18 Mart 2022 Cuma

Türkiye'de Aydının Kısa Tarihi - Doğan Gürpınar


...Yahudi albay Alfred Dreyfus'un masum olduğu halde sırf  Yahudi olduğu için casusluk suçundan mahkum edilmesine karşı çıkan entelektüel seçkinler ilk kez bu derecede bir irade beyanında bulunacaklar ve "söz" gücünün boyutlarını ortaya koyacaklardır..Emile Zola'nın 1898'de "İtham Ediyorum" yazısı bir nevi entelektüelin doğum anıdır.Zira entelektüel kelimesi ilk kez, Zola'nın bu makalesine, yayımlanmasının ertesi günü farklı meslek gruplarından 1200 kişinin imzalarıyla verdiği desteği l'Aurore gazetesinde yayımlayan Georges Clemenceau'nün, bu destek metnini "la protestation des Intellectuels" olarak tanımlamasıyla kullanışmıştır.Bununla beraber ilginçtir, tabiri ilk güçlü anlam yükleyerek istihzayla kullanıp popülerleştiren kişi ise bu dönemde anti-Dreyfusçu cephenin kontra-entelektüeli olarak temayüz eden Maurice Barres'tir.

Zola'nın menevi liderliğindeki bu muhayyel güruh Albay Dreyfus'a reva görülen muameleye itiraz vesilesiyle sadece anti-semitizme karşı değil her türlü siyasal adaletsizlik ve haksızlığa karşı toplumsal bir duyarlılık ve adalet talebiyle harekete geçme görevini kendilerine yükledi.İşte, farklı meslek gruplarından bu kişileri yekpare bir muhayyel cemiyette birleştiren üst başlık olarak "entelektüellik" onlara bir manevi misyon yükledi.Bu momentte, "entelektüeller" yekpare bir muhayyel grup olarak ilk kez "muhalif" olarak ortaya çıkacaklardır."Muhalif"ten sola/sosyalizme/ilericiliğe" ve adalet talebinden sosyal eşitlik talebine geçiş ie aşağı yukarı bir sonraki çeyrek yüzyıl zarfında yaşanacaktır.

...

İronik bir şekilde her ikisi de hayattayken, on yıllar boyunca Aron'a dudak bükülüp Sartre ikonik statüsünün keyfini sürerken ve "Aron'la haklı çıkmaktansa Sartre'la haksız çıkmak" bu dönemde Sartre'a atfedilen saygının en berrak ifadesi olurken, 1980'ler, son yıllarını süren (1983'te ölecektir) Aron'un rönesansı olacaktır.Bu dönemde adeta itibarı iade edilen Aron'un sosyalizm ve entelektüeller üzerine yazdıkları takdir görecek ve önemsenecektir.

...

Aydınlara yüklenen metafizik değer ve kutsallık çöktü ve "aydınlar" ve "fikirleri" sahihlikleri ve ideolojik tutarlılıklarıyla değil söylemsek stretejileriyle değerlendirilir oldu.Aydınların artık "fikirleri" değil "sözleri" vardır.Fikir tartışmaları ise artık savaş meydanları değil fikir panayırlarıdır.Akademik nitelik ile celebrety akademisyenlik arasında doğru bir orantı olmadığı gibi orantı genelde ters orantılıdır.Yeni entelektüel kamusal alan bir nevi Twitter öncesi Twitter!dır.

...

Agâh Efendi'nin Tercüman-ı Ahval gazetesi Türkçe ilk gazete olmakla beraber, asıl olarak Şinasi'nin Tercüman-ı Ahval'dan ayrılarak 1862'de kurduğu ve yönettiği Tasvir-i Efkar Türk kültürel ve entelektüel hayatında bir dönüm noktasını oluşturacaktır.Şinasi aynı şekilde Türkçe kitap basmak üzere ilk özel matbaayı da Babıali'de kuracaktır.Tasvir-i Efkar kısa sürede Osmanlı/Türk entelektüellerinin tartışmalar yürüttüğü bir forum haline gelecektir.Bir taraftan da devlet memuriyetini sürdüren ve hatta terfi eden Agah Efendi'den farklı olarak "temsil olmadan vergilendirmenin olmayacağını" da not düştüğü makaleleri yayımlanan Şinasi, gazetesinde "devlet meselelerinin çok sık zikredilmesi1 dolayısıyla Maliye Nezaretindeki görevinde azledilecektir.İşte bu an belki de devletten (en azıdan maddeten) ayrışmış "entelektüel"in doğum anı olacaktır.

...

Genç Osmanlıların önkabullerinin çoğunu paylaşan Münif Paşa'nın  1862 yılında çıkarmaya başladığı ve okuyucuları her konuda bilgilendirmeye amaçlayan bilim dergisi Mecmua-ı Fünun Tanzimat ansiklopedizminin şahikasıdır.Bu bakımdan Hilmi Ziya Ülken'in ifadesiyle "hiçbir siyasi devre karşı vaziyet almamış" Münif Paşa'nın II. Abdülhamid'in maarif nazırlığını üstlenmesi şaşırtıcı değildir.

...

İstanbul'da mütevazı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Ahmed Midhat Efendi tam bir autodiact'tır, kendi kendini yetiştirmiştir.Midhat Paşa'nın himayesinde memuriyete girer.Yeni Osmanlılarla ilişkileri sebebiyle Rodos'a sürülse de Ahmed Midhat, İstanbul'a dönüşünün ardından herhangi bir siyasal angajmana girmekten sakınacak ve reddedecektir.II. Abdülhamid'in parlamentoyu lağvının hemen ardından 1878-1879'da yayımladığı iki ciltlik Üss-i İnkılap kitabıyla Abdülhamid'i Tanzimat inkılabını kemale erdiren bir reformcu olarak selamlar.Parlamentoyu lağvederek kişisel rejimini kurmasını meşrulaştırır, sultanı över ve apolojisini yapar.Aynı şekilde 1878'de yayına başlayan gazetesi Tercüman-ı Ahval ile birlikte II. Abdülhamid'in 33 yıllık iktidarıyla örtüşen sürede (ironik ve sembolik bir şekilde yepyeni bir entelektüel, kültürel ve siyasal iklimin yeşermesinin hemen ardından 1912'de ölecektir.) sakıncalı addedilecek hiçbir siyasal angajmana girmeyerek adeta "yandaş" bir yazar ve yayıncı olur..

...

Ömer Seyfettin, yukarıda bahsedilen "Primo Türk Çocuğu Nasıl Doğdu?" hikayesinde bir anti-kahraman olarak kozmopolit, mason ve Frenk hayranı Kenan'ın düşünce ve duygu dünyasını okuyucunun en tiksineceği şekilde tarif ederken ve onun düşünsel ilhamlarını ortaya koyarken "hakikate dokunmayarak daima hayal içinde yaşayan o tembel, korkak ve hasta mütefekkirlerin müşterek şiiri, insaniyet hülyası onun mezhebi idi" derken muhtemelen Tevfik Fikret'i ima etmektedir.Tevfik Fikret'in Haluk'un Amentüsü'ndeki "milletim nev-i beşerdir, vatanım ruy-ı zemin" mısrası büyük infiale yol açacaktır.
...
Birçoğunca pesimist, kendi kendini kemirecek derecede şüpheci ve hodbin bulunan Tevfik Fikret'in bu ruh hali onun milli ruhtan yoksunluğu, milli hislerden kopukluğundan kaynaklanmaktadır.

...

Milli Edebiyat ile Edebiyat-ı Cedide (Servet-i Fünun) arasındaki ikilik ise ifadesini "sanat sanat için midir, toplum için mi?" münazara klişesinde yaşatılacak ve "sanat için sanat" halktan, milletten ve milletin değerlerinden kopuk tatlı su Frengi özentisi bir heves olarak mahkum edilecektir.

Aynı şekilde Tevfik Fikret ve Servet-i Fünuncuların Yeni Zelanda'ya, daha sonra Hüseyin Kazım'ın Manisa yakınlarındaki çiftliğe yerleşme hayalleri de "Kemalist dönemden itibaren "kaçış edebiyatının" ve gayrımilliliğin pitoresk ve canlı bir tezahürünü teşkil edecektir.Angaje edebiyatı ve angaje aydınlığı benimsemişler ve bu tavrı aydın olmanın doğal yükü, sorumluluğu addedenlerce bu kaçış sadece korkaklığın değil, çokça bir olumsuzlama ifadesi olarak kullanıldığı üzere "hodbinliğin" de ifadesidir.Bu Yeni Zelanda fikri okul müfredatında da sıkça vurgulanan bir "bilgi" olarak hatırlatılacak, "milli" muhayyileye kazınacaktır.Ahmet Hamdi Tanpınar'a göre bu hülya "belki de bir sohbet anının lezzetine kapılarak kurulan...çocukça tasavvurlar"dır.Orhan Okyay ise "Servet-i Fünuncular, umumiyetle hayattan kaçıp hayale sığınan insanlardır.
...

"Aydınların aşağılanması" denebilir ki adeta bir "milli spor" olacaktır.İslamcılıktan Kemalizme, Türkçülükten sosyalizme birçok ideoloji kendini bu "aydın eleştirisi" üzerinden kuracaktır.Çok farklı duran birçok ideolojinin güçlü ortak paydası bu duygusal reaksiyondur.Recaizade Mahmut Ekrem'in Araba Sevdası'ndaki hovarda ve cahil Bihruz Bey'i, Şerif Mardin'in ifadesiyle bu "alafranga züppe" karakteri, bir yüzyıl boyunca çeşitli kılıklarda edebiyatta da, entelektüel tartışmalarda da güçlü bir imgelem olarak karşımıza çıkacaktır.Batı'yı yarım yamalak öğrenerek ve daha da ötesi Batı'yı ancak yüzeysel olarak anlayan Felatun Bey karakteri de Türk düşün dünyasında herkesin "kendisinin tezadı" olarak gördüğü bir anti-kahraman olarak adeta bir kutup yıldızı işlevi görecektir, gösterdiği yönün tam zıddına gidilen bir kutup yıldızı.

...

"Felatun ve Bihruz aptal, cahil ve gülünçtürler, sonrakiler okumuş, zeki ve tehlikeli...Budala ve zavallı Felatunlar ile Bihruzlar elli yıl içinde ahlaksızlık, dolandırıcılık, vurgunculuk aşamalarından geçerek işbirlikçi vatan hainliğine kadar vardırırlar işi."

"Alafranga züppe"nin "alafranga hain"e geçişi ise tam olarak Kemalist edebiyatla gerçekleşir.Bu tür "alafranga hainler"e, "hain aydınlar"a en çok rastladığımız mecralardan biri Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun romanlarıdır.

...

Attila İlhan Kemalizmin kırsal populizmine ise hiç prim vermemekte ve Kemalizmi köy yüceltmesiyle özdeşleştirenlerde Kemalizmin karıkatürünü görmektedir."O zaman Köy Enstitüsü ve Halkevi 'devrimcileri' kendilerini sosyalist ve ilerici aydınlara bal gibi solcu diye yutturdular.Gerçek sosyalistlerin kültür yoluyla kalkınmaya gülmesi, kırsal kesimdeki el zanaatlarıyla "cennet Türk köyü" tasarısına dudak bükmesi gerekirken..." köycülüğü benimsemeleri acıklıdır.İlhan'a göre mesele yine Türk aydınlarının yüzeyselliğinde düğümlenmektedir.Köy popülizmini Atatürkçülük ile ilgisiz bir 1938 sonrası İnönü projesi ve tahayyülü olarak gören lhan'a göre Türk aydınları ve "ilericileri" her zamanki yüzeysellikleriyle İnönücülük ile Atatürkçülüğü ayırt edememekte, kendilerinn teşne oldukları Batıcı ve ororiteryan hasletleriye İnöncülüğü Atatürkçülük sanmaktadır.

...

Emre Kongar da "yerli malı aydının iyisi "Batılı", kötüsü "Batıcı'dır" demektedir.Kongar'a göre "Batılı aydın" Batı değerlerini benimsemiş kişiyken, "Batıcı aydın" "hem Batı 'kuyrukçuluğu' yapar hem de insanlara 'batar." 'Batılı' ve 'Batıcı' ayrışması, kökü ta Ahmed Midhat Efendi'ye kadar uzatılabilecek bir arka plana dayanır ve açıklayıcı bir şablon ve tezat olarak istifade edilir.

...

"İlkokul öğretmeni" belki de Kemalist tahayyülün ete kemiğe bürünmüş, cisimleşmiş halidir."Öğretmen" Kemalist rejim için ideal aydın prototipidir.Öğretmen hem bir 'aydın'dır.Tahsil görmüş, entelektüel olarak donanımlıdır.Öte yandan "aydın"a biçilen sosyal rol ve sosyal kodları reddeden, umursamayan biridir.Taşrada yaşamaktan, yıllarca taşrada bir kasabadan (hatta köyden) ötekisine dolaşmaktan gocunmayan, hatta yüklendiği misyon duygusuyla bundan haz duyan bir idealisttir.Bir taraftan kendi "aydınlaşmış" benliği vardır.Öte yandan benliğini daha yüksek bir ülkü için feda etmekten, yok saymaktan kaçınmaz.Mağrur ve kendini beğenmiş olmak bir yana, aksine benliğini misyonu için yok saymaktan sakınmaz.Diğerkâmdır.Bu bakımdan öğretmen aynı anda hem yüceltilen hem küçümsenen/hakir görülen "aydın" ile yine aynı şekilde hem yüceltilen hem de bayağı bulunan "halk"ın mükemmel ve ideal harmanı, bütünleşmesidir."Öğretmen" bir taraftan taşraya, Anadolu'ya, köye dışarıdan gelen bir dışarlıklı, bir yaban olarak addedilmekte, Anadolu'yu "aydınlatacak" bu öğretmenler bir taraftan da Anadolu'nun ta kendisi olarak görülmektedir.Yani, "öğretmen"in kendisi de aslında bir nevi biraz Anadolu'dur.İstanbul kozmopolitliğinin ve şehrin kofluğunun tezadı, antitezidir.Üstelik kendini adadığı Anadolu onu daha da paklaştırmakta, şehrin günahından arındırmaktadır.

...

Görüng'e atfedilen (ama aslen bir Nazi tiyatro oyununda bir Nazi kahramana söylettirilen) "ne zaman kültür lafını duysam elim tabancama gidiyor." sözü Nazi gerçekliğini yansıtmasa ve Nazi rejimi de kendi kültürel seçkinlerini, entelijansiyasını yaratma projesini uygulamaya geçirmeye çalışmış olsa da kuşkusuz sokak çeteciliğinden gelen Nazi kültürünün başta muhafazakar seçkinci kültüre olmak üzere doğası gereği seçkinci kültür ve sanata mesafeliliği ideolojik bir kaçınılmazlıktır.

...


Cumhuriyet Halk Partisi 1938 yılında ressamların Anadolu'nun çeşitli illerinde görevlendirilmesine karar verir.Buna göre, seçilecek ressamlar, her yıl belli bir süreliğine (1,5 ila 3 ay) parti tarafından belirlenecek bölge ve şehirlerde kalacaklar, burada eskizler yapacaklardır.Bu program uyarınca 1938 ile 1943 yılları arasında toplam 48 sanatçı, Anadolu'nun 63 şehrine gönderilmiş, bu ressamlar toplam 675 resim çizmişlerdir.Kendilerinden Anadolu panoramasını çıkarması, Türk köylüsünü anlatması ve yerel motifler kullanması beklenen ressamların eserleri dönüşlerinde siyasetçiler ve sanat eleştirmenlerinden oluşan bir jüriye çıkartılmakta ve ödüllendirilmektedir.Aynı şekilde sanatçıların resimleri sergilerde sergilenmiştir.

...

Devlet Tiyatroları'nda dramaturg ve yöneticilik yapan Turgut Özakman'a göre cumhuriyetin dört temel manevi dayanağı" vardı ki bunlar Köy Enstitüleri, Halkevleri, Ankara Radyosu ve Devlet Tiyatrolarıdır.

...

Aydınlar Dilekçesi İstanbul, Ankara, İzmir ve Eskişehir'de düzenlenen birçok toplantıda oluşturulmuş taslaklardan hazırlanmıştır.Her ne kadar bu toplantılara çok sayıda ilgili katılmışsa da başlarına gelebilecek tutuklama, işlerinden olma, pasaportlarına el konulması gibi yaptırımlardan çekinen birçoğu bir noktadan sonra bu sürecin dışında kalmayı tercih etmiştir.Aziz Nesin'e göre bu kişiler bir yanda sürecin somut tehlikeleri, öte yandan hissettikleri "aydın olmanın sorumluluğu" arasında sıkışmış ve ikircikli kalmışlardır.Bu süreci Aziz Nesin şu şekilde anlatmaktadır."Ülkemizin bir aydını olmanın sorumuyla böyle bir dilekçenin hazırlanmasında katkıları olmasının bir yurt görevi olduğunu da biliyorlardı.İşte bu ikircim içinde, korkuları görev sorumu duygularından ağır basanlar, korktuklarını açıkça söylemedikleri için böyle bir dilekçenin gereksizliği üzerinde sözde gerekçeler (bahane) uyduruyorlar ve üstün aydın düzeylerinin bilgi dağarıyla öyle demagojiler yapıyorlardı ki; toplantılarımızda bulunanlardan kimileri de bunların etkisinde kalarak dilekçenin gereksizliği düşüncesine kapılıyorlardı.İşte bu yüzden bize katılmayanlara olan duygularımızda bir değişiklik, güceniklik olmayacağını açıklamak zorunda kalıyorduk."İşi yokuşa sürmeye çalışan bu "aydınlar" dilekçenin gereksiz olduğuna ilişkin birçok neden öne sürmüşlerdir.Bu pısırık demokrat aydınlara göre "çok geç kalındığı", "hafif kaldığı", dilekçenin sunulacağı makamın ve kişilerin belirsizliği", "bir işe yaramayacağı", "baskıları daha da arttıracağı" gibi nedenler dilekçeyi rafa koyulmasını gerektirmektedir."

...

Büyük, fiyakalı ve cafcaflı lafları ve önermeleri adeta imzası olan Küçük bu canlı üslubuyla kişiselleştirdiği bir aydını insani sıfatlar ve fiillerle tasvir eder."Türk aydını", "hep kırılmış", "düş kırıklığına uğramış", "belkemiği kırılmış"tır.Küçük'e göre "Türk aydını, Türk tarihinin ürünüdür.Türk tarihsel eyleminin çocuk kalmış çocuğudur.Bu haliyle hem sevgi kaynağıdır, hem endişe.Güzelliği çocukluğundandır, hep sevilmeli.Endişe verici yanı ise hep çocuk kalmasında.Çocuk ne kadar güzelse, çocuk en büyük sevgilerin objesi olsa da, çocuğun hep çocuk kalması sürekli bir üzüntü ve endişe kaynağıdır."

...

Aziz Nesin aydınlara adeta Gramscisi anlamda bir sosyal katman niteliği tanımakta, bu katmana bir öznellik atfetmektedir."Türkiye'dde aydın hareketi çok önemli...yaşanmış olan aydın hareketleri var.Örneğin Çanakkale Savaşı, herkes söyler ki bir aydın savaşıdır.Yedeksubay kırımıdır...Kurtuluş Savaşı da önder kadrosuyla bir aydın hareketidir.27 Mayıs bir aydın hareketidir."Aziz Nesin için "aydın olmanın ölçütü..." toplumun vicdanı, önderi, ışık tutanı" olmak, olabilmektir.

...

Yalçın Küçük'e göre "Özal'ın aydınlara karşı tutumu köylünün havyar karşısındaki tutumuna benziyor"dur.

...


EPİLOG

...


Her ne kadar Türkiye siyasal iklimi benzer bir duruma imkan tanımasa da bir kuşak farklı bir siyasi sosyalizasyon tecrübe ederken olan biteni anlamlandırmak için daha az geleneksel otoritelere, daha çok kendi yaşıtlarına ve denklerine (peer group) yöneldi.Birçok genç, siyaset dünyasıyla doğrudan siyasal angajmanlardan çok bireysel memnuniyetsizliklerine dair hissiyatlarından dolayı temas etmektedir.Bu temas ise çoğu zaman siyaseti küçümseme, ondan iğrenme ve mesafeli durmayla eş gitmektedir.Siyaset daha çok bireysel hayatlarına dışarıdan dokunan soğuk, kötücül ve tahripkâr bir yabancı güçtür.Bu sebeple zaten soğuk ve ilgisiz oldukları siyasete dair kanaatlerini oluşturmaları için de kendi dilleri, argoları ve dünyalarıyla uyumlu aracılara ihtiyacı vardır.Bu tür siyasal gündemleri popüler gündemlere yedirerek, onlarla iç içe mizahi ve eğlendirici/gırgır siyaset hapı içinde sunan yaşıt kanaat önderliği çok daha öncelikli bir aracıdır.Bu aracılar ise elbette klasik bir entellektüaliteyle yüklü olmadıkları gibi vasat, banal ve klişe fikriyatları beslemektedir.Babala TV ve Oğuzhan Uğur bu tipolojiyi örneklemektedir.Klasik "aydın"a bu havzada yer yoktur."Aydınlar" lüzumsuz hale gelerek devreden çıkarılmaktadır.Karşısına alternatif bir aydınlık modeli de çıkarılmamaktadır.İnternet mecrasında fikir kolektif, paydaş ve anonim olarak üretilmektedir.Bir entelektüel otorite figürünün gölgesine sığınılmamaktadır.Sosyal medya çağında bilgi ve bilgi otoriterliği, okumak üzerinden üretilmemektedir.Aynı şekilde gündem oluşturma gücü "aydın"lardan bu yaşıt gruplarına kaydıkça gündemler de değişmiştir.Bir taraftan komploculuk entelektüel eşik bekçilerinin devreden çıkmasıyla kitlesel ve histerik bir popülarite kazanırken, bir taraftan da gündemler daha bireysel hayatlara dokunur hale geldi.Aşı karşıtlığı gibi marjinal temalar yine eşik bekçilerinin yokluğunda daha geniş karşılıklar buldular.Gazeteler, akademi artık eskisi gibi bir eşik bekçisi rolü oynayamaz hale geldikçe gündemler de dönüştü.

Rönesans İtalya'sında hümanizmin kurucu babası Petrarca için de okumak karanlık bir binyılın ardından Roma metinlerine geri dönüş ve bu metinler üzerinden kaybedilmiş ama unutulmuş metinlerde saklanmış bilgelikle insanın yeniden uyanışı anlamına geliyordu.Aydınlanma'da ise okumak Hıristiyanlığın vazettiği evren ve epistemolojisinin aşılması, reddedilmesi ve doğanın kendini açıklayan bilgisinin ortaya konması ve bu insanlığın bu şekilde özgürleşmesi anlamına geliyordu.Aydınlanmacı sosyalizm için de klasikler, dünya edebiyatı ve doğa bilimleri okumaları insanlığın aydınlığa ve dolayısıyla özgürlüğe ulaşımında bir merhaleydi.Günümüzde ise okumak ona yüklenmiş yüce anlamlardan arınmış durumdadır.Modern/pozitivist zihin okumaya sadece insanı özgürleştiren değil, aynı zamanda dünyayı olumluya yönelik dönüştüren bir eylem olarak anlam yüklemekteydi.Entelektüellik tam olarak bu okuma mitinin ve kutsamasının üzerinde yükseliyordu.Oysaki dijital çağda okumak uzun soluklu ve yalnız yapılan bir eylem olmaktan çıkarak süreksiz, kesik ve hızlı tüketmelik hale geldi.

...

Artık bugün bilginin ana kaynağı kitap ve kitap okuma eylemi değildir.Hacimli, ansiklopedik kitaplar hiç değildir.Bilgi yığmak hepten anlamsızlaşmıştır.Okumanın bugün kaybolmuş büyüsel gücü insanların iletişim teknolojilerinin ve başka alternatif bilgi paylaşım mecralarının yokluğunda bilgiye (ve "bilgeliğe") ulaşmanın ve kendini güncellemenin tek aracı olmasından kaynaklanıyordu.Bugün ise bu durum söz konusu değildir.Ancak, toplumsal kavrayıştan yoksunluklarıyla malul dijital guruların, internetin ilk zamanlarında teknoloji dini rahipleri edasıyla muştuladığı üzere, internetin dev bir bilgi havuzu olduğu ve dolayısıyla artık bilgiye ulaşımın kolaylaşmasıyla, insanlığın ufkunun hiç olmadığı kadar derinleşeceği ve bu zihinsel açıklığın bireysel ve toplumsal özgürleşmeyi sağlayacağına dair coşkulu nutukları da sert bir kayaya tosladı.İnternete zamanında Petrarca'nın hümanizme yüklediği anlamı yükleyenler yine boşa düştü.Muşulananın tam aksine bu bilgi kümeleri ufuk ve derinlik sağlamak bir yana, bilgi çöplüğü olarak dijital kullanıcıları zihinsel olarak daha da sağlıksız, cahilane ve tehlikeli noktalara savurdu.2015-2020 dönemi internetteki bilgi çöplüğünün nevzuhur alt-right'ı üretmesi ve aşırı sağı beslemesi teknoloji-iyimserlerini yüzüne vurdu.Aynı şekilde, internette hazırdaki yoğun ve kolay ulaşılır bilgi insanlara zihinsel derinlik ve ufuk kazandırmdı.Hatta tam aksine yol açtı.Zira, hazırda hap bilgi kendi başına bir değer değildir.Ham bilgileri işlemek, damıtmak ise bambaşka bir donanım, zahmet ve birikim gerektiriyordu.Bu ise dijital çağda artık geçmişte kalmış bir derin okuryazarlıktan besleniyordu.

Yani aydının hem kendisi hem de okur kitlesi değişti.Elbette "aydın"ın kendisi de dijital çağda değişti.Dijital çağ vakardan çok bilgi ve fikrin hızlı tüketildiği bir mecrada entelektüel popülizme neden oldu.Zira tartışmalar artık kitaplar üzerinden, hatta gazete köşeler ve kısa op-ed'lerden değil sosyal medya üzerinden ya da daha hızlı ve editöryel süreçlerin olmadığı blog post'ları üzerinden yapıldıkça içerik daha emeksiz hale geldi.Bugün aslında yepyeni bir durumla karşı karşıyayız.Twitter başta olmak üzere sosyal medya mecraları insanların kendilerini göstermeye çalıştıkları, popülerlik ve saygınlık devşirmeye çalıştıkları bir platform olarak temayüz ederken birçok kamusal simanın toplum nazarında yıllardır sahip oldukları itibarları Twitter kullanımlarıyla tuzla buz oldu.Bazıları kabalıkları ve saygısız tavırlarıyla, bazırları aptallıkları ve idraksizlikleriyle, bazıları kontrol edemedikleri tacizcilikleriyle, bazıları da sakil hal tavırlarıyla sosyal medyada itibarsızlaştı.Oysaki üç dört onyıl önce ister akademisyen olsun, ister gazeteci-köşe yazarı, ister bir yazar, kamusal aydın unvanını taşıyanlar kendilerinin bilgi ve birikimlerine hayran okurlarıyla arasında aşılamaz ve geçilemez bir ayrım vardı.Oysa sosyal medyayla beraber bilgi aktarım ve paylaşım süreçlerinin interaktif hale gelmesiyle eski katı ve su geçirmez ayrımlar silikleşti.Böylece "aydın" payesi çok daha belirsizleşti.Aynı zamanda itibarsızlaştı.

...

Doğan Gürpınar
Türkiye'de Aydının Kısa Tarihi
Liberus Kitap

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder