu düşünüyordum.

 Katiye neşesinden sonra bu vaka acı geldi.Madem ki biz zahmet çekiyoruz, kanlarımızın kuruduğu kumlar üstünde başka adamların tebessüm etmesine ne lüzum var?

Dün kıtasından geri kalmış bir nefere rastgeldim.Ağırlığı on defa daha ağır, esvabından, kundurasından, atından başka üstünde ne varsa hepsinden müştekiydi.Geçerken bana döndü:

-Bir su doldur hemşeri!

Temiz bir bardak içinde berrak bir su verdim.Birkaç kadeh içti.

Dudaklarının kenarından sızan su, kaç gündür çenesinde biriken tuzu ince çizgileriyle yarıyor ve çamur hatları vücuda getiriyordu.Uzun bıyıklarından ve uzamış sakalından akan suları avucuyla silerek:

- Canına değsin, burası Kerbela... dedi.

...

Bir alay kumandanı daha garip bir hadiseye tesadüf etmişti: Bir akşam kıtalarını İngiliz siperlerine taarruza gönderdi.Sabahleyin alayını tanımak mümkün değildi.Çünkü hepsi siperdeki askerleri soyup, esvaplarını giymişlerdi.İngiliz biçimi ceketler, sıcak iklimler için yapılmış kısa pantolon Anadolu askerlerinin üstünde o kadar tuhaf duruyor ki, kendileri bile gülüyorlar.Fakat çokları kısa pantolonları sevmediler, kimi don yerine, kimi paçavra yerine kullandı.

Ganaim arasında nefis diş macunlarını bulup iştiha ile yiyen neferler var.Bu naneli ve lezzetli şeyden o kadar hoşlanıyorlar ki gümüş para mukabiline bile satmıyorlar.

...

Zahmet azalmış ve eğrilmiş bir vücut, ziyası pek nadir gelen gözler, birkaç tel bıyık..Mehmet'in temiz, fakat berber itinası görülmeyen yüzünde uzun ve geniş çizgiler açılmıştı.İhtiyar çehreler, muayyen noktalarda daimi bir derinlikle buruşur onun.Buruşukları böyle değildi, ordu ve köy meşakkatlerinin izlerinden ibaretti. (Neferim Mehmet)

...

Ateş ve Güneş - Falih Rıfkı Atay

...

Osmanlı Matbuat Müdürü Hikmet Bey, Dahiliye'de tanıdığımdı.Hikayeyi ondan işittim.Muharrirlerden biri şair Abdülhak Hamit'i tenkit eder.Hamit, Sait Halim Paşa'ya sızlanır.O da Hikmet Bey'i çağırıp:

-Bir gazetecinin ayan azay-ı kiramından bir zata dil uzatmak ne haddi? Hemen dersini ver! buyurur.

Herkes için, elçi olsa da, milletvekili veya ayan olsa da şairden başka bir şey olmayan Hamit, Mısır kuklası için sadece ayan azay-ı kiramı idi.

...

Çünkü mesela biraz sonra bir Mısır kuklası devletin başına geçecek ve Abdülhak Hamit'in bir şiirinde vezin bozuk olduğunu söyleyen bir gazeteciye hiddet ederek:

- Bir ayan azasını bir muharrir parçasının tenkit etmesi ne haddi! Diye matbuat müdürünü azletmeye kalkışacaktı.

...

Enver kendisini öğle yemeğine alıkoydu.Sofrada Necip Bey bahsi açtı, dili döndüğü kadar konuştu.Enver sonuna kadar dinledikten sonra:

-Vah Necip Bey vah, dedi, seni de zehirlemişler.Sen ki maneviyata inanırsın, bilmiş ol ki, ben Allah tarafından büyük Türk hakanlığını kurmaya "müekkel"im.Git evinde rahat uyu!

Necip Bey eve döndüğü vakit, şöyle diyordu:

- Eğer bu adam Harbiye Nazırı, Başkumandan Vekili ve Yaver-i hazret-i şehriyari olmasa, yeri doğrudan tımarhanedir.

...

Ali Fuad Bey de, parti komitacılığının düşmanı olanlar gibi, nizam, kıdem ve kanun adamı kalmıştır.Cemal Paşa, harp hükümetinin en ileri düşünenlerinden olmakla beraber, kendi ittihatçılığını hiçbir işinde unutmazdı.

Kendi ittihatçılığı diyorum.Çünkü gerçekte İttihat ve Terakki birkaç başın etrafında birkaç kola ayrılmıştı.

Büyük harpte herhangi bir kimse için:

-İttihatçıdır !

Hükmü doğru ve pek de yerinde olmazdı.İttihatçı demek, partinin anonim ve silik unsuru demektir.O zamanlar insanın üzerine yapışan damga "adam" sözü idi.Cemal Paşa'nın adamı, Enver Paşa'nın adamı, Talat Paşa'nın adamı...Kendi kendinin adamı kimdi, bilmiyorum.

Her adamın da kendi adamı vardı.Gruplar büyüdüğü zaman artık Enver Paşa takımı, Talat Paşa takımı, Cemal Paşa takımı demek doğru olurdu.

...

Çıktığımız zaman Şeyh Esat dedi ki:

"İhtimal siz bu sözleri ifrat ve mübalağa sanırsınız.Fakat bizde adet böyledir.Size bir fıkra nakledeyim: Bir zaman Şam'a yeni bir vali geliyordu.Eşraf, memurlar, halk, istasyona biriktiler.Daha tren durmadan, şairlerimizden biri ileri atıldı ve başladı:

-Ya veziriazam!..

Yanında bulunan bir başkası kolunu dürttü:

Yahu, dedi, biraz bekle, fermanını okusunlar.Vezir midir, paşa mıdır, bey midir, rütbesinin ne olduğunu öğren!

Fakat Cemal Paşa için artık herkesin bildiği büyük rütbe ve nüfuzdan başka, masallaşmış hükümler bile vardı.Suriye'de derlerdi ki, eğer Cemal Paşa birisiyle görüştüğü zaman burnunu kaşırsa sürgün düşünüyor, sakalını karıştırırsa, affedip etmemeyi düşünüyor, demektir.Yalnız bıyık burumasından korkunuz o zaman görüşmenin ölüme kadar yolu vardır.

...

Şeyh Esad'da yarı halk, yarı fikir adamı, fakat bir hatibin bütün kuvvetlerini görmüşümdür.

En son işittiğim fıkrası şudur: İngilizler Mütareke'de Şeyhi tutup Seydibeşir karargahına esir götürmüşlerdi.Mavi bir gömlek, mavi bir don, ihtiyar adam hazin bir ömür geçiriyordu.Bir gün gene kızgın kuma bağdaş kurmuş, düşünürken bir Arap esirin sesini duydu:

- Ya Allah! Ya Allah!

-Çağırma yavrum, çağırma, dedi.Eğer aklına esip de bizi kurtarmak için geleceği tutarsa, İngilizlerin elinden bir daha zor kurtulur.Üstelik Müslümanları Allahsız bırakırsın...

...

Geç vakit, suvarenin verileceği büyük konağa gittik.Bütün bahçelerden Arap gırtlağının yumuşak yalellisini işitiyoruz.Yollarda sarı ve zayıf halk selama duruyor.Bir gün kurmaybaşkanı bana demişti ki:

-Suriye'de bizim ne kadar temelsiz olduğumuzun en iyi misali nedir, bilir misin?

Yüzüne baktım.

-Şu sekiz yaşında çocuğun korkudan, bana selam duruşu!

...

Aşiretlerin bulunduğu çöller içine henüz paradan büyük Allah girmemiştir.Para uğruna yapılan her şey, Allah uğruna yapılmış gibidir.

...

Emir partisinin hem İngilizler, hem şerifler, hem de Osmanlılarla hoş geçinmekten, sonunda kim kazanırsa onun hissesinden mahrum kalmamaktan başka tasaları yoktu.Kervan kervan silahlarımızın ve altınlarımızın çölden getirdiği ses, duadan, vaitten ve mazeretten ibaretti.

...

Almanlar Büyük Harp'te Türkiye'ye kendi teğmenlerinin ismini koymuşlardı: Enverland !

...

Karargahla siper arasındaki derin uçurumu bu kadar yakından sezmemiştim.Nişan ve madalyalarımdan ikisini göğsüm süslü olmak için, birini operada nefis bir oyun seyrettiğim için, birini Hamburg Belediyesi'nin ziyafetinde bulunduğum için, bir başkasını Baden-Baden kasabasında bir imparator yüzü gördüğüm için almıştım.

Bu iptizalden sonra, tanıdığım bazı subaylar arasında kırmızı, beyaz şeritlerini koparıp atanlar ve madalya taşımamak için yemin edenlere sık sık rast gelmişimdir.

Halbuki Kil'de bir İngiliz kruvazörünün bir İngiliz denizaltısına verdiği randevuyu haber alıp, tek başına oraya giden ve İngiliz kruvazörünü batıran genç bir kumandanın en büyük övüncü, boynuna astığı Pour-le-Merite nişanı idi: Arasında bulunduğu kalabalık subaylar safında bu nişan yalnız onun boynunda vardı.

Fedakarlık ve feragat gibi, vazifeden üstün hareketler istenen işlerde ve zamanlarda iltimas ve imtiyaz kadar zararlı ne olabilir? Büyük Harp'te bazı cephelerimizin en hazin hali, siperin manevi şerefinin ve maddi hakkının geridekiler tarafından yenmiş olması idi.

Siper, ölüm düğmesine bastığı zaman, çok defa, arkada, ta uzakta birtakım göğüsler üzerinde elmas, altın veya gümüş ışıklar yandığı görülürdü.

(Bu devri yalnız vazifeti ve hizmeti şereflendiren Gazi ananesi kapamıştır.)

...

İktidar filinin hortumu basan yemi gevelemediği zaman, tersine kıvrılır ve üstündekini yutar.

...

Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor.Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz, istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:

- Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor.

Hangi Ahmed'i?Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor:

- Bu tarafa gitmişti, diyor.

O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdat'a mı?

Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, (onu da benim kadar yabancı bulacaksın; gözünün ışığı sönmüş, çukur yanağı kemiğine batmış, omuzu göçmüş) ona da soracaksın:

- Ahmed'imi gördün mü?

Hayır...Hiçbirimiz Ahmed'ini görmedik.Fakat Ahmed'in her şeyi gördü.Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü...

Şimdi Anadolu'ya, batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgarlar bozgun haykırışarak esiyor.Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor.

Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu'dan utanır gibi, hepsi İstanbul'a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor.

Ahmed'i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek...Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik !

(Allah'a Ismarladık)

...

Falih Rıfkı Atay - Zeytindağı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder