2 Temmuz 2019 Salı

dehri baba tekkesinde üç yıl çile, Oscar Амалфитано


Bahri Dehri Bey ile Sergüzeştimiz

Muhittin Bahri Bey, namıdiğer Bahri Dehri ile 1319’un teşrin-i evvelinde, yani ilan-ı meşrutiyetten dört yıl, Yıldız Baykuşu’nun hal’inden handiyse beş yıl evvel, yağmurlu amma ılıcak bir güz günü şerefyab oldum. Herzekâr Matbaasının, Kınacıyan Hanındaki müdiri olduğum mürettiphanesine sırtında gayetle güzel kesim empermeablı, tertemiz melâbisi, başında Avusturya fesi, bir elinde küçümen bir meşin çanta, bir elinde kibar bastonu ilen pat diye girdi; upuzun endamı ile gayet semizdi; damızlık bir aygır mı desem, balaban mı desem, teşbihte hata olmaz. Asgar’ı arıyormuş, Ali Asgar Beyefendiyi. Buyrun efendim, benim, dedim. Muhittin Bahri Bey kendini zarifane tanıttı, başköşeye oturttum. Kozmidi’nin meyhanesinden işret arkadaşım Naverd’in komşusu imiş, Mekteb-i Sultani’den sonra Paris’te okumuş ama tahsilini tamama erdirememiş, yaz başı İstanbul’a henüz dönmüş iken sözlüsü hanımefendiyle izdivaç etmiş, şimdi de Darülfünunda Fransızca okutuyormuş. Muhittin Bahri Bey pek tatlı dilli, hoşsohbet, ferzane-meşreb bir zat idi, hemen kanım ısındı. İki Fransız edibinden tercümeler yapmış, neşretmek niyetindeymiş, “Himmet buyurun, bu bîhude evrakı neşredelim,” dedi. Estağfurullah efendim, dedim, biz ancak tercümelerinize yüz sürüp secde etmekle şeref buluruz. Birbirimizi saatlerce methedebilirdik, ruh eşimi bulmuştum.

İnci gibi elyazısıyla temize çekip tezyin ettiği tercümeleri bana teslim etti; Güy dö Mopasan’ın Fort comme la mort romanıyla, Stefan Mallarme denen bir ademin şiirleri (gerçi şiire de pek benzetemedim). Sohbet baldan tatlıydı, musahipliğin meyhaneye taşınması da üstümüze farz oldu. Mürettiphaneden çıktık, Sirkeci’den Pera’ya doğru ağır ağır yürüdük, yürürken de memleket, siyaset, Fransız edipleri, Avrupa’da sürgün münevverler, başımızdaki Baykuş (daha kısık sesle tabii) üzerine konuştuk. Adamımı bulmuştum! Mihail’in meyhanesinde üst kattaki tek masalık küçük köşeye oturduk, burası bizim adeta karargahımız olacaktı. Doğrusu böylesi münevvere aç kalmıştım. İstibdat başımızda keskin bir kılınç, İstanbul’da münevver kılıklı hangi adam kaldıysa hepsi de korkak; o koca muharrirlere, şairlere kıyma bahasından bahsetsen hemen yanından kaçarlar, aman bir duyan olur da başımız belaya girer deyü.

Ama Muhittin Bahri Bey öyle miydi ya? Bir maşrapa düziko rakıyı yarım okka yoğurtla dümdüz etmeye başladık, hava daha yeni kararıyordu. Bahri Bey Hazret-i İbrahim, ben balta olmuştum memleketteki bütün putları kıra kıra ilerliyorduk, o üç diyorsa ben beş diyordum. “Ben zaten Tanrı’ya dine inanmam efendim, geçiniz,” dedim sohbetin de coşkusuyla; Bahri Bey nazar-ı infial ve iltifat ile baktı; “Efendim, ben de Maddiyyun mezhebine (Matérialisme) müntesibim,” dedi. Hatta Bahri Dehri ismiyle maddecilik mezhebini açıkça savunan makaleler yazdığını, ama henüz neşredemediğini söyledi. Bahri Dehri Bey her şeyden anladığı gibi her tür felsefe ve nazariyeden de ziyadesiyle anlıyordu; devr-i intibahtan (renaissance), usul-i tecrübiyyeden (méthode expérimentale), tekâmül felsefesinden (philosophie évolutionniste) epey bahis açtı, ne söylüyorsa mutlaka Fransızcasını da nazar boncuğu gibi yanına iliştiriyordu. Mihail’in meyhanesindeki o günden sonradır ki başımız beladan kurtulmadı, çünkü o akşam bir journal clandestin (gizli mecmua) neşredip fikirlerimizi beyana, bu köhne cemiyeti tel’in etmeye karar kılmıştık; isimde bile anlaştık: İspermeçet.

İspermeçet çünkü gayetle canâver bir balinadır. Neşir işini ben üstlenmiştim, makalatı da umumiyetle Dehri Bey yazacaktı. Tercüme işlerini tamamen unutmuştuk. Dehri Bey meşin çantasından kalem-kâğıt çıkardı, sarı kâğıdın başına güzelce bir ispermeçet çizdi. Mecmuayı nelerle dolduracaktık? Hemen muhteviyatı tayine başladık. Bahri Bey, Bahri Dehri müstearıyla kalem oynatacaktı; “Maddiyyun Mezhebine Dair”, “L’anarchieve Hazret-i Bakunin”, “Sosyalizm Mesleği”, “İçtimai Meseleler”, “Lanet Sana Necis Baykuş!” (şiir), “Ulum-u İktisadiye ve İçtimaiye der Memalik-i Osmaniye”. Ben de Nefi’nin bir şiirini “Sadrazam Gürcü Ragıp Paşaya Hediyemizdir” (ayniyle böyle yazı düştük kâğıda!) kaydıyla ve Ragıp Paşanın (o vakitler hâlâ sadrazamdı) bir gravürüyle tab edelim dedim, şiiri de derkenara yazdım: “Gürci hınzırı a samsûn-ı muazzam a köpek /Kande sen kande nigehbani-i âlem a köpek /Vay ol devlete kim ola mürebbisi anun/ Bir senün gibi denî cehl-i mücessem a köpek!”

Bu kadarla kalsak belki paçayı kurtarırdık ama sarı kâğıdın arkasını çevirip kendi kendimize bir de hükümet kurduk, hem de cumhuriyet hükümeti! Düziko rakı yağ gibi akıyordu, mübarek. Mihail’in Giritli güzel yamağını da artık iplemiyorduk, oğlancağız bize hizmet ederken de sözümüzü zerre sakınmıyorduk. Hilmi Paşayı yeni hükümete aldık, duyduk ki rakıcıymış, bize arkadaş olur, işret kardeşimiz olur diye düşündük. Ben, Bahri Dehri Bey ve pek sevdiğimiz, Paris’te sürgünde olan haysiyetli münevver Ahmed Rıza Bey cumhuriyetin merkezindeki triumvirayı oluşturacaktık, triumviranın primus inter pares’i de elbette Bahri Dehri Bey olacaktı. Çorumlu Dehri Beyden bir Robespierre yaratacaktık. Ben Hariciye Nazırlığıyla yetinecektim. İki yıl önce hiç yere görevinden azledilen Agop Paşayı Adliye Nazırı, Avram Efendiyi de Yahudidir, paradan anlar diyerek Maliye Nazırı yaptık. Pederimin vefatından sonra anamla bana pek ziyade iyiliği dokunan helvacı Süleyman Kasım Efendiyi İstanbul Şehremini yaptık. Muhayyel Cumhuriyeti kurmuştuk, Baykuş ve efradını işler ters giderse dönmeleri zor olsun diye Çin’e sürdük. Cumhuriyetimiz için bir müttefik olarak gördüğümüz Almanya’ya bizi İngilizlerden korusun diyerek İstanköy adasını (Κως) verdik, gerçi verirken biraz içimiz de sızladı. Ruslara karşı soğuktuk. Rusya’ya harb açmamız mukadderdi ama önce orduda ıslahat yapıp zaman kazanacaktık. Aslında Rusların asıl düşmanı İngilizlerdir diye düşünüyorduk, nasıl bir oyun çevirir de şu İngilizlerle Rusları birbirine sokarız diye kafa patlatırken gözlerimiz kurnazca parlıyordu. Abdullah Cevdet’i de memlekete getirip Maarifin başına koyduk, pek tekin adam değildir ama hiç değilse Cuma’ya gitmez diyerek. Bütün hürriyetperverleri memlekete getirecektik. O kadar astık kestik ki kâğıt yetmedi. Bunlar yetmez gibi bir de evrakın altına ismimizi yazıp imza attık, Aza-i Direktuar-i Cumhuriyet-i Osmaniye, yarım elmadan mühür yapmaya uğraştıysam da sarhoşluğun etkisiyle beceremedim.

Rakıdan ve coşkudan mest-i harab halde kendimizi dışarı attık, hazır coşmuşken Yıldız’ı basıp şu hükümeti hemen kuralım dedimse de, ta Yıldız’a kadar yürümek zor geldi, ihtilali sonraki güne erteledik. Tatavla’ya doğru birbirimize tutuna tutuna, Fransızların milli Marseillaise türküsünü çığıra çığıra yol almaya başladık. Beyoğlu Karakolu’nun önünden geçerken kapıdaki nöbetçi zabitin bize ters ters baktığını fark ettim. Nereye bakıyorsun ulan şaşı pezevenk, diyerek zabitin suratına okkalı bir tokat aşk ettim. Zabit neye uğradığını şaşırdı. “Ulan,” dedim, “Behey eşşek âdem, karşında koskoca Cumhuriyetin Reis-i Evveli, diğer yanında koskoca Hariciye Nazırı, selam duracağın yerde bir de ters ters bakıyorsun!” Zabit Efendi, nazır, reis gibi unvanları duyunca ne yapacağını bilemedi, gözleri fıldır fıldır oldu adamcağızın, neden sonra topukları tak diye vurup selam durdu, “Affedin Paşa Hazretleri, bir gafletle tanıyamadım!” Ben daha da kaynayıp cuş olmuş halde adamın yakasına yapıştım, Bahri Dehri Bey de elime yapıştı, “Aman Efendim, nereden tanısın, bırakın lütfen,” dediyse de Dehri Beyi dinlemedim, tokat üstüne tokat yapıştırdım zabite. Karakolun içinden diğer zabitler koşturdu bu sefer, adamı elimden zor aldılar, bir yandan da durumu tartmaya çalışarak bizi içeri buyur ettiler. Karakola girdik, tabii Nazır veya Reis-i Evvel filan olmadığımız ortaya çıktı ve 20. asrın en büyük dayaklarından birini yedik! Aman Allahım, o ne muazzam bir dayaktı! Dayağı yedikçe ayıldık, kahveye filan ne hacet? Belki insafa gelir de bırakırlar diye çocukluğumdan hatırladığım Ayet-el Kürsi’yi okuyayım dedim ama onu da yanlış okuyunca, sarhoş sarhoş din diyanetle, hele kandil günü alay ediyorum zannettiler ve üç zabit Bahri Dehri Beyi sopa gibi tutup Dehri Beyle bana vurmaya başladılar! Koskoca adamı kaldırıp kaldırıp üstüme atıyorlardı. Sonunda yoruldular da bıraktılar. Tabii bu arada Dehri’nin çantasındaki muhayyel hükümet evrakımızı da ortaya çıkarıverdiler, altında imzalarımızla. İspermeçet mevzuunu pek anlamadılar ama Komiser Hacı Necdet Efendi, “Şimdi anlarız ispermeçet misiniz hamsi misiniz,” diyerek bizi biraz daha ürküttü. Mesele çığırından çıktı ve Baykuş’a kadar arz edildi. Daha dayak yemedik ama pek zor günler geçirdik; üstelik muhayyel hükümetimize haberleri bile olmadan dahil ettiğimiz Avram Efendi, Agop Paşa, Helvacı Süleyman Kasım Efendi gibi zatlar masumiyetlerini ispat yolunda epey ıstırap çektiler. Neyse ki aklandılar ama biz Bahri Dehri Beyle birlikte bir hafta geçmeden Rodos’a sürgüne gönderildik.

Rodos nam cezirede nice yiğitler helak olmuştur…

Rodos’un halkı gayetle fakirdi, Müslümanı da Hıristiyanı da perperişan, ada mamur değildi. Kaderimizi her münevverin, feylesofun çekeceği çilelerden sayıp sabretmekten başka çaremiz yoktu. Daha hasbıhal edeli üç beş saat olmuşken başımızı beladan belaya sokup kendimizi sürgün ettirmiştik. Paramız vardı çok şükür, sürgün maaşımız da eksik değildi. Falirakisahilinin kurbunda bir tepedeki metruk eve yerleştik. Manzara pek hoştu doğrusu ama sıkıntıdan patlıyorduk. Pek kitap da yoktu ortalıkta, ne benim İstanbul’da aşina ve müptela olduğum işret meclisleri vardı burada, ne Bahri Dehri Beyin Paris’te pek ziyade istifade ettiği ilim meclisleri.

Rodos mutasarrıfı Hasan Paşa bize hiç ilişmiyordu, yarın devran döner de tepesine çökeriz diye korkuyordu. Bizim ne menem âdemler olduğumuzu da tam idrak edebilmiş değildi. Ada halkı ve eşrafı bize hiç bulaşmıyordu, sanki onlar da bizden çekinir haldeydiler. Hükümeti devirip Padişahı hal etmeye çalışırken enselendiğimiz gibi yalan yanlış malumatlar gitmiş kulaklarına. Güya Rus donanmasını yanımıza alıp sarayı topa tutmuşuz. Tam bir tecrid içindeydik, tepedeki metruk eve yanaşmaya kimsenin niyeti yoktu, zeytinliklerin içinde yalnızdık; arada bir hamama gidip birbirimizi keseliyorduk. Bahri Dehri Bey ile bir yandan da söyleşip duruyorduk, genelde de sağa sola mektup yazıyorduk. Dehri Bey zevcesine, anasına, Paris’teki Fransız arkadaşlarına mektup yazarken, ben de İstanbul’da bize ricacı olup affettirecek ne kadar ensesi kalın ahbap, tanış, akraba, hemşeri varsa hepsine mektup, istirhamname, ariza, tezkire döşeniyordum. “Efendim, izzetlüm size dü cihanda minnettar ve hürmetkâr bendeniz, el-fakir ve’l-hakir Asgar.” Bahri Dehri Bey bu mektuplardan bihaberdi neyse ki.

Bahri Dehri Bey yavaş yavaş saçı sakalı saldı, Yunanya feylesofu gibi ortada dolaşmaya, hikmetli sözler yumurtlamaya başladı. Hafiften hazzetmemeye başlamıştım bu harekâtından. Bir gün pazardan armut aldım, kuru kuruya rakı içmeyelim diye. Dehri Bey suyunu akıta akıta armut hüplettiğimi görünce, “Armut faideli bir meyvedir, yiyiniz,” buyurdu. İçimden dedim bre pezevenk, sanki Napolyon, nedir şol l’attitude? Zannım o ki Dehri de benden pek hazzetmemeye başlamıştı. Pek konuşmaz olduk, Dehri Bey uzun uzun kırlarda, kırlardan sıkıldığı zamanda çarşıda pazarda dolaşmayı huy edindi. Ne olduysa bundan sonra oldu, adanın İslam halkı arasında Bahri Dehri Bey hakkında olur olmaz efsaneler söylenmeye başlandı. Güya nefesi kuvvetli bir hocaymış, kırklara karışıp geri gelmiş, Padişahı Allah için adaletli olmaya davet edince Padişah sinirlenmiş, Bahri Dehri Beyi ateşe attırmış ama ateş ona değmemiş. Bununla baş etmesi zordur, diyerek onu sürgüne göndermiş. Bu efsanelerden bir zaman haberimiz olmadı, ta ki adanın garip gureba, fakir fukara halkı yavaştan bizim evin etrafında toplanmaya başlayana değin.

Kimi hasta kocası için dua istiyor, kimi evde kalmış kızına kısmet duası rica ediyor, kimi muska arıyor, kimi de kötürüm oğlu için himmet bekliyordu. Ne kadar kovalasam da geri geliyorlardı. Bahri Dehri Bey geleni de gideni de zerre umursamıyordu, belki de gerçekten kırklara karışmıştı, ya da fıttırmıştı, bilmiyorum. Rakısını şarabını önünden eksik etmiyordum ama halkın taarruzlarına direnecek kuvvetim de kalmamıştı; ben de ne halleri varsa görsünler diyerek hiçbirine ses etmemeye başladım. Hem eli boş da gelmiyorlardı; taze yumurtalar, kuru etler, balıklar, lakerdalar, meyveler, peynirler… Hediyeleri koyacak yer bulamıyordum. Bahri Dehri Bey ise (ahalinin ona taktığı yeni isimle Dehri Baba) ahaliye Artur Rembo’dan şiirler okuyor (Tandis qu’une folie épouvantable broie /Et fait de cent milliers d’hommes un tas fumant; /- Pauvres morts! dans l’été, dans l’herbe, dans ta joie, /Nature! ô toi qui fis ces hommes saintement!), sonra teker teker suratlarına tükürüp kahkaha atıyordu. Dehri Baba’nın üfürüğünün ve tükürüğünün ve dualarının hikmetine tüm kalpleriyle inanan ahali ancak böyle teskin oluyordu. Halk, Dehri Baba’nın hizmetinde bulunup onun ashabı olduğuma göre bende de hikmet bulmakta gecikmediği için, ben de gelen geçenin suratına tükürmeye başladım Dehri Baba’ya vekaleten. Ekseriyetle sarhoştuk. Diyebilirim ki Rodos’ta suratına tükürmediğimiz pek az adam kalmıştır. Bir gün neredeyse, merakına yenik düşüp bizi ziyarete gelen Rodos piskoposunun suratına tükürecektim. Böylece namımız yayıldı, adalı Rumlar da dua istemeye başladılar, nereden zühur ettilerse bir Katolik hacı cemaati bile evin önünde zikirlerini çekti; sancta maria, mater dei (Hazret-i Meryem, valide-yi Hüda); insanlar Dehri Baba sayesinde evde kalmış kızlarına kısmet çıktığını, doğuştan kötürüm oğullarının yürümeye başladığını, hasta kocalarının iyileştiğini iddia ediyordu. Sonunda anladım ki halk birilerinde hikmet bulmaya karar vermişse onu hiçbir kuvvet durduramaz.

Dehri Baba Tekkesi böylece vücut buldu ama keyfimiz pek de uzun sürmedi. Bahri Dehri Bey, benim aziz refikim, dostum, sırdaşım ve kardeşim olan o kâmil zat, İstanbul’un ve daha yeni vuslatına erdiği zevcesinin hasretine dayanamadı, uzun bir yürüyüşün ardından istirahat için çekildiği odasında, sekte-i kalpten fücceten terk-i hayat eyledi. Ecel-i nagehanın böylesine bin lanet! Zaten halini pek iyi görmüyordum, yine de ölmek için pek gençti. Kahroldum. Evin çevresindeki ahaliyi sopayla kovaladım, inat edenleri dövdüm, dövdükçe rahatladım. Yağmurun altında, evimizin hemen yüz adım ötesindeki o çok yaşlı zeytin ağacının altına, gözyaşları ve feryatlar içerisinde kabrini kazdım ve biricik refikimi kabrine yerleştirdim, kimseyi yaklaştırmadım. Bahri Dehri Beyin anasına ve zevcesine iki ayrı mektup yazıp kara haberi bildirdim, bundan gayrı nefes almanın bana haram olduğunu da ekledim. Gayetle müteessirdim. Yeri belli olsun diyerek bir de kabirtaşı kitabesi yazdırdım, başına diktim: “Hüve’l-Hallaku’l-Bâkî/ Merhum ve Mağfur lehû /Eş-Şeyh’ül-Mezheb’ül-Maddiyyun /Mürşid-i Râh-i Cumhuriyet /Muallim Muhittin Bahri Dehri Baba /Ruhiçün El Fatiha.”

Kederim tarifsizdi, mağmum bir halde sabahları şarapla başlayıp öğleden sonra rakıyla devam ediyordum içmeye. Sağolsunlar, kapıdan kovsak bacadan giren müritler müskiratı evden eksik etmiyordu. Ne Dehri Baba’nın vefatı, ne benim sarhoşluğum onların imanını sarstı, tekkeye daha da sarıldılar. Beni de Dehri’nin halifesi sayıyorlardı. Evin etrafındaki ağaçlar Dehri Baba’nın ruhundan himmet bekleyen ahalinin bağladığı çaputlarla dolup taşıyordu. Ne acayip kaderdir ki, Maddecilik ve Terakkiperverlik uğruna baş koyduğumuz bu yolda sonunda Bahri Dehri Bey evliya, ben de onun halifesi bir postnişin olmuştum.

İnsanları pek umursadığım yoktu, ben rahmetli dostumun yasını tutuyor, bol bol zıkkımlanıyor, arada da dostumun dul zevcesi hanımefendiyle mektuplaşıyordum. Bu harap cezirede unutulmuştuk, tezkirelerim cevapsız kalmıştı. Maahaza, yöre halkı Bahri Dehri Beyle ilgili kıssalar, menkıbeler, kerametler, efsaneler söylemeye devam ediyordu. Güya Dehri Baba’yı Mekke’de görmüşler, hacılara su dağıtıyormuş; Emevi Camiinde teravih kıldırırken görenler olmuş, gaybdan haberler vermek üzere ahalinin rüyasına girermiş, Simi’de suyun üstünde yürürken görmüşler; Kalimnos’ta ölüleri diriltip günahkarlara ekmekle şarap dağıtıyormuş… Handiyse inanacaktım, neyse ki böyle batıl itikatlarım yoktu; yine de mübarek kabrinin yanından geçerken tedbiren, çarpılmayalım durduk yere düşüncesiyle, bir Fatiha okumuyor değildim bazen.

Rodos’ta zaman pek yavaş akıyordu. İstanbul’dan da pek haber alamıyorduk. Dehri Baba Tekkesinde adalıların hediyeleriyle yeyip içip gelen geçenin suratına Amerikan Devesi misali tükürmekten bitap haldeydim. Bu halde üç yıl çile doldurdum ki, nihayetinde Meşrutiyet ilan edildi de affedildim. Yine de mesut değildim, Dehri Baba’yı bu kabirde, bu Rodos denen adada öylece bırakıp gitmek yüreğimi dağlıyordu. Rodos halkı ve tekkeye dadanan dervişler gidişime sanki pek üzülmediler, Dehri Baba’daki kerametleri ve kuvvetli nefesi bende bulamamış, ama yine de onun hatırına bana iltifat etmişlerdi sanki. İlan-ı meşrutiyetten bir ay kadar sonra İstanbul’a döndüm. İttihatçılar neredeyse benden bir hürriyet kahramanı icat edecekti; Baykuş bunu sürdüğüne göre mühim bir zat olmalı diye düşünseler gerek. Tevdi ettikleri vazifelerden hastalık bahanesiyle affımı istedim ve uzun süredir mektuplaştığımız hanımefendiyle, Bahri Dehri Beyin dul zevcesiyle nikahlandım. Kadıncağızı bir başına bırakmak dostluğa sığmaz diye düşündüm. Bahri Dehri Beyi ise hiç unutmadım, hanemizin her köşesi onun resimleriyle süslüdür. Onu nasıl unuturum? Şimdi Rodos’un mehcur bir köşesinde, bir zeytin ağacının ulu gölgesinde, latif rüzgârlara emanet bir halde sonsuz uykusuna dalmış bulunuyor; adaya gidenlerin haber ettiği kadarıyla, ada halkı halen ulu zeytin ağacına çaput bağlama âdetini bırakmış değil. Bahri Dehri Bey zaman zaman rüyama girer; benim cefakâr, dil-âgâh, kıymettar sürgün refikim, uzun servi boyu, upuzun saçı ve sakalları, sitemkâr ve yorgun gözleriyle yavaşça kulağıma eğilir, zor işitilir bir fısıltıyla hep şöyle der: “Armut faideli bir meyvedir, yiyiniz.”


Oscar Амалфитано
Kaynak: http://karabalina.com/dehri-baba-tekkesinde-uc-yil-cile/

Not: Moon'a (@mereravings) teşekkür ile...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder